Kitabı oku: «Aylak Köpek»
Sadık Hidayet, 17 Şubat 1903 tarihinde Tahran’da dünyaya geldi. Eğitimi için Avrupa’ya giden Hidayet, mühendislik alanında tahsil gördükten sonra İran’a döndü. Hayatının bir dönemini Hindistan’da geçiren yazar Batı edebiyatı ve İran tarihini araştırmakla meşgul oldu. Farsça, İran edebiyatı ve folklorü üzerine çalışmalarda bulunan Hidayet, çağdaş İran edebiyatçıları arasındadır. En tanınmış eseri olan Kör Baykuş 1937 yılında Mumbai’de yayımlandı. İlerleyen yıllarda İran’ın gerilemesinin sebebi olarak monarşiye ve din adamlarına yoğun eleştiriler yöneltti. Bir dönem İran’da Hidayet’in kitaplarının yayımlanması ve satılması yasaklansa da daha sonra yayımlanma imkânı doğmuştur.
Sadık Hidayet, 9 Nisan 1951’de Paris’te bulunan dairesinde intihar ederek yaşamını sonlandırdı.
Hafsa Dolgun, Antalya’da dünyaya geldi. Lisans eğitimini, Kırıkkale Üniversitesi Farsça Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde tamamladı. Mevlâna Öğrenci Değişim Programı ile bir dönem İran’da Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. Göç İdaresi bünyesinde Farsça tercümanlık yaptı. Eğitimine hâlen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Afrika Çalışmaları yüksek lisans programında devam eden Dolgun, Farsça yeminli tercümanlık ve kitap çevirileri yapmaktadır.
AYLAK KÖPEK
Veramin Meydanı, açlığı önlemek ve en temel yaşam ihtiyaçlarının giderilmesi için birkaç ufak fırıncı dükkânı, kasap, aktar, iki kahvehane ve bir huzurevinden oluşuyordu. Meydan ve oranın insanları, yakıcı güneşin altında yarı yanmış yarı kavrulmuş hâlde akşamüzerinin ilk esintisini ve akşamın gölgesini arzuluyorlardı. İnsanlar, dükkânlar, ağaçlar ve canlılar çalışamaz, hareket edemez hâldeydiler. Sıcak havayla başları ağırlaşıyor, yumuşak toz toprak lacivert gökyüzünde dalgalanıyor, gelip geçen arabalar, sürekli havanın koyuluğunu artırıyordu.
Meydanın bir tarafında gövdesinin ortası oyulup dökülmüş ancak olabildiğince çarpık çurpuk dallarını uzatmış eski bir çınar ağacı vardı. Ağaç, toprağa bulanmış yapraklarının altında büyük bir sessizlik oluştururken iki oğlan çocuğu orada yüksek sesle sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Irmağın koyu topraklı suyu, zahmetle kahvehanenin önünden geçiyordu.
Dikkat çeken tek yapı, kubbe şeklinde beliren tepesiyle silindirik gövdesinin yarısı çatlak çatlak olan meşhur Veramin Kulesi’ydi. Dökülen sıvaların arasına yuva yapan serçeler de sıcaklığın şiddetinden sessizlerdi ve şekerleme yapıyorlardı. Sadece bir köpeğin inleme sesi ara ara sessizliği bozuyordu.
Füme saman rengi çenesi ve siyah halkalı ayaklarıyla İskoçyalı bir köpekti ve bataklıkta koşup silkelenmiş gibiydi. Kalkık kulakları, parlak kuyruğu, parlak kirli tüyleri vardı ve suratında insani bir akılla bakan iki göz parlıyordu. Gözlerinin derinliğinde bir insan ruhu görünüyordu, bir gece yarısında onun hayatını ele geçirmişti, gözlerinde sonsuz bir şey dalgalanıyordu; anlaşılmayan ancak göz bebeklerinin arkasına saklanan bir mesaj vardı. Ne parlamaydı ne de renkti, yaralı bir ceylanın gözlerinde görülenin aynısı, inanılmaz bir şeydi. İnsan ve onun gözleri arasında sadece bir benzerlik yoktu, üstelik bir tür eşitlik görünüyordu. Sadece aylakça dolaşan bir köpeğin suratında görülmesi mümkün olan hüzün, rencide ve beklenti dolu iki siyah göz. Fakat onun yalvarış dolu hüzünlü gözlerini kimse görmüyor, anlamıyor gibiydi! Fırıncı dükkânının önünde çırak onu döverdi, kasabın önünde kasap çırağı ona taş atardı, bir otomobil gölgesine sığınsa şoförün çivili ayakkabısıyla attığı sert bir tekme onu ağırlardı. Herkesin ona işkence yapmaktan yorulduğu zaman da sütlaç satan çocuk ona işkence yapmaktan ayrı bir keyif alırdı. Her bir inlemesinin karşılığında karnına bir taş yerdi ve köpeğin inlemesinin ardından çocuğun kahkahası yükselir ve şöyle söylerdi: “Sahibi kâfir!” Diğer hepsi de onunla iş birliği yapmış gibi sinsice ve saman altından su yürütürcesine çocuğu cesaretlendirir, bıyık altından gülerlerdi. Sadece Allah rızası için onu döverlerdi. Dinin lanetlediği necis ve yedi canlı köpeğe sevabına eziyet etmek onlar için doğaldı.
Sonunda sütlaççı oğlan çocuğu onu o kadar zorladı ki hayvan çaresiz kule tarafına giden bir yola kaçtı, daha doğrusu kendini aç karnına zahmetle sürükledi ve su yoluna sığındı. Başını iki patisinin üzerine koyup dilini dışarı çıkardı, yarı uyur yarı uyanık hâlde önünde dalgalanan yeşil tarlayı izliyordu. Bedeni yorgundu ve sinirleri ağrıyordu. Su yolunun nemli havasında baştan ayağa, değişik bir güven hissetti. Yarı canlı bitkilerin, nemlenmiş eski bir ayakkabının tekinin, ölü ve canlı eşyaların kokusu, burnunda; içinde bulunduğu ve uzaktaki anıları canlandırdı. Ne zaman yeşil alana baksa içgüdüye meyli uyanıp geçmişin hatıralarını, aklında yeni baştan canlandırırdı ancak bu defa bu hisleri çok kuvvetliydi, kulağının kökündeki bir ses onu sıçramaya mecbur ediyor gibiydi. Bir anda bu yeşilliklerde koşup zıplama isteği geldi.
Bu onun için kalıtsal bir histi, öyle ki bütün ataları İskoçya’da yeşillikler arasında yetişmişlerdi. Ancak yorgun bedeni en ufak hareketine bile izin vermiyordu. Zayıflık ve güçsüzlükle karışık ağrılı bir his çöktü üzerine. Bir unutulmuş, kaybolmuş hisler yumağı, bir heyecanla kendini gösterdi. Daha önceleri onun sorumlulukları ve çeşitli ihtiyaçları vardı. Kendisinin, sahibinin sesini duyar duymaz yabancı bir şahsı yahut da yabancı bir köpeği uzaklaştırmakla, sahibinin çocuğuyla oynamakla, tanıdık insanlara nasıl katlanmasını, yabancı birine nasıl davranmasını bilmekle, yemeğini zamanında yemek ve belirli bir zamanda sevilebilmeyi ummakla sorumlu olduğuna inanırdı. Ancak artık bütün bu sorumluluklar üzerinden alınmıştı.
Bütün dikkati, korkup titreyerek çöpten bir parça yiyecek bulmaya ve bütün gününü dayak yiyip inlemeye -bu onun tek savunma aracı olmuştu- ayrılmıştı. Geçmişi cesaretli, korkusuz, temiz ve hayat doluydu ancak şimdi korkak, aşağılanmış, her duyduğu ses ya da yanında hareket eden her şey onu korkuyla titretiyor, hatta kendi sesinden dahi korkuya kapılıyordu. Doğrusu pisliğe ve çöpe alışmıştı. Bedeni kaşınıyordu ama bitlerini avlamak ya da kendini yalamak içinden gelmiyordu. Çöp parçası olduğunu hissediyordu, içinde bir şey ölmüştü, sönmüştü.
Bu cehennem dersine düştüğünden beri iki kıştır karnını doyururcasına yemek yiyememişti, rahat bir uyku çekememiş, şehveti ve hisleri sönmüş, başını okşayacak bir kişi bile çıkmamıştı, kimse gözlerine bakmamıştı. Her ne kadar buradaki insanlar sahibine benziyor olsalar da sahibinin duyguları, ahlakı, davranışları bu insanlarınkinden yerden göğe kadar farklıydı. Geçmişte onlarla olan insanlar onun dünyasına daha yakın olurlardı, onun tasalarını ve hislerini daha iyi anlarlardı ve onu daha çok desteklerlerdi.
Burnuna gelen kokular arasında herkesten çok onu kendine çeken koku, oğlan çocuğunun önünde duran sütlacın kokusuydu. Bu beyaz sıvı annesinin sütüne çok benziyordu ve çocukluk anılarını aklına getiriyordu. Bir anda uyku hâli geldi, çocukken annesinin göğsünden sıcak sıvıyı emdiği ve onun yumuşak ve güçlü diliyle bedenini yaladığı gözünün önüne geldi. Annesinin ve onun sütünün ağır, keskin kokusu burnunda canlandı.
Sütle sarhoş olurken bedeni ısınıp rahatlıyordu ve sıvının ısısı bütün damarları ve sırtında geziniyordu. Ağır başı annesinin göğsünden ayrılırken bütün bedeninde sarhoş edici kıpırtıları derin bir uyku takip ediyordu. İstemsizce elleriyle annesinin göğsüne bastırıp zahmet etmeden tazyikli sütün çıkmasından daha lezzetli ne olabilirdi? Erkek kardeşinin kabarık bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve sevgi doluydu. Eski ahşap yuvasını ve o yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları hatırladı.
Kalkık kulaklarını ısırırdı, yere düşüp kalkarlardı, koşarlardı ve sonra başka bir oyun arkadaşı buldu, sahibinin oğlu. Bahçenin sonuna kadar onun peşinden koşar, havlar, giysisini dişlerdi. Özellikle sahibinin onu sevmesini ve onun elinden yediği şekerleri asla unutmuyordu. Ancak sahibinin oğlunu daha çok severdi çünkü oyun arkadaşıydı ve hiçbir zaman ona vurmazdı. Sonrasında bir anda anne ve kardeşini kaybetti, etrafında sadece sahibi, sahibinin oğlu, sahibinin karısı ve yaşlı bir hizmetçi kalmıştı. Her birinin kokusunu nasıl da iyi tespit eder, ayak seslerini uzaktan tanırdı. Akşam yemeği ve öğle yemeği zamanında sofranın etrafında dolaşır, yiyecekleri koklar ve bazen de sahibinin eşi kocasıyla muhalefet etmesine rağmen kendisine bir lokma yiyecek vererek iyilik yapardı. Sonra yaşlı hizmetçi gelir, “Pat… Pat…” diye seslenir ve yemeğini ahşap yuvasının yanındaki özel kaba koyardı.
Pat’ın sarhoş olması onun hayatının kararmasına mal oldu çünkü sahibi onun evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermezdi. Ezkaza bir sonbahar günü sahibi ve Pat’ın tanıdığı, sıklıkla evlerine gelen iki kişi otomobile binip Pat’a seslendiler, otomobilin içinden kendilerini gösterdiler. Pat çoğu kez sahibi ile otomobil yolculuğu yapmıştı ancak bugün sarhoştu, ayrı bir mide bulantısı vardı ve acı çekiyordu. Birkaç saat sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle kulenin yanındaki bu sokaktan geçtiler ama dişi bir köpeğin kokusu, tam da Pat’ın aradığı kendi türüne özel kokunun etkileri, onu delirtmişti bir kere, farklı aralıklarla etrafı kokladı ve sonunda su yolundan bahçeye girdi.
Gün batımına yakın iki kez sahibinin: “Pat, Pat!..” diyen sesini işitti. Acaba gerçekten onun sesi miydi yoksa onun sesinin yansıması mı kulağına gelmişti?
Kendisini onlara karşı borçlu gördüğü bütün taahhütleri ve görevlerini hatırlaması gibi, her ne kadar sahibinin sesi onun üzerinde değişik bir etki bıraksa da üstün güç, dış dünyasında onu dişi köpekle olmaya zorlamıştı. Bir nevi, kulaklarının dış dünyadaki seslere karşı ağırlaşıp, sağır olduğunu hissetti. Hisleri şiddetli bir şekilde uyanmış, dişi köpeğin keskin ve kuvvetli kokusu başını döndürmüştü.
Bütün kasları, bütün bedeni ve hisleri ona itaat etmeyi bırakmıştı, kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Ancak çok uzun sürmedi, odun ve kürek sapıyla ona vurmaya geldiler ve su yolundan onu çıkardılar.
Pat, ağır ve yorgun ama hafif ve rahat, kendine gelir gelmez sahibini aramaya gitti. Birkaç sokak geride kendisinden hafif bir koku kalmıştı. Her şeyi inceledi, belirli aralıklarla işaretler bıraktı ve köyün dışındaki harabelere kadar gitti, tekrar geri döndü çünkü Pat, sahibinin meydana geri döndüğünü anladı ancak oradan sahibinin zayıf kokusu diğer kokuların içinde kayboluyordu, acaba sahibi gitmişti ve onu unutmuş muydu? Izdırap ve yumuşak bir panik hissetti. Pat nasıl olur da sahipsiz kalırdı! Tanrısı olmadan nasıl yaşardı, çünkü sahibi onun için tanrı hükmündeydi ancak aynı zamanda sahibinin onu aramaya geleceğinden de emindi. Caddelerde ürkekçe koşmaya başladı. Çabaları boşaydı.Sonunda gece yorgun argın meydana geri döndü, sahibinden hiçbir iz yoktu. Köyde birkaç tur daha attı, su yolunun sonunda dişi köpek vardı fakat su yolunun önüne taş döşemişlerdi. Pat, bahçeye girmeyi umarak ayrı bir telaşla patileriyle yeri kazdı ancak mümkün değildi. Hayal kırıklığına uğradıktan sonra olduğu yerde şekerleme yaptı.
Gece yarısı Pat, kendi inlemeleriyle uykusunda sıçradı. Korkarak ayağa kalktı, birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı ve derbeder bir hâlde sokaklarda gezindi. Sonunda şiddetli bir açlık hissetti. Meydana varınca burnuna türlü türlü yiyecek kokuları geldi: Geceden kalma et kokusu, taze ekmek ve yoğurt kokusu hepsi birbirine karışmıştı fakat o aynı zamanda suçlu olduğunu ve başkalarının mülküne girdiğini hissediyordu, sahibine benzeyen bu insanlardan dilenmesi gerekiyordu ve eğer onu kovacak başka bir arkadaş ortaya çıkmazsa yavaş yavaş buranın hâkimiyetini ele geçirmeliydi ve belki de yiyeceklere sahip olan yaratıklardan biri ona bakardı.
Dikkatli, ürkek ve titrek bir şekilde yeni açılan ve havaya taze pişmiş hamur kokusunun yayıldığı bir fırıncı dükkânının önüne gitti. Koltuk altına ekmeği sıkıştıran birisi ona: “Gel… gel!” dedi. Sesi ona ne kadar da yabancı gelmişti! Ve önüne bir ekmek parçası attı. Pat da biraz kararsızlıktan sonra ekmeği yedi ve kuyruğunu ona salladı. O kişi, ekmeği dükkân tezgâhına koydu, korku ve dikkatle Pat’ın başını okşadı. Sonra her iki eliyle tasmasını açtı. Ne kadar da rahatladı! Bütün sorumlulukları ve görevlerini omzundan almışlar gibiydi. Fakat kuyruğunu tekrar sallayıp dükkân sahibinin yanına gidince alnına sert bir tekme yedi ve inleyerek uzaklaştı. Dükkân sahibi gitti dikkatle elini suyun kenarına koydu. Dükkânın önünde asılı duran tasmasını anca tanıdı.
Pat o günden beri, tekme, taş ve çomak darbesinden başka bu insanlardan hiçbir yardım görmemişti. Sanki hepsi onun kan davalısıydı da ona işkence etmekten zevk alıyor gibiydiler!
Pat ne kendisinin tanıdığı ne de birinin onun hisleri ve âlemini anladığı yeni bir dünyaya girdiğini hissediyordu. Birkaç gün öncesini zor geçirmişti ancak sonra yavaş yavaş alıştı. Bunun yanı sıra çöpleri boşalttıkları ve çöplerin arasında kemik, yağ, deri, balık başı gibi bazı lezzetli parçalar ve tespit edemediği başka birçok yiyeceğin bulunduğu sokağın köşesinde, bir yerin sağ tarafını takip etmişti. Günün kalanını kasap ve fırının önünde geçiriyordu. Gözünü kasabın eline dikmişti ancak lezzetli parçaları yemekten çok dayak yiyordu ve yeni hayatına uyum sağlamıştı… Geçmişteki yaşamından sadece bir avuç belirsiz mahvolmuş hâl ile bazı kokular geride kalmıştı ve ne zaman zorlansa bu kaybolmuş cennetinde bir tür teselli ve kaçış yolu bulurdu ve farkında olmadan o zamanların hatıralarını gözünün önünde canlandırırdı.
Ancak Pat’a her şeyden çok işkence eden şey sevilmeye olan ihtiyacıydı. Sürekli başına vurulan ve küfür yiyen bir çocuk gibi olmasına rağmen yine de naif hisleri henüz sönmemişti. Özellikle dert ve çile dolu bu yeni hayatla birlikte öncesinden daha fazla sevilmeye ihtiyaç duyuyordu. Gözleri şefkat dilenirken bir kişinin ona muhabbet göstermesi ya da başını okşaması için canını vermeye hazırdı. Yumuşak kalpliliğini birine göstermeye, ona fedakârlık etmeye, tapınma hissi ve vefasını birine göstermeye ihtiyacı vardı fakat kimse onun hislerini göstermesine gerek duymuyor gibi görünüyordu. Kimse onu korumuyor, baktığı her gözde kin ve kötülükten başka bir şey okumuyordu. Bu insanların dikkatini çekmek için yaptığı her bir hareketi sanki onların gazabını daha da uyandırıyordu.
Pat yine su yolunda uyuklarken birkaç defa inleyerek uyandı, kâbus görüyor gibiydi. Bu esnada şiddetli bir açlık hissetti, kebap kokusu geliyordu. Diğer güçsüzlüğü ve ağrılarını unutturacak kadar acımasız bir açlık bedeninin içerisinde ona işkence ediyordu. Güçlükle kalktı ve dikkatli bir şekilde meydana doğru gitti.
***
Tam o esnada bu otomobillerden biri, gürültüyle ve toz toprak içinde Veramin Meydanı’na girdi. Arabadan inen adam, Pat’ın yanına gidip hayvanın başını okşadı. Bu adam onun sahibi değildi. Pat yanılmamıştı çünkü kendi sahibinin kokusunu iyi tanırdı. Fakat nasıl oldu da onu okşayacak biri çıktı? Pat kuyruğunu salladı ve çekinerek o adama baktı. Acaba yanılmamış mıydı? Ama onu sevmeleri için artık boynunda bir tasması yoktu. Adam, geri dönüp tekrar başını okşadı. Pat, onun peşine koyuldu ve gittikçe şaşkınlığı arttı, çünkü adam kendisinin iyi bildiği ve yiyecek kokularının geldiği bir odaya girdi. Duvarın yanındaki bir bankın üzerine oturdu. Ona sıcak ekmek, yoğurt, yumurta ve başka yiyecekler getirdiler. Adam ekmek parçalarını yoğurda bulayıp önüne atıyordu. Pat, önce acele ederek sonra daha yavaş bir şekilde o ekmekleri yiyordu ve kara, akıllı ve çaresizlik dolu gözlerini şükranla adamın yüzüne dikmişti, kuyruğunu sallıyordu. Uyanık mıydı, yoksa rüya mı görüyordu? Pat, yemeği dayakla bölünmeden karnını doldururcasına yemek yedi. Yeni bir sahip bulmuş olabilir miydi? Samimi bir şekilde adam kalktı. Kule sokağına gitti, biraz orada durakladı sonra birbirine bağlanmış sokaklardan geçti. Pat da peşinden, köyden çıkana kadar birkaç tane duvarı olan, sahibinin de gitmiş olduğu harabeye gitti. Bu insanlar da kendi dişilerinin kokusunu arıyor olabilirler miydi? Pat, duvarın yanında onu beklemeye koyuldu, sonra başka bir yoldan meydana döndüler.
Adam yine onun başını okşadı ve meydanın etrafında yaptığı kısa gezintiden sonra Pat’ın bildiği o arabalardan birine bindi. Pat arabaya binmeye cesaret edemedi, yanına oturup ona bakıyordu.
Bir anda otomobil tozun toprağın arasında hareket etti, Pat da istemsizce arabanın peşinden koşmaya başladı. Hayır, o artık bu adamı kaybetmek istemiyordu. Dilini çıkarmış, bedeninde hissettiği ağrıya rağmen var gücüyle otomobilin peşinden geniş adımlar atıp koşuyordu. Otomobil köyden uzaklaştı, sahranın ortasından geçiyordu. Pat iki üç kez otomobile yetişti ancak yine de geride kaldı. Bütün gücünü toplamıştı ve ümitsizliğin üzerinden sevinçleri götürüyordu fakat otomobil ondan daha hızlı gidiyordu. Hata etmişti, üstelik bir de otomobile yetişemiyordu, güçsüzleşmiş ve kırılmıştı. Yüreği zayıflamıştı, bir anda uzuvlarının kontrolünden çıktığını ve en ufak hareket etmeye dahi gücünün yetmediğini hissetti. Bütün çabası boşa çıkmıştı. Neden koştuğunu da nereye gittiğini de bilmiyordu. Ne geri dönüş yolu vardı ne ileriye bir yol. Durdu, soluklanıyordu, dili ağzından dışarı çıkmıştı. Gözlerinin önü kararmıştı. Başını eğmiş, güçlükle kendini caddenin kenarından sürükleyerek tarla kenarındaki bir ırmağa gitti, karnını sıcak ve nemli kumların üzerine koydu. Hiçbir zaman yanılmayan içgüdülerini dinleyerek artık buradan hareket edemeyeceğini hissetti. Başı dönüyordu, düşünceleri ve hisleri berbat olmuş, kararmıştı. Karnında şiddetli bir ağrı hissediyordu ve gözlerinde bilinçsizliğin aydınlığı parlıyordu. Kramplar arasında bacakları yavaş yavaş hissizleşiyordu, bütün bedenini soğuk ter kapladı, bir tür ılık ve sarhoş edici serinlikti…
***
İkindiye yakın üç aç karga Pat’ın başında uçuyordu çünkü Pat’ın kokusunu uzaktan almışlardı. İçlerinden biri dikkatlice gelip onun yanında durdu, dikkatle baktı. Pat’ın henüz tam olarak ölmediğini fark edince tekrar uçtu. Bu üç karga Pat’ın kara gözlerini çıkarmak için gelmişti.
***
KEREC 1 DON JUAN’I
Bazı insanlar, nasıl ilk rastlantıda canciğer kuzu sarması olurlar bilmiyorum. Halk tabiriyle “örtüşür” ve bir kez tanışmaları birbirlerini asla unutmamaları için yeterli olur. Bunun tam tersi olan diğerleri, birbirleriyle defalarca tanıştırıldıkları, hayatın farklı zamanlarında yolları kesiştiği hâlde daima birbirlerinden kaçarlar; aralarında asla dert ortaklığı ve kaynaşma hissi bulunmaz. Eğer sokakta karşılaşırlarsa da birbirlerini tanımazdan gelirler. Ne dostturlar ne de düşman. Şimdi bu özelliğin adına sempati ya da antipati diyorlar. İnsanların manyetik çekimi ya da ruhsal durumlarının etkisi olduğuna inanıyorlar ya da inanmıyorlar. Reenkarnasyona inananlar, daha da ileriye giderek: “Bu şahıslar geçmiş yaşamlarında yeryüzünde dostlardı veya düşmanlardı ve bu açıdan birbirlerine meyleder ya da birbirinden nefret ederlerdi.” derler. Ancak bu varsayımların hiçbiri bilmeceyi kolayca çözemez. Bu beklenmedik çekimin ne ruhsal vasıflarla alakası vardır ne de fiziksel çıkarlarla.
Bir defa, bu tuhaf rastlantılardan biri, birkaç gün önce başıma geldi. Nevruz Bayramı gecesiydi, yapmacık, yorucu ziyaretlerden kaçmak için üç günlüğüne tatile gidip, rahat bir yer bulup dinlenmeye karar vermiştim. Ne kadar hayalini kursam da uzak yolculuğun iyi olmayacağını anladım, ayrıca vakit de yoktu. Bu yüzden Kerec’e gitmeyi planladım. İzni hazırladıktan sonra, gece yeni başlıyordu. Gidip Kafe Jale’ye oturdum. Bir sigara yaktım ve bir bardak sütlü kahvemin yavaş yavaş tadını çıkararak gelip geçenleri izlerken tıknaz bir adam değişik bir ilgiyle, uzaktan yanıma geldi. Dikkatlice baktım, Hasan Şebgerd olduğunu gördüm. On yıldır, belki de daha uzun bir süredir onu görmemiştim. İşin daha da garibi, her ikimiz de birbirimizi tanıdık. Bazı yüzler daha az değişir, bazıları çok değişir. Hasan’ın yüzü değişmemişti. Aynı güler yüz ve sadelikte ancak ne olduğunu bilmediğim, hareketlerinde ve kıyafetinde olsun, sunilik ve doğal olmayan bir hâl görünüyordu. Kendisini kasmış gibiydi.
Ben o geceye kadar soyadını bilmezdim, okulda ona Hasan Khan adıyla seslendiklerini söyledi. Okulun bahçesinde oyun oynarken ve teneffüs esnasında Hasan Khan, sarı suratlı, iri kemikli ve pespaye hareketlere sahipti, giysilerine de hiç özen göstermezdi. Her zaman yakası açık, üzeri topraklanmış ayakkabıları ve aynı laubali tavır ona yakışıyor, üzerine oturuyordu. Fakat çok çabuk sinirlenir, çok hızlı da öfkesini dindirirdi. Bu açıdan daha çok teneffüste sinsi çocuklara zarar verirdi. Her nedense adını “ceset” koymuşlardı.
Ben her zaman ondan uzak dururdum, aramızda belirsiz ve bilinmeyen bir mesafe vardı. Fakat artık bize mahsus durum, gelip masama oturmuştu. O eski ve sebepsiz zorlama kalktı ya da geçen zaman bu meçhul zıtlığı kendi kendine ortadan kaldırdı. Ancak artık toplu, mutlu ve ensesi kalınlaşmış, etrafına mutluluk saçanlardan biri olmuştu.
Giriş esnasında, kafenin garsonuna talimat verdi, ona arak2 getirdiler. Arak bardaklarını peşi sıra dikiyor, arak içmenin eseri olarak da geçici bir mutluluk yaşıyordu. Ancak fazla şehvetten ötürü, yaşına göre küçük görünüyordu ve dudağının köşesine düşen çizgi acı ümitsizliğini aşikâr ediyordu. Tuhaf olan şey ise kendine pek de harcama yapmıştı, fakat sahte olduğunu bağırıyor, bundan da içten içe zevk alıyordu. Her dakika aynaya dönüp kravatını düzeltiyordu. Ne kadar başı ısınırsa o kadar yüzü çocukça ve eski laubali hâlini alıyordu.
Sonunda, lafı uzatmadan bana bir süredir bir kadına âşık olduğunu, -meşhur bir artiste, çok Avrupai ve zengin birine- söyledi. “Bir yıldır onu uzaktan sevdim fakat aşkımı ona söylemeye cesaret edemiyordum, bu son zamanlarda bir şekilde mümkün oldu ve birbirimize vardık!” diye anlatıyordu.
“Âşkın geçici mi yoksa onu alma hayalin var mı?” diye sordum. “Eğer hazır olursa tabii ki onu alırım. Sadece harcaması çok oluyor. Her gece bir kafeye gittiğimizde elimde on-on beş tümen3 bırakıyor. Ancak ben taşın altında da olsa buluyorum. Eğer olursa yedi kapıyı bir tencereye muhtaç ederim de yine de giderlerini karşılarım. Durum, âşık olmayla ilgili, eski ilişkisini bırakması şartıyla. Biliyor musun onu evimize götürdüm, validemle tanıştırdım. Annem: “Gel evimizde kal.” dedi. O da: “Düşmanın gelince kendini bu dört duvara hapsetsin.” dedi. Bu durumla ayda 250 tümen pansiyon masrafı, 250 tümen otel masrafı ve bana da dans etmek kalıyor. Yarın gece buraya gel, onu da yanımda getireyim, nasıl olduğuna bak.” dedi. Ben de “Yarın gece Kerec’deyim.” dedim.
“Ciddi misin? Nevruz için mi Kerec’e gidiyorsun? Yalnız mısın? Ben de onu alıp gelirim. Sahiden ne yapacağımı bilmiyordum. Bir bakıma masrafı daha az olur. Ayrıca yolculukta birbirimizin huyunu suyunu daha iyi tanırız.”
“İzin dışında bir engel yok.”
“İzne gerek yok. Ben yüz defa Kerec’e izinsiz gitmişimdir. İzin lazım değil. Şimdi yarın gece hareket ediyor musun?”
“Sabah saat dokuzda Kazvin4 girişinin önünde olurum, oradan yola koyuluruz.”
“Ben de Zaife’ye haber vereyim de hazırlansın.”
Ben bana aktardığı bu ani, yalan ve sahte samimiyet açıklamasına şaşırdım. Sonunda birbirimizden ayrıldık ve sabah buluşmayı kararlaştırdık.
***
Ertesi gün sabah saat dokuzda, Hasan âşığıyla geldi. Kadın, kitaptaki nazenin Sanem gibiydi: Zayıf, kısa, kirpikleri siyaha boyanmış, dudakları ve tırnakları kırmızıydı. Elbisesi Paris’in son modasındandı ve parlak bir yüzük de elinde ışıldıyordu. Bir akşam oturması misafirliğine hazırlanmış gibiydi. Kadın, Ford marka eski otomobili görünce dehşete kapılarak: “Senin otomobilin sanmıştım. Şimdiye dek hiç kiralık otomobille yolculuk yapmamıştım.” dedi. Sonunda bindik ve araç Kerec tarafına doğru hareket etti.
Hasan haklıydı, ondan izin kâğıdı istemediler. Yeni Çağ Misafirhanesi’nin önünde indik. Hava serindi ve palto iyi gelmişti. Misafirhanenin dışarıdan bir tarzı vardı. Bir bahçıvandan alınmış, uzun beyaz Tebriz ağaçlarıyla ve odanın bir tarafı beyaza boyanmış uzun bir balkon ile biçim bütünlüğü vardı. Birinin fabrikasından çıkmış gibiydi. Her odada ışıklı, pikeli ve şüpheli yorganların serili olduğu üç yatak ve rafa bırakılmış bir ayna vardı. Odaları geçici konuklar için düzenledikleri görülüyordu. Çünkü eğer biri onlardan birinde kendini hapsederse kısa zamanda sıkılırdı. Balkonun karşısındaki manzarada Kebud Dağları vardı, taçlı serçeler yola çıkmış, kış soğuğundan kaçıp canlarını kurtarmışlar, dönen gözleri ve ayrılan kanatlarıyla sanki bahar esintisinden sarhoş olmuş gibiydiler. İradesizce, Tebrizli dalların üzerinde sıçrıyorlardı yahut da kapının duvarın üzerinden yukarı çıkıyorlardı. Gürültüleri baş döndürüyordu. Fakat bunların hepsi misafirhaneye incelik ve çekicilikten taviz vermeksizin bir önemsizlik ve salaşlık hâli katıyordu.
Odalarımız belli olunca ve otomobilin toz toprağını üzerimizden silktikten sonra gidip avluda yürüyüp Hasan ve eşini bekledim. Bir anda balkonun sonundan birinin beni işaret ettiğini fark ettim. Yakınlaştığında onu tanıdım. Bu her gece Pervane Kafe’ye gelen, tanıştığım gençti. Keratalar onun adını dalgasına “Don Juan” koymuşlardı.
Sıradan, züppe ve resmî yeni yetme gençlerdendi, kıyafeti gri, geniş çarliston pantolondu: altı yıl önceki modaya göre giyinmişti. Başı briyantine batmış, manikürlü tırnakları olan elinde imitasyon bir elmas yüzük parlıyordu. Selam verdikten sonra: “Üç gündür Kerec’te kalıyorum, bu gece Tahran’a dönmeyi umuyorum.” dedi. Bir miktar daha sessizce: “Ermeni bir kızın hatırına buraya gelmiştim, bu sabah gitti!” dedi.
Bu arada, Hasan ve eşi tavus kuşu gibi sarhoş bir hâlde odadan çıktılar. Çaresiz ben, Don Juan’ı onlarla tanıştırdım. Sonra birlikte gidip odadaki masaya oturduk. Hasan ve eşi görünüşe göre bu seferden memnun ve hoşnutlardı. Kadın Hasan’ın omzuna vurarak konuşuyordu: “Bizim birbirimize karşı değişik bir sempatimiz var, öyle değil mi? Sahi size anlatmadım, bir erkek kardeşim var, Hasan’ın peşine takılan Sibi gibi. Fakat o evlendikten sonra gözümden düştü! Başına ne bela geldi bilmiyorum, ben sonunda evimi ayırmak zorunda kaldım. Samimiyet ve iyi ahlakı ben çok severim… İyi ahlaka can feda!”
Bardaklarımızı kadının sağlığına kaldırdık. Don Juan kalkıp gitti, odasından birkaç kâğıtla birlikte bir gramofon getirdi ve plakları çalmaya başladı. Sonra pat diye kadını dansa davet etti, bir kez değil on kez değil, ben Hasan’ın kötü bakışlarının farkındaydım, dişini gıcırdatıyordu ve dışarıdan mübarek yüzüne bunu yansıtmıyordu.
Öğle yemeğinden sonra, çıkıp biraz hava almaya karar verdik. Çalus Caddesi’nde gezerek yürümeye başladık. Yolda Don Juan sessizce bana: “Bu gece de kalacağım.” dedi. Sonra kadını yıllardır tanır gibi onunla samimice sohbete daldı! Her şeye ve her yere dair bilgisi vardı. Kadına yalan hikâyeler de anlatıyordu, biz iki kişinin hayatımızı anlatmamıza fırsat vermeyecek şekilde!
Hasan ani bir karar vermişçesine bir şey söylemek üzere kadının yanına gitti. Fakat kadın ona ters ters bakarak: “Başını kaldır, kıyafetindeki bu leke de ne?” dedi. Hasan korkarak kenara çekildi. Don Juan paltosunu çıkarıp kadının omzuna attı. Ben onlara yaklaştım. Don Juan, caddenin kenarındaki çamurlu ırmağı ve uzaktan görünüşü yerden çıkan çalı süpürgesi gibi olan ağaçları işaret ediyor ve: “İnsanın gelip böyle yerlerde yaşaması ne iyi olurdu! Bu hava, bu ırmak, bu ağaçlar bir ay sonra canlanacaklar. Mehtaplı gecede insan ırmak kenarına gelecek, bir de gramofonu olacak… Yazık oldu fotoğraf makinemi unuttum!” diyordu.
Yakın köylerden yeni kıyafetlerini giymiş köylü adamlar vardı ve rengârenk giyimli çocuklar gelip geçiyorlardı. Kadın yorulduğunu söyledi. Don Juan ırmak kenarında bir mekânı işaret etti. Gidip taşların üzerine oturduk. Irmağın çamurlu suyu yükselmişti, zincirli dalga çıkarıp çamur ve çöpü topluyordu. Gözümüzün önünü toprak tepeler ve kırağı çalmış sıra dağlar sarmıştı. Hava biraz daha ısınmıştı. Don Juan giysisini çıkardı ve orada oturduğumuz süre boyunca âşığından, ceketinin parfümünden, aşktan, namustan ve Kafkas dansından bahsetti. Kadın da ağzı açık onun boşboğazlığını dinliyordu. Aptalca sözler söylüyordu, örneğin: “Bundan daha iyi bir pantolonum vardı, geçen hafta gittim arkadaşlardan biriyle uçağa bindim, ineceğimizde bacağım gitti yerdeki taşa çarptı. Dizimin üzeri parçalandı, lüks terzi bu pantolonu bana 25 tümene dikmişti. Bacağımın her yeri yaralanmıştı. Maktowel’ın yakınındaki Amerikan Hastanesi’ne gittim. ‘Allah sana acımış, diz bağın hasar görseydi sakat kalırdın.’ dedi. Üç gün yattım, iyileştim ancak o yukarıdan evlerin çatıları o kadar güzel görünüyordu ki! Kendi evimizi de yukarıdan gördüm. Sipehsalar Camisi’nin kubbesi de görünüyordu. İnsanlar karınca gibiydiler. Fakat uçak ineceği zaman insanın yüreği hopluyor!..”
Sonunda, yorgunluğu giderdikten sonra, kalktık ve Kerec’e geri döndük. Hasan ve Don Juan’ın keyifleri yerindeydi, Kafkas tonunda ıslık çalıyorlardı. Kadın dans etmeye geldi, ayakkabısının topuğu çıktı: “Bu ayakkabıyı iki hafta önce Bata’dan almıştım!” dedi. Hizmete hazır Don Juan, bir taş parçasıyla ayakkabının topuğunu düzeltti. O esnada kadın ona eliyle dayanıyordu.
Hasan benimle konuşmaya başladı, kafede bana söylediği şeyin aksine: “Bu bana karı olmaz mı? Bırakmam gerek. Ben bunun boğazını doyuramam. Evimiz hiç kapanmaz, özgür de olmak istiyor, fazla özgür!” dedi.
Akşamüzerine doğru misafirhaneye girdik, birkaç şişe arak, gramofon ve türlü türlü çeşitler masayı donatmıştı.
Don Juan gramofonu çalıştırdı ve peşinden kadınla dans etmeye başladı. Hasan küplere bindi ama şakaya vurarak, kinayeyle: “Canım benim doğru söyle, âşığımıza âşık mı oldun, söyle de biz de boşayalım.” dedi.
Don Juan duygusal bir keman plağı çaldı, gelip yatağa oturdu ve: “Pekâlâ! Benim kendi nişanlım var, hiç aklına geldi mi?” dedi. El çantasından üzgün bir kız fotoğrafı çıkardı. Öpüp başına, yüzüne sürdürüyordu, gözlerinden yaşlar yuvarlandı, ağlamaya hazırmış gibi.
Kadının şefkat duygusu kabardı, kalktı Don Juan’ın yanına gidip oturdu. Hasan, karısı ve Don Juan’ın dans etmelerini önlemek için hizmetliden kâğıt oyunu istedi ve Don Juan’ı belot5 oynamak için davet etti. Onlar iki kişilik belot oynamakla meşgullerdi ancak kadının keyfi yerindeydi belindeki kıpırtı durmuştu. Güya Hasan ile inatlaşmak için bir plak çaldı ve beni dansa davet etti. Dansın ortasında kadının elimi bastırdığını ve bana ilgi gösterdiğini hissettim, iki üç kere yüzünü benim yüzüme yapıştırdı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.