Kitabı oku: «Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü», sayfa 2
5. Bölüm
Prens Kaçışını Tasarlıyor
Rasselas, hayal etmesi çok kolay olan şeyi gerçekleştirmenin hiç de kolay olmadığını şimdi anlamıştı. Etrafına baktığında kendini doğanın o âna dek hiç aşılmamış duvarlarıyla çevrelenmiş, bir kez geçenin asla geri dönemediği bir kapının ardına hapsolmuş halde buldu. Artık kafese kapatılmış bir kartal gibi sabırsızdı. Haftalar boyunca dağlara tırmanarak çalıların gizleyebileceği bir açıklık aradı ama tek bulduğu göz alabildiğine ulaşılmaz doruklar oldu. Demir kapıyı açmaktan ümidini kesmişti çünkü yalnızca zanaatın gücüyle korunmakla kalmıyor aynı zamanda nöbetçiler tarafından aralıksız gözleniyordu. Üstelik bu kapı, bütün vadi sakinlerinin daima dikkatini çekecek bir noktada yer alıyordu.
Böylelikle Prens, araştırmalarını göl sularının boşaldığı mağaraya yöneltti, güneşin mağara ağzını aydınlattığı bir vakit, aşağı doğru baktığında içerisinin kayalarla dolu olduğunu gördü. Dere dar geçitlere ayrılarak buradan akıp gidiyordu ama katı bir kütlenin bu kayalara takılmaması mümkün değildi. Cesareti kırılan ve morali bozulan Rassealas geri döndü. Ama artık umudun insana neler bahşettiğini öğrenmişti ve bunu yitirmeye hiç niyeti yoktu.
Nafile arayışlarla on ayını harcadı. Buna rağmen zaman keyifli geçiyordu. Her sabah yeni bir umutla uyanıyor, her akşam kendi gayretini takdir ediyor ve her gece yorgun argın uykuya dalıyordu. İş üzerindeyken aklını çelen ve dikkatini dağıtan binlerce şeyle karşılaştı. Hayvanların değişik içgüdülerinin, bitkilerin özelliklerinin farkına vardı ve eğer kaçışını asla gerçekleştiremezse kendini derin düşüncelere dalarak teselli etmeyi planladığı harikalarla dolu o yeri buldu. Tüm girişimleri başarısız olsa bile bu yer ona ardı arkası kesilmez bir araştırma kaynağı sunacaktı.
Yine de asıl merakını henüz kaybetmemişti, bu yüzden insanların ne şekilde var olduklarına dair bilgi edinmeye karar verdi. İsteğini korusa da umudu giderek azalıyordu: Hapishanesinin duvarlarını incelemekten vazgeçti, asla bulamayacağını bildiği açıklıkları aramak için ter dökmeyi bıraktı. Yine de planını aklının bir köşesinde tutmakta kararlıydı. Böylelikle zamanın kendisine bir fırsat sunmasını beklemeye başladı.
6. Bölüm
Uçuş Sanatı Üzerine Bir Deneme
Burada yaşayanların rahatını ve memnuniyetini sağlamak için çalışsınlar diye Mutlu Vadi tarafından akılları çelinen sanatçılar arasında, mekanik kuvveti bilgisiyle tanınmış ve hem eğlence hem de kullanım ihtiyaçlarını karşılayan pek çok makine icat etmiş bir adam vardı. Irmağın çevirdiği çark sayesinde suyu bir kuleye yönlendiriyor, oradan da sarayın tüm dairelerine dağıtıyordu. Bahçeye yapay yağmurlarla çevresini daima serin tutan büyük bir çadır kurmuştu. Kadınlara ayrılan korulardan biri içinden geçen derenin sürekli çevirdiği pervanelerle havalandırılıyor ve uygun bir uzaklığa yerleştirilmiş kimisi rüzgârın itici kuvveti, kimisi nehrin gücüyle çalışan çalgılar alçak sesle müzik çalıyordu.
Her türlü bilgiden mest olan Rasselas, özgür dünyada edindiği tüm bu bilgileri kullanacağı günün geleceğini umarak bazen bu sanatçıyı ziyaret ederdi. Yine bir gün her zamanki gibi vakit geçirmek için yanına geldiğinde ustayı suda giden bir araba yaparken buldu. Tasarımın düz bir zemin için elverişli olduğunu görerek övgülerle işin tamamlanmasını rica etti. Prens tarafından takdir görmekten memnuniyet duyan usta, daha büyük şeref kazanmayı aklına koyarak “Efendim” dedi, “mekanik biliminin başarabileceklerinin yalnızca küçük bir kısmını gördünüz. Uzun zamandır insanların yavaş hareket eden gemilerle at arabalarının yerine kanatların hızından faydalanması gerektiğine inanıyorum. Gökyüzünde öğrenilecek çok şey var, yerde sürünmeye layık olan yalnızca cehalet ve aylaklık.”
Bu söz, Prens’in dağları geçme arzusunu yeniden uyandırdı. Mekanik ustasının icatlarını görmüş olduğu için daha fazlasının yapabileceğine inanmak istiyordu ama umudun daha fazla düş kırıklığına sebep olmasına yol açmadan önce biraz daha bilgi edinmeye karar verdi. Sanatkâra “Korkarım ki” dedi, “hayal gücünüz becerinizden üstün geliyor olmalı ki şu anda bana bildiğinizi değil de isteğinizi anlatıyorsunuz. Her hayvana verilmiş bir element vardır: Hava kuşlarındır, toprak insan ve hayvanların.” Usta “Öyleyse” diye cevap verdi, “su da balıklarındır ama hayvanlar doğaları gereği insanlar da beceri kazanarak yüzebilir. İnsan yüzebiliyorsa uçmaktan da ümidini kesmemelidir: Sonuçta yüzmek daha yoğun bir sıvıda uçmaktır, uçmak da daha ince bir sıvıda yüzmek. Yapmamız gereken tek şey gösterdiğimiz direnç gücünü içinden geçeceğimiz maddenin yoğunluğuna göre ayarlamak. Eğer havayı, düşen basınçtan daha hızlı bir itici kuvvetle dengeleyebilirseniz bunun sonucunda mutlaka havaya kalkarsınız.”
Prens “Ama yüzme eylemi” dedi, “çok yorucudur, en kuvvetli kollar bile kısa sürede bitkin düşer. Korkarım uçmak bundan çok daha zorlu olacaktır. Ayrıca yüzebildiğimizden daha uzağa uçamadığımız sürece kanatların pek faydası olmayacaktır.”
Usta “Bazı evcilleştirilmiş, ağır kuş türlerinde gördüğümüz gibi yerden yükselme işi muazzam bir güç gerektirecek,” dedi. “Ama vücut ağırlığı, insan yerin çekiminden uzaklaştıkça hiçbir düşme eğilimi göstermeden havada süzülebileceği noktaya ulaşana dek yavaş yavaş azalacak. Sonrasında ilerleme ihtiyacı dışında çaba göstermeye gerek kalmayacak, bunun için de küçük bir itici güç uygulamak bile yeterli olacak. Efendim, sizin gibi uçsuz bucaksız meraka sahip biri, kanatlı bir filozofun havada süzülerek nasıl bir mutluluk duyacağını kolayca hayal edebilir. Tüm dünyayı ve üzerinde yaşayanları görecek! Aynı paralel üzerinde yer alan bütün ülkeler birbiri ardınca önüne serilirken hayatın gündelik telaşlar içinde altında akıp gidişini izleyecek! Karanın, okyanusun, şehirlerin ve çöllerin akıp giden manzarasını izlemenin gökyüzündeki izleyiciyi nasıl mest edeceğini bir düşünün! Alışveriş yapılan çarşılarla savaş alanlarını, eşkıyalarla dolu dağlarla barış rüzgârlarının estiği bereketli toprakları aynı güven duygusuyla seyretmek… O zaman Nil’in rotasını kolayca kat edip uzak bölgelere ulaşabilir, dünyayı bir uçtan bir uca gezerek doğanın yüzünü inceleyebiliriz.”
Prens “Tüm bunlar çok arzu edilen şeyler” dedi. “Ama korkarım ki hiçbir insan bu varsayımsal huzur bölgelerinde nefes alamayacak. Bana yüksek dağlarda nefes alıp vermenin çok zor olduğunu söylemişlerdi. Üstelik havanın çok zayıf olduğu bu yükseklikte sarp kayalıklardan düşmek de epey kolaydır. Bu yüzden, hayatın sürdürülebildiği herhangi bir yükseklikte çok hızlı bir iniş tehlikesi olabileceğini sanıyorum.”
Usta “Eğer bütün itirazların ortadan kalkması beklenseydi, hiçbir girişim sonuçlanamazdı,” dedi. “Tasarımı desteklerseniz, kendimi riske atarak ilk uçuş denemesini ben gerçekleştireceğim. Bütün uçan hayvanların yapısını inceledim ve insan vücuduna en kolay uygulanabilecek kanat yapısının yarasanın tek parçalı, katlanır kanatları olduğunu gördüm. Bu modelden yola çıkarak yarın görevime başlayacağım ve umarım bir yıl içinde, insanın kötülüğünün ya da arayışının ötesindeki gökyüzüne yükseleceğim. Ama tek bir şartla çalışırım: Bu sanatı gizli tutacak ve ikimizden başkası için kanat yapmamı talep etmeyeceksiniz.”
Rasselas “Neden?” diye sordu. “Bu büyük bir başarıyı başkalarından niye esirgiyorsun? Böylesi ustalıklar tüm insanlığın iyiliğine sunulmalı, her insan diğer insanlara çok şey borçlu ve gördüğü iyiliklerin karşılığını vermeli.”
Sanatkâr “Eğer bütün insanlar iyi olsalardı” diye cevap verdi, “hepsine büyük bir şevkle uçmayı öğretirdim. Fakat kötüler sırf zevk için gökten gelip onları istila ettiğinde iyilerin güvenliğine ne olacak? Bulutların arasında süzülen bir ordunun karşısında ne duvarlar, ne dağlar, ne de denizler insanın emniyetini sağlayabilir. Kuzeyli vahşi sürüsü rüzgâra kapılıp sürüklenebilir ve bir zamanlar üzerinde uçtukları verimli bölgelerde karşı konulamaz bir vahşetin fitilini ateşleyebilir. Hatta prenslerin sığınağı olan bu vadi, bu mutluluk yuvası bile, ani bir baskınla güney denizinin kıyılarında kümelenen çıplak ulusların saldırısına maruz kalabilir!”
Prens gizlilik sözü verdi ve başarısından tamamen umut kesmediği bu gösteriyi beklemeye koyuldu. Zaman zaman çalışmayı görmeye giderek ne kadar ilerleme kaydedildiğine bakıyor, bu sırada ustaya hareketi kolaylaştırmak ya da hafifliği güçle birleştirmek için birçok yaratıcı çözüm sunuyordu. Gün geçtikçe sanatkâr akbabaları ve kartalları ardında bırakacağına daha çok emin oluyordu. Onun bu kendine güveni Prens’i de etkiliyordu.
Bir yıl dolmadan kanatlar bitti ve önceden belirledikleri bir sabah usta, uçuş için hazır bir vaziyette denize doğru uzanan bir uçurumun üzerinde belirdi. Bir süre havayı toplamak için kanat uçlarını salladı, ardından yerinden sıçradı ve daha bir saniye geçmeden göle düşüverdi. Havada bir işe yaramayan kanatları onu suyun üstünde tutmuştu. Dehşet ve sinirden yarı ölü hale gelen ustayı Prens karaya çıkardı.
7. Bölüm
Prens Bir Bilim Adamı Buluyor
Prens bu felaketten fazla etkilenmedi; yalnızca başka bir çıkış yolu yokmuş gibi göründüğü ve daha mutlu bir sonla karşılaşmadığı için üzgündü. Eline geçen ilk fırsatta Mutlu Vadi’den ayrılma planında hâlâ ısrarcıydı.
Hayal gücü artık durmuştu. Dış dünyaya adım atma konusunda bir beklentisi yoktu ve kendini cesaretlendirmek için harcadığı tüm çabaya rağmen huzursuzluk, yavaşça içini kemiriyordu. Bu ülkelerde dönemsel olarak görülen yağmur mevsimi gelip çattığında ormanda gezinmek çekilmez bir hal aldı. İşte o zaman mutsuzluk, düşüncelerini bir kez daha ele geçirdi.
Yağmur, daha önce hiç olmadığı kadar uzun ve şiddetli bir şekilde yağıyordu. Bulutlar vadiyi çevreleyen dağların üzerinde toplanmıştı, mağaranın ağzı bütün bu yağmur sularını boşaltamayacak kadar dar olduğu için ovayı her yandan seller basıyordu. Göl yatağından taştı, sel vadinin bütün düzlüklerini kapladı. Etrafta sarayın inşa edildiği tepe ile birkaç yükselti dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Sürüler otlaklardan ayrılmış, vahşi hayvanlar da evcil hayvanlar da dağlara çekilmişti.
Su baskını tüm prensleri ev içi eğlencelere mahkûm ediyordu. Rasselas’ın ilgisiyse özellikle Imlac’ın okuduğu insanlığın değişik durumlarını anlatan bir şiir üzerine yoğunlaşmıştı. Rasselas şaire dairesinde kendisine eşlik ederek dizeleri ikinci kez okumasını emretmiş, sonra da aralarında samimi bir sohbet başlamıştı. Dünyayı bu kadar iyi tanıyan ve hayattan sahneleri böylesine ustalıkla resmedebilen bir adamla karşılaşmış olduğu için kendini mutlu hisseden Rasselas, ona diğer ölümlülere sıradan gelebilecek ama çocukluğundan beri yaşadığı bu esaret yüzünden yabancı kaldığı şeyler hakkında binlerce soru sordu. Şair onun cahilliğine acıdı; ama merakını da çok sevdi, birbirini izleyen günler boyunca yeni şeyler anlatıp öğreterek Prens’i eğlendirdi. Prens uykuyu bir zorunluluk olarak görmeye ve yeni zevkler vaat eden sabahları sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Birlikte otururken Prens, Imlac’tan kendi geçmişinden bahsetmesini istedi. Nasıl bir talihsizlik sonucunda Mutlu Vadi’ye hapsolmuştu? Ya da ne tür bir sebepten dolayı hayatını buraya adamayı seçmişti? Imlac, öyküsüne başlayacakken Rasselas bir konsere çağrıldı, böylece Prens merakını akşama dek dizginlemek zorunda kaldı.
8. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü
Kurak iklim bölgelerinde oyun ve eğlence için tek uygun vakit günün son saatleridir; bu yüzden müzik durup prensler dinlenmeye çekildiğinde gece yarısı olmuştu. Ancak ondan sonra Rasselas yoldaşını yanına çağırabildi ve hayat öyküsünü anlatmaya başlamasını istedi.
Imlac söze başladı: “Efendim, öyküm fazla uzun olmayacak. Bilgiye adanan bir ömür sessizce geçip gider, ayrıca öyle çok farklı olaylar da görmez. Bir bilim adamının işi halk içinde konuşmak, yalnız kalıp düşünmek, okuyup dinlemek, soru sormak ve cevaplar bulmaktan ibarettir. Korkuya ya da gösterişe kapılmadan dünyayı gezer durur da kendine benzeyen âlimler dışında ne tanıyanı ne de değer vereni olur.
Nil’in kaynağından çok uzak olmayan bir yerde, Goiama Krallığı’nda doğdum. Babam Africk’in içlerindeki ülkelerle Kızıl Deniz limanları arasında ticaret yapan zengin bir tüccardı. Dürüst, eli sıkı ve çalışkan bir adamdı ama acımasız ve dar görüşlüydü. Tek arzusu zengin olmak ve eyalet yöneticileri bu kazançtan pay istemesinler diye zenginliğini gizleyebilmekti.”
Prens araya girerek “Demek babam görevini ihmal etmiş, yoksa hükümdarlığı altında yaşayan biri, başkasının malını almaya nasıl cesaret eder?” dedi. “Kralların adaletsizliğe göz yummasının adaletsiz olmalarıyla aynı şey olduğunu bilmiyor mu? Eğer ben imparator olsaydım vatandaşlarıma en basit suçun bile cezasız kalmayacağını gösterirdim. Bana, bir tüccarın, iktidardakilerin açgözlülüğüne kaptırma korkusuyla namuslu kazancının tadını çıkarmaya cesaret edemediği söylenseydi, kan beynime sıçrardı. Bana halkı soyan o yöneticinin adını ver ki suçlarını imparatora bildireyim.”
Imlac “Efendim!” dedi. “Bu heyecanınız, gençliğin harekete geçirdiği erdemin doğal bir sonucu… Babanıza hak vereceğiniz ve belki yöneticiler hakkında söylenenlere tahammül edebileceğiniz zamanlar da gelecek. Zulüm, Habeşistan idaresinde sık rastlanan ya da göz yumulan bir durum değil; ama zalimliğin tamamıyla engellenebildiği bir yönetim şekline de henüz rastlanmadı. Bir otoriteye tabi olunması durumunda, bir taraf güç elde ederken diğer tarafa boyun eğmek düşer, güç denen şey insanoğlunun elinde olduğu müddetçe kimi zaman kötüye kullanılacaktır. Yüce bir hükümdarın itinalı yönetimiyle çok şey başarılır, ama bir o kadar şey de gözden kaçabilir. Tek bir kişinin işlenen tüm suçları bilmesi imkânsızdır ve o ancak bildiği suçları cezalandırabilecektir.”
Prens “İşte bunu anlamıyorum,” dedi. “Ama şimdi bunu tartışmaktan çok, seni dinlemeyi tercih ederim. Öyküye devam et.”
Imlac “Aslında,” diye devam etti; “babam yalnızca ticarette yetkin hale gelmemi sağlayacak kadar eğitim almamı istiyordu. Hafızamın ne kadar güçlü olduğunu ve söylenenleri ne kadar hızlı kavradığımı fark etmişti. Sık sık, bir gün Habeşistan’ın en zengin adamı olacağımı umut ettiğini söylerdi.”
Prens, “Baban neden servetini artırmak istiyordu ki?” diye sordu. “Zaten göstermeye ya da tadını çıkarmaya cesaret edebileceğinden çok daha fazlasına sahipmiş. Senin dürüstlüğünden şüphe ettiğimden değil; ama anlattıklarındaki tutarsızlık ikisinin birden doğru olamayacağını gösteriyor.”
Imlac, “Birbiriyle tutarsız olan şeylerin ikisi aynı anda doğru olamaz,” diye cevap verdi. “Ama söz konusu insan olduğunda iki durum da doğru olabilir. Değişkenlik, tutarsızlık değildir. Belki de babam daha güvenli zamanların gelmesini bekliyordu. Üstelik yaşamı canlı tutmak için biraz arzu lazımdır ve gerçek istekleri karşılanmış bir insanın böyle hayali olanlara yönelmesi iyidir.”
Prens, “Bunu bir ölçüde anlayabiliyorum. Sözünü kestiğim için üzgünüm, lütfen devam et,” dedi.
Imlac, anlatmaya devam etti: “Babam beni bu umutla okula gönderdi; ama ben bir kez bilginin tadını alıp zekânın ve keşfetmenin hazzına varınca içten içe zenginleri küçümsemeye başladım. Ve kaba düşünceleri bende acıma duygusu uyandıran babamın niyetini altüst etmeye karar verdim. Babamın şefkati beni yolculuğun zahmetiyle yüz yüze getirdiğinde yirmi yaşındaydım ve o zamana dek birçok ustadan anavatanımın edebiyatı üzerine iyi bir eğitim almıştım. Geçen her saat bana yeni şeyler öğretirken durmaksızın akıp giden bir tatmin hissiyle yaşıyordum. Ama yetişkinliğe doğru ilerlediğim bu yolda eskiden öğretmenlerime duyduğum saygının çoğunu yitirmeye başlamıştım; çünkü artık dersler bittiğinde onların sıradan insanlardan daha iyi ya da daha bilge olduğunu düşünmüyordum.
En sonunda babam ticarete atılmam gerektiğine karar verdi, yeraltındaki hazinelerinden birini açtı ve bana on bin altın verdi. ‘İşte bu sermayeyle alım satım yapacaksın, genç adam!’ dedi, ‘Ben bunun beşte birinden daha azıyla işe başlamıştım. Çaba ve tutumluluk sayesinde sermayemin nasıl arttığını gördün. Bunları harcamak da katlamak da sana kalmış. Eğer gaflete ya da şımarıklığa kapılıp elindekini çarçur edersen, zengin olmak için ölümümü beklemek zorunda kalırsın. Ama dört yıl içinde servetini ikiye katlayacak olursan, baba-oğul ilişkisini bir kenara bırakarak iki arkadaş ve ortak gibi birlikte yaşarız. Çünkü benimle eşit olmak isteyen kişinin zenginliğini büyütme hususunda benim kadar hünerli olması gerekir.’
Böylelikle paramızı ucuz mal balyalarının arasına saklayarak develere yükledik ve Kızıl Deniz kıyısına doğru yola çıktık. Gözlerim engin sularla buluştuğunda kalbim hapisten kaçmış bir mahkûmunki gibi atmaya başladı. Zihnimde söndürülemeyen bir merak alevlendi. Bu fırsatı diğer milletlerin geleneklerini görmek ve Habeşistan’da bilinmeyen bilim dallarını öğrenmek için kullanmalıydım.
Aklıma babamın beni sermayemi çoğaltmaya mecbur bırakması geldi. Bu, tutmak zorunda olduğum bir söz değil, karşılığında bedel ödemem gereken bir seçimdi. Bu yüzden daha çok arzu ettiğim şeyi tatmin etmeye ve bilgi pınarlarından içerek merak susuzluğumu gidermeye karar verdim.
Babamla olan bağlantımı kullanmadan ticaret yapmak zorunda olsam da bir geminin kaptanıyla tanışmak ve beni başka bir ülkeye geçebilecek gemi bulmak kolay oldu. Yolculuğumun rotasını tayin etme gibi bir niyetim yoktu. Daha önce görmediğim bir ülkede gezecek olmak bana yetiyordu. Böylece babama niyetimi açıklayan bir mektup bırakarak Surat’a doğru yola çıkan gemiye bindim.”
9. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor
“İlk kez suların dünyasına girip karayı gözden kaybettiğimde etrafıma mutlulukla karışık bir korkuyla baktım ve ruhumun sınırsız ihtimaller karşısında genişlediğini hissettim. Bu manzarayı hiç bıkmadan sonsuza dek izleyebileceğimi düşündüm. Ama çok geçmeden bu tekdüzeliği izlemekten sıkıldım, nereye baksam karşıma daha önce görmüş olduğum başka bir şey çıkıyordu. Sonra gemiyle ilgilenmeye başladım, bir an için acaba gelecekteki bütün mutluluklarım da bunun gibi bıkkınlık ve hayal kırıklığıyla mı sonlanacak diye endişelendim. ‘Yine de,’ dedim, ‘deniz ve kara birbirinden çok farklı: Suyun sunabileceği tek değişiklik durgunluk ya da hareketlilikten ibaret. Halbuki karada dağlarla vadiler, çöller ve şehirler var. Orada farklı gelenekleri, karşıt görüşleri olan insanlar yaşıyor. Bu yüzden doğada özlemini duyduğum çeşitliliği yaşamda bulabilirim.’ Bu düşünceyle zihnimi sakinleştirdim. Yolculuk boyunca kimi zaman gemicilerden daha önce hiç bilmediğim denizcilik ilmini öğrenerek ya da hiç yaşamama ihtimalim bulunan çeşitli durumlar karşısında neler yapmam gerektiğine dair yollar bularak kendimi oyaladım.
Sağ salim Surat’a ulaştığımızda denizcilik uğraşlarından da bıkmak üzereydim. Paramı saklayabileceğim güvenli bir yer buldum, göstermelik bazı mallar alarak ülkenin iç kesimlerine doğru yol alan bir kervana katıldım. Yol arkadaşlarım, ne sebeptendir bilinmez, zengin olduğumu sezmişti. Meraklı sorularım ve hayran bakışlarım yüzünden de cahilin biri olduğumu anlayarak beni, kandırılmayı hak eden, eninde sonunda dolandırıcılık sanatından payına düşeni alacak bir acemi olarak mimlediler. Bu yüzden hizmetçilerin hırsızlıklarına ve zabıtların haraçlarına maruz kaldım. Onların, yalan dolanlarla soyulduğumu görmekten elde ettikleri tek kazançsa kendi bilgilerinin üstünlüğünün tadını çıkarmak oldu.”
Prens “Bir dakika dur,” dedi. “İnsan kendisine hiçbir faydası dokunmayacağını bile bile başkasına zarar verebilecek kadar ahlaksız olabilir mi? Onların üstünlüklerinden memnun olmalarını kolaylıkla anlayabiliyorum; ama cehalet senin suçun ya da aptallığın değil sadece talihsizliğindi. Bu, onlara kendilerini takdir etmeleri hakkını vermez. Üstelik senin ihtiyaç duyduğun bilgiye onlar sahipti; bu bilgiyi sana ihanet etmek yerine pekâlâ seni uyararak da verebilirlerdi.”
Imlac “Kibir” dedi, “nadiren hoş görülebilir, kendini acımasızlıktan pay sağlayarak var eder. Kıskançlık, mutluluğa kendi başına sahip olmaz; ancak başkalarının acılarıyla karşılaştırıldığında onu bulur. O adamlar benim düşmanımdı; çünkü benim zengin olduğum fikri onları kederlendiriyordu. Bana zulmediyorlardı; çünkü zayıf olduğumu görmek onlara zevk veriyordu.”
“Devam et,” dedi Prens, “anlattıklarının doğruluğundan şüphe etmiyorum; ama belki onların gerekçelerini yanlış değerlendiriyorsundur.”
Imlac, “Bu grupla birlikte, Yüce Moğol’un zamanının çoğunu geçirdiği şehre, Hindistan’ın başkenti Agra’ya vardım,” dedi. “Kendimi ülkenin dilini öğrenmeye adadım ve birkaç ay içinde bazısını huysuz ve ketum, bazısını sakin ve konuşkan bulduğum kültürlü insanlarla sohbet edebilir hale geldim. İçlerinden bazısı, kendi başına binbir zorlukla öğrendiği şeyi başkasına öğretmekte isteksizdi; ama diğer kısmı öğrenmenin nihai hedefinin bilgiyi başkasına aktarma onuruna erişmek olduğunu düşünüyordu.
Genç prenslerin öğretmeninde o kadar iyi bir izlenim bırakmıştım ki beni imparatora ‘olağanüstü bilgilerin adamı’ olarak takdim etmişti. İmparator bana ülkem ve seyahatlerim hakkında birçok soru sormuştu. Şu an onun insanüstü bir güçle bahsettiği şeylerden hiçbirini hatırlamıyorum; ama beni bilgeliğiyle hayrete düşürmüş ve iyiliğiyle büyülemişti.
Öyle büyük bir saygınlık kazandım ki birlikte seyahat ettiğim tüccarlar, onları saray hanımlarına övmem için bana başvurdu. Onların bu ısrarcı taleplerindeki özgüven karşısında şaşıp kaldım ve yolda bana karşı sergiledikleri tutumdan nazikçe yakındım. Beni hiçbir utanç ya da keder belirtisi göstermeden soğukkanlı bir umursamazlıkla dinlediler.
Bunun üzerine isteklerini bir kez de rüşvet teklif ederek yinelediler. Ama ben iyilik için yapmadığım bir şeyi para için yapmazdım. Bana zarar verdikleri için değil ama başkalarını incitmelerine izin veremeyeceğim için onları reddettim. Çünkü benim saygınlığımı kullanarak mal satacakları kişileri de dolandıracaklarını biliyordum.
Öğrenecek başka şey kalmayana dek Agra’da yaşadıktan sonra, eski ihtişamının birçok kalıntısını gördüğüm ve yeni pek çok yaşam tarzı barındırdığına şahit olduğum İran’a doğru yola çıktım. İranlılar son derece dost canlısı bir milletti. Bulunduğum meclisler bana her gün dikkat çekici bir başka kişilik ve davranışla tanışma ve insan doğasını tüm çeşitliliğiyle keşfetme fırsatı verdi.
İran’dan Arabistan’a geçtim. Orada karşıma göçebe ve cengâver bir millet çıkıverdi: Yerleşik bir hayatları yoktu, sahip oldukları tek zenginlik, hayvan sürüleriydi. Göz dikilecek ya da kıskanılacak hiçbir varlıkları olmasa da çağlar boyu süregelen bir geleneği devam ettirerek tüm insanlığa karşı mücadele ediyorlardı.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.