Kitabı oku: «Erewhon’a İkinci Ziyaret», sayfa 3
4. Bölüm
Babam, Hanky ve Panky’nin Konuşmalarına Kulak Misafiri Olur
Babam zorluklar içinde okumuştu ve birinin durumundan çıkar sağlamayı abartmanın iyi bir şey olmadığını bilirdi. Kuşların, burada durumlar onun eskiden bildiği önceki ederinden az da olsa üç çift kuş karşılığı adamlardan beş şilin aldı.
Ayrıca, bu bankalar dışında hiçbir yerde değeri olmayan bir şilin değerinde Müzikal Banka parası (kitabında açıkladığı gibi) almaya da razı oldu. Bunu yaptı çünkü Müzikal Banka parası taşıdığının görülmesi ona karşı saygı uyandırırdı ve aynı zamanda birazını da bu bilinmeyen paranın henüz yer almadığı İngiltere Müzesine vermek istiyordu. Ama paralar gözüne daha önce hatırladığından daha ince ve küçük göründü.
Ona Müzikal Banka parasını veren Hanky değil Panky’ydi. Panky riyakâr olanıydı; o kadar ki kendisini bile kandırabilirdi. Bu arada, birini kandırmak zor bir şey olmasa da yine de asıl kandırılmaya değer kişileri kandıramadığı için kandırmakta çok başarılı sayılmazdı.
Hanky’nin ara sıra yaptığı dürüstlüğü insanlara kalkanlarını indirtirdi. Sıkıcı, yüzeysel ve safi, kaba saba bir profesördü. Profesör olarak tabii ki iddia ederdi ama gerektiğinden daha fazla yalan söylemezdi; destekler ve desteklenirdi ama yine de sağlam, kurt gibi bir insandı.
Diğer yandan Panky’ye insan bile denemezdi; kendisini bütün ciddiyetle işine vermiş ve yaşayan bir yalan olmuştu. Eğer Othello’dan bir pasaj oynamak zorunda olsaydı ruhunu tamamen karartır ve büyük ihtimalle karısı Desdemona’yı1içtenlikle öldürürdü. Hanky ise acemilikten bunu yapamazdı ve onun Desdemona’sı oldukça güvende olurdu.
Filozoflar bıldırcınlara benzer, iki ya da üç kez hayal güçleriyle uçuş yapabilirler; uyku arası vermediklerinde ise bunu daha seyrek yaparlardı. Bu profesörler babamın kaçak avcı ve korucu olduğunu; bıldırcınların pazar ziyafeti için istendiğini ve keklik yemek üzere olduklarını hayal etmişlerdi (En azından Panky.). Şimdi yorgunlardı ve her zamanki konuşmalarına dalarak sanki orada yokmuş gibi babama fazla ilgi göstermiyorlardı.
Zavallı adam, Hanky’den aldığı bıçakla kestiği bıldırcınlardan başka bir şey düşünmüyormuş gibi görünürken söyledikleri her sözü içiyordu. Hızla yolduğu iki kuşu bir an önce temiz közlerin üzerine yatırdı.
“Pazara kadar ne yapacağımızı bilmiyorum. Bugün perşembe. Ayın yirmi dokuzu değil mi? Evet tabii ki öyle. Pazar ilk gün. Ayrıca bu bizim iznimizde yazıyor. Yarın dinlenebiliriz; cumartesi ne yapabiliriz onu merak ediyorum. Ama o zamana kadar diğerleri burada olur ve onlara heykellerden bahsedebiliriz.” dedi Hanky.
“Evet, ama dikkat et de keklikler hakkında ağzından bir şey kaçırma.”
“Bence Dr. Downie’ye söyleyebiliriz.”
“Kimseye söyleme.”
Sonra heykeller hakkında hiçbir şey bilinmediğinin ortada olduğu hakkında konuştular. Ama babam pişirmek için birkaç dakika uğraştığı bıldırcınları servis ederek konuşmalarını böldü.
“Bıldırcın ne lezzetli kuş!” dedi Hanky.
Diğeri azarlayarak “Keklik Hanky, keklik!” dedi.
İlk gelenleri birkaç dakika içinde bitirerek heykeller konusuna döndüler.
“Yaşlı Bayan Nosnibor, Güneş’in Oğlu’nun kendisine heykellerin, babası güneşin kızgınlığına maruz kalmış olan on kabileyi simgelediğini söylediğini söyledi.” dedi Panky.
Babamın hisleri hakkında yorum yapmayacağım.
Hanky “Güneş’in Oğlu! Saçmalığın daniskası. O hiçbir zaman Güneş’in babası olduğunu söylemedi. Ayrıca onun hakkında duyduğum her şeyden onun değerli bir aptal olduğunu algılıyorum.” diye cevap verdi.
“Of Hanky, Hanky! Bu şekilde konuşmaya devam edersen her şeyi berbat edeceksin.”
“Asıl hiç konuşmayarak sen kendin berbat edeceksin Panky. İnsanlar kandırılmayı sever ama aynı zamanda kendi aldatmacalarından kuşkulanılmasından da hoşlanırlar ve sen asla kuşku duymazsın.”
Panky, heykellere dönerek “Kraliçe, öyle olduğunda ısrarcı…” dedi.
Hanky “İşte yeni pişenler de geldi.” diye kesti sözünü. “Boş ver kraliçeyi.”
Kuşlar yendikten sonra Panky yine kraliçe hakkındaki hikâyesine başladı.
“Kraliçe kendilerinin eski Hemen-Öp-Beni Tanrısı’nın tarikatıyla bağlantılı olduklarını söylüyor.”
“Ya öylelerse? Ama kraliçe Hemen-Öp-Beni’yi her şeyde görür. Bir bıldırcın daha, eğer lütfederseniz, bay korucu.”
Babam derhâl başka kuş getirdi. Bunlar yenirken sessizlik oldu.
Panky, “Güneş’in Oğlu’ndan bahsedelim; onu hiç gördün mü?” dedi.
“Hiç görmedim ve umarım asla görmem.”
Ve sonra son kuşlar da yendi
Panky “Ahbap, biraz daha odun getir; ateş neredeyse söndü.”
Ateşin gerçek korucuların dikkatini çekmesinden korkan babam “Daha odun bulamam bayım.” dedi
Hanky “Boş ver, birazdan ay çıkacak.” dedi.
Panky “Peki Hanky, şimdi söyle bakalım pazar günkü vaazında ne söylemeyi düşünüyorsun?” dedi. “Sanırım bu sefer iyi düşünmüşsündür.”
“Hemen hemen. Her zamanki sınırlarda tutacağım. Güneş’in Oğlu’nun bizi kurtardığı cahil şehirden bahsedeceğim ve Müzikal Bankanın hemen harekete geçerek nasıl şimdiki evrensel başarısı aracılığı ile kutsandığını göstereceğim. Güneş’in Oğlu’nun hapishanede kalmasıyla ve Güneşin Oğlu Kanıt Topluluğu’na verilmesiyle Sunchston’a yayılan ölümsüz ihtişam hakkında konuşmalıyım ve tapınağın hizmeti için gereken papazlığa bağışlanacak fonlar hakkında.”
Tapınak! Ne tapınağı?diye söylendi babam içinden.
“Dört siyah-beyaz atla ilgili ne yapacaksın?”
“O konuda ısrarcı olacağım tabii ki altı tane yapana kadar.”
“Neden at olamadıklarını gerçekten görmüyorum.”
“Bence de görmüyorsun.” Sert bir şekilde diğerine döndü: “Ama onlar siyah ve beyaz leyleklerdi ve sen de bunu benim kadar iyi biliyorsun. Yine de ilgi gördüler ve şimdi mihrabın üzerinde duruyorlar, muhteşem bir şekilde hoplayıp zıplıyorlar, bu yüzden onları ileri süreceğim.”
Babam yine Mihrap! Mihrap,diye içinden tekrarladı.
Çok fazla düşünmesine gerek yoktu; mihrap denilen yeri görmeye geldiğinde üzerine yerleştirilen masanın Hristiyan kiliselerindeki mihrapla benzerliği olmadığını gördü. Bu basit bir masaydı, üzerine Müzikal Banka bozuk paralarıyla dolu iki kâse yerleştirilmişti; iki veznedar masanın iki yanına oturup oraya gelenlerin hepsine bunlardan dağıtıyorlardı. Bu arada masanın önünde insanların o bölgeye ait bozuk paraları attıkları bir kutu vardı. İnsanlar istedikleri kadar ya da ne kadarına güçleri yetiyorsa bu kutuya atıyorlardı.
Bağış fikri üzerinde düşünülmemişti. Masanın konumu ise ona verilen isim gibi, Erewhon’luların babamdan isimleri ve uygulamaları kendilerine nasıl mal ettiklerine dair bir örnekti. Bunların ne olduğunu, ne anlama geldiğini anlamamışlardı. Bu yüzden, bir kez daha, Profesör Hanky bağışlardan bahsetti, bağışın ne olduğuna dair en belirsiz fikre o sahipti.
Şunu da ilave edebilirim ki bir delikanlıyken babam İncil’i sürekli okurdu ve asla unutmazdı. Bu yüzden İncil’e ait pasajlar ve saf bilinçsiz düşüncenin etkisi olan ifadeler her zaman dilinde olmuştur. Erewhon’lular bu ifadelerin çoğunu yakalamıştı ama babam onları bazen o kadar bozardı ki zar zor anlaşılırdı.
İlk gelişinde söylendiğini hatırladığı şeyler sürekli olarak ikinci ziyaretinin ilk günlerinde karşısına çıkıyordu. Kendi sözlerinin gülünç taklitleriyle karşılaşmak ya da kendisininkinden daha dinî sözlerle karşılaşmak onu şok ediyordu; üstelik onları düzeltemiyordu da. Bana “Merak ediyorum da hiç kimse bunun cehennemdeki lanetlilerin bir cezası olduğunu anlamadı mı?” dedi.
Çok uzun süredir ihmal ettiğim Profesör Hanky’ye geri döneyim:
“Ve elbette belediye başkanının karısı…” Onu artık Yram olarak düşünmemeliyiz. “Hakkında bir sürü güzel şey söyleyeceğim.” diye devam etti.
Panky “Belediye başkanının karısı çok tehlikeli bir kadın; bak kendisine yeni Erewhon giysileri verilmeden önce Güneş’in Oğlu’nun kendi giysilerini giymesine nasıl karşı çıktı. Ayrıca içten içe şüpheci bir kadın ve o kıymetli oğlu da öyle.” diye cevap verdi.
Hanky “Oldukça haklıydı. Ona hapisanedeyken akşam yemeği götürdüğünde Güneş’in Oğlu’nun üzerinde hâlâ buraya geldiği kıyafetler vardı ve erkekler, bir erkeğin nasıl giyindiğini etmese de kadınlar fark eder. Ayrıca, onun onları giydiğini gören pek çok kişi var.” dedi homurtu ile.
Panky “Belki, ama bu konuda espiriler yapmış olmasaydık, asla kralla konuşamazdık. Yram hırçınlığıyla bizi neredeyse harap etti. Eğer onu korkutmuş olmasaydık ve senin çalışman yanmasaydı…” dedi.
“Yeter Panky, artık ondan bahsetme.”
“Onun kaza olduğundan elbette şüphem yok; yine de senin çalışman kazara yanmış olmasaydı, sana ciddi, özenli, sabırlı bir bilimsel araştırma için kıyafetlerin verildiği ve Yram’ın da yanmaktan kıl payı kurtulduğu akşam, kralla asla konuşmayı başaramazdık. Kıyafetlerin inancı değil fikri simgelemek için giyildiği konusunda kralı ikna edebilmek için neler yapmak zorunda kaldık. Ne yazık ki kıyafetler yanmadan önce kralın terzisi onları yedeklemişti.”
Hanky oldukça içten güldü. “Evet, kıl payı kurtulmuştuk. Ama merak ediyorum da neden kraliçe, kıyafetleri ters giyen bir mankene giydiremedi? Bu manken meclis salonuna getirilir getirilmez kral bir sonuca vardı ve ne kral ne de Yram onu bir milim bile kımıldatamadıklarından mankeni ve Yram’ı kralın huzurundan sepetlemek zorunda kaldık.
Panky de güldü. “Ne yapabilirdik? Halk, Yram’a neredeyse tapıyor; sarışın oğlu, evlendikten yedi ay sonra doğduğu hâlde kocası da öyle. Bu kesimlerdeki insanlar Güneş’in Oğlu’nun kanının ülkede olduğunu düşünmekten hoşlanıyorlar, hatta çocuğun belediye başkanından olduğuna tereddütsüz yemin bile ederler. Berbat! O, hiç kimse değil de Yram tarafından koruculuğa getirilmiş olmasa insanlar buna dayanır mıydı sanıyorsun?” dedi.
Babamın hislerini hayal edebilirsiniz ama bunu anlatarak burada profesörlerin konuşmalarını bölmeyeceğim.
Hanky, “İyi, iyi, dünya döndükçe erkek çalmalı, kadın da çalışmalı. Yapabileceğimin en iyisini yaptım. Ona haklı olduğunu söylemeseydim kral Güneş’in Oğlu öğretisini asla benimsemiş olmazdı; ayrıca ona hak verdiğimize memnun olduğundan halkın ön yargısına uyum sağladı ve sorunun belirsiz kalmasına müsaade etti. Onun kraliyet profesörlerinden biri giysinin bir tarafını diğeri de diğer tarafını giyecekti.” dedi.
“Benim giyiş şeklim en rahatı.”
Hanky heyecanla “Hiç de değil.” dedi. Bunun üzerine profesörler birbirine girdi ve tartışma o kadar büyüdü ki babam diğer korucular duymasın diye onları susturmak için araya girdi. “Biliyorsunuz, yerde bir sürü keklik kemiği var ve bu biraz garip görünebilir.” dedi.
Profesörler birden sustu. Biraz sessizlikten sonra Panky, “Bu arada, şu kardaki ayak izleri de çok tuhaf. Öyle görünüyor ki adam kendisine garip gelen heykellerin etrafında iki üç kez dolaşmış ve kesinlikle diğer taraftan gelmiş.” dedi.
Hanky sabırsızca, “Heykellerin biraz ötesine gidip geri gelmiş olan koruculardan biriydi.” dedi
“O zaman giderken bıraktığı ayak izlerini de görmüş olmalıydık. İyi ki ölçmüşüm.”
“Bunla ilgisi yok ama senin ayak numaran kaçtı?”
“On bir ince dört buçuk; sağ ayakta bir çivi, sol ayakta iki çivi eksik.” Sonra hızla babama dönerek “Ahbap, dur botlarına bakayım.” dedi.
“Saçmalık Panky, saçmalık!”
O anda babam, bu iki adamın üzerine saldırıp saldıramayacağını, onları öldürüp öldüremeyeceğini ve bir an önce geri dönüp dönemeyeceğini düşünmeye başlamıştı ama hâlâ oynayacak bir kartı vardı.
“Tabii ki bayım, ama bunlar benim botlarım değil.” dedi.
Sağ ayağındaki botunu çıkartıp Panky’ye verdi.
“Kesinlikle! 11 x 4,5 inç ve bir çivi eksik. Şimdi bay bekçi, bu botları nerden bulduğunu iyice açıklayacaksın. Bana diğerini göstermene gerek yok.” diyerek karşısındaki kişiyi sözleriyle ezebileceğinden emin şekilde konuştu Panky.
Babam, “Bizim aldığımız emirleri bilirsin; onları izninde gördün. Yakınlarda; son zamanlarda birden fazla kez gördüğümüz, diğer taraftan gelen o şeytanlardan biriyle karşılaştım; yukarıda asılı olan bulutların ötesinden geldi. İzni olmadığından ve dilimize ait tek bir kelime bile bilmediğinden hemen onu fırlattım ve boğazladım. Şimdiye kadar sadece emirlere uyuyordum ama botlarının benimkilerden çok daha iyi durumda olduğunu görünce ve bana uyduklarını anlayınca onları almaya karar verdim. Emin olun geçidin tepesinde kar olduğunu bilseydim yapmazdım.” diye cevapladı.
Hanky, “O kadarını da düşünemezdi. Belli ki heykellerde bulunmamış.” dedi.
Panky hayrete düşmüştü. İronik bir şekilde “Ve tabii ki bu zavallı garibandan botları dışında bir şey almadın.” dedi.
Babam “Bayım, her şeyde açık olacağım. Onu, giysilerini ve kendi eski botlarımı havuza attım; ama battaniyesini, pişirmek için kullandığı gereçleri ve kuru yapraklara benzeyen bazı tuhaf şeyleri ve içinde altın olduğunu düşündüğüm çantalarını tuttum. Bu eşyaları pek sorgulamayacak bir antikacıya satabilirim diye düşündüm.”
“Ve bütün bu şeyleri ne yaptın?”
“Burdalar bayım.” Konuşurken ormana daldı ve ulaşılır bir yerde tuttuğu battaniye, maşrapa, çay, teneke çaydanlık ve külçelerin olduğu minik çantayla geri döndü.
Birilerini öldürebildiğini öğrendiğinde babamdan korkmaya başlayan Hanky “Bu çok tuhaf.” dedi.
Burada profesörler hızlı hızlı, babamın anlayamadığı ama kitabında bahsettiği kuramsal dil olduğundan emin olduğu başka bir dilde konuştular.
Az sonra Hanky babama oldukça kibarca “Bütün bu şeylerle ne yapmayı düşünüyorsun dostum? Şunu söylemeliyim ki altın diye aldığın şey hiç de altın değil; basit, sert, ama yine de bakırdan daha değerli bir metal.” dedi.
“Bende bunlardan yeteri kadar var; yarın sabah bunları mavi havuza götürüp içine atacağım.”
Hanky derin düşünerek “Bunu yapmaya gerek duyman ne yazık, eşyalar antika gibi ilginç ve… Ve… Ve… Bunlar için ne alırsın?” dedi.
Babam “Bunu yapamazdım bayım, bunu yapmazdım, hayır. (Hanky bizim paramızla 5 pound’a eşit bir miktar söylemişti.) Bu paraya değil.” Erewhon parası istediğinden ve on pound’u şu an kullanılan Erewhon parasından elde etmek için feda edebileceğini düşündüğünden devam etti.
Hanky bunlara hiçbir antikacının bunun yarısı kadar bile vermeyeceğini söyleyerek onu alt etmeye çalıştı. Sonra babam gümüş olarak 4.10 pound almaya razı oldu. Az önce açıkladığım gibi bu, altın olarak ganimetin yarısından fazlası bile etmezdi. Bu esnada, pazarlığa tutuşuldu ve profesörler ona tek bir Müzikal Banka parası bile vermeden ödeme yaptılar. Botları da bu fiyata dâhil etmek istediler ama babam karşı çıktı.
Ama ona biraz endişe veren başka konuya gelince karşı koyamadı. Panky babamın para için fatura vermesi gerektiğinde ısrar etti ve bu konuda profesörler arasında burada anlatabileceğimden çok daha uzun bir anlaşmazlık oldu.
Hanky faturanın gereksiz olduğunu söyledi. Bu konunun yeniden açılması babama bile zarar verirdi. Ancak Panky, babam tekrar para isterse diye değil ama -dışından söylemediyse bile-Hanky bütün alışverişte hak iddia etmesin diye endişelendiğinden fatura istedi.
Sonunda, Panky umulmadık şekilde galip geldi ve profesör Hanky ve Panky’den 4.10 pound tutarında para alındığını tasdik eden (Miktarı tercüme ediyorum.), üzerinde ortak paylaşılacak belli miktarlarda sarı maden, bir battaniye, kralın koruluklarında sahipsiz bulunmuş ufak tefek eşyalardan söz edilen bir fatura hazırlandı. Bu belge de izin belgesi gibi 19.12.29 tarihliydi.
Genelde daima pratik zekalı olan babam, bir isim arayarak zihnini zorluyordu ve Bay Nosnibor hariç kimse aklına gelmiyordu. Bu kişinin Senoj diye de çağırıldığını hatırlayınca belgeyi Erewhon’da yeterince yaygın bir isim olan Senoj, alt korucu ismiyle imzaladı.
Panky şimdi memnundu. “Bunu sarı metal parçaları ile birlikte çantaya koyacağız.” dedi.
Hanky kibirli bir şekilde “Nereye istersen koy!” dedi ve çantaya kondular.
Her şey bittiğinde babam gülerek “Eğer benimle haksızca uğraştıysan seni affediyorum. Benim ilkem şudur: Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla.”
Panky hevesle “O son sözleri tekrar et.” dedi. Babam, üslubuyla ilgili telaşa kapıldı ama tekrar etmenin daha yerinde olacağını düşündü.
“Duydun mu Hanky? Ben ikna oldum; söyleyecek başka bir şeyim yok. Adam gerçek bir Erewhon’lu; Güneş’in Oğlu’nun duasının bozuk okunuşunu biliyor.”
“Açıkla lütfen.”
Bu arada tahminî düzeltmelerde iyi olan Panky, “Neden göremiyosun? Bunun Güneş’in Oğlu ve ait olduğunu gösterdiği insanlardan herhangi biri için ne kadar imkânsız olduğunu göremiyormusun? Kendi günahlarını affettirmek diğer insanların günahlarını affetmek kadar kolay olabilir mi?” dedi.
“Onun zekâsında hiçbir insan böyle bir şeyi hayal edemez. Bu, her şeye gücü yeten bir varlıktan onun günahlarını kabul etmemesini istemek ya da onları tam olarak affetmesini istemek gibi bir şey olur. Hayır, Yram bunu yanlış anladı. Kelimelerini karıştırdı. Kelimelerin telaffuzu çok benzerdi; doğrusu bariz şekilde ‘Bizim suçlarımızı bağışla ama bize karşı suç işleyenlerin suçlarını bağışlama.’ olmalıydı. Bu, manalı ve olmayacak bir duacıyı her birimizin kalbine hitap eden biri hâline çevirir.” Sonra babama dönerek “Bunu görebilirsin dostum, her şey seni işaret ederken göremez misin?” dedi.
“Elbette görürsün, benim iyi dostum ve bildiğim kadarıyla Erewhon kaynakları dışında sana asla ulaşmış olamayacakları için elbette görürsün.”
Hanky güldü, homurdandı ve alçak sesle mırıldandı: “Sonunda bu ahbabın yabancı bir şeytan olduğunu düşünmeye başlayacağım.”
Babam “Ve şimdi, beyler, ay yükseldi. Gün doğumuyla beraber bıldırcınların peşine düşmeliyim; sonra da korucu kulübesine gideceğim ve hem bıldırcınların yerine olabildiğince yakın olmak hem de koşarken dinç olmak için iki saat kadar uyuyacağım.” dedi ve devam etti.
“Korulukların sınırına o kadar yakınsınız ki artık izne ihtiyacınız olmayacak; hiç kimse sizi karşılamayacak ve kimse karşılamamalı da. Eğer karşılarsa sadece isminizi verip bir hata yaptığınızı söyleyin. Yarın korucunun ofisinde nasıl olsa bunu teslim edeceksiniz ama bunu şimdi alırsam sizi beladan koruyacaktır ve bıldırcınları teslim ettiğimde bunu da teslim ederim.
Antikalara gelince onları sınırların dışında oldukça iyi saklayın. Size onları bir an önce ormanın dışına götürmenizi ve buralarda değil sınırıların dışında dinlenmenizi öneririm. Onları uygun bulduğunuz bir zamanda uygun bir şekilde geri alırsınız.
Ama umarım diğer taraftan buraya gelen yabancı şeytan hakkında hiçbir şey söylemezsiniz. Bu hususta herhangi bir fısıltı, insanların huzurunu kaçırır ve zaten huzurları yeterince kaçmış durumda; bu nedenle bize verilen emir buradan geçen herkesi öldürmek ve bunu başkorucu dışında kimseye söylememek.
Beyler kendimi savunmak için sizin tarafınızdan bu emirleri çiğnemeye zorlandım; size söylediğim şeyleri sır olarak tutacağınıza ve fedakârlığınıza güvenmeliyim. Elbette bunları başkorucuya bildirmeliyim. Eğer şimdi beni anlıyorsanız izninizi bana bırakabilirsiniz.”
Bütün bunlar o kadar inandırıcıydı ki profesörler teşekkür dışında tek kelime etmeden izin belgesini verdiler. Antikalarını aceleyle kral topraklarından çıkıncaya kadar, daha dikkatli saklamak için “zavallı yabancı şeytanın” battaniyesine sardılar.
Babama iyi geceler ve sabahki bıldırcın avında başarılar dilediler; keklikler konusundaki özverili hizmeti için tekrar teşekkür ettiler ve hatta Panky ona birkaç tane Müzikal Banka parası verdi; babam da memnuniyetle kabul etti. Sonra Sunchston yönüne doğru yola koyuldular.
Babam, bir kısmını sabah kahvaltıda yemek, diğerlerini de bulabildiği ilk uygun yerde atmak için kalan bıldırcınları topladı. Dağlara doğru döndü ama daha on adım gitmeden bir ses duydu ve arkasından kendisine “Güneş’in Oğlu’nun duasının doğru okunuşunu unutma.” diye seslenen Panky’yi gördü.
Babam duyulmayacağını bilerek ama yine de duygularını ifade edebilmekten memnun şekilde “Seni yaşlı aptal!” diye bağırdı.
5. Bölüm
Babam, Varlığından Haberdar Olmadığı Oğluyla Karşılaşır ve Onunla Bir Anlaşma Yapar
Son iki bölümde aktarılmış olan olaylar iki saat kadar sürmüştü. Bu yüzden babam ayak izlerini takip edip o sabah bıraktığı kampa doğru gidene kadar neredeyse gece yarısı olmuştu.
Artık giyilmesi yasak olan kıyafetle daha ileri gidemeyeceğinden bu gerekliydi. Bu vakitte, heykellere ulaşana kadar pek korucuyla karşılaşmazdı ve gayret ederse profesörlerin izin belgesinin süresi dolmadan kralın özel topraklarının sınırlarından vaktinde çıkabilirdi. Eğer sorun çıkarsa işi izinde adı yazılı kişilerden biriymiş gibi pişkinliğe vurmalıydı.
Yorgun olduğu hâlde heykellere tahmininden daha çabuk, sabah üç gibi ulaştı. Rüzgâr ılıktı ve profesörlerin o bıraktıktan kısa bir süre sonra görmüş oldukları izler yok olmuştu. Heykeller ay ışığında oldukça acayip göründü ama şarkı söylemiyorlardı.
İlerlerken profesörlerden edindiği bilgileri düzene koydu. Açıkça görünüyordu ki Güneş’in Oğlu ya da Güneş’in Çocuğu kendisinden başkası değildi ve Coldharbour’ın yeni adı şüphesiz onun Erewhon’da ulaştığı ilk kasaba olduğunu anımsamak içindi.
Onun insanüstü soyundan geldiği zannediliyordu ve balonla uçuşunun anlaşılmaz bir mucize olduğuna inanılmıştı. Erewhon’lular yüzyıllar boyu önceki kültürlerine ait bilgileri silmekteydiler, aslında müzelerden ya da bulunması zor ciltlerden hâlâ anlaşılması zor da olsa biraz bilgi edinilebilirdi. Ancak az sayıda arkeolog araştırma yaptığı hâlde, çalışmaları asla kitlelere ulaşmadı.
Şimdi her şeyi anladı. Gelecek pazar o ve annem buradan kaçalı yirmi yıl olacaktı. Bu 19.12.29’un anlamıydı. Şüphesiz Erewhon tabiatını Güneş’in doğasıyla birleştiren bir gelinle Güneş’in sarayına döndükleri günden itibaren yeni bir çağ başlatmışlardı.
Dolayısıyla 7 Aralık Pazar gününden başlayan yeni yıl 20.1.1 oldu. Tamamen bitmediyse de perşembe günü, otuz bir günlük ayın sonundan sadece iki gün sonraydı; ayrıca yılın da sonuydu. Yani profesörün izninde olduğu gibi XIX. xii. 29 olacaktı.
Daha sonraki sayfada ne olacağını burada açıklamalıyım. Yani Erewhon’lular yeni sistemlerine göre, bu dünya ve onun diğer gezegenleri haricinde Güneş’in Tanrı olduğuna inanmazlar.
Babam onlara astronomi hakkında az bir şey anlatmıştı ve onları sabit yıldızların da bizimkisi gibi etrafında gezegenlerin döndüğü ve büyük ihtimalle bizden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar üzerlerinde akıllı canlıların yaşadığı Güneşler olduğuna ikna etmişti.
Bundan yola çıkarak Güneş’in bu gezegen sistemlerinin yöneticisi olduğunu, Hava Tanrısı, Zaman ve Mekân Tanrısı, Umut, Adalet ve babamın kitabında belirtilen diğer tanrıları kişileştirdikleri gibi kişileştirilmesi gerektiği teorisini geliştirdiler. Eski inanışlarını bu tanrıların gerçek varlığında sürdürdüler ama şimdi bütün onları Güneş’e göre altta tuttular.
Bizim tanrı anlayışımıza en yakın yaklaşımları, Tanrı’nın kâinattaki bütün Güneşlerin hükümdarı olduğu, gezegenlerimizin ve onların üzerinde yaşayanların olduğu kadar ona ait olan Güneşlerin de efendisi olduğuydu.
Onun bir Güneş’e ve sistemine diğerlerinden daha fazla ilgi gösterdiğini inkâr ederlerdi. Etrafındaki gezegenlerle beraber bütün Güneşlerin Tanrı’nın eşit evlatları olduğu ve her Güneş’i kendi sistemini yönetmek ve korumakla görevlendirirdiği varsayılırdı. Bu yüzden “Hava Tanrısı’na ve hatta Güneş’e yeteri kadar dua edebilirsek Tanrı’ya dua etmemeliyiz. Ona gezegenleri gözettiği için minnettar olabiliriz ama daha ileri gitmemeliyiz.” derlerdi.
Babamın algılamalarına geri dönersek, Erewhon’luların sadece kendisinin Nosnibor’larda sıkça açıkladığı takvimimizi benimsediklerini değil aynı zamanda bizim haftalarımızı da alıp bizim yaptığımız gibi pazarları tatil yaptıklarını algılamıştı.
Gelecek pazar havalanışının yirminci yılı anısına ona bir tapınak adayacaklardı; burada babamı ve eşini dört siyah ve beyaz atın sürdüğü at arabasıyla göğe yükselirken gösteren bir tablo olacaktı ancak Profesör Hanky olayda at değil sadece leylekler olduğunu söylemişti.
Burda babamın lafını keserek “Gerçekten leylek var mıydı?” diye sordum.
“Evet, Hanky’nin sözlerini duyar duymaz yaz aylarında Erewhon semalarında onları çok eğlendiren dört beş büyük leyleğin dönüşünü hatırladım.” dedi. “Bunu epeydir unutmuştum ama birden bu yaratıkların bilmedikleri bir tür kuş sandıkları balona doğru pike yapıp gök cisminin etrafındaki uydular gibi onun etrafında daireler çizdiklerini hatırladım.
Heybetli gagalarıyla balona saldırırlarsa diye korkmuştum çünkü o zaman her şey biterdi. Ya korktular ya da meraklarını giderdiler; öyle ya da böyle bizi rahat bıraktılar. Ama merkezden epey uzaklaşana kadar bize eşlik ettiler.”
Babamın eski kamp yerine dönerkenki düşüncelerine geri döneyim.
Profesör Panky’nin giysilerinin ters oluşuna gelince kendi eski giysilerini kraliçeye verdiğini hatırladı ve başsız korkuluktan daha iyi bir şeyde onları sergileyebileceğini düşündü. O korkuluğun yeri hiç değiştirilmediyse tersten gördüyse kralın ilk bakışta bunun ne olduğunu anlayamaması normaldi ve ilk bakışta neye benzettiyse ilk fikirlerinin son fikirleri olması olası olduğundan değişmesi de çok zor bir ihtimaldi. Ama bu durum hakkında daha çok şey öğrenmeliydi.
Ya saat? Makineler hakkındaki görüşleri de mi değişmişti? Ya da onun kullandığı bir makine ile ilgili bir istisna mı yapılmıştı?
Yram da annemle babam oradan ayrıldıktan kısa bir süre sonra evlenmiş olmalıydı. Yani şimdi belediye başkanının karısı ve görünüşe göre Sunchston’da -en azından artık onu böyle belirtmesi gerektiğine inanıyor- işleri kendi istediği şekilde yapabiliyordu. Çok şükür ki zengin olmuş! Onun özünde şüpheci olduğunu ve açık renk saçlı oğlunun şimdi başkorucu olduğunu bilmek çok ilginçti. Ya o oğlan? Daha yirmi yaşında! Evlilikten yedi ay sonra doğmuş!
Demek ki belediye başkanı da açık renk saçlıydı; ama neden o alçak herifler Yram’ın hangi ay evlendiğini söylemişlerdi? Eğer o ayrıldıktan hemen sonra evlendiyse ona hiç mektup yazmamış ya da göndermemiş olması bundan olabilirdi. Dua edelim de öyle olsundu.
Dedikodulara gelince eğer çocuğun iyi bir babası varsa kimin oğlu olduğunun ne önemi vardı?Ama yolda onunla karşılaşmadığım için mutluyum. Başka biri tarafından öldürülmeyi tercih ederim,diye düşündü babam.
Hanky ve Panky’ye gelince Bridgeford’un mantıksızlık okullarının en fazla sayıda bulunduğu kasaba olduğunu hatırladı; orayı ziyaret etmişti ama oraya “İnsanları şüphe altında olan şehir.” denildiğini unutmuştu. Besbelli onun profesörleri pazar günü toplanacaklardı; eğer bu iki profesör onu soysaydı bile onlardan aldığı bu kadar bilgiyle başını sokacak bir yer bulmuş olduğu için onları affedebilirdi.
Ayrıca, kendisine adanan tapınağı gördükten hemen sonra geri dönmeye karar verdiğinde ihtiyacı olacak kadar Erewhon parası da bulmuştu. Korulara izinsiz dönmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu ama merakı üstün geldi ve bu tehlikeyi göze almaya karar verdi.
Heykelleri geçtikten hemen sonra bayır aşağı inmeye başladı, sabah oluyordu, yerler engebeli olduğundan atlaya sıçraya gitti. Eski kamp yerine beşten sonra ulaştı; bu, en azından, yokluğunda durduğunu fark edince ayarladığı saatine göre böyleydi.
Şimdi onu yanına almaması için hiçbir sebep yoktu, bu yüzden cebine koydu. Papağanlar onun heybesine, eyerine ve yularına saldırmıştı, bunu yapacakları kesindi ama çantaların içine girmemişlerdi. İngiliz giysilerini çıkardı ve giydi. Altın dolu çantalarını bölmelere yerleştirdi ama Erewhon parasını en yakın yere koydu.
Erewhon giysisini antika olarak saklama niyetiyle heybelere geri koydu; aynı zamanda saçındaki, yüzündeki ve ellerindeki boyayı tazeledi. Kendisine bir ateş yaktı, çay yaptı ve zaman kaybetmemek için yürürken yolduğu iki çift bıldırcını pişirip yedi. Sonra da uykusunu almak için yere uzandı.
Uyandığında bir saat değil iki saat uyumuş olduğunu gördü ki bu da iyiydi. Saat sekiz gibi geçidi tekrar tırmanmaya başladı. Bir an bile mola vermeden akşam gibi heykellere ulaştı. Bu sefer çetin bir rüzgâr vardı ve şiddetle uğulduyordu.
Onları da hızla geçti ve bıldırcınları yakaladığı yere geldiğinde önce korucu olduğunu tahmin ettiği bir adam gördü ama sonra kıyafetin yeterince ilginç şekilde ters olmadığını görünce onun kralın elemanlarından biri olduğunu anladı.
Babamın kalbi hızla attı, iznini çıkardı ve gülen bir yüzle karşısında duran korucuya doğru gitti.
Adamın hâlâ güler yüzlü ve açık renk saçlı olduğunu görünce babam “Sanırım siz başkorucusunuz, ben Profesör Panky ve bu da iznim.” dedi. “Kardeş profesörümün gelmesi engellendiği için gördüğünüz gibi yalnızım.”
Hanky’nin daha popüler olanı olduğunu anlayınca babam Panky’nin ismini kullanmayı tercih etmişti.
Genç adam izin belgesini şüpheyle incelerken babam da onu inceledi ve kendi geçmişini onda görerek onun kendi oğlu olduğundan şüphelendi. Delikanlı gerçekten her babanın gurur duyabileceği gibi biri olduğundan babam hislerini gizlerken çok zorlandı.
Onu kucaklayıp kim olduğunu haykırmak istedi ama çok iyi biliyordu ki bu olamazdı. Ondan sonra kendisiyle verdiği mücadeleyi anlatırken gözlerinden tekrar yaşlar boşaldı.
Bana “Kıskanma benim canım oğlum, seni de en az onu sevdiğim kadar içten seviyorum, hatta daha çok ama onu tanımam çok ani olmuştu ve beni sevimli, gençlik, sağlık ve dürüstlük dolu güler yüzüyle kendisine hayran etti.” dedi. “Senin zavallı annen hakkında çok konuşman hariç sana inanılmaz benzediğinden onu gördüğümde kalbimi heyecan sardı.”
Kıskanmamıştım; aksine bu delikanlıyı görmek ve onda her zaman sahip olmayı arzuladığım böyle bir kardeşi bulmayı istedim. Ama şimdi babamın hikâyesine döneyim.
Genç adam izin belgesini inceledikten sonra belgenin form şeklinde olması gerektiğini belirtti ve babama geri verirken ona nazik bir hoşnutsuzlukla baktı.
“Sanırım siz de Bridgeford’dan ve ülkenin her yerinden gelenler gibi pazar günkü adamaya geldiniz.” dedi.
Babam “Evet. Vay canına, burası amma rüzgârlı! İnsanın gözünü nasıl da sulandırıyor.” dedi ama boğazında öyle bir gıcıklamayala konuştu ki hiçbir rüzgâr esintisi bunu yapamazdı.
Delikanlı “Burasıyla heykeller arasında hiç şüpheli birileriyle karşılaştınız mı?” diye sordu. “Ben aşağıdaki ateşin küllerinin ordan geliyorum; bir ara orada üç adam oturmuş ve hepsi de bıldırcın yemiş. İşte burada onların tüyleri ve kemikleri var, bunları saklayacağım.” dedi. “Küller hâlâ sıcak olduğuna göre onlar gideli iki saatten fazla olmuş olamaz; gitgide daha cesur olmaya başladılar ateş yakmaya cüret edeceklerini kim düşünürdü ki? Sanırım siz kimseyle karşılaşmadınız; ama bir kişi bile görseniz haberim olsun.”
Babam kimseyle karşılaşmadığını söyledi. Sonra gülerek delikanlının durumu en az onun kadar nasıl fark edebildiğini sordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.