Kitabı oku: «Salon Köşelerinde», sayfa 2
İşte ben bunu, bu kadını, bu ızdırabı, bu ölümü, kısacası bu aşkı istiyordum ve bunun için kalbimde bir boşluk, bir haraplık duyuyor, tamir edilemeyecek bir viranlık hissediyordum.
Yavaşça omzuma dokunan bir el beni bu kederli düşüncelerden ayırdı. Kolunda -bu yaz İstanbul’a gelmiş ve Nedim’in, aziz dostlarından bir güzel yaverin büyük aşkı yüzünden bir türlü geri dönmeye karar verememiş olan-Amerikalı Miss Lilian Clark’la güzel Fernan karşımda duruyordu.
Fernan dedi ki:
“Seni aşk dolu hayallerinden ayırdığım için affını dilerim. Miss Clark’ın sana söyleyeceği varmış, buraya kadar birlikte gelmemi emrettiler de…”
Ayağa kalkıp kolumu takdim etmeme vakit bırakmadan Miss Lilian sormaya başladı:
“Nedim Bey nerede? Niçin gelmedi? Acaba gelir mi? Sakın rahatsız olmasın? Kuzum, benden saklamayınız…”
“Rahat olunuz, miss.” dedim. “Sıhhati yerindedir, yalnız bu akşam nöbetçidir zannederim, yoksa bu baloyu, hele sizi görmek vesilesini feda etmezdi.”
Güzel miss kaşlarını çattı.
“Beni aldatıyorsunuz!” dedi. “Nedim dün nöbetçiydi. İki akşam sırasıyla nöbetçi olamaz. Mutlaka başka bir davete gitti. Benim burada olduğumu bildiği hâlde başka yere gitti, fakat nereye gitti? Elbet siz bileceksiniz…”
Canım sıkılmaya başladı, bu rahatsız edici sevdazededen kurtulmak istedim.
“Dün gündüz nöbetçiydi.” dedim. “Şimdi de gece nöbetçisidir. İnanmazsanız, şurada arkadaşlarından birine sizi takdim edeyim, kendiniz sorunuz, anlayınız.”
Kaşlarını daha çok çattı! Ağlar gibi bir sesle dedi ki:
“Ne can sıkıcı şey; işte bütün gecem berbat oldu! Bense ne kadar eğlenecek, danslar edecektim!..” Sonra elimi sıktı, yalvarırcasına gözlerime baktı. “Rica ederim…” dedi. “Siz onu görürsünüz değil mi? Bu gece hiç kimseyle dans etmediğimi kendisine söyler misiniz?”
“Kusur etmeyeceğimden emin olunuz, miss!” dedim. Bu aralık birinin kolunda Miss Lydia geliyordu. Lilian ona doğru ilerledi, önünde durdu, beni takdim ederek dedi ki:
“Şekip Bey, en aziz dostlarımdan…” Miss Lydia güldü.
“Fakat ben Şekip Bey’i tanıyorum, azizem!” dedi Miss Lydia Lilian hayret etti.
“Nasıl, tanışıyor musunuz?.. Yaa, nasıl oldu da bana söylemediniz?”
“Tanışmamız pek yeni, henüz bu gece görüştük.”
“Dans ettiniz mi?”
“Şüphesiz.”
“Öyleyse vah vah, sizi seyredemediğime çok üzüldüm!”
Orkestra Strauss’un bir valsini çalmaya başlamıştı. Koca salonda bir hareket, bir telaş, bir kıyamet uyandı. Miss Lydia’nın, Miss Clark’ın etrafını ellerinde karneleriyle birçok genç sardı:
“Matmazel, bu vals, kulunuza vadedilmişti.”
“Hayır dostum, bu vals benimdi; size vadedilen öbürüdür.”
“Miss, akşamdan beri beklemekteyim.”
“Bu sefer de mi başkalarıyla oynayacaksınız, miss?”
Bu ısrarlı istekler arasında Miss Lydia kavalyesinin kolunu bırakarak bana doğru yöneldi.
“Zannederim bu valsi size vadetmiştim, Şekip Bey?” Bu söz, kalbimin üzerinden hafif bir titreme geçirtti. Kirpiklerim birbirine karıştı. Gözlerimi bir pembe duman kapladı. Hemen ilerledim. Hiçbir şey söylemeyerek beline sarıldım ve derhâl dönmeye başladık.
Bir çift acemi oyuncunun, bir aralık bize çarpmalarına ramak kalmıştı. Lydia’yı şiddetle göğsüme doğru çektim; dudaklarım alnının kenarına şakaklarındaki dağınık saçlara tesadüf etti.
“Affedersiniz.” diyebildim. “Size çarpacaklar diye korktum da…”
“Zarar yok, yalnız sizin yüzünüz acıdı zannederim…” Bir müddet yine konuşmadan vals ettik, sonra konuşmaya başladık:
“Ne güzel hava! İnsanı elinde olmadan oynatıyor.”
“Bu havayla sabaha kadar vals ederim.”
“Ben sizin gibi latif ve mahir bir valsözle hangi havayla olursa olsun ömrüm oldukça vals edebilirim!”
“Ömrümüz oldukça mı? Ooo, pek çabuk yorulursunuz! Hele benimle…”
“Niçin hele sizinle?.. Anlayamadım.”
“Beni daha iyi tanırsanız anlarsınız.”
Daha seri dönmeye başladık. Lydia’nın etekleri her dönüşte beni sarıyor, hafif, titrek bir temastan sonra ayrılıyor, yine sarıyor, yine çekiliyordu. Dansın hızından seslerimiz heyecan dolu, nefeslerimiz sık ve kesikti, bununla beraber devam ediyorduk.
“Genç kızlardan korkarım demekte haklı olduğumu tasdik edersiniz ya?”
“Hiçbir şeyi tasdik etmem, yalnız bazı genç kadınlardan daha fazla korkmanızı size tavsiye ederim.”
Cevap verecektim. Ne söyleyeceğimi bilmediğim hâlde bir cevap verecektim, o dakikada bıyıkları tıraşlı, maymun suratlı bir İngiliz yanımıza yaklaştı, bizi takip ederek İngilizce dedi ki:
“Miss, vaadinizi unutmayınız.”
Lydia derhâl omzumdan elini çekti ve resmî bir tebessümle bana, “Mersi mösyö.” dedi. İngiliz de gayet hafif bir selamla beraber üzerime belirsiz bir bakış fırlatarak “Pardon!” diye mırıldandı ve hemen valse başladılar. Ben belli belirsiz bir hüzün içinde, olduğum yerde kalmıştım. Elimde olmadan gözlerimle onları takip ediyor, adamın valsinde bir kusur, bir noksan arıyordum. Lakin kâfir İngiliz o kadar latif vals ediyordu ki âdeta kıskandım. Hatta bir aralık sağa vals ederken birdenbire yönünü değiştirerek sola vals etmeye, sırayla bir iki defa sağa, bir iki defa sola dönerek “boston” diye tabir ettikleri valsi büyük bir ustalıkla oynamaya başladı.
İşte o zaman derin bir üzüntü hissettim: Off, böyle senelerden beri, çocukluktan beri cemiyet içinde yetişip büyüyen, bu yaşayışa, bu tavra, duruşa doğuştan, soydan sahip olan bu adamlarla, bunların zarafetiyle mücadele etmek nasıl mümkün olacaktı? Beş on sene sürekli vals etmeden bu maharet nasıl, nasıl kazanılabilirdi? Senelerce bu siyah elbise giyilmeyince, bu beyaz boyun bağı bağlanmayınca, bu zarafet, bu tabii zarafet, bu sadelik içindeki fevkalade zarafet nasıl ortaya çıkardı? Kendimi pek küçük, pek âciz, pek eksik, pek zavallı görmeye başladım.
Üstümden başımdan, noksan zarafetimden utanıyordum. İngiliz’de öyle hususi bir şıklık, o derece asil bir duruş vardı ki ümitsizliğe kapılıyordum ve mahzun mahzun bıyıklarımın ucunu çekiştiriyordum. Birdenbire, arkamda bir yelpazenin sallandığını hissettim. Şiddetle döndüm. Madam Daven karşımdaydı.
Dedi ki:
“Seviyorsunuz… Kıskanıyorsunuz!.. Zavallı çocuk, lakin bilmiyorsunuz ki siz ondan bin kere daha sevimlisiniz.” Tebessüm etti, saygıyla eğildim.
“Beni ümitlere düşürüyorsunuz, madam; kimseyi sevmiyorum, kimseyi de kıskanmıyorum. Yalnız şu İngiliz’in oynayışına hayran oluyorum; bostonu ne güzel dans ediyor.”
Başını salladı.
“Bir şey değil, güzellik valsin kendisindedir. Emin olunuz ki bir iki defa tecrübe etseniz, siz bu maymun heriften daha güzel oynarsınız.”
“Hiç zannetmem, madam.”
“Bahşeder misiniz? Yarın çayınızı gelin bizde içiniz. Ben size bostonu göstereyim, bakın ne kadar çabuk öğreneceksiniz. Size hocalık edişim kibrinize dokunmaz ya?”
Minimini elini avucuma alarak sıktım.
“Teşekkür ederim, azizim.” dedim. “Zaten her konuda ben sizin hayran, minnet dolu öğrencinizim. Cemiyet içinde beni siz yetiştirdiniz, hiçbir zaman bu iyiliğinizi unutamam!”
Yanakları memnuniyetinden pembe pembe oldu. Ellerini çekmeyerek gözleriyle tebessüm etti.
“Ooo, Şekip Bey, çok fazla alçak gönüllülük gösteriyorsunuz; sizi tanıdığım zaman zaten mükemmeldiniz!”
Ve derhâl maksada dönerek
“O hâlde karar verildi, yarın saat beşte sizi beklerim. Biraz dedikodu eder, çay içer sonra da boston ederiz. Yarın kimlere gideceksiniz?”
Biraz düşünür gibi yaptım; dedim ki:
“Madam Jackson’a gitmeyeli bir asır oldu, yarın günüdür, biraz uğramak niyetindeyim. Tabii Madam Dölans’a da giderim. Akşam yemeğine de Rustov’lara davetliyim. Gelgelelim bunların hepsini bir yana bırakıp yemek zamanına kadar sizinle bulunmayı tercih edeceğim.”
Sevinçle ellerini çırptı.
“Ben de Rustov’lara davetliyim hatta, müjdelerim; dans dahi edilecek, o hâlde sizi yarın altı buçuğa kadar alıkoyarım, saat sekizde yine bize gelirsiniz, Rustov’lara eşim de gidecek, hep beraber gideriz. Olmaz mı?”
“Memnuniyetle!” dedim. Elini öptüm. Ayrıldık.
Artık baloda durmak, Miss Lydia’yı bir daha görmek istemedim. Çıkıp gitmek üzere ilerliyordum. Geçeceğim salonun kapısında Lydia bir iskemleye oturmuş, yelpazeleniyordu. Dudaklarının üzerinde, şakaklarında, gözlerinin altında ufak ufak billuri ter taneleri parıldıyor; yelpazeyi salladıkça gür, dalgalı, kumral saç yığınının ötesinden, berisinden sıyrılıp kaçan teller uçuşuyordu. Bir müddet durdum, bu genç kızı dikkatle incelemeye koyuldum: Güzel değildi, âdeta hiç güzel değildi. Yumuk çehresinde göze çarpacak hiçbir şey yoktu. İnce ince kumral kaşları, biraz ucu kalkık düz burnu, kalınca dudakları, daima yarı kapalı yeşil gözleriyle bu çehre pek düzgün ve sevimli, fakat hiç güzel değildi. Her parçasını ayrı ayrı tetkik ettikçe hepsinde küçük birer kusura tesadüf ediyordum, lakin hepsi bir araya gelince öyle güzel bir uyum, öyle bir çekicilik vardı ki insan elinde olmadan tutuluyordu. Bu çehreye kendine has bir gariplik, bir başkalık, bir hususilik veren şey, teniyle saçlarıydı. Gayet kumral, gayet sık, gayet gür olan bu saçlarda o kadar incelik, parlaklık, toplanışında o derece düzgünlük, zarafet görülüyordu ki bunların elle taranıp o hâle getirilmiş olduğuna ihtimal verilemezdi. Sanki bu saçları, Tanrı böylece, bu biçimde, bu vaziyette yaratmış! Bu saçlar, bu tazenin vücudundan ayrı, büsbütün ayrı, büsbütün başka bir parça zannedilirdi. Hele ensesinin düzlüğü… Gerdanının beyazlığı ve biçimi… Ensesinden yukarı doğru kaldırılmış saçların intizamı, parlaklığı… Pembe kamelyalar kadar düz, taze ve âdeta şeffaf duran ince latifliği Lydia’ya hakikaten bir harikuladelik veriyordu. Raksın verdiği hararetle de yanakları kızarmıştı. Göğsü hafif hafif kımıldıyordu.
Ben bunları tetkik ettiğim sırada gönlümde öyle bir usanç duyuyordum ki birkaç defa kendi kendime,
Ben de amma tuhaf olmuşum, hislerimi inceleyeceğim diye kendi kendime sahte üzüntüler icat ediyorum.dedim, gelgelelim Lydia’dan gözümü ayıramıyordum. Çıplak omuzlarının, açık göğsünün kısacası dekolteli hâlinin zarafet ve letafeti beni pek fazla hislendiriyordu. Bu kadar güzel dekolte, bu derece parlak ve tahrik edici omuzlar görmemiştim.
İnkâr edilemezdi! Evet, bu kızda bir başkalık, bir benzersizlik vardı. Başını tutuşu, gözlerini süzerek bakışı, tavırlarının sadeliği, ağırlığı, kibarlığı bu genç kızın yaradılışında bir seçkinlik, bir fevkaladelik olduğunu gösteriyordu.
Ah! Kim bilir bu çehrenin kalbi nasıl bir kalp; nasıl başka bir kalp, ne türlü ihtiyaçlar, ne türlü emel ve ihtiyaçlarla dolu bir kalpti? Diyordum ki; “Ruhun aynası olan gözlerin arkasında gizlenen kalp de tanınması, içine girilmesi mümkün olmayan, kapalı bir kalptir. Bu kalp, pek çok kişi için bir bilmece, çözülmesi gereken bir bilmece, hâlinde kalacaktır.”
İncelemem bu dereceyi bulunca göğsümden doğru bir şeyin uyandığını, oynadığını duydum. Tarif edemeyeceğim, anlatamayacağım bir şey!.. Zannediyorum ki göğsüm latif bir serinlik, bir boşlukla genişliyor. Sonra birdenbire yine göğsümde bir küçülüş, bir daralış hissettim. Kalbim kasılıyor, boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyordu.
“Aman, budalalık!” dedim ve geniş bir nefes almak istedim. Mümkün olmadı. Kalbimin üzerinde bir tıkanıklık, bir ağırlık duyuyordum. Nefes alamıyordum. Bir iki defa birbiri ardınca yutkundum. Alnımda toplanan soğuk terleri sildim. Başımı salladım. Çok şampanya içtiğime hükmediyordum ve kendi kendime hiddetle,
Bende de hiç ölçülülük yoktur ki!diyordum. Hâlbuki iki kadehten fazla şampanya içtiğimi hatırlamıyordum. Artık oradan çekilmeye, biraz hava alarak şu sıkıntımı defetmeye karar verdim. İlerlemek üzereydim ki Lydia yerinden kalktı. Dudaklarında hafif bir tebessüm, göz kapaklarında o daimî, o latif kasılmayla ağır ağır bana doğru yürüyordu. Yanıma gelecek zannettim. Hâlbuki o ağırbaşlı bir hareketle beni geçti. Sonra dönüp gözlerini daha fazla süzerek, başını biraz ilerleterek bana baktı.
“Aa…” dedi. “Az kaldı sizi tanıyamıyordum. Nasıl, güzel eğleniyor musunuz?”
Ve cevabımı beklemeden ağır ağır yürüdü, gitti…
Bir müddet arkasından bakakaldım. Giyinişinde bile bir hususiyet vardı… Gayet sade, gayet ince, nazik bir tuvalet: Açık mavi yanardöner canfes üzerine ince ince kıvrılmış gayet bol bir mavi tül geçirilmiş, belinde koyu mavi kalın atlas bir kurdele birkaç defa gelişigüzel sarılıvererek bir kemer teşkil etmiş, kemerin arka tarafına pırlanta ve firuzeyle süslü büyük bir toka iliştirilmişti. Bu tokanın altında atlas kurdelenin iki ucu eteklerine kadar sallanıyordu. Kollarında, göğsünde, elinde hiçbir şey, gereksiz bir süs eşyası, yoktu. Yalnız saçının arka tarafına, en kabarık yerine yine firuzeyle pırlantadan ince, düz bir broş takılıydı. Dirseğinden yukarısına kadar ellerini örten podösüet beyaz eldivenlerde buruşarak düşmemek için yine yer yer firuzeli elmaslı hafif, görünmeyecek kadar hafif, birer altın bilezikle tutturulmuştu.
Özetle Lydia’yı, her gören, bir bakışta Batı medeniyetinin zarafeti içinde doğup büyümüş nadir, ince ve nazik bir çiçeğe benzetirdi. Ben o dakika hiçbir şeye benzetecek hâlde değildim. Yalnız dalgın bakışlarımla onu takip ediyordum.
O bir kerecik bile arkasına dönmeden, etrafa bakmadan yürüyordu. Dans başlayacağı için etrafını birçok genç sardığı hâlde hiçbirine bakmıyor, arada başını sallıyor, karnesini uzatıyor, istekli bir el oraya bir şey işaret ediyordu… Ben bunları uzaktan görüyor ve niçin bilmem onlara katılıp bir vals de ben istemeye cesaret edemiyordum. Göğsümde yine o serinlik, o boşluk ve ardından o tıkanıklık peyda oluyordu. Nihayet sanki üzerimdeki bu üzüntüyü dökmek istiyormuşum gibi omuzlarımı silkerek
“Ooo!” dedim. “Aptallaşmanın âlemi yok, şimdi de bu İngiliz kızıyla mı uğraşacağız!..”
“Pade patinör” dedikleri bir dans oynanıyordu. Hemen gittim bildiklerimden gayet çılgın, gayet hırçın, gayet şen bir tazenin önünde eğildim.
“Matmazel…” dedim. “Bu dansı bütünüyle bana bağışlayınız.”
“Pek geç hatırınıza geldim!” dedi. “Gelgelelim ben iyi bir kızım, dostlarımı gücendirmek istemem.”
Dans ediyorduk. Kızcağız bana birtakım şeyler, birçok şeyler soruyordu. Galiba ben de cevap veriyordum, fakat ne diyordum, bilmem. Gözlerimle, o kadar kişinin, o kadar kalabalığın arasında onu, Miss Lydia’yı arıyordum. Niçin arıyordum? Hiç… Bir şey için değil. Yalnız bakacaktım, kiminle dans ediyor görecektim; merak bu ya… Başka ne maksadım olabilirdi?..
Lakin göremiyordum ve göremediğim için ızdırap duyuyordum. Bir dakika, Lydia’nın büyük salona geçmiş olması ihtimali zihnimi gıcıklıyor. Derhâl oraya gitmek lüzumunu hissettim.
“Haydi öbür salona geçelim, orası daha tenhadır.” dedim. Cilalı parke üzerinde yavaşça kayarak öbür salona geçtik. Lydia oradaydı, fakat oynamıyordu. Annesinin yanına oturmuş, gözlüğünü gözlerine, o süzgün, o daima yarı kapalı duran gözlerine yaklaştırmış, dansı takip ediyordu. Arkasında bir sıra genç eğilmişler, mütebessimane bir şeyler söyleyip gülüşüyorlardı.
Dönüp hiçbirisiyle doğrudan doğruya konuşmuyor, lakin uygun bulur gibi hafif hafif baş sallıyor, arada bir tebessüm ediyor ve durmadan halkı incelemekle meşgul bulunuyordu.
Bir aralık annesine bir şeyler söyledi, ikisi de aynı kararda olduklarını gösterir bir tebessümle başlarını eğdiler. Bilmem ben niçin şaşırmıştım.
Valsözüm iyi oynamadıkça, bir eksik, bir yanlış yaptıkça âdeta hiddetleniyordum. Hatta bir aralık gücenmiş bir tavırla,
“İşte yine usulü kaybettik!” dedim. O çılgın çılgın güldü. “Ne yapalım?” dedi. “Bunun için matem tutacak değiliz ya!..”
“Lakin herkese karşı gülünç oluyoruz, matmazel!” Yine gülmesine devam etti.
“Ne kadar naziksiniz, azizim! Fakat müsterih olunuz, bizimle kimsenin meşgul olduğu yok. Hiç merak etmeyiniz!”
O dakikada, gönlümün o perişanlığı arasında bu ikaz bana bir hakaret tokadı kadar cana dokunur geldi. Fena hâlde kızardığımı duydum, gözlerimi bir alev bürüdü. Meçhul bir mahcubiyet, bir küçüklük altında izzetinefsimin kırıldığını, ezildiğini hissediyordum. Kesik bir sesle
“Evet, hakkınız var.” dedim. “Pek hakkınız var!..”
Samimi olan teessürler, ciddi olan mahzunluklar yayılır derler; pek doğrudur. Şimdi ikimize de bir mahzunluk, bir durgunluk gelmişti, sanki bilmeyerek, haberimiz olmayarak irade dışı dans ediyorduk. Müzik kesildiği zaman âdeta bir kurtulma hissiyle nefes alarak durduk. Matmazeli yerine kadar götürdüğüm sırada dedi ki:
“Biliyor musunuz, bu gece benimle hiç neşeli değildiniz! Evvela sürekli olarak cenkleştiniz! Sonra da suratınızı bir karış astınız! Bunu başka biri yapmış olsaydı hemen, Allah’a ısmarladık der, onu olduğu yerde bırakır kaçardım.”
Biraz düşündükten sonra ilave etti:
“Ve öyle yapmadığıma hata ettim, çünkü işte hüznünüz bana da geçti!”
“Beni affediniz, matmazel.” dedim. “Ne garip mahluk olduğumu bilirsiniz, yine bu gece başımda bahar var!”
Bu defa kahkahalarla güldü.
“Azizim, başında baharı olan evinde oturur!”
Ben de gülmeye mecbur oldum.
“Ya başımdaki baharı burada topladımsa?”
Ufacık parmaklarıyla iki yanından eteklerini tuttu, bir dizini indirerek uzun bir reverans yaptı.
“O hâlde…” dedi. “Vakit kaybetmeden eve dönmeli.” Ve sevinçli bir gülüşle karışık ilave etti:
“Adio mahzun bey, neşeli olmaya gayret ediniz.”
“Adio!”
Artık durmadım, bir daha dönüp o telaşlı, o gürültülü salonlara bakmadım; kapıya doğru ilerledim… Birçok kişi daha çıkıyordu. Bir müddet durmaya mecbur oldum ve bilmem nasıl oldu, elimde olmadan döndüm; gözlerim onu, yine Miss Lydia’yı aradı ve derhâl buldu.
İşte orada, ayakta mermer direğin yanında, ellerini eteğinin ortasında çaprazlamış, yine maymun çehreli zarif İngiliz’le ince ince tebessüm ederek, ağır ağır başını sallayarak, mütemadiyen gözlerini süzerek konuşuyordu…
“Pardon! Pardon!” diye birkaç kişiyi itip geçerek Pera Palas’ın mermer merdivenlerine kendimi attım. Makferlanımın numarasını verdiğim hademenin gelmesini beklediğim sırada içerden, neşeli melodiler arasında grand villa valsi işitiliyordu. Tekrar salona girmek, yine herkesi itip geçerek ona, Lydia’ya kadar ulaşmak, yalvarır, perişan bir sesle bu valsi, bütün bu valsi bana bağışlamasını istirham etmek, tekrar onu kucaklayarak onunla birlikte kendimden geçercesine dans etmek, onun saçlarının temasıyla sersem olmak, omuzlarını, sinesini bir daha seyretmek istedim. Bu arzu, bir şimşek hızıyla zihnimden geçti. Bir iki defa ayağımı merdivenin basamağına koydum, indirdim; nihayet, “Ne olursa olsun.” dedim. “Gidiyorum.”
“Mösyö, Mösyö, paltonuz… Beş kuruş vereceksiniz…”
O vakit kendime geldim. Cinnetimi anladım. Hiçbir söz söylemeyerek, artık hiçbir şey düşünemeyerek düzensiz hareketlerle makferlanımı omzuma taktım. Bastonumu aldım. Bir rüyada gibi hissiz, idraksiz, bir arabaya kadar yürüdüm.
Arabanın kapısını açan uşağın yardımıyla içeri girdim. Araba hareket edinceye kadar bir şey düşünmemeye, bir şey arzu etmemeye gayret ediyordum. Araba birdenbire hareket etti. Köşesine büzüldüm. Yine düşüncelerimin hazin yollarına nefsimi teslim etmemek için açık pencereden saplanmış, boş gözlerle sokağa bakmaya başladım: Tepebaşı Tiyatrosu’ndan birçok maske, gülüşerek, bağrışarak, şakalaşarak çıkıyordu. Biraz ötede iki kişi bir araya gelmiş gizli gizli konuşuyor, daha ötede bir maske bir kadını kolundan çekip sürüklemek istiyor, şurada bir fenerin demirine yaslanmış bir belediye çavuşu sönük bir gözle arabacılara bakıyor, daha ilerde bir alay maskara önlerine bir laterna katmışlar oynayarak, sıçrayarak gidiyor… Düşündüm ki; Bunlar, bu merhamete değer gördüğüm mahluklar bahtiyar, hayattan kendi idrakleri derecesinde istifade etmektedirler. Biraz sonra her biri kendi sahiplenme ihtiyacına yetecek kirli bir kucakta mesut bir uykuya dalacak. Asıl merhamete ihtiyacı olan, asıl zavallı, yine ben, bu anlaşılmaz, bu memnun edilemez kalbimle yine bendim ve biliyordum ki bu gece uyuyamayacak, ateşli bir ümitsizlik humması içinde sebepsiz, kendi iradem, kendi arzumla hayatın usancını hissetmekte, muzdarip olmakta devam edecektim…
Tokatlıyan’ı geçtik. Odeon’un önünde yine aynı halk… Aynı pervasız, hissiz adamlar… Aynı fuhuş, aynı hayata boşvermişlik… Bastonumla cama vurdum, arabacı eğildi; fenerlerin titrek ışığı içinde beyaz sargılı başını, kızarmış burnunu, çipil gözlerini fark ettim, elimle ilerisini göstererek “Sür, sür!” dedim.
İşte o zaman tekrar köşeme büzülerek düşünmeye başladım: Ben neyim? Ne arzu ediyorum, niçin böyle muzdaribim?.. Şimdi açık camlardan, soğuk bir hava cereyanı hissediliyor, terli saçlarımla tenimi, nemli gözlerimi donduruyordu. Koruma hissiyle alelacele camları kapadım, paltomun yakasını kaldırdım, bastonumu köşeye bırakarak ellerimi cebime soktum. Evet, ben neydim, ne arzu ediyor, niçin böyle muzdarip oluyordum?
Ben bu ince, bu hassas kalbimle bir zavallı, bir gariptim! Bunu pekiyi hissediyordum… O zengin, o kayıtsız adamlar; hayatı arzularına tabi kılmaya, arzularının gerçekleşmesi için her türlü fedakârlıkta bulunmaya kabiliyet hisseden; o zarafetleri, servisleri, bilgileri, mağrur bakışlarıyla dünyayı küçümser gibi duran; her şeyi gördükleri için hiçbir şeye şaşmayan; bir şey beğenmeyen, beğenmeye tenezzül etmeyen bu adamların yanında ben, bizler pek zavallı, pek garip kalıyorduk. Âdeta hür insanların yanında zincire bağlanmış esirlere benziyorduk ve bunu şimdi daha feci, daha acı surette hissediyordum…
Yokuşa gelmiştik. Arabacı yerinden inmiş, artık bu yokuşları inip çıkmadan, kamçı altında, yağmurlar karlar altında, hayatı sürüklemeden bezmiş zavallı hayvanları gayrete getirmek için başlarından çekiyor, garip garip sözler söylüyordu. Sanki bu hayvanlarla o muhtaç arabacı arasında; kimsesizlere, bedbahtlara hayatta düşmemek için birbirine dayanarak gitmeye mecbur olanlara mahsus kederli bir lisan vardı da bunlar onunla konuşurlardı.
Araba sarsıla sarsıla o tekdüze sesler arasında camları sallana sallana güçlükle, arzusuzlukla yürüyordu. Bense köşede büzülmüş, terli gömleğim soğuk soğuk göğsüme, arkama yapışmış, bütün vücudum ansızın sarsılmaya başlamış, başım arabanın gâh arkasına gah yanına çarparak gidiyordum.
Derken birdenbire Miss Lydia’yı düşündüm. Bu aczim, bu kederim içinde onun hatırası beni son derece muzdarip etti.
Ümitsizce gözlerim kapandı ve derhâl Lydia o mağrur duruşuyla karşıma geldi. Onu görüyordum, bir hakikatmiş gibi görüyordum; Pera Palas’ın büyük salonuna girilecek kapının yanında fıstıki meşinden sandalyede oturuşunu, gözlerini süzerek yelpazelenişini, üzerinde ter tanecikleri parıldayan omuzlarını, sinesini, yumuk çehresini görüyordum… Sonra ağırbaşlılıkla ilerliyordu; yanıma gelişini, mağrur çehresini, süzgün gözlerini hissettim.
“Aaa!..” diyordu. “Sizi tanıyamıyordum…”
Yine kalbim kasıldı, hızlı geniş bir nefes aldım. Artık yerimde duramıyordum. Bir hareket, bir değişiklik, bir başkalık, mutlaka lazımdı. Hissettim ki bu köşede kalacak, bu sarsıntılı arabada yine böyle iki tarafıma çarpmakta devam edecek olursam fena olacağım. Bağırmak, haykırmak, bu kara düşüncelerin hücumundan kurtulmak için olduğum yerde fırlamak istedim. Şiddetle arabanın kapısını açtım, basamağa bastım, arabacıya
“Dur hemşehri, dur, vazgeçtim, ineceğim!” diye haykırdım ve bastonumu alınca atladım. Araba parasını vermekle meşgul olduğum sırada herif mırıldanıyordu:
“Bu altıncı seferimdir, efendi, ama yine giderdik.”
Arabanın kapısı kuru bir sesle kapandı. Arabacı yerine atladı. Bir kamçı sesi duydum. Hayvanlar sevinçle dörtnala gittiler. Sık adımlarla yürüyor, düşünüyordum:
Beni tanımamış, beni tanıyamamıştı. Onun gözünde benim varlığımla yokluğum birdi!.. Ah o mağrur, o vakur kız acaba orada, o sandalye üzerinde, uzak bir ufukta ve meçhulde kaybolmuş süzgün bakışlarıyla neyi, kimi tanımaya, görmeye çalışıyor, kimi düşünüyordu ve yanımdan nasıl geçmişti? Hissiz, varlığımdan habersiz, ağırbaşlılıkla, mağrurane!.. Yolunun üzerinde görmek istemediği, tanımak istemediği, ilgili olmadığı bir şeye, bir engele tesadüf etmiş gibi daima o meçhul ve uzak hayale tebessümler saçarak geçip giderken
“Aaa!..” demişti. “Sizi tanıyamıyordum.”
Şimdi hızlı hızlı yürüyordum. Bütün hislerim, izzetinefsim belirsiz bir hakaret altında kamçılanıyor, kanıyordu… Nefret ediyordum; o mağrur, o kibirli genç kızlardan… Bizleri kendilerine yabancı, kendilerinden uzak, başka bir âlemden, başka bir cemiyetten, başka bir mayadan sayan o halktan nefret ediyordum! Bütün gençlik gücüm bir araya gelmiş, isyan ediyordu.
Onlara hükmetmek, onlara aşağılayarak bakmak, böyle yapabilecek bir hâle gelmek, onların arasında benzersiz biri olmak, onların kibir ve gururunu kırmak arzusu o dakika bütün hislerimi kapladı. Şiddetle,
“Ben de bu kızın kalbine sahip olacağım!” dedim. “Mutlaka bu kız da beni sevecek; beni görünce kalp çarpıntılarına uğrayacak; beni düşünecek; buradan giderse İstanbul’u, benim vatanımı özleyecek; bu mağrur İngiliz kızının kalbi genç bir Türk’ün sevgisiyle çırpınacak!.. Mutlaka, mutlaka!..”
Saat kulesinin önündeydim. Birdenbire saat on biri çaldı. Bir müddet durdum, dinledim. Bulunduğum sırttan deniz gözüküyordu. Her şey sessiz ve sakindi. Gemi ve vapur direklerinin akisleri, denizin üzerinde uzanıp gidiyordu; ufukta ince bir sis uyanıyor gibiydi. Karşıki dağların zirvesine, sırtların kenarına beyaz beyaz tüller yayılıvermişti, sanki meçhul bir el onları hafif hafif kımıldatıyordu.
Vücudumda bir ürperme duydum, bastonumu koltuğuma kıstırıp makferlanıma iyice sarıldım, acele acele yürümeye başladım.
Şimdi kendi kendime gülüyor, kendi kendimle alay ediyordum ve kendim için, “Balzac’ın kahramanlarına döndüm!” diyordum.
Balzac’ın Rastignac’i de bir balodan dönüşünde böyle yıldızlı bir semaya karşı Paris kaldırımlarında durmuş, “Bu şehir benim olacaktır!” dememiş miydi. Ben de onun gibi; “Lydia’nın kalbi benim olacak!” diyordum. Tekrar hislerimi inceledim. Kendimi ve kalbimi yokladım.
Böyle buhranlı zamanlarımda âdetim olduğu üzere kendi kendime hitap ederek
“Tabii değilsin, Şekip!” dedim. “Kendini aldatıyorsun yavrum!.. Miss Lydia’yı bir daha gördüğün anda seveceksin ve sonra ebediyen muzdarip olacaksın!”
Yine o süzgün gözler, o yarı mütebessim dudaklar, o kumral saçlar, o yumuk çehre, o beyaz omuzlar gözümün önüne geldi, elimde olmadan yüreğim çarptı, bastonumu şiddetle savurdum.
“Ne olursa olsun!” dedim. “Hayata, kadere tabi olalım ve artık düşünmeyelim.”
Eve de varmıştım. Cebimdeki anahtarla yavaşça kapıyı açtım. Kimseyi uyandırmamak için sessiz sessiz odama çıktım. Şafak henüz atıyordu. Odamda bir aşağı bir yukarı gezinerek soyunduğum sırada Lydia’yla oynadığımız valsi mırıldanıyordum.
Ertesi gün saat beşi çeyrek geçe Madam Daven’nun kapısındaydım. Beni karşılayan beyaz boyun bağlı, fraklı hizmetkâra bastonumla paltomu verdiğim sırada sordum:
“Madam kabul ediyor mu?”
“Evet bey, madam küçük salondadır.”
Önüme düştü, palmiyelerle, halılarla süslü mermer merdivenden çıktık. Büyük salonun kapısı açılınca derinden kahkahalarla karışık kadın sesleri duyuldu. Salonda halılar kaldırılmış, cilalı parke parıldıyor, açık piyanonun yanında bir tapör, yani ücretle tutulmuş biri, birtakım notaları karıştırıyordu. Hizmetkâr mavi atlas üzerine sırma işlenmiş Kütahya işi bir perdeyi usulca kaldırdı, kenara çekildi, içeriye girdim.
Bu ufak boduvar’da Matmazel Markeza’larla Madam Dölans bulunuyordu. Madam Daven’nun elini öptükten sonra matmazellere hürmetlerimi sundum. Madam Daven’ya dedim ki:
“Salona şöyle bir göz gezdirdim madam, halılar kaldırılmış, tapör cenapları da piyanonun başındaki yerlerini almışlar… Demek dört gözle gelişim bekleniliyormuş. Lakin şimdiden haber vereyim, bir şeye başlamak hususunda benim kadar yeteneksiz, ahmak adam yok gibidir.”
Hepsi birden söylemeye başladılar. Bu söz hücumu arasında beni şaşırttılar.
“Boş yere üzülmeyiniz, Şekip. Sizin zekânızı, kavrayışınızı övmemeye karar verdik, onun için boşuna kendinizi yormuş olursunuz.”
Yine hepsi birden gülüyorlardı. Madam Daven bana yer gösterdi.
“Şaşırmayınız, oturunuz.” dedi.
Hep beraber oturduk, bir halka teşkil ederek konuşmaya başladık.
Madam Daven devam etti:
“Dün geceki baloda hiç eğlenmedim. O kadar kalabalık arasında dans etmek bir azap! Hele kotilyonda oturacak yer bulamadık. Ta üçüncü sırada kaldık!”
“Ya komite üyesinin nezaketsizliği!.. Kotilyonu yalnız bildiklerine dağıttılar. Aynı parçadan bir kadına üç dört tane birden verdiler de sonra hiç almayanlara terbiyesizce ‘Kalmadı efendim, ne yapalım? Yaratalım mı?’ gibi davranışlarda bulundular!”
Madam Dölans da oradan atıldı:
“Canım ne vakit öğreneceksiniz?.. Bu Beyoğlu’nda her kusurdan, her ayıptan aklanmış ve saygıdeğer olmak için ya elçiliklerin ileri gelenlerinden yahut İngiliz olmalı, şüphesiz dün akşamki o çirkin, o soğuk İngiliz kızına dikkat etmişsinizdir. Kotilyondan sonra yalnız çiçeklerini iki kişi taşıyordu. Bari güzel bir şey olsa!”
Matmazel Laura Markeza da söze karıştı:
“Yok, doğrusu ben pek beğendim o kızı, üzerinde bir kibarlık, bir zarafet var. Bana sorarsanız dün gece en iyi tuvalet onunkiydi. Tabii Madam Daven müstesna…”
Madam Daven hafif hafif öksürdü ve dedi ki:
“Şekip Bey bir şey söylemiyor! Acaba genç miss’i o nasıl buluyor?”
“Nafile!” dedim. “Benden bir şey alamazsınız. Kadınlar hakkında, kadınların yanında görüş açıklamaktan daima kaçınırım.” Matmazel Alice Markeza güldü.
“Canım, Şekip Bey de artık baştan aşağı fazilet oldu. Daha önce böyle değildiler. Bu değişim neden acaba?”
Madam Daven:
“Neden olacak?” dedi. “Şüphesiz yeni bir aşktan!.. İnsanı aşk kadar; tedbirli, ağzı sıkı, başkalarına karşı hoşgörülü eden bir şey yoktur!”
İki kız kardeş birden atıldılar:
“Çok tuhaf. Şekip Bey âşık olur muymuş? Acaba bu zor beğenen kişi, kimi sevebildi?”
Madam Dölans manalı bir biçimde tebessüm ederek dedi ki:
“Dün gece baloda en çok kiminle vals ettiğine dikkat ettiyseniz anlamışsınızdır.”
Madam Dölans gayet çirkin, ikiyüzlü, son derece kıskanç bir kadındı; ki eşinin memurluğu ve kendisinin büyük serveti sayesinde cemiyet içinde önemli bir yer edinmiş olduğundan genç kadınlar bir araya geldikçe, fırsat buldukça arkasından söylemediklerini bırakmayarak içlerini döküp rahatlamakta devamla beraber, yüzüne karşı olağan dışı bağlılıkla hürmet ederler; genç kızlarsa şerrinden sakınmak, salonunda, gece eğlencelerinde bulunarak yardımıyla parlak bir evlilik yapabilmek için kendisine son derece sevgi gösterirler, emirlerine boyun eğerlerdi. Hakikaten de Madam Dölans’ın salonuna kabul edilmek, cemiyet içinde bir yer tutmak, her salon için bir giriş biletine sahip olmak demektir.
Ben güldüm ve madama doğru eğilerek dedim ki:
“Matmazeller duymasın, fakat bu durum her şeyi göstermez, bazen dikkati çekmemek için başkasıyla meşgul gibi görünüldüğü de yok mudur?”
Madam Dölans yelpazesiyle omzuma vurdu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.