Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tanrı Dağından Sesler»

Yazı tipi:

Çizgileriyle çalışmama ruh veren

‘Sanatının 45. yılı’ hatırasına

Garip Kafkaslı’ya ithaf edilmiştir.


Önsöz

Edebiyatın hikâye, şiir ve roman gibi türleri, estetik bir doyum vermesi yanında; bireyin kendi olma serüvenine ivme kazandıran, varoluş meselesine çözüm önerileri sunan bir sağaltım sürecini kapsar. Yazarlar, içinde doğdukları toprakların sesi olurken, kendi büyümeleri ekseninde edebi metni toplumun aksayan veya çürüyen yönlerine çözüm bulmak için kullandıkları bir vasıta olarak da görürler. Çeşitli bilimlerle disiplinlerarası ortak bir paydada buluşan edebiyat, özellikle psikoloji, felsefe ve sosyoloji ile edebi malzemenin merkez noktası olan insan figürünün deneyimleri noktasında buluşarak toplumsal hafızanın deposu gibi işlev görür. Bu çerçevede Türk dünyası yazarlarının yaşadığı zamanlar göz önünde bulundurulduğunda, acının, sansürün, sürgünlerin ve ötekileştirme süreçlerinin yazarların belleğinde derin tahribatlar bıraktığı gözlemlenir. Bu belleksel tahribat, yazarların algı dünyasını şekillendirirken eserleri vasıtasıyla geleceğe bir seslenişe yol açar.

Çarlık Rusyası zamanında yürütülen işgal ve iskân politikası sonucu topraklarını ve yakınlarını kaybeden, varlık alanları tahrip edilen Türk dünyası halkları, Sovyetler Birliğinin kurulması sonucunda, Cengiz Aytmatov’un deyişiyle “başlarına ideolojik şire geçirilerek mankurtlaştırılmaya” çalışılırlar. İlminsky önderliğinde yürütülen Ruslaştırma politikası sonrasında köklerinden koparılmak istenen halklar, Rusça’yı resmi dil, Rus kültürünü üst kültür, Hristiyanlığı ise dinsel dönüştürme projesi olarak deneyimlerler. Türk dünyası halkarının kendi dilinden ve kültüründen uzaklaştırılmak istenmelerine karşı ayakta kalan bir kısım aydın kesim, kendi halkının acılarını ve yaşanan bölünme sürecinin sıkıntılarını kısmen Stalin’in ölümü, kısmen 1985 açıklık ve yeniden yapılanma sonrası ve nihayet bağımsızlık sonrası dönemlerde geleceğe taşıyabilmişlerdir. Türkistan coğrafyasında yazılan eserler bu anlamda “öznenin yaşadığı yıkımı” aktarmada önemli bir göreve sahiptir.

Sadece Türk dünyasının değil dünyanın çeşitli milletlerinin yakından tanıdığı Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un eserleri, yaşanan ötekileştirme sürecini simgelerle anlatmada öncüdür. Söz konusu Elveda Gülsarı romanında atın ayağına vurulan pranga, Türk halklarına vurulan esaret prangasıyla aynı düzlemde değerlendirilir. Yine aynı coğrafyada mekânın darlaştığı anlara şahitlik eden Aşım Cakıpbekov’un bir atın hayatını anlattığı hikâyesinde de Aygaşka’nın ayağına vurulan zincir, aynı anlayışın tezahürüdür.

Kazak coğrafyasına gidildiğinde, Kazak yazar Muhtar Avezov’un “Kökserek” hikâyesinde kurdun köpekleştirilmek istenmesi ile Türk halklarının “mankurtlaştırılmak” istenmesi arasında benzerlik vardır. Kazak yazar Sabit Dosanov’un “Beyaz deve” hikâyesi dikkatlice incelendiğinde yavrusundan uzaklaştırılan dişi devenin çığlığı ile oğlunu Rus-Almanya savaşında kurban eden Kazak bir annenin sessiz çığlığı arasında bir fark olmadığı görülür. Azeri coğrafyasının gelecek algısını şekillendirmede meşale görevi gören Elçin’in eserlerinde simgenin arkasına gizlenme değil, açık açık Stalin’e eleştiri yapıldığı gözlemlenir. Örneğin “Stalin’in ölümü” hikâyesinde Stalin’in ölümü karşısında gözyaşı döken Fatma Kadın’ın iki oğlunu ve kocasını Stalin’e kurban etmesine rağmen bu kanlı diktatör için neden gözyaşı döktüğü sorgulandığında edebî metnin ve yazarın niyetinin yerine ulaştığı anlaşılır.

Bunun gibi örnekler çoğaltıldığı zaman, Türk dünyası yazarlarının eserlerinin dikkatle incelendiğinde geçmişte yaşanan katliamların, yönetim boşluğunun yarattığı infialın ve Rusların oynadıkları oyunların daha iyi anlaşılacağı aşikârdır. Geçmişini bilmeyen bir neslin geleceğini sağlam temeller üzerine kuramayacağı ne kadar açıksa, Türk dünyasında yıllardır sağlanmak istenen birliğin, birbirinden uzaklaşan Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Azeri, Tatar, Uygur vs. Türk halklarının dilini ve kültürünü bilmekten geçtiği de o kadar açıktır. İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçuralı ve Ayaz İshaki gibi aydınların sağlamaya çalıştığı dil ve kültür birliğinin hâlâ Türk dünyası halklarının farklı alfabelerler kullanmaları nedeniyle kısa vadede gerçekleşmeyeceği aşikârdır. Bu bakımdan öncelik çeviri eserlere verilmeli, söz konusu Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar, Azeri, Uygur vs. edebiyatlarına yön veren yazarların eserleri Türkiye Türkçesine; Türk edebiyatına yön veren yazarların eserleri de diğer lehçelere aktarılmak suretiyle ortak bir algı oluşturulmaya çalışılmalıdır. Bu bakımdan Türkiye’de sayısı hızla artan (toplamda yirmi bir üniversitenin on yedisinde öğrenci kabul eden) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünün varlığı böyle bir çalışma içine girmeyi önceler niteliktedir.

Bu konuda son yıllarda sayıları artsa da yapılan çevirilerin yeterli düzeyde olmadığı açıktır. Bu kitabın oluşması da böyle bir eksikliğin hiç olmazsa Kırgız edebiyatı sahasındaki yönüne dikkati çekmek içindir. Kırgız edebiyatı denilince akla gelen ilk yazarın Cengiz Aytmatov olması doğaldır. Kırgız yazarları da bunu kabul etmektedir. Birçok Kırgız yazarın eserinin ön sözünü Cengiz Aytmatov’a yazdırması onun diğer yazarlarca öncü kabul edildiğini kesinler. Ancak Türkiye’de neredeyse adları bile duyulmayan diğer yazarların da Tanrı Dağlarının büyülü atmosferinden etkilendikleri, yazarları ve eserlerini tanıdıkça yakından anlaşılır. Aytmatov kadar olmasa da Kırgız edebiyatına yön veren hikâyeleri, romanları ve şiirleri ile bir nesle öncülük eden yazarlar dikkat çekici eserlere imza atmışlardır.

Erasmus değişim programına arternatif olarak kurulan Mevlana Değişim programının ilk doktora öğrencisi olarak 2012-2013 eğitim-öğretim döneminde 6 ay süreyle bulunduğum Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde Çağdaş Kırgız edebiyatına yön veren yazarlarla yapmış olduğum röportajların bir araya getirilmesinden oluşan bu kitap, yazarların kendi ağzından hayat hikâyelerine eserlerine ve öne çıkan özelliklerine dikkati çeker.

Röportajlarda öncelikle yazarlar hakkında ayrıntılı bir araştırma yapılmakla birlikte Türkiye’de bu konuda neredeyse hiç çalışma yapılmadığı gözlemlenmiştir. Söz konusu yazarlardan Cengiz Aytmatov dışında yazarların eserlerinin de çoğunlukla Türkiye Türkçesine aktarılmadığı anlaşılmıştır.

Röportajların içeriği hakkında bilgi vermek gerekirse, Kazat Akmatov’un Cengiz Aytmatov’un kırk yıllık dostu olduğu ve Aytmatov’un, eserlerini yazdığı ilk andan itibaren Kazat Akmatov’a düzelttirdiği bilgisi benim için yeni ve ilginçti. Öskön Danıkeyev’in ilk yazdığı öyküsü “Kızın sırrı”nın, devrin sosyal ve siyasi yapısını açıkça tenkit etmesi dikkat çekiciydi. Keneş Cusupov’un Kırgız tarihini anlattığı 6 ciltlik eseri neredeyse kimse tarafından bilinmiyordu. Beksultan Cakiyev’in “Dünya halklarının destanları topluluğu”nun temsilcisi olduğunu, Manas destanının felsefi ve sosyal çıkarımlarının Kırgız halkı tarafından bile yeterince anlaşılmadığı bilgisi önemliydi. Roza Aytmatova’nın Cengiz Aytmatov üzerine yaptığı samimi açıklamalarda, Aytmatov’un yazdığı hikâyelerinden en çok beğendiği “Deniz kıyısında koşan ala köpek” hikâyesi olduğunu öğrenmek bir kez daha okumamız gerektiğini gösterdi. Raykan Tölögönov’un babası Tölögön Kasımbekov’un gençlik anılarını Kırgızların Beyaz Sarayında dinlemek ayrı bir tecrübeydi. Daha da çoğaltarak kitabın içeriği hakkında merak duygusunu azaltmak istemediğim için gerisini sizin okuma serüveninize bırakıyorum.

Röportajlar yapıldığı zaman hayatta olan ve okurların diğer yazarlar gibi sıcakkanlılıkla bizi evlerinde kabul eden Kazak Akmatov ile Öskön Danıkeyev’in sonradan hayatlarını kaybettiklerini üzüntüyle öğrendim. Onları rahmetle anıyorum. Bu yazarların birer birer aramızdan ani ayrılması bu ve bunun gibi çalışmaların daha çok artması ve vakit kaybetmeden yerine getirilmesi gerektiğini kesinler. Ayrıca bu çalışmada, bizzat tanışarak röportaj yapma mutluluğunu tadamadığım Cengiz Aytmatov ve Tölögön Kasımbekov’un daha önce yapılan röportajlarının çevirisine yer verilerek konu eksik bırakılmamaya çalışıldı.

Röportajlarda karşılaştığım sıcaklık ve samimiyet için Kırgız yazarlara ve halkına müteşekkirim. Ayrıca röportajlar boyunca bana eşlik etme inceliğinde bulunan Dr. Rahat Taştemirova hanımefendiye, Kırgızistan’da bana aile sıcaklığı gösteren değerli abim Yrd. Doç Dr. Ali Daşman ile eşi Betül Daşman’a ve düzeltmeler için mesai arkadaşım Yrd. Doç. Dr. Hanzade Güzeloğlu’na teşekkür ediyorum.

Bu kitabın ortaya çıkmasında “Işığa Karışın” sloganıyla yola çıkan Ardahan Üniversitesi Kurucu Rektörü Hocam Sayın Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’ın ve kitabı baştan sona okuma zahmetine katlanan danışmanım/hocam Sayın Prof. Dr. Orhan Söylemez’in büyük katkıları olmuştur. Kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır. Ayrıca, çizimler için tüm yoğunluğuna rağmen beni kırmayan sanatçı ve akademisyen Doç. Dr. Ahmet Ali Aslan’a minnettarım.

Yrd. Doç. Dr. Samet Azap
Ardahan-2016

Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni da alıp götürdün. Yüzüp gittin… Hiç bir zaman balık olamayacağını biliyor muydun?… Beyaz gemini göremeyeceğini ve ona “Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben!” diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum. Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: “Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesellim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenemez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır…

Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum: “Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim!”

Cengiz Aytmatov

Tercih/Robot veya insan olmak: Cengiz Aytmatov 1

Yazar olmak için hiç hayâl kurduğumu hatırlamıyorum. Şimdi ise geriye bakıp “evet, hayâl kurmuştum” demek, kolay olurdu. Fakat böyle bir şey yaptığımı zannetmiyorum. Ziraat Fakültesi’nden mezun oldum, büyük bir çiftlikte canlı hayvan mütehassısı olarak çalışmaya gittim ve hayatımdan da oldukça memnundum. Sonra âniden, yabancısı olduğum bir duygu kapladı içimi ve kötü bir şeyin olacağını haber veren korkunç bir önsezi, kalbimi doldurdu. Gayet tabiî olarak kendimi bundan kurtarmak zorunda idim. Tamamen içgüdümle ve korkarak yazmayı denedim. Hastalığımın tedavi edilemez olduğunu öğrendiğim zaman roman bile tercüme ettim. Yirmi sekiz yaşımda iken Moskova’daki Yüksek Edebiyat Kursları’na katılmaya gittim. Çok kişi, bunun akıllıca bir iş olmadığını düşündü. Fakat ben kimseyi dinlemedim. En büyük sıkıntım ise, bilgi eksikliğim, taşralılığım ve geleneksel düşünce tarzım idi. Bu geleneksel düşünce tarzım, beni daha sonra, klişelerle ve bozulmaz kurallarla yazdığım sıradan yazıların esiri yaptı. Sahte-yaratıcılığın katı kuralları ile zincirlendiğimi hissettim. Kendi kendimden farklı bir bakış açısı bulmam ve tutacağım yol hakkında çok açık bir fikir sahibi olmam gerekiyordu. Bunu yapabilmek için de gerçek sanatı iyice anlamak, onun içinde teneffüs etmek ve kendimi hararetlenmiş tartışmaların, polemiklerin ve gerçek edebiyatın ne olduğuna dair akislerin atmosferine daldırmak mecburiyetindeydim. Yüksek Edebiyat Kursları’ndaki derslerim bunu yapmama yardım etti.



“Beni kendine çağıran ve varlığından haberdâr olmadığımı hissettiğim, sanatın hârika dünyasını keşfim de bundan sonradır. Tecrübe, hayrete düşürüyordu. Bu belki biraz şatafatlı ve biraz da safça olacak, ama söylemek istediğim şu ki dünya edebiyatı tecrübesinin ışığı, üzerimde doğmaya başlamıştı. Kendimi çaresiz ve kaybolmuş hissettiğim için de korkmuştum. Fakat aynı zamanda beni mutlu da etmişti; zira uğrunda çaba sarf edeceğim amacımı görmüştüm. Bundan sonra ne olur diye düşündüm. O zaman nasıl düşündüğümü bilemiyorum. Fakat bana öyle geliyor ki bütün varlığım, bu amaca doğru sadece kendi tecrübelerimle ve halkımın ruhî tecrübeleriyle atılabileceğimi anlamıştı. İlerleme kaydedebilmek için, beni esir alan sentimentalizm ve naturalizmin kurallarını yıkmak, gerçek edebiyatın taşralı zanlarını, fikirlerini atmak ve sadece gerçek insanlar olmaya gayret eden kendi hayalî karakterlerimin hayatlarını yaşamaktan vazgeçmek mecburiyetinde idim. Kendim olabilmek ve insan olarak, yazar olarak ne olduğumu anlayabilmek ve hilekâr olmadığımdan emin olmak için gençliğimin hayâllerinden vazgeçmek zorundaydım.”

Kendisini Buluyor

Buraya kadar yazdıklarımız, Cengiz Aytmatov’un (d. 1928) çocukluğunda kendini bulabilmek için yola çıktığını ve hâlâ aradığını göstermektedir. “Deniz Kıyısında Koşan Alacalı Köpek” hikâyesinde, hayat üzerine büyük düşüncelerini genç kahramana emânet eder:

“Şimdi, kara ile deniz arasındaki farkı anladı. Karada iken karayı düşünmezsiniz. Fakat, aklınız başka şeylerle meşgul olsa bile bir defa kendinizi açık denizde buldunuz mu, denizden başka bir şey düşünemezsiniz. Bu keşifle çocuk düşünceye daldı…”

Yeni okuyucular için konuşmam mümkün değil, fakat Aytmatov’un eski bir okuyucusu olarak bildiğim bir şey varsa o da, Cengiz Aytmatov’un eserlerini sadece okumuş olmak için değil, Romain Rolland’ın dediği gibi, onlarda kendinizi arayarak okumalısınız. Ben öyle yapıyorum ve her defasında yazarın sınırların ötesine geçmiş göründüğü daha önceki hikâyelerinin şaşılacak şekilde dokunaklı tesirlerini hatırlıyorum. Onun yazmış olduğu yeni bir şeyi ne zaman elime alsam, yazarı istilâ eden ve onun bütün vaktini alan motivasyonun ne olduğunu merak etmekten kendimi alamıyorum.

Aytmatov için tekrar söz konusu değildir. Gerçek yazar, aslında aynı kitabı veya aynı konuyu yeniden yazıyormuş gibi olsa da ki gerçekte durum böyledir, hiç bir zaman daha önce yazmış olduğu bir şeye geri dönmez.

Amerika’da başarıyla sergilenen Aytmatov’un Fuji Dağı’nın Zirvesi’nde adlı oyunundaki bir şiirden alınan “karakter adamı” sözü, onun eserlerinin ana fikrini ve konusunu ifâde eder. Bunu şiir şeklinde ifâde etmesine şaşmamalıyız, çünkü şiir, onun düz yazılarındaki başarısının sırrıdır ve Robert Frost›a göre de şiir, büyük geleceği inşâ eden rüyadır.

“Karakter sahibi bir insan ol, evlâdım! Adam ol!” Bunlar, Aytmatov’un ilk hikâyelerinden biri olan “Evlâdla Yüzyüze”nin kahramanı çoban Çordon’un, cepheye gitmek üzere olan oğluna gözyaşları içinde verebildiği tek nasihâtidir. Çoban Çordon’un bol vakti olsaydı bile, söylemek istediğini bundan daha güzel ifâde edemezdi. Ancak bu kelimeleri sanki dua ediyormuş, öğüt veya emir veriyormuş gibi tekrar ederdi.

Bilge ve görmüş geçirmiş hikâye kahramanının bu vedâ sözleri, otuzundaki henüz olgunlaşmamış yazar Aytmatov’un başlangıç sözleridir.

Aslında, hiç bir gerçek artist, nasıl yaşamak gerektiğine dair ahlâkî ve felsefî sorulardan kendini kurtaramaz, çünkü bu, sanatın tabiatında vardır. Sürpriz olan şey, fanatik seviyeye ulaşan ve yazarın, insanların kendilerini pasif bir hayata mahkûm edecek olan kendi gönül rahatlıklarının kurbanı rolü ve ümitsizlik ile uzlaşmayacakları ümidini hiç bir zaman kaybetmeden, akıllara ve kalplere seslendiği sevgidir. Aytmatov’un yakarışı, aslında hepimizedir. Kendisinin de mahkûmu olduğu tehlike, ruhî yorgunluk, bitkinlik ve hayatta kalmanın zevkini kaybetmektir. Bu tehlike herkesin başına gelebilir. Eğer öyleyse, kaçınılmazla mücadele etmeye, ona karşı koymaya değer mi? Dünyada hiç bir şeyi düşünmeden, hiç bir şeyin değiştirilemeyeceğine kendini inandırmış olarak dalgalarla sürüklenip gitmek daha kolay olmaz mıydı? Fakat birileri çıkıp bu meseleleri ele almalı. Niçin sen olmayasın? Her ne pahasına olursa olsun, Aytmatov’u okuduktan sonra, yazarın câhilliği suçlayarak senin kalbine ektiği kaygıdan, endişeden kendini kurtarman mümkün değildir. Neticede elimize geçecek mükafât bizi beklemektedir… Yazar bunu böyle görüyor:

Endişelenmekten, kaygı duymaktan, yeni ve işkencesiz tecrübeler aramaktan vazgeçtiğim gün, hayatımın en karanlık günü olacaktır.

Aytmatov’un “işkence”den maksadının sadece ‘kâinatın sancıları, sıkıntıları’ olduğunu sanmıyorum. Bundan önce, sadece yazarken hayatı tam olarak yaşadığından bahsetmişti.

Yaratıcılık Riski Getirir

Aytmatov niçin trajedi türünü seçti?

“Bu doğru değil. Eğer ortada bir seçenek vardı ise, bunu yapacak ben değildim. Ben, sadece kaçınılmaza kendimi teslim ettim. Sanırım siz bundan şüphelenmediniz bile.” Uçakta birlikte seyahat ederken bana söyledikleri bunlar. Şöyle devam etmişti: “Şu anda, şu dakikada utanç verici ve izâh edemeyeceğim bir korkuyu tecrübe ediyorum. Tanrı Dağları (Tien Şan)’nın yamaçlarında büyüdüğüm halde, ne zaman uçağa binmek zorunda kalsam öldürücü bir paniğe kapılıyorum.”

Utancımızı bir şakayla olsun yok etmek için, “Antaeus2* kompleksi olarak adlandırmaz mısınız?” diye sordum.

Aytmatov istihzâ ile güldü ve “Atavismden3** korkuyorum” diye cevapladı.

Bunun üzerine daha önce duyduğum bir hikâyeyi hatırladım. Aytmatov uçakta bir grup film yapımcısı ile beraberdi ve uçak, dağa çarpmak üzereydi. Uçak, yükseklik kaybetmeye ve çok kötü bir şekilde sarsılmaya başladı. Yolcular arasında panik başladı. Aytmatov ise kendisine hâkim olabilen tek kişiydi. Eğer, onun o kuvvetle “herkes yerine otursun!” komutu olmasaydı, ne olacağını tahmin etmek gerçekten zordu. Daha sonra pilotun anlattığı gibi, uçak, kayaların üç metre kadar yakınından geçti. “Bu doğru,” dedi Aytmatov, “fakat bütün hayatım boyunca, o zaman nasıl oldu da o anda bütün korkularımı unuttuğumu izâh edemem.”

Aytmatov’un kahramanları da kendi davranışlarını izâh edemezler. Onların hayat felsefesi, ifâdesini kelimelerde değil, davranışlarında bulur. Bu davranışlar da, içinde en derin hakikâtin ve şahsî misyonun kendisini çok canlı bir şekilde ifâde edebildiği hayatın gerçeklerini kavramaya yöneltilmiştir. Aytmatov’a göre bu tür insanların en büyük özelliği, ilhâmını hürriyetten alan zekâlarının olmasıdır.

Hürriyet, Aytmatov’un kitaplarındaki yetişkin ve çocuk karakterlerde gösterilir. Kelimenin tam mânâsıyla, onun kahramanlarını bir araya getiren ve onları kahraman yapan şey nedir? Bu, onların, hayatları pahasına da olsa, tehlike karşısında ve kaderin kaprislerine karşı, hürriyet için her an kavga etmeye hazır oluşlarıdır.

Kaderi değiştirmek mümkün müdür? Beyaz Gemi’deki küçük çocuğun trajik sonunu engellemek mümkün müydü? Şayet ümitsiz bir meyusluk içinde hayretini ifâde eden eleştirmenin mantığını takip edersek, bu mümkündü ve hatta gerekliydi de. “Yazar, çocuğa daha farklı bir kader izâfe edebilirdi. Bunu yapmaya gücü de vardı.”

Yazar, buna şu şekilde cevap verdi:



“Hayatta ve sanatta ‘tamir edilemez’in içeriği her zaman bir olmaz. Geleneksel açıdan baktığınızda Romeo ve Jülyet’teki Jülyet’in ölümünü nasıl izâh edersiniz? Ümitsizliğin ve tamir edilemezliğin ifâdesi, ruhî olarak zayıf olan bir insanın intihârıdır. Sanat açısından Jülyet’in ölümü nedir? Bütün belirtileriyle aynı şeymiş gibi görünüyor. Fakat, Shakespeare bu tamir edilemezliği kahramanının ruhî kudreti, kuvveti, onun tereddütsüzlüğü, vazgeçmezliği ve kaderi olarak gösteriyor. Aynı zamanda, aşkın ve nefretin, rekâbet ve vefânın, sadâkatin ifâdesidir. Hayat pahasına da olsa kendi kendini kabul ettirmedir. Beyaz Gemi’nin isimsiz çocuğu, normal bir çocuk gibi düşünmez ve davranmaz. Fakat, böyle karakterler olmadan da dünya varolmaz.

Aytmatov, “İnsan, önceden sevmek zorunda olduğu için değil, sevmeden yapamayacağı için sever” derken ne demek istediğini pekâlâ biliyor.

Louis Aragon, Cemile’yi okuduktan sonra, “O, dünyada yazılmış en güzel aşk hikâyesinin yazarı” demişti. Cemile, Aytmatov’un iç dünyasının mükemmel şekilde ifâdesini bulduğu hikâyesidir. “Cemile karakterinde büyük annemin gençliğini yeniden canlandırdım. Onun da aynı benim kahramanım gibi davranacağını biliyorum.”

“Ağlayışı” Müziğe Uyarlamak

Yazar, aşk konusu ile devam ederek, “âşık olmak aslında ürkütücü, çünkü ihtiras ateşinde yanmak pekâlâ muhtemel. Anna Karanina’nın ölümünden niçin bu kadar sarsılıyoruz? Düşmüş bir kadın kendini trenin altına atmasından değil -sanırım Tolstoy orijinal olarak bunu göstermek istedi- olağanüstü birisi değil ve kadını ‘o insan’ yapan da aşktır. Bunun mânâsı, âşık olup ölmektense âşık olmamak ve hayatta kalmak daha iyi demek midir? Bin kere hayır! Sanırım hepimiz, bir anlık bir aşk için hayatımızdan vazgeçmeye hazırız. Aşk, insanın lâyık olması gereken bir lütufdur.”

Bu noktada, Kierkegard’ın bir sözünü iktibâs ettiğimi hatırlıyorum:

“Şâir nedir? Istırabının feryâdı, hârika bir müzik olan ve işkence edilmiş kalbi ile mutsuz olan adam.”

“İşte bu!” diye tasdik etti, Aytmatov. “Asıl nokta, feryâdı müziğe aktarabilmek, dönüştürebilmektir. Bu da benim, Cemile’deki Seyit’in ve “Erken gelen turnalar”daki Sultan Murat’ın çocuksu aşklarını tasvir ederken yapmak istediğim şeydir.”

Şayet Hemingway, ‘yazarın mutsuz bir çocukluk devresi olması lazım’ dediğinde haklı olsaydı, Aytmatov örneğinde bunun gerçek payı olurdu. Yetimdi ve kalbi baba sevgisiyle ağrıyordu. “Özellikle geceleri, bin bir farklı düşünceyle işkence gördüğüm zaman çok kötüydü.” Onun baba hasreti, büyüklerin bile dost olmakta uzun süre güçlük çektikleri çocuğun, parçalayıcı güçle ifâdesini bulan acısının işlendiği “Erken gelen turnalar’da ortaya çıkar.

Konuşmalarımızdan biri esnasında yazar, ahlâkî anlayışını şu şekilde izâh etmişti: “Belki de insiyâkî olarak putlardan ve sorumsuz insanlardan, bunların da üzerinde, büyük ve sesli konuşanlardan uzak durdum.”

Yazarın kendisi birkaç kelimenin adamı, zapt edilmiş ve hatta bir nevi sert, müsamahasız. Özellikle onu aralarında meşhur birisi olarak görmek isteyenler, sık sık onun kayıtsızlığını, gurur, kibir olarak kabul ederler. Onun isminin böyle bir koleksiyonda geçtiğini duyduğumu hatırlamıyorum. Hatta kendisinin, böyle koleksiyon yapan bir gruba dâhil olduğunu da sanmıyorum. “Arkadaşlığı kutsal bir şey olarak kabul ediyorum. Kendisine kardeşinden daha yakın bir arkadaşı olan insan gerçekten çok şanslıdır.”

Gerçeğin İçindeki Dersler

Aytmatov, bir şeyin veya bir başkasının korkusunu işlemenin, riyakârlık, bir tür bencillik ve yüksek değerlere davet eden insanı inkâr etmeye râzılık, olduğuna inanır. Bütün bunlar da, uzun bir zaman diliminde, baskı altında kalmış acılar, unutulma ve yalnızlık, bunların da ötesinde, pişmanlık, hayata karşı kin ve hak etmediği halde sebepsiz yere mutlu olan insanlara karşı nefret tehlikesidir. Beyaz Gemi’deki küçük çocuğun trajik kaderinin ahlâkî tarafı nedir?

Aytmatov, “hürriyet içinde kıssa” diye cevapladı. “İnsanların beni, insafsız diye, kahramanımın ölümüne engel olmak istememekle ve hatta onu kenara kadar itmekle suçladıklarını hatırlıyorum. İnsafsız olan, ben değil, gerçeği görmek istemeyenlerdir. Onlar için böylesi daha kolaydır. Niçin beni konuşuyorlar? Dostoyevski’yi, acı, ıstırap verdiği ve belki de psikolojik bir tehlike olduğunu düşündükleri için okuyamayacak bir sürü insan tanıyorum! Onun gerçekleri körleştiriyor. Fakat bundan kurtuluş çaresi de yok. Bizi her yerde yakalıyor; insan şuuruna nasihat ediyor ve yalvarıyor, bizi itiyor- evet, şeytandan nefret etmemiz için bizi itiyor. Okuyucunun, yazarın duygularının cehennemine girmesi ve sonuna kadar açılmış gözlerle gerçekleri kabul etmesi, büyük cesaret ister. Girebilenler ise pâklanırlar. Bu da, özellikle de her zamankinden daha âcil olarak insanlığın varlığını tehdit eden korkunç tehlike de dâhil olmak üzere, son derece hayatî ve ahlâkî problemlerle karşılaştığımız zamanımızda, sanatın en büyük misyonu, vazifesidir. Sanat ve edebiyat çok şey yapabilir. Halkın şuurunu yükseltebilir, onlara cesaret verebilir, içlerine insanlık şırınga edebilir; bütün dünyayı onların görüşüne açabilir. Bundan dolayı da insanlar, sadece son saatte güçlü kalmakla değil, kendilerinin de görevlerle yükümlü insanlar olduklarını, ahlâkî ve ruhî enerjilerini iyi şeylere, tarihî ümide ve barışa vakfetmeyi unutmazlar.”

Böyle bir görevin, bütün dünya edebiyatlarının önüne koyduğu ortak sosyal, felsefî ve ahlâkî mesele nedir?

“Buna geçici olarak, ‘çağdaş düşüncelerin, mânâların çalışması meselesi’ diyeceğim. Her şeyin üstünde, sosyalizm ile eşit olan, sonsuza kadar düşünme kabiliyeti, yapıcı insancıl fikirler, bütün milletler tarafından bir araya getirilen farklı milletlerin kültürlerine, dillerine ve sanat değerlerine gerçek saygıdır. Aynı zamanda, zaman ve mekân içinde düşünebilme, geleceğin çağrısını idrâk edebilme ve işitebilme kabiliyetidir. Eğer bizim ikinci tabiatımız, yeni tabiatımız olacaksa zamanımızın şümûlü gerçekten çok mühimdir.”

Filozoflardan biri, bir zamanlar “düşünmek”i, “evrensel insan düşüncesine katılmak” olarak tarif etmişti. Çağdaş düşüncenin imkânsızlığı ile “evrensel düşünce”yi kendiniz için nasıl tasavvur edebilirsiniz?

“Barışı düşünmekten daha önemli hiç bir şey yoktur. Barış için çalışmak evrensel bir şuura doğru kararlı bir adımdır. Diğer bütün şeylerin haricinde, arkadaşlık ve kardeşlik duyguları ile barış için çalışmak, müşahhas (somut) ve tam bir akis, test ve çağdaş düşüncenin idrâki, barış fikirlerinin tenvîri (aydınlatması) ve milletlerin birliğidir.”

Yazar, kaçınılmaz olarak, dünya anlayışını romanda ifâde edebilmek için yeni bir tür talep etti ve romana yöneldi.

Gün Uzar Yüzyıl Olur

Okuyucu, Cengiz Aytmatov’un ilk romanı Gün Uzar Yüzyıl Olur (o zamana kadar hikâye üzerinde yoğunlaşmıştı) romanının hareketli hayatına girebilmeye özellikle gayret etmek zorundadır.

Nasıl bir çaba gerekli? Her şeyden önce şiirsel hayâl ve gerçeğe felsefî açıdan yaklaşım.

Romanın dünyasına girmekle, geleneksel açıdan bakıldığında izâhı lüzumsuz kanunlara göre, çok özel olarak yaratılmış bir zaman ve mekâna girmeyi kastediyorum. Daha, romanın başlığında ifâde edilen mantığa aykırı zaman mefhumunu görür görmez mesajı alıyorsunuz. Buna rağmen, istinât edilen zamanın, fizikî olmaktan çok, ahlâkî ve felsefî muhtevâsını tahmin edebiliyorsunuz.

Yazarın yarattığı dünya, ne statik bir kopya veya görülen dış dünyanın bir modeli ne de kesin kombinasyonlarla yazılmış ve sunulmuş yakalanan anların bir mozaiğidir. Eğer öyle olsaydı, gün 24 saate eşit olurdu, fakat romanda gün yüzyıldan bile uzundur çünkü o tarihe eşittir. Bu dünyada masal âniden, bugünün maddî gerçeğinin yerini alır. İkisi de, okuyucunun hayâlini gökyüzüne taşıyan ve onu yeryüzüne tekrar geri getirecek olan fanteziye müsaade ederler. Realiteden kozmik hafiflik (ağırlıksızlık) durumuna geçmenin, alışmaya bağlı olduğunu itiraf etmemiz gerekir.

Aytmatov’un sanat prensibi, hayâlî gerçek ve hayâlin gerçekliğidir. Bunun hakkında yazar şunları söylüyor: “Hayalî şey, bizim, hayatı yeni ve beklenmedik bir ışıkta görmemize yardım eden metafordur. Metaforlar, özellikle zamanımızda, yalnızca ilmî ve teknolojik gelişmelerin geçmişin fantezilerine yaptığı saldırıdan değil, içinde yaşadığımız fantastik dünyadan dolayı ihtiyaç hâline geldi.”

Dünyanın hayâlî (fantastik) tabiatını hissetmeden çağdaş düşüncenin imkânsız olduğunu mu demek istiyorsunuz?

“Kesinlikle, özellikle bugün, her birimiz robot veya insan olmak tercihi ile karşı karşıya olduğumuzdan dolayı.”

“Uslûb Ruhun İfâdesidir”

Aytmatov’un üslûbunun kökü, aslı nedir?

Yazar, “üslup ruhun ifâdesidir” diyor. “Bunun mânâsı da ‘benim köklerim, masallar, halk hikâyeleri ve okyanus kadar zengin olan Kırgız destanı Manas’ın yapısında var olan halk şiirinde’ demektir. Gerçek realist olarak tanınsam bile, Manası bütün dünyanın hazinelerine değişmem.” (Aytmatov burada, gazete yazısı tarzında tanınmış bazı münekkitlerin onu mitolojiye eğilim gösterdiği için tekrar tekrar ele almaları gerçeğini kastediyor.) Benim inancım (imânım) gerçeğe ve sadece gerçeğedir. Fakat gerçekçilik, gerçeğin körü körüne yeniden üretilmesi değildir. O, içinde insanlara ve tabiata ilhâm veren, onları yükselten, içlerini tükenmez bir aşkla, sevindirici bir idrâkle ve gelecek hakkında değiştirilemez bir inançla dolduran ölümsüz şiirini keşfettiğimiz bir oluşumdur.

Yazar Sergei Zalygin, Aytmatov’un üslûbuna temasla, Beyaz Gemi hakkında: “Ondan alınan bir paragraf tek başına bir halk hikâyesini andırsa da bütün olarak, nefis bir Rusça ile yazılmış tamamen realistik bir eserdir” demişti.

Özellikle bugün bu o kadar açık ki, Aytmatov’un eserleri kendileri için yapılan sınıflandırmalara girmiyorlar. Onlar, bütün tenkidî sınıflandırmaları aşmışlardır. Dünün güzel görüşleri, değerlendirmeleri ve fikirleri, bugün birden çok dar görünmeye başladı. Burada önemli olan nokta, onların uzağı görememeleri, lüzumsuz yere duygusal veya kifâyetsiz kanıtlanmaları değil, Aytmatov’un yaratıcılığının, yeri geldiğinde onun yarattığı fikrî ve duygusal dünyasını yenileyebilirliği, her zaman yenidünyayı algılayabilirliğidir. Çünkü, onun kitaplarının kahramanları sanatta somutlaşmaya arzulu, isteklidirler. Onlar, bizim çağdaşlarımız ve gelecek için alışılmışın dışında kuvvetli duyguları olan insanlardır. Bu da, elbette, yazarın çağdaşlığının en canlı göstergesidir.

İnsanlar, Aytmatov›un eserlerini okurlar, yeniden okurlar ve tartışırlar. Her yeni eser, hararetli tartışmalar (polemikler) ortaya çıkarır, çünkü hepimiz biliyoruz ki geleceğin okuyucusu, Aytmatov’un yazdığı en güzel eserleri ve diğerlerini okuyarak bizim ve zamanımız hakkında karar verecektir. Bu da biz tenkitçilerin yazarla niçin aynı veya ayrı fikirde olduğumuzu gösterir. Esaslı olmayan kavgalara gururumuz yüzünden girmeyiz. Sadece iyi dileklerimizi ifâde ederiz. Onun, gelecek nesiller üzerinde yapacağı tesir hakkında herkes hemfikirdir.

Birisi, edebiyatın ‘postaya herkes için verilmiş bir mektup’ olduğunu söylemişti. Bu mukayese hakkında Aytmatov’un ne düşündüğünü sormuştum. “Yazar için, bir kimsenin, onun eserlerini toplamasından daha güzel bir ödül yoktur. Ve sanırım, bir insanın güvenini kötüye kullanmaktan da kötü bir şey yoktur. Bu da, yazarın en çok korkması gereken şeydir. Gerçeği aramak vazifesi yazarın kendini adayabileceği en büyük görevidir.”

1.Vladimir Korkin, Soviet Life, Aralık 1983, no. 12 (327), s. 18-20; Orhan Söylemez tarafından İngilizceden tercüme edilen bu yazı Türk Dili, sayı 495, Mart 1993, 198-205’te yayımlandı.
2.Mitolojide, Antaeus yere dokunduğu sırada yenilemez bir devdi. Herkül, onu havaya kaldırdı ve havada ezdi.
3.Eski nesillerin bir özelliğinin birkaç kuşak sonra tekrar belirmesi. (O. S.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
10 s. 18 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-39-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap