Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Zavallı Necdet», sayfa 2

Yazı tipi:

Yatakta bir hafta kaldım. Validemin, hemşiremin dikkatleri beni tedaviye kifayet ediyordu. Bununla beraber kendimde biraz zafiyet hissediyordum.

Hemşire ile yalnız kaldığımız zaman kalbimi kemiren o meşum darbenin intikamını almak isterdim:

“Senin azametli hanımefendi ne yapıyor? Nezaketine doğrusu diyecek yok. Yüz adım ötede bir hasta mevcut iken piyano çalmak… Teşekkürlerimi tarafımdan tebliğ edersin olmaz mı?” derdim.

Bazen daha ziyade izahat almak ümidiyle:

“Kibirli hanımefendi hastalığımdan hiç bahsediyor mu?” diye sorardım. Hemşire mahzun bakışlarını gözlerime dikerek yavaşça:

“Hayır.” cevabını verirdi.

İşte o zaman sinirlerim yine coşar, isyan ederdi. Kırılmış olan emellerimin intikamını almak için:

“O sarı çıyan azametine yedirir mi?” derdim. Şu çirkin, soğuk sıfatı onun hakkında kullandıktan sonra bilsen ne kadar müteessir olurdum. Meliha’nın sözü açıldığı gün rahatsızlığım artardı. Mamafih onun sözünü etmekten de yine lezzet duyardım. Bir sabah hemşireye yine bu sözü açmıştım.

Ben köpürüp de birtakım münasebetsiz kelimeler püskürdüğüm sırada bana dedi ki:

“Ağabey! Yoksa siz Meliha Hanım’ı seviyor musunuz?”

Artık o sırada ihtiyarım elimden gitmişti. Demek ki hakaretle mukabele gören aşkım; kırılan, mahvolan, perişan olan emellerim kadınlara, kızlara eğlence vesilesi oluyordu. Artık ne yaptığımı bilmiyordum. Sesim çıktığı kadar:

“Yıkıl karşımdan terbiyesiz!” dedim. “Benim gönlüm o kadar sefil midir ki sarı çıyanların istihzasına vesile olsun! Meliha ismini bundan böyle ağzına almayacaksın!”

Zavallı kardeşim; uğradığı şiddetli tekdirden fevkalade müteessir olarak odadan çıktı. Ben uzanmış olduğum koltukta aşkımın felaketini düşünürken… Evet; aşkımın felaketi! Artık emin olmuştum. Ben âşıktım. Aşkın en şiddetli hasretleriyle, çarpıntılarıyla, heyecanlarıyla âşık idim. Fakat ümitsiz bir sevda! Neden? Sebebini tayin edemiyorum. Lakin bir şey, bir ses, sanki nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ses bana diyordu:

“Sen talihsizsin!”

O aralık valide içeri girmiş; benim öyle düşüncelere dalmış olduğumu mahzun mahzun seyrediyormuş; yavaşça bana dedi ki:

“Ne düşünüyorsun Necdet? Yavrum! Validen seninle müzakere etmeye gelmişti.”

“Müzakere mi?” cevabını verdim. Hatırıma o sırada neler gelmişti. Mesela Meliha’nın validesiyle bizim valide arasında kararlaştırılmış bir izdivaç… Bana kabul için ihtarda bulunulacak, ben biraz nazlanacağım. Sonra ısrar edecekler. Ben de kabul etmiş bulunacağım. İşte o zaman karanlık bulutlar altında kalmış olan saadet ufkumda yeni güneşler doğacak, bahtiyarlık yüz gösterecek.

Şu düşüncelerin verdiği neşe ile.

“Emrinizi bekliyorum!” cevabını verdim.

“Oğlum; sen evlenmenin öteden beri aleyhindesin, bilirsin ki ben validelik vazifesini ifa için seni evlendirmeyi ne kadar istedim, razı olmadın! Serbest, kayıtsız yaşamayı arzu ediyorsun. Pekâlâ. Buna bir şey denilmez. Fakat şu hâlde o hakla, o sırayı diğerlerine terk eylemelidir. Mesela hemşiren…”

Sözünü keserek hemen dedim ki:

“Bu mukaddimeye ne lüzum var anneciğim? Hemşiremin münasip bir talibi çıkmış ise müzakereye ne hacet? Siz saadetimizi tabii temine çalışırsınız. Benim evlenmemem buna mâni değil, bir erkek için evlenmek her zaman kabildir. Fakat kızlar… Öyle değil mi anne? Hemşire artık yirmi yaşını geçiyor. İzdivaç çağı gelmiştir. Fakat isteyen kim? Onu hâlâ anlayamadım.”

“Meliha Hanım’ın büyük biraderi Ferid Saffet Bey… Viyana’dan geleli beş altı gün olmuş. Bugün istediler. Ben kararımı seninle müzakerem neticesine bıraktım. Demek ki sen de münasip görüyorsun.”

“Ferid Saffet Bey’i yakından tanımam, biraz aşinalık var ama hakkında isabetli bir rey verebilecek derecede hususi hâllerini bilmiyorum, fakat siz tabii tahkik etmişsinizdir. O cihet başka… Ancak bu izdivaca benim mevkiim mâni olamaz.”

Sözü daha ziyade uzatmaya bende kuvvet, kudret kalmamıştı. Korkuyordum ki ihtiyarımı kaybederek sesim çıktığı kadar: “Beni verem etmek mi istiyorsunuz? Hâlimi görmüyor musunuz? O kibirli, o azametli kızı sevmekte olduğumu, ölerek, çıldırarak sevdiğimi hissetmiyor musunuz? Yoksa yaramaz çocuklar gibi, bana falanı alın, yoksa kendimi öldürürüm, diye feryat etmemi mi bekliyorsunuz?” diyecektim.

Istıraptan, teessürden titremekte olan ellerimle panjuru açtım. Piyano sesi geliyordu. Yine o elemli musiki, yine o ölüm havası, sinirleri buhrana, kalbi heyecana getiren hazin nağmeler, mezardan aksedercesine kederli iniltiler…”

***

Ertesi gün kendimi biraz daha rahatsız buluyordum. Vücudumda dehşetli yorgunluğa benzer bir hâl, bir kararsızlık, tuhaf bir kesiklik vardı.

İki gün sonra valide bana şu haberi getirdi:

“Söz verdik.” dedi. “Pazartesi günü nikâh; daha altı gün var, vücutça iyisin değil mi? Oğlum! Evimizin erkeği sensin! Bu nikâhta bulunacaksın ya iki gözüm?”

“Tabii bulunurum.” cevabını istemeyerek verdim.

Hemşireyi biraz sıkmak istiyordum. Yanıma geldiği zaman birdenbire:

“Sizin baldız hanım ne kadar da keyifli piyano çalıyorlardı.” dedim.

Zavallı hemşire mahcubiyetinden kendisini dışarı attı.

O gün elbisemi giydim. Biraz gezmeye çıkmak istiyordum. Bir arabaya binerek Fener’deki Sebastiyano Oteli’ne gittim. Oradaki ağaçlık benim pek hoşuma gider. Çam ağaçlarının altına doğru ilerliyordum.

“Necdet Bey! Teşrif buyurur musunuz?” diye bir ses işittim. Başımı çevirdim. Ferid Saffet Bey… Selamlaştık. O, rahatsızlığımı işittiğinden, gelip beni tasdi edeceğinden filandan bahsederken ben yine ümitlerim üzerine hayal kâşaneleri kurmakla meşguldüm.

Beni Ferid Saffet Bey’in huzuru da sıkmaya başlamıştı. Bundan böyle sık sık mülakatlar vadederek yanından kalktım. Diğer bir tarafa gittim.

Köşke geldiğim zaman kararımı vermiştim. Valideye işi anlatacağım. Her iki valide arasında konuşulduktan sonra muvafakat… Ah evet; Meliha da razı olursa resmen isteyeceğim. Fakat işi valideye nasıl açmalı? Ne demeli? Kızın zem etmedik hiçbir cihetini bırakmamıştım. Şimdi ne diyecektim? Burası beni çok düşündürüyordu.

İki gün de böyle düşünce ile geçti. Perşembe günü sabahleyin hizmetçi kız ufak bir zarf getirdi:

“Pembe köşkün uşağı…” dedi. Sözünün alt tarafını söylemeye vakit bırakmadım:

“Pekâlâ, anladım.” dedim. Elinden zarfı kaptım.

O zarif zarfın içinde bir kartvizit çıktı. İptida Fransızca “Ferid Saffet” kelimeleri gözüme ilişti. “Oh! Oh bizim enişte beyden.” diyordum. Kartın arkasında şu kelimeler yazılı idi: “Tasdi ettim, af buyurunuz! Peder sizinle mühim bir meselenin müzakeresi için mülakat temenni ediyor. Vaktiniz müsait ise bendehaneyi lütfen teşrif buyurunuz.”

Nezaket icabı gitmek gerekti. Gittim. Pembe köşke doğru ilerlemeye başladım. Ferid Saffet Bey beni selamlık kapısında karşıladı. Pederinin huzuruna çıktık. Zaten arada bir aşinalık vardı. Bana fevkalade iltifat buyurdular. Nihayet biraz mahcup bir tavırla dediler ki:

“Beyefendi oğlumuz; bundan sonra her iki aile bir vücut sayılabilir. Binaenaleyh bizim sırlarımız artık birbirimize gizli kalamaz. Sizi zaten pek sever, takdir ederdim. Ahlakınızdaki temizliği de işiterek iftihar eylerdim.”

Of, bu mukaddimeler ne kadar uzayıp gidiyordu! Kalbim de ne kadar şiddetle çarpmaya başlamıştı! Söylenecek bir sözü, dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var, onu bir türlü söyleyemiyor.

Biraz tereddütle sözünde devam ederek dedi ki:

“Evet; gıyabınızda hüsnühâlinizi işitmekle iftihar ederdim. Şimdi aramızda hasıl olan akrabalık şerefi o iftiharı bir kat daha arttıracaktır. Buna şüphe yok.”

Kulaklarıma inanamayacağım geliyordu. Akrabalık! Aman Yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık… Ben kendimden bahsedildiğine katiyen emindim. Ah, bu söz, bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı. Ben artık dikkatle sözün nihayetini bekliyordum. O muhterem zat; zapt edemediğim bahtiyarlık eserlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti:

“İbrahim Şemsi Bey’i tanır mısınız?”

Böyle bir suale hedef olacağımı ümit etmiyordum. Alıklaşmışım. Tereddüdümü defetmek için izah etti:

“Erkânıharbiye binbaşılarından İbrahim Şemsi Bey’i?”

“Evet; tanırım. Hem pek güzel, layıkıyla tanırım. Mektebi Sultani’de altı sene birlikte tahsil gördük. Altı senelik bir hayat; insanı layıkıyla tanımak için kâfidir. Ben kendisini pek severim. Mektebi Sultani’den çıktıktan sonra asker olmak istedi. Harbiye mektebinde sınıfının daima birincisi olduğunu işitirdim. Tahsili fevkalade mükemmeldir. Hele Almanya’da beş sene devam eden askerliği güzel hatıralar bırakmıştır. Bunu yine kendi arkadaşlarından işitmiştim.”

Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum. Biraz evvelki sualin bende hasıl eylediği şaşkınlığın tesirini defetmek için böyle uzun sözler söylemek lazımdı.

“İktidarının derecesini bendeniz de işittim. Tamamıyla muvafık. Fakat asıl öğrenmek istediğim cihet; ahlakıdır…”

“Ahlakı… Ahlakı… Emin olunuz, hiçbir leke getirmez. İbrahim Şemsi kâmil bir insandır. Mektepte geceli gündüzlü altı senelik hayatımızda kendisinden kırılmış bir kimse görmedim. İnsanı utandıracak hiçbir hâlini işitmedim. Hele kalbinin temizliği… İbrahim Şemsi; şimdiki gençlerde pek az tesadüf edilecek gayet temiz bir kalbe maliktir. Af buyurursunuz amma bu kadar tafsilatı neden almak istiyorsunuz?”

“Şimdi bendeniz de orasını izah edeyim bey oğlum. İbrahim Şemsi Bey; kerimem cariyenizi istetmiş. Bu izdivacı cümlemiz münasip bulduk. Ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğunu akşam Saffet söylüyordu. Kati kararımızı sizden alacağımız izahattan sonraya bıraktık. Demek ki siz de münasip görüyorsunuz! Hatırıma bir şey de geliyor. Bilmem muvafık bulur musunuz? Her iki nikâhı bir arada akdetmiş olsak, bendenizce daha şerefli olurdu…”

Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum. Demek son ümit de işte şu dakikada mahvoluyordu. Hele “Cümlemiz münasip bulduk.” kelimeleri nazarımda büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder âlemleri, hudutsuz endişe dünyaları açıldı. Başım döndü, döndü. Gözlerim karardı, karardı. O karartı arasında görüyordum: Meliha gelinlik beyaz saten elbisesiyle İbrahim Şemsi’nin koluna girmiş gidiyor; İbrahim Şemsi bütün ümitlerimi, bütün emellerimi, of; bütün saadetlerimi, bütün hayatımı almış götürüyordu. Arkalarından koşmak, onlara yetişmek için yerimden fırlamışım. Sonralarını artık hatırlayamıyorum. Bizim köşkün kapısından girerken gözlerimin karardığını, midemin dehşetli bir surette bulandığını hissettim. Odama kadar çıkabilmeye güçlükle muvaffak oldum. Orada bir ölü gibi halıların üzerine düşüp uzanmışım.

Yere birdenbire düşmemden hasıl olan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler. Bende asabi buhran başlamıştı. Sinirlerim zapt edilemeyecek bir surette titriyor, boğazımın damarları geriliyor, gözlerim kararıyordu:

“Ben ölüyorum!” diye bağırmış ve bayılmışım. Ayıldığım zaman bütün aile efradının odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm. Onlarda gördüğüm bu çok elemli hâlden vaziyetimin fena olduğunu anladım.

Hekim henüz gelmemişti. Sinir buhranı yine şiddetle devam ediyordu. Kolonyayla kollarımı, ayaklarımı ovuyorlardı.

Yine o âlem gözlerimin önüne geldi: Beyaz saten gelinlik elbisesiyle Meliha’yı görüyordum. “Cümlesi münasip bulmuş.” Öyle mi? Demek Meliha da münasip görmüş. O da kalbimin en son ümidini mahvetmeye yürümüş, gidiyor, öyle mi, onu takip etmeli değil mi? Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni zapt etmeye çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi dehşetle, şiddetle titriyordu. O gelinlik beyaz elbisesiyle Meliha hayalimden kayboluyor, gözlerim kararıyor, bir karanlık, derin bir karanlık arasından onların; Meliha ile İbrahim Şemsi’nin kol kola gittiklerini görüyordum. Yerimden kalkmak istedim, muvaffak olamadım:

“Ölüyorum!” diye haykırdığımı biliyorum. Gözlerimi kapadım, hâlsiz, kudretsiz, kuvvetsiz, düşüp bayıldım. O baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum, sahi ölüyor muydum? Yoksa ben ölmeye mahkûm muydum?”

***

Necdet Feridun burada durdu. Devam etmek için kendisinde kuvvet kalmamıştı. Rum hizmetçi kızın getirdiği kahve çoktan soğumuştu. Şu sergüzeştin her ikimizin üzerinde hasıl eylediği tesir bize kahveleri içmeyi çoktan unutturmuştu. Necdet kahveleri tekrar ısmarladı. Bir puro yaktıktan sonra koltuğa gömüldü.

Yavaşça ve tereddütle diyordu ki:

“Zannederim, sinir buhranı yine başlayacak, alametler görünüyor, işte görüyor musun, boğazımın damarlarını görüyor musun? Nasıl geriliyor, sertleşiyor. Bu, sinir tutacağına delalettir. İşte, işte, ellerimde titriyor. Yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?”

Ben ne yapacağımı şaşırmıştım. Yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım, geldim. Kendisinin tarifi üzerine bileklerini, boğazını kolonya ile ovmaya başladım.

Sinir buhranı biraz geçer gibi oldu. Fakat biçare Necdet’e öyle bir yorgunluk, çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki… Daha ziyade rahatsız etmemek için kendisinden müsaade istedim. Bana özür dileyerek diyordu ki:

“Beni mazur gör! Bu hâl elde değil. Bugün sergüzeştimi tamamlamak istiyordum. Çünkü ikinci bir defa bu azaba düçar olmanı istemezdim. Bitiremedim. Artık diğer bir güne… Olmaz mı kardeşim?”

“Evet, ben de gitmek için müsaadeni rica edeceğim. Bugün öğleden evvel idarehanede bulunmak lazım. Diğer bir gün; olmaz mı?”

“Seni teşyi edemeyeceğim, beni mazur gör!”

Rum hizmetçi kız beni dışarıya çıkardı. Düşünmeye dalmıştım. Neler düşünüyordum! Kapıdan çıkmak üzere iken:

“Vay ne güzel tesadüf; Necdet Bey’i görmeye mi gelmiştiniz? Beyefendi, nasıl?”

Baktım; İbrahim Şemsi Bey… Necdet kadar sevdiğim, altı senelik mektep hayatının çok kıymetli bir arkadaşı İbrahim Şemsi… Elini elime aldım. Samimiyetle sıktım:

“Saadetini tebrik ederim.” diyordum. “Necdet bana hepsini hikâye etti.”

Bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim. Necdet bana o hazin macerayı söylerken anlamıştım ki İbrahim Şemsi’nin saadeti; zavallı Necdet’in felaketini mucip olmuş, işte onu böyle harap, perişan etmiş, bitirmişti. Fakat İbrahim Şemsi’nin ne günahı vardı?

“Teşekkür ederim.” dedi. “Tebrikiniz pek geç, fakat samimiyeti itibarıyla çok kıymetli… Ancak o saadeti, o bahtiyarlığı ben Necdet Feridun’a borçluyum. Zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum! Şu merak, bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor. Bütün aile, hepimiz üzerine titriyoruz. Şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi vasıtalara başvurduğumuzu bilsen, gülmekten bayılırsın! Geçenlerde bir kitapta okumuştum. Keman sesi sinir buhranını yatıştırmak için çok tesirli imiş, refikam şimdi her sabah o uykudan uyanmadan kemanını çalmaya başlıyor. O tatlı nağmelerle kendisini uykudan uyandırıyor. Ne dersin? Bu tecrübede fevkalade muvaffak olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız? Evet; sizi temin ederim, Necdet o ses ile uyandığı günler hiç ıstırap çekmiyor. Buhran eseri görmüyor. Sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz, değil mi?”

Hayretim dakikadan dakikaya artıyordu. Cevap vermiş olmak için dedim ki:

“Biraz evvel, yine rahatsızlığı tutmuştu.”

“Bunda mutlak bir sebep olmalı!”

“Hayır! Hiçbir şey… Hiçbir sebep yok… Biraz hazımsızlık… İşte o kadar… Bundan böyle görüşürüz, değil mi?”

Artık cevap vermeye bile lüzum görmedim; kendisini hürmetle selamlayarak köşkten dışarıya çıktım, istasyona doğru âdeta koşmaya başladım. Yolda ne düşündüğümü, ne garip mütalaalarda bulunduğumu tasvir etmek kabil olamaz. Ben Necdet’in bulunduğu mevkii düşünüyordum. Felaketine acıyordum. Zavallı Necdet; zavallı çocuk.

***

O günlerde idare işleri o kadar artmıştı ki vakit bulup da Necdet Feridun’a bir daha gidemedim. Sergüzeştinin neticesini, bunun ne kadar hazin olduğunu anlıyordum. Cesaretim kırılmıştı. İkinci defa yine gitmek, onu görmek için kendimde bir türlü kuvvet bulamıyordum. On beş gün kadar geçmişti sanırım. Göztepe’nin o sıcak havası, ara sıra esen o ılık rüzgârı bana bazen gece uykusunu kaybettirirdi. O zaman Necdet Feridun’un hâli gözlerimin önüne gelirdi: Şiddetli bir aşk, gizli bir aşk, anlatılamayan bir hazin sevda… Yalnız bir gönülde kalan, yalnız bir gönlü harap eden, bitiren çok kuvvetli bir sevgi… Sevilenin, sevildiğinden bile haberi yok belki… Sabahları beyaz gecelik elbisesiyle saçları perişan bir hâlde Vagner’in, Mozart’ın en yanık, en hazin nağmelerini hafif hafif esen rüzgârlara serperken seven uyanıyor ve çok müessir feryatlar içinde gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında, gül yanaklarına çok yaraşan tatlı, hafif bir gülüşle gülüyor. Ne saadet değil mi? Hayır;

saadet değil, bedbahtlık… Çünkü bir saniye sonra o aşkın ebediyen söndüğünü, bu sevgilinin artık ebediyen kendisinin olamayacağını anlamaktan hasıl olan bir acı ile, bu acının kalbine açtığı çok derin bir yara ile ümitsiz, bitkin titriyor.

Bunu, bu hazin macerayı düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye kifayet eder.

Bir gün matbaada masanın önünde oturuyordum. “Sevdiğim” redifli bir gazeli, “Fuzuli’nin bir gazelini tahmis” başlıklı bir saçmayı, “Tiyatroda bir gece” isimli bir hikâyeyi gözden geçiriyor, bunları okumak için kaybettiğim zamana acıyarak birer birer sepete attığım sırada ufak bir zarf gözüme ilişti. Diğerlerinden evvel onu açtım. Necdet Feridun’dan idi. Şu satırları okudum:

“… Şimdiye kadar bekledim, gelmedin! Buna ne mana vereyim? Yoksa ıstırabımdan korktun mu? Bu akşam seni köşkte bekliyorum. Yarın Midilli’ye doğru seyahat için hareket etmek arzusundayım. Mutlak beklerim!”

Filhakika Necdet’i on beş günden beri aramamam münasebetsiz oldu. O gün akşamüzeri köprüden bindiğim vapur hareket ettiği zaman Necdet Feridun’un Midilli’ye seyahatinin sebeplerini zihnimde araştırıyordum. Belki merakını defetmek için bir seyahate lüzum gösterilmiştir.

Tren Feneryolu İstasyonu’nda durduğu zaman Necdet’i orada ayakta gördüm. Beni bekliyordu:

“Gelmemiş olsaydın darılacaktım.” diyordu. “Seni yolundan çevirmek için işte burada bekliyordum. Fakat ona hacet bırakmadın!”

Ellerimi samimiyetle sıktıktan sonra sözüne devam etti:

“Birdenbire böyle bir seyahat icrasına kalkışmama bilmem ne mana verdin?”

“Buna verdiğim mana gayet sade… Küçük bir kapris, senin de benim de bildiğimiz sinir…”

“Evet, evet sinir, pek doğru bulmuşsun!”

Necdet acı acı güldü:

“Sergüzeştimi sana tamamıyla hikâye etmeden buradan gitmeyi arzu etmedim.”

“Teşekkür ederim!” diyordum.

“Fener Bahçesi buraya yakındır. Yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz. Bilmem yoksa yorgun musun?”

“Hayır… Fener’de güneşin batışını da seyretmiş oluruz.”

Kol kola girdik. Demir yolunu takip ettik. Yavaş yavaş yürüdük. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet, uşağa bazı şeyler söyledi. Ben ağır adımlarla ilerliyordum. Biraz sonra bana yetişti. Yine beraberce yürümeye başladık. Diyordu ki:

“Seyahatim münasebetiyle İbrahim Şemsi ile bizim enişte bey yemekte bulunacaklar. Arzu ettiğimiz gibi konuşamayız. Fener’de; güneş batarken muhite yaydığı o garip mahzunluk içinde sergüzeştimi anlatmak ve bitirmek istiyorum. Eğer o sergüzeşt bununla bitecekse… Heyhat, hiç zannetmem.”

Fener Bahçesi’ne gidinceye kadar öteden beriden konuştuk. On dakika sonra Fener Bahçesi’nde bulunuyorduk, deniz kenarına yakın bir yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğumuz sandalyelere oturduk. Biz orada mevcut olan sair zevk sahiplerinden uzakta bulunuyorduk. Zaten çarşamba olduğu için Fener mesiresi biraz tenha idi. Güneş batıyordu. Manzara çok latif idi. Gözümüzün önünde açılan bu “gurup levhası” seyrine doyulamayacak derecede güzeldi. Pek güzeldi. Marmara’nın uzak, pek uzak bir ufku üzerinden gizlenen güneş, akşamın şu garipliği, şurada, önümüzde çakıl taşlarına çarparken âşıkane bir ahenk vücuda getiren hafif dalgalar, kanat çarparak yuvalarına çekilen kuşlar, her şey, her şey bizi anlaşılamaz, anlatılamaz bir hüzün, bir mahzunluk içinde bırakmıştı. Bu manzarayı öyle bir müddet seyrettik. Necdet Feridun diyordu ki:

“Şu gurup levhalarını seyrederken kaç defa ağladım bilir misin? Bunların bana nasıl tesir ettiğini tasavvur edemezsin. Sevda felaketi insana başka bir hâl, bir gariplik… Nasıl anlatayım; herkeste olmayan bir hâl veriyor. Kimsenin göremediği en küçük, en nazik şeyleri gösteriyor. Kalbi pek ince hislere alıştırıyor… Sergüzeştimin neresinde kalmıştım? Evet; hatırlıyorum. Odamda düştüm, bayıldım. Hekim hazımsızlık, sinir zaafı diyordu. Birtakım beyhude ilaçlarla beni tedaviye kalktılar. Ben bunların bir fayda veremeyeceğini anlıyordum. Bizmutlu, potaslı bromürler bana ne şifa verebilirlerdi?

Fakat validenin ısrarına karşı duramazdım. O ilaçları, o mide bozan ilaçları istemeyerek kullandım, midem de bozuldu.

Pazartesi nikâhın akdi kararlaştırılmıştı. Malum ya, her iki nikâh da bir arada icra edilecek. Valide cumartesi günü benden soruyordu:

“Rahatsızlığın uzadı oğlum.” diyordu. “Nikâhı yoksa birkaç gün sonraya mı bıraksak?”

“Buna hacet yok.” dedim. “Nikâhın birkaç gün sonraya atılması münasebetsiz olur. Ben de o gün cemiyette hazır bulunurum. Bizim tarafımızdan geri bırakılması bazı dedikodulara meydan verebilir.”

Nihayet o gün geldi. O gün ki emellerim büsbütün altüst oluyordu. Bütün ümitlerim kesiliyor, Meliha ile aramızda yüksek bir set, aşılması muhal bir duvar hasıl oluyordu. İşte o gün; vücudumda kalmış olan kuvveti topladım. En beğendiğim redingotumu giydim. Nikâh cemiyetinde resmî surette hazır bulunacaktım. İyice hatırlıyorum. O gün aklımı nasıl kaybetmediğime hâlâ hayretteyim. Bütün benliğim bir keder, bir endişe bulutuyla örtülmüştü. En şiddetli dalgınlıklarda herkesin başına geldiği gibi hiçbir şeyi açık, olduğu gibi göremiyordum. Bütün mevcudat bana müphem, dumanlı, sisli, bulutlu görünüyordu.

Nikâhlar perşembe günü köşkte kıyılacaktı. Öyle kararlaştırılmış.

Her iki köşkte fevkalade bir faaliyet var. Herkes çalışıyor, koşuyor.

Ben ruhtan ayrılmış bir ceset, bir ölü gibiyim. Elektrik kuvvetiyle hareket eden kuklalardan farkım yok. Bir şey anlamayarak bir şey duymayarak geziyorum, dolaşıyorum. Nihayet nikâh kıyılma zamanı yaklaştı. Ferid Saffet Bey, Meliha’nın biraderi yanıma geldi:

“Bizi diğer bir şerefle sevindirir misiniz?” diyordu. “İbrahim Şemsi Bey biraderiniz sizin şahit sıfatıyla nikâhta bulunmanızı arzu ediyor ve bilhassa bunu rica ediyor. Biz de o ricaya iştirak ederiz.”

Ne garip talih! Görüyor musun; takdir ediyor musun azizim? Kendi felaketime şahit olacağım. Emellerimin yıkılmasına, saadetimin tarumar olmasına kendi elimle hizmet edeceğim. O dakikada sinir buhranından hasıl olan bir heyecan, yüzüme yalancı bir tebessüm getirdi. Gülüyordum. Fakat ne acı gülüş değil mi?

“Pekâlâ.” dedim. “Emrinize itaat ederim. Benim için bu…”

Cümleyi bir türlü bitiremiyordum. Dilime bir tutkunluk, şiddetli bir tutkunluk gelmişti ve bu; söz söylememe mâni oluyordu.

Ferid Saffet:

“Evet, evet…” diyordu. “Şereftir. O malum…”

Harem dairesiyle selamlık arasında bir koridora gittik; ben kapının sağ tarafında durdum.

Vekil efendi; beyaz sakallı, muhterem bir ihtiyar… Bu gibi işlere alışkın olduğunu gösterir bir tavırla muameleyi ifa etti. Ben bunlara dikkat bile etmiyordum. Nihayet:

“Bu beyler şahit olsunlar mı?” sualini sordu.

O dakikada sandım ki gözlerim dışarı fırlayacak. İşte bu son kelime, son cevap hayatımı zehirleyecekti. Bütün ümitlerimi, bütün emellerimi kökünden yıkacak, bütün arzularımı ta esasından kıracak, bitirecek, harap edecekti. O dakikada bağırmak istedim:

“Meliha! Hâlimi anlamıyor musun? Seni çıldırasıya sevdiğimi, hayatın bana sensiz bir azap olacağını bilmiyor musun?” diyecektim. Boğazımın damarları yine çekildi. Gözlerim yine dumanlandı, yine sislendi. Vücudumdan sanki kuvvetli bir elektrik cereyanı geçti. Şiddetle, dehşetle sarsıldım. O sarsıntıya dayanabilmek, o sarsıntının tesiriyle yere düşmemek için açık bulunan kapının bir tarafına ellerimle tutundum, içeriden bir ses, bir cevap işitilmiyordu.

“Beyler şahit olsunlar mı?” suali tekrarlandı. Yine cevap yok… O bir saniye içinde ne hülyalar kuruyordum. Üçüncü defa olarak yine aynı sual tekrar edildiği zaman; vekil efendinin münasebetsizliğine artık canım sıkılmaya başladı. Bir zavallı kızı bu derece tazyik etmek muvafık mıydı? O bir saniyelik fasıla, o bir saniyelik duruş bende, bilmem ne tesir hasıl etti? İdama mahkûm olanların son dakikalarında hissettikleri gibi ben de bir şey, garip, tarifi kabil olmayan bir şey hissediyordum. Nihayet o cevap, “Olsunlar!” cevabı beni benliğimden çıkardı. Şimdi orada bulunan zevat artık çekiliyordu. Hâlbuki ben yürüyecek bir hâlde değildim. Kendimi biraz toplamak için dinlenmeye muhtaç idim. Kadınların seslerini güzelce işitiyordum. Meliha’yı tebrik ediyorlardı, bir aralık validemin sesini işittim:

“Darısı Necdet’imin başına.” diyordu.

O dakikada başıma sıcak sular dökülüyordu. Ateşler, yıldırımlar, cehennemler yağıyordu.

Nikâh haziran ihtidalarında akdedilmişti. Hekimler bana Bursa’ya kadar bir seyahat yapmamı tavsiye ettiler. Ben de bir müddet için buradan uzaklaşmak istedim. Bursa’ya gittim. Niyetim beş on gün kalmaktı. Validem düğünde bulunmamı istiyordu. Ben de o zamana kadar döneceğimi kendisine vadetmiştim. Hâlbuki Bursa’ya gittikten sonra düşündüm; “Niçin düğünde bulunayım da ikinci bir sarsıntıya, bir darbeye daha uğrayım?” dedim. Valideye yazdım, düğünde bulunamayacağımı bildirdim. Artık ben Bursa’da kaplıcalarda, kırlarda gezerek, dolaşarak ölmüş gönlümü tekrar canlandırmaya çalışıyordum. İstanbul’a döndüğüm zaman yeni gelin güveyleri balaylarının ilk haftalarında, izdivaç saadetinin kemale erdiği bir zamanda bulacaktım. Biraderi Ferid Saffet’in bizimle hasıl olan münasebetinden dolayı Meliha ile de karabet peyda etmiş oluyorduk. Öyle ya! Meliha, eniştemin hemşiresi bulunuyordu. O hâlde bana bir dereceye kadar “namahrem” değildi. Fakat gönlüm istiyordu ki İbrahim Şemsi, Meliha’yı benden gizlesin! Bilmem neden; bunu gönlüm o derece şiddetle arzu ediyordu ki… Bu arzumda şüphesiz çok haklıydım. Düşünüyordum ki Meliha’nın karşısında bulunmak, onunla daima serbestçe konuşmak beni sıkacaktı. Kalbimi ezecek, harap edecekti.

Hususuyla bu yeni, zevç ve zevce karşımda sevişecekler, gülecekler, eğleneceklerdi ve ben bu saadeti, kaçırdığım bu saadeti bir diğerinde kendi gözlerimle görecektim. Onlar benden saadetlerinin derecesini belki saklamak isteyeceklerdi. Fakat ben bunu; onların bakışlarından, en ehemmiyetsiz sözlerinden keşfedecektim. O zaman kalbime yeni yeni yaralar açılacaktı. Onlar bana mesela:

“Bilsen ne kadar mesuduz!” deseler benim kalbimde bir ses, nereden geldiğini anlayamayacağım gizli bir ses, bana acıyan, benim için ağlayan bir ses:

“Ne kadar bedbahtsın!” diye fısıldayacaktı. Kendi kendime: “Oh; bu hâle tahammül edilemez.” dedim. Bunun için İbrahim Şemsi’nin şiddetli bir kıskançlığı neticesi olarak Meliha’nın bana çıkmamış olmasını temenni ediyordum.

Mudanya’dan bindiğim vapur; İstanbul’a geldiği zaman bizim yeni enişte beyle İbrahim Şemsi, Galata Gümrük İskelesi’nde beni bekliyorlardı. Hemen Feneryolu’na, köşke gittik. Beni karşılayan kadınlar arasında Meliha’yı görüyordum. Hâlbuki ben İbrahim Şemsi’nin Meliha’yı benden kıskanmasını, benden gizlemesini temenni ediyordum. Meliha’yı görmemeyi, Meliha ile karşılaşmamayı candan, gönülden arzu ediyordum. Fakat bu temennilerim, bu arzularım hasıl olmamıştı. İşte Meliha ile karşılaşmak felaketine şu dakikada maruz kalmıştım. Meliha’yı şimdi bu suretle ilk defa karşımda gördüğüm zaman dikkatli olarak yüzüne bakmaya bile cesaret edememiştim.

Ben uğradığım felaketten sonra artık aşkımı gömmek, ebediyen ölüme mahkûm etmek istiyordum. Buna muvaffak olursam şifa bulacağımı ümit ediyordum. Fakat işte ona da muvaffak olamamıştım. Talih; çektiğim ıstırapların devamını istiyordu.

Onları her gün, her zaman görüyordum. Sevişiyorlardı. Saf bir aşkla, samimi bir muhabbetle sevişiyorlardı. Benim nail olmak istediğim saadet meyvelerini bir başkası avuç avuç topluyordu ve ben de bunu görerek eriyordum, çıldırıyordum, harap oluyordum. Of; daha şiddetli bir kelime bulmak lazım; bitiyordum. Mamafih onlara bu elemlerimden, bu ıstıraplarımdan hiçbir renk vermek de istemiyordum. Kendimi o derece güzel idareye çalışıyordum ki… Onlarla beraber gülüyordum, saadetlerini tebrik ediyordum. Ne garip talih! Ne hazin bir hâl! Değil mi? Aralarındaki küçük ihtilafları bile hâllediyordum.

Şu İbrahim Şemsi, ne saf kalpli bir çocuk… Ona da şimdi acıyordum. Köşkte geceleri ekseriya birleşirdik. Meliha bize piyano, keman çalardı, şarkı söylerdi, kitap okurdu. Bizi bütün bu bedialarla meşgul eder, zevkler, neşeler içinde bırakırdı. Gündüzleri İbrahim Şemsi dairesine gideceği zaman beni yalnız bırakmaması için zevcesine tembih ederdi. Zavallı çocuk, bunda ne kadar haklı idi, bilsen ben başka biriyle asla eğlenemiyordum, lezzet bulamıyordum. Bütün gün beraberce güler, söyler, vakit geçirirdik. Beni bu yolda yaşayışta avutmaya başlamıştı. Fakat geceleri, yalnız kaldığım zamanlar, hastalığım hükmünü icraya başlardı, beni ıstıraplar içinde bırakırdı. Artık bu öyle bir hayat ki…”

Necdet; bunları söylerken güneş de tamamıyla gurup etmişti. Şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde, yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.

“Artık gidelim, değil mi?” dedi.

Kalktık; koluma girdi, yavaş yavaş yürüyordu:

“Şu suretle yaşayış iki ay devam etti. Nihayet bir gün ihtiyarım elden gidiyordu. Ağustos nihayetlerinde idi, dikkat ediyordum; Meliha’nın bana sokulması, meyli günden güne artıyordu. Meliha kendi zevkini okşayan meziyetleri, hevesleri, her şeyi İbrahim Şemsi’den daha ziyade bende buluyordu. Ben musikiye, şiire, güzelliğe, her güzel şeye tapıyordum. İbrahim Şemsi… O, bir asker… Ruhu, kalbi bir askere layık emellerle, hislerle dolu… Manevralarda muvaffak olmayı gönül avlamaktan pek kolay, lakin çok şerefli buluyordu. Onun bütün zevki, arzusu haritalar üzerinde çalışmak, manevralar tertip etmekten ibaret…

Hele sonraları Meliha ile pek az meşgul olmaya başlamıştı. Bazı geceler yemekten sonra hemen odasına çekilirdi. Askerliğe dair yazılacak uzun bir layihası var; bu, kendisi için her türlü aşktan muazzez, muhterem… O layiha benim ne kadar işime yaramıştı. On-on beş gece Meliha benden hiç ayrılmamıştı. Bazen hemşire ile enişte bey de bizim müsamerelere dahil olurlardı. Fakat onların her ikisi de kendi kendilerine, her şeyden ayrı, unutulmuş gibi yaşamayı daha ziyade seviyorlardı. Aşklarını kuşlar gibi yapraklar, dallar arasında, haset, rekabet nazarlarından uzak olarak saklamak istiyorlardı. Ne kadar haklı idiler.

Bir gece Meliha yine benimle beraber idi. Piyano çalmasını teklif ettim. Memnuniyetle çaldı. Sonra kemanını aldı:

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺74,13

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-605-121-804-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre