Kitabı oku: «Tölögön Kasımbekov İnsan ve Eser», sayfa 8
2.3.2.2. Yozlaşma/Belleğin Yitimi
Günümüz dünyasında geleneksel yaşam biçiminden kopan birey, içinde yaşadığı topluma yabancılaşarak kaotik bir yok oluş sürecinin içine girer. Yozlaşma olarak tanımlanabilecek bu yıkım sürecinde birey kendisiyle ve çevresiyle çatışma içine girerek evrendeki konumunu kaybetme tehlikesi yaşar. Toplumsal normların dışına çıkan, köklerinden, değerlerinden uzaklaşarak yozlaşan birey; kültürel ve sosyal yaşamın da dışına çıkarak içgüdüsel bir travma yaşar. Bellek yitimi olarak da nitelenebilecek bu süreç, iletişimsizlik, yabancılaşma gibi toplumsal çürümenin de hazırlayıcısıdır. Yozlaşmışlık bir kader değil dönüşümdür. Bu yüzden “yozlaşmışlık değişim ve dönüşümü imkânsız kılacak bir unsur olamaz.”131 Aslına dönmek bireyin elindedir. Kendisine dayatılan hayatı reddeden birey, değerlerine sahip çıkarak sınırların dışına çıkabilir. Yozlaşmanın verdiği körlüğü öteleyerek kendi oluşunu kesinleyebilir.
Tölögön Kasımbekov’un gerek öyküleri gerekse romanlarında en çok üzerinde durduğu konu, toplumsal yaşamın devamını tehlikeye düşüren yozlaşmış kişilerdir. Öyküde yozlaşma izleği, insani değerlerden uzaklaşmış, etik bakımdan bozulmuş çoban ve köylüler aracılığıyla yansıtılır. Kozmosu kaosa çeviren yozlaşmış çoban, bozkurdun soyunun yok edilmesinde etkin rol oynar. Kendilik değerlerine yabancı çoban, öykünün başından sonuna kadar yok edici özelliğiyle, intikam duygusuyla insandan tirana dönüşür. Bozkurdun varlık alanına müdahale eden çoban onu kuyuya hapseder; “(…) insan sesleri yükseldi, ardından gölgeler göründü çukurda. Bozkurt hiç kıpırdamadan duruyordu. “geberdi mi yoksa? güya bize aldırış etmiyor. Kahrolası” (s. 108) bozkurdun düştüğü kuyu onun varlık alanının sonlanacağı ölüm çukurudur. Annelik içgüdüsüyle yavrularını kurtarmak için ölümü göze alan bozkurt, son anlarında bile “asilce” (s. 111) bir duruşla ölümü bekler. Bozkurdun bu dik duruşu içindeki kurtluk duygusuyla ilgilidir. Kırgızlar da General Çernyayev komutasıdaki keşif ekibinin Türkistan’a ilk adımıyla başlayan bir işgal sürecini yaşantılamış, yüzyıldan fazla bir süre özüne yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak yıllar geçtikçe toplumun gelecek tasarımını oluşturan başta bilinçli aydın kesimin çabalarıyla aslına dönmüştür.
Körleşen, tiranlaşan çoban ise insani değerlerinden uzaklaşarak yozlaşır. Onunla birlikte etrafındaki insanlar da değerlerinden uzaklaşmış, bu vahşet karşısında sessiz kalarak vahşete tanıklık etmişlerdir. Canlı canlı derisi yüzülen bozkurdun kanlar içinde kalan bedeni onlar için hiçbir şey ifade etmemektedir; neticede o sadece bir hayvandır; “çıplak kalan bozkurt kendisini izleyen adamların arasında çırpınarak bir daire çizdi. Birden bütün bedeni titredi ve küt diye düştü yere. Tekrar kalmaya niyetlendi, kalkamadı. Kana bulanmış iç organları durdu, bozkurt bir inilti sesi dahi çıkarmadan oracıkta ruhunu teslim etti. (s. 111) Bozkurdun bu trajik ölümü karşısında kimse bir üzüntü duymaz. İnsani değerlerinden uzaklaşarak “kötülük” içgüdüsüyle donanan insanoğlu kendi olmayanı dışlayarak, canavarlaşan bir görünüme kavuşur.
Çoban adamın kurtla olan bu mücadelesi aslında ilk çağ insanının arketipsel görüngüsüdür. İlk çağdan beri insanoğlu vahşi doğanın kucağında hayatta kalmak uğruna vahşi hayvanlarla bir ölüm kalım savaşı içine girer. Bu savaş her iki tür için de tehlikeli bir oyuna dönüşür. Ancak zamanla insanoğlu aklıyla silah yaparak bu savaşta bir adım öne geçer. İnsan böylece “doğadaki etkinliğini ve yaşam alanını daha da genişlet(ir).”132 İnsanın, toplumsallaşmanın öne sürdüğü birlikte yaşama gereği kendi sınırlarını çizmesine yol açmış, ancak insanoğlunun açgözlülüğü ile çizilen sınırlarda kendi türü dışına yaşama hakkı tanımamıştır. Öyküde üzerinde durulan çoban ile kurdun çatışması da böyle bir sınır ihlali sonucu gerçekleşir. Kurt inini basarak anne kurdu öldürüp yavruları kaçıran adam, ilk çağ insanı gibi, “yeniden barbarlığa dönüş”133 sergilemiştir. Bellek yitimi olarak da tanımlanabilecek bu barbarca davranış bireyin değerlerine yabancılaşması sonucu oluşur. Çoban adam gibi çevresindeki köylüler de bir havyanın vahşice yok edilmesi karşısında seyirci kalarak “barbarca” bir duruş segilerler. Bu onların da zihinsel bir bulanıklık içinde olduğunu gösterir.
İnsanoğlu kendi içinde yaşadığı yaşamı yine kendisi yok eder. “Varoluş kaynakları için potansiyel bir tehdit mekanizmasına”134 dönüşen insanoğlu, evrensel bir yıkım gücü konumuna yükselir. Onun bu yıkıcı/tahrip edici tarafından en çok hayatının devamını sağlayan doğal yaşam etkilenir. Kurdun soyunun tükenmesi sadece kurdu değil doğal yaşamın enerjisini de etkiler. Çünkü doğada her şey bir devinim içinde gerçekleşir. Bu devinimin zarar görmesi doğa ile insan arasındaki uyumun da bozulmasına yol açacaktır. Yozlaşma izleği etrafında açımlanan insanoğlunun bellek mekânlarını tahrip etmesi, kültürel değerlerin de kopması anlamına gelir. Böyle bir kopuş nesnel bir yabancılaşmayı doğuracaktır. Nesnel yabancılaşmanın ortaya çıkması geçmiş ile gelecek arasındaki bağın zayıflamasına yol açarak bireyin ontolojik bir boşluğa düşmesine neden olur. İçinde yaşadığı toplumun tarihselliğinden uzaklaşarak değerlerine yabancılaşan insan sadece kendisi için değil bütün toplum için tehdit teşkil eder. Dede Korkut hikâyelerinde anlatılan Tepegöz’ün Oğuz toplumunun başına getirdiği felaket bir çobanın suçudur; ancak onun tecavüz gibi insanlık dışı işlediği günahın toplumu, bütün Oğuz toplumunu derinden sarsar. “Bozkurt” öyküsünde “ötekini” temsil eden Çoban adam da böyle bir yabancılaşmanın içinde niceliksel bir bocalayış yaşar. Onun yaptığı insanlık suçu ve kıyım sadece kendisini değil, bütün toplumu etkileyecek bir yabancılaşmanın ilk adımıdır. Sovyetler Birliği’nin yaptığı köleleştirme anlayışı da sadece Kırgız halkı üzerinde değil, bütün Türk hakları üzerinde yıkıcı/yok edici etkisiyle görülür.
2.4. İnsan Olmak İstiyorum
2.4.1. Öyküde Yapı
2.4.1.1. Öyküde Bakış Açısı ve Anlatıcı
2.4.1.1.1. Ben Bakış Açısı ve Anlatıcı
Kasımbekov’un “İnsan Olmak İstiyorum”135 adlı öyküsü, ben/kahraman anlatıcı ile kaleme alınmıştır. Olayların merkezinde konumlanan “ben”, kurmaca dünyada “olması gerektiği gibi bilgi açısından, sınırlı bilgilere sahiptir”136 ve diğer karakterlerin diyaloglarıyla bilinçlenen, devinimsel bir yapıda aynı zamanda öykünün başkişisidir. “İnsan Olmak İstiyorum” öyküsünün ben/anlatıcısı yani başkişisi, Asılbek (Asıl) adlı bir gençtir. Yazar, bireysel gelişimini sağlayamayan bir gencin hayata tutunma anlarını şimdileştirir.
Kahraman anlatıcı öykünün başında kendilik bilincinden yoksun olarak olayların merkezinde yer alır. O ruhsal kırılma anlarında hayallerine de ket vurmak zorunda kalır. İçsel gerilimin yükseldiği bu anlarda “ben” anlatıcı Asılbek, tinsel olarak dehlizlerde kaybolmuş gibidir; düşüncelerim rüzgârda uçmuş gibiydi, söyleyeceklerim ağzıma geldi ama konuşmadan vedalaştım. Kolhozun faalleri, ilçenin vekilleri ile oturup sohbet edip geçeceğim diye kurduğum hayallerim için pişman oldum.” (H.İOİ.: 47) İş bulma ümidiyle gittiği kolhozdan eli boş dönen Asılbek, değersizlik duygusunun ağırlığı altında ezilmiş, birey olarak önemsizliğinin farkında varmıştır. Mekânın darlaştığı bu karanlık anlar, başkişinin de psikolojik bir yıkım yaşamasına neden olur.
Asılbek’in babası ile olan konuşmaları, Mıktı adında ve hayatını olumsuzlayan arkadaşıyla olan çatışmaları ve Bazıl ile olan farkındalık anları öykünün kırılma noktalarıdır. Birey(sel)leşme yolunda önce farkındalık olgusuyla kendisini tanıyan birey dünyayı anlamlandırma sürecinde kendi oluşunu önceleyerek var oluşunu gerçekleştirebilir. Asılbek de yaşadığı iç çatışmalar ile kendi “ben”inin ayırdına varmış, çevresini ve insanları daha iyi okumaya başlamıştır. Ben ya da diğer bir deyişle kahraman anlatıcı ile kurgulanan öykünün merkezinde de Asılbek’in iç çatışmaları ve çevresiyle yaşadığı gel-gitler yer alır.
Anlatıcı konumundaki Asılbek, öyküde, iç monolog olarak da bilinen bilinç akışı tekniğinden de yararlanır. Bilinç akışı, “iç konuşmanın düzensiz hali” şeklinde başkişinin zihin dağınıklığının dışa vurumdur; “Mıktı’dan nefret ediyorum artık. O şerefsiz ne yaparsa övünür. İçki bile içerse övünür. Üstelik de yalancı, Frunze’deyken137 benim paramı beraber harcamıştık gelirken bakmadan gitti. Kurumuş ekmekle soğuk çay içerek zorla eve ulaştım” (H.İOİ.: 41). Alıntıda geçen “Artık” sözcüğü bir farkedişi, uyanışı belirtir. Hayatında yanlış giden bir arkadaşlık sürecinin farkına varan Asılbek, bu aydınlanma haliyle kendilik değerlerini de öne çıkarmaya başlar. Hayatını sorgulayan eğriyi-doğruyu ayırt edebilecek bir olgunluğa erişen başkişi, kendini hayatın karanlık dehlizlerine hepseden arkadaşından uzaklaşarak kendilik bilincini oluşturur. Bu şekilde varoluşsal özünü kuran Asılbek, kendi oluşunu yine kendi içine yönelerek gerçekleştirir. Çünkü, “varoluş özü gerçeğe çıkaran şeydir.”138 Ontolojik olarak dünyada kendine yer açmaya çalışan Asılbek de özüne dönerek içsel yolculuğa çıkar.
Okumak babasının deyimiyle, “insan olmak” için çıktığı yolda arkadaşı Mıktı’ya uyarak derslere gitmeyen, kötü alışkanlıklar edinen Asılbek, sınavdan başarısız olarak evine döner. Başarısızlık sonucu döndüğü evinde, babasının katı tutumuyla karşısında kendini değersiz hissetmesi, onun hayatının kırılma anlarıdır. Arkadaşının kendine verdiği zararı sorgulamasıyla başlayan insan ol(a)mama sorunsalı, babasının dayattığı mesleği yapmak istememesiyle deneyimsel bir oluş sürecine gider.
2.4.1.2. Öyküde Zaman
“İnsan Olmak İstiyorum” öyküsünde sıradizimsel bir zaman kurgusu vardır. Öyküde vaka zamanı, başkişinin değişim süreci odak noktası olduğu için onun etrafında anlatılır. Vaka zamanı başkişinin evine dönüşüyle başlar; “ben üniversite sınavına giderken buğday daha yeni toplanmaya başlanmıştı, şimdi samanlar tepe tepe yığılmış, ürünler ambardaki yerini almış.” (H.İOİ.: 27) cümlesinden olayların yazın başladığı anlaşılır. Evine döndüğü anda babasının sorgulamalarına maruz kalan Asılbek, okumak için gittiği şehirden başarısızlıkla döner. Okurun kafasında uyanan Asılbek nasıl başarısız oldu? sorusu ben anlatıcının öykü zamanından geriye giderek yaşadığı kötü okul deneyimini anlatmasıyla cevabını bulur.
Öyküde zaman, öyküleme zamanında “mayıs-yaz-sonbahar-ilkbahar-mart” gibi takvimsel ve mevsimsel zaman tanımlamalarıyla belli aralıklarla devam etse de sık sık vaka zamanından geriye dönüşler gözlenir. Ben anlatıcı, ailesine kavuştuktan sonra geriye dönüş tekniği ile üniversitede arkadaşı Mıktı ile yaşadığı deneyimini anlatır; “o zaman Frunzedeydik… Atın nalı düşecek kartalın yorulacağı kadar uzak bir yerde okursak, adam oluruz diye umutla geldik. Üniversitenin hukuk bölümüne dökümanlarımızı teslim ettik. Burayı bitirince hemen iyi bir iş vereceklermiş dedi Mıktı” (H.İOİ.: 29). Kahraman anlatıcı, “o zaman” belirteciyle öyküleme zamanından geriye giderek olayları anlatmaya başlar. Öykünün ana izleğini oluşturan “adam olma” arzusu ile üniversiteye giden iki arkadaşın başarısızlıkla dolu yılları anlatılır.
Öyküde, anlatıcı konumundaki ben, öykü zamanından geriye dönüşlerle öyküyü kurgular. Bu tekniğe artsüremsel öyküleme denir. “Artsüremsel öyküleme, öyküleme zamanı ile öykü zamanı arasında geriye doğru bir aralığın olması durumudur.”139 Ben anlatıcı Asılbek, karakterlerle karşılaştığında bu teknikten yararlanarak karakterler hakkında vaka zamanından geriye dönüşlerle bilgi verir; “evet, Çotur benden iki yaş büyük. Ama yine de arkadaşlar gibiyiz. Bir zamanlar sekizinci sınıfı beraber okumuştuk. Asanbay, Üsönbay adlı iki kardeşi 1941’de savaşta öldü” (H.İOİ.: 36). Yaşamın karanlık anlarına göndermede bulunan kahraman anlatıcı, bunu geriye dönüş tekniği ile gerçekleştirir. İki kardeşini savaşta kaybeden Çotur, zamanın kurucu yönüyle hayattan kopmaz. Zaman, insan psikolojisi üzerindeki dönüştürücü etkisini öykü boyunca hissettirir. Çotur gibi, başkişi Asılbek de zamanla bilinçlilik haliyle kendi “ben”ini keşfeder ve tinsel doğumunu gerçekleştirir.
Anlatıcı ben, öykü boyunca geçmişte yaşadıklarını şimdileştirirken, babası ile yaşadığı çatışma, bir yandan tinsel doğumunu geciktirirken diğer yandan onu içinden çıkılmaz bir karamsarlığa iter. Ben anlatıcı Asılbek’in, kendilik değerlerinden uzaklaştığı bu anlarda babasının sözleri onda derin yaralar açarak zihninde “değersizlik duygusuna”140 dönüşür; “milletin oğullarını görmüyor musun? Sınavı geçiyor, üniversitede okuyor işte hepsi burada. Buzağı veririm diyerek birisinden borç para alıp seni okula göndermiştim ama sen geri gelmişsin. (…) Çokond’un oğlu bile okumuş gelmiş benim yerimi aldı. Ya sen…” (H.İOİ.: 28) sözleri onun kendini değersiz biri olarak görmesine yol açması yanında, hayatının buradalığını sorgulamasına da yol açar. Bu sorgulama Asılbek’in “insan olmak” sadece okuyup bir iş bulmak mı? Yoksa ne istediğini bilerek hayata sağlam adım atmak mı? İkilemi arasında kıyas yapan Asılbek, esas gelecek tasvvurunun kendi istediği mesleği yapmak olduğunun farkına varır.
Zaman öyküde, başkişinin şekillenmesinde kendi beni ile varoluşsal bağ kurmasında başat unsurdur. Asılbek, geçmişte yaşadığı kötü günleri şimdinin yoğunluğunda duyumsayarak kendi oluşunu gerçekleştirir. Babasıyla yaşadığı çatışmalar, çalıştığı işlerde insanların kurduğu sömürü düzeni ve çalışkanlığıyla kısa zamanda çevresinde büyük saygı gören Rus mühendis, Asılbek’in darkındalık sürecini hızlandırır. Zaman bu anlamda, Asılbek’in değişiminde/gelişmesinde etkin rol oynar.
Başkişi Asılbek’in babası tarafından aşağılanması/değersizleştirilmesi ontik olarak varoluşsal bir boşluğa düşmesine yol açsa da Asılbek, kendi beni ile yüzleştiği, yani eşikten dışarı ilk adım attığı andan itibaren farkındalık süreci yaşar, babasına karşı gelecek kadar cesaretle kendi oluşuna doğru yola çıkar. Yanlış arkadaş seçimi sonucu yaşadığı başarısızlık, başkişiyi kendi içine yöneltir. İki seçenek arasında kalan Asılbek, ya babasının aşağılamaları karşısında boyun eğecek ya da kendini gerçekleştirmek için mücadele edecektir. O, mücadele etmeyi seçerek kendi edimsel dönüşümünü gerçekleştirir. Zaman bu kurucu işleviyle “varlığı ortaya çıkaran, onu aydınlatan, belirgin yapan ve gizemini ortadan kaldıran unsurdur.”141 Zaman bu doğrultuda öyküde başkişinin şekillenmesinde, kendilik değerlerini bulmasında ana unsur olmuştur.
2.4.1.3. Öyküde Mekân
2.4.1.3.1. Dar/Kapalı Mekânlar
Öyküde mekân, ben anlatıcının sıkışıp kaldığı, ontolojik olarak güvensizlik duyduğu kendi “ben”ini kaybettiği labirentleşen özelliğiyle görülür. Başkişi bu tip mekânlarda “kendi ben’iyle de uzlaşamaz bir çatışma”nın142 içinde kalır. Başkişi Asılbek’in üniversite okumak için şehre gitmesi ve dönüşünde karşılaştığı ruhsal çalkantılı dönemlerinde mekân, çevresel olarak açık bir alan olsa da kahramanı sıkan/saran yapısıyla dar/kapalı mekân özelliği gösterir; “ev içi bana değişik geldi. Duvarları kısa, pencereleri küçücük, içi karanlıktı” (H.İOİ.: 28). Evin içinin “karanlık” olması başkişinin yaşadığı hayal kırıklığıyla paralel bir seyir izler. Sınavı kazanamayan başkişi, yaşadığı başarısızlık karşısında babasıyla yüzleşmekten korkar. Her zaman aynı olan evin içi yaşadığı ruhsal çöküş nedeniyle başkişiye “değişik” görülür.
Başkişiyi ontik olarak kaygı ile kuşatan mekân, onun diğer karakterlerle yaşadığı çatışma anlarında labirentleşir. Mekân başkişinin ruhsal durumuna göre anlam kazanır. Öykü kahramanı Asılbek’in, ruhunda hissettiği değersizlik duygusu ve ümitsizlik onun tutunacak bir yer bulamamasına yol açar. Öyküde mekân, karamsar ruh haline sahip başkişinin varoluş kaygısını duyumsadığı kapalı alanlardır. Babasının umut kırıcı sözleri başkişinin ruhunu sararak mekânı dar/laştırır; “senin adam olacağını sanıyordum… Ben durduğum yerden baka kaldım. Ne yapacağım… Ateşim varmış gibi bütün bedenim ısınıyor bazen de üşüyordu. Başım dönüyor, sanki kulaklarım hiçbir şey duymuyor, ağzımdan bir kelam bile çıkmıyordu” (H.İOİ.: 29). Yaşadığı başarısızlık üzerine babasının sözleri ile yıkılan Asılbek, psikolojik olarak çöker. Fiziksel ve ruhsal yönden yaşadığı depresif ruh hali onun varoluşsal bir boşluğa düşmesine yol açar.
Anlatıcı konumundaki ben, bu ruhsal kırılma anlarını, öykünün birçok yerinde yaşar. Farabi’nin bir olduklarını öne sürdüğü ve biri olmadan diğerinin anlamsız olduğunu söylediği143 insan ile mekân, sevinci mutlu anları nasıl bir arada deneyimliyorsa, hüzün ve acının biraradalığını da deneyimler. Başkişinin çatışmalarıyla anlamlanan mekân onu bozan, dağınıklaştıran kaotik olarak açmazlara sürükleyen özelliğiyle görülür; “üst kattaki odalardan bir müzik sesi geliyor, insanların neşe dolu gülmesi duyuluyordu. İşleri yerinde galiba yoksa böyle neşelenmezlerdi. İçim alev gibi yanıyor, dayanamıyordum. Eğer onlardan biri gelip de kendini büyük hissederse Mıktı’dan önce ben yumruklaşmaya başlardım.” (H.İOİ.: 29) Sınavdan başarısız olarak okuldan yurda dönen iki arkadaş içgüdüsel bir tepkiyle başarılı öğrencilere karşı cephe alırlar. Sınavdan başarısız olan başkişi ve arkadaşının ruhsal olarak çöküntüde olması mekânı labirentleştirir. Fiziksel mekânın daha önce huzur veren içtenlik hali birden darlaşarak, kaotik olarak bireyi saran/ sıkıştıran yapısıyla dar/kapalı mekâna dönüşür.
2.4.1.3.2. Geniş/Açık Mekânlar
Bireyin olumlu ilişkiler kurduğu, kendini anlamlandırdığı, huzurlu ve rahat hissettiği yerler açık-geniş mekânlardır. Birey bu tip yerlerde kendi oluşunu gerçekleştirirken, kaygıdan uzak olarak kendini güvende hisseder. Başkişi Asılbek’in “erginleşmesi”nde144 önemli rolü olan ev, tarla, işyeri gibi yerler, onun kendilik değerlerini oluşturmasıyla içtenlik mekânına dönüşür. Evde yaşadığı çatışmalar, tarlada çalışan işçilerin patronların menfaatlerine hizmet etmeleri ve işyerindeki yozlaşmış yönetcilerin kurduğu sömürü düzeni, onun mekânla ontolojik ilişki içine girmesine yol açar. Yazar, mekânın insana huzur veren bu aydınlık halini, başkişideki aynileşmesini ve mekân insan ilişkisini şu şekilde anlatır;
Bu güzelliklerin hepsini insan kendi eliyle yapmış olsa da bunların hepsini güzel gösteren insanın kendisi aslında. Çünkü bu güzelliklerin arasında karınca gibi kalabalık halk olmasaydı bu güzel şehirlerin mezar taşlarıyla dolu mezarlıktan farkı olmazdı. İşte mihnetinin huzurunu yaşamakta bu millet. İlkbaharda çıkan karçiçekleri gibi herkes hoş ve kibar. (H.İOİ.: 30)
Ben anlatıcı Mekânın insan ruhu üzerindeki olumlayıcı özelliğine örnek olarak verdiği cümlelerde, halkın varlığıyla mekânın güzelleştiği vurgusu yapar. İnsan, varlığıyla evrensel güzellikleri anlamlandıran bir yapı taşıdır. Gerek eylemleri gerek konumlandığı dünyaya kattığı duygu ve düşüncelerle mekânın anlamlı hale gelmesinde önemli bir unsur olur. Alıntıda geçen, “bunların hepsini güzel gösteren insanın kendisi aslında” cümlesi mekân-insan ilişkisinin bütünlüğünü ortaya koyar. Çünkü mekânın ruhu insana siner. Ferah ve huzurlu yerlerde insan da kendini huzrulu hisseder. Tabiatın insan ruhunu dinginleştirici etkisi, bireyin yaşadığı sıkıntılı süreci sağaltıcı etkisiyle öteler. İnsan, yaşadığı kötü olaylardan ya da kalabalıktan kaçtığı anlarda tabiatın kucağına sığınarak kendini rahat hisseder.
Başkişinin gelecek kaygısı onun “farkındalık” olgusundan uzak hayatın buradalığına göndermede bulunur. Onun kendini bulduğu içtenlik mekânları tabiatla baş başa olduğu kendi “ben”iyle yüzleştiği anlardır; “güneşin ılık ışıkları etrafı sarmış yüzüme vuruyor. Bütün dünya merhametin kucağında gibi” (H.İOİ.: 45). Cümlesinde de görüldüğü gibi anlatıcı “ben”in, kendini bulduğu bu anlar, onun ruhunun derinliklerine inmesinde, kendi iç huzurunu sağlamasında yardımcı olur. Nasıl ki birey güzel bir resme baktığında, ya da bir şarkı dinlediğinde kendini rahat hissederse, tabiatın ruha dinginlik veren bu havası başkişinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar; “şırıl şırıl akan su asırlardır yönünü değiştirmeden her zaman ileriye doğru akıyor. (…) Suya elimi dokundursam, yüzümü yıkarsam, bütün dertlerim geçecekmiş, yeni doğmuş bebek gibi temiz ve günahsız olacağım gibi geliyor” (H.İOİ.: 30). Tabiata can veren suyun kendi ruhsal dünyasına da hayat vereceğini düşünen başkişi, suyun arındırıcı yönüne göndergede bulunuyor.
Suyun insan ruhu üzerindeki etkisine Gaston Bachelard Su ve Düşler adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde değinir. Bachelard “gerçekten nehrin seraplarına aldanmak için iyiden iyiye yıkık bir ruha sahip olmak gerekir.”145 diyerek suyun sağaltıcı etkisine göndermede bulunur. Su berraklığı ve yansımasıyla da insanı kendi “ben”iyle yüzleştiren narsizmin nesnel koşullarını da yaratır. Aynada kendini izler gibi suda kendini seyreden insan, yaşadığı sıkıntı ve yıkıcı olayları suda arınarak giderir. Asılbek’in suya baktığında kendini “yeni doğmuş bir bebek gibi temiz ve günahsız” görmesi, suyun arındırıcı ve yansıtıcı yönünün insan ruhu üzerindeki etkisinin göstergesidir.
Mekân-insan ilişkisinde başkişinin düşleminde olduğu ve olmak istediği karakter arasındaki benlik çatışması mekâna yansır. Bahtin, karakteri tanımlarken bu düşlemin karakterin şekillenmesinde mekânın ve zamanın üstünde onu biçimlendiren özelliğine değinir; “yapıtın merkezinde, bir düş görüngüsünün öyküsü yer alır. (…) Mekân ve zaman üstüne, yaşam ve aklın tüm yasaları üstüne çıkıp, yalnızca yüreğinin sesinin emrettiği yerde durduğunda her şey, düşlerde gerçekleştiği şekilde gerçekleşir.”146 Kişinin konumlandığı yer onun ruhsal yönden sağaltan yapıcı yönüyle önemlidir. Bireyselleşme yolunda kahramanla-mekân arasındaki ilişki kahramanı dönüştüren bütünleştiren yönüyle ele alınır. Yalnızlığın ızdırabı mekânın açık yönüyle kahramanın içine dönmesini, kendi “ben”ini keşfetmesini sağlar. Asılbek de yaşadığı ağır travma sonucu yüreğinin sesini aşk imgesiyle izler. Onun konumlandığı içtenlik mekânı sevgilinin yanıdır;
Yalnız, ağacın altına geldim. Bu ağaçla sırlaşan, bunun altında en çok bulunan yalnız insan benim. Her gün geliyorum. Yaslanarak oturdum. Altına yatarak bazen gökyüzüne bakarım, sevimli yıldızımı ararım. Yalnızlığımı unuturum. Sanki sağımda solumda otuz delikanlı oturuyormuş gibi neşelenirim. Dilde de benim yanımda benden hiç çekinmeden bana yaklaşıp, kulaklarıma bir şeyler söylüyormuş, şaka yaparak gülüyormuş gibi yüzü yüzüme dokunup, sımsıcak nefesini hissederim. Bugün kendimi her zamankiden daha kuvvetli hissettim. (H.İOİ.: 69)
İletişimsizlik ve yalnızlık sonucu, değerler düyasından uzaklaşan Asılbek, düşleminde yalnızlığını unutur. Asılbek’in düşleminde âşık olduğu kızı yanında hissetmesi yalnızlığını unutturan önemli etkendir. Aşkın dolayımlayıcı gücü, onun şekillenmesinde varoluşsal olarak hayata tutunmasında, kendini keşfetmesinde ana unsurdur. Asılbek’in dünyasındaki olumlu düzelme ruhundaki ıstırabın dinmesini sağlar. Kendisiyle ve çevresiyle uyum sorunu yaşayan ve çatışma içinde olan Asılbek, “Bugün kendimi her zamankinden daha kuvvetli hissettim” cümlesiyle kendi oluş/unu gerçekleştirme yolunda ruhsal erginlenme sürecine girerek tinsel doğumunu gerçekleştirdiğini gösterir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.