Kitabı oku: «Pehlivan», sayfa 2
Babaannesinin Büyük Hayali
Dünyaya geldiği zaman yeleğinin içine sarmalayıp, bağrına basan babaannesinin evladı olan Jaksılık kendi babasına “amca”, annesine ise “jeneşe”, yani “yenge” derdi. Bu kelimeyi de kısaltarak sadece dili döndüğünce “jişe” şeklinde söylerdi. On beş çocuk dünyaya getiren babaanne Batima’nın çocuklarının hepsi küçükken vefat edip, eşi Emirali’nin ocağını tüttürecek bir tek erkek çocuğu Üşkempir kalmıştır. Çocukları yaşamayınca on beşinci olarak dünyaya gelen oğlanı köyde akrabası olan bir ihtiyarın kaftanının eteğine sarmalayıp, elden ele gezdirmiş, dolaştırma sırasına göre en sondaki üç yaşlı kadının kucağında kalmıştır. Kazak inancına göre yapılan bu ritüel dolayısıyla da çocuğa “Üşkempir” (üç ihtiyar kadın) adı verilmiştir. Çocuğun kırkı çıkana kadar onu komşu kadın emzirmiş ve sonrasında babası Emirali ile anası Batima kendi çocuklarını yine Kazakların başka bir batıl inancı gereği o evden satın almıştır. Evlerine dönerken yolda yedi aksakalı ziyaret ederek, onların hayır dualarını almış ve bebeği kendi evlerine pencereden sokmuşlardır.
Herkesin saygı duyduğu Emirali’nin bu biricik evladına bütün köy duacı olmuş ve bu şekilde büyümüştür. Maalesef, Emirali oğlunun delikanlı olduğu günleri göremeden vefat eder…
Heybetiyle ve cesur karakteriyle bütün köye sözünü geçirebilen Batima ananın sofrası her zaman bereketli, kazanı dolu olur, biricik oğlunu kimseden eksiği kalmadan yetiştirirdi. Zamane bir meslek sahibi olsun diye muhasebe eğitimi aldırır. “Ocağını tüttürsün” diye de edepli ve merhametli bir kız olarak bilinen Küntöre ile evlendirir. İşte bu, biricik evladının soyunu devam ettiren Jakay’dır. Jaksılık’a babaannesi şımartır Jakay diye kısaltarak adını zikrederdi. Bundan dolayı sadece evindekiler değil, bütün köy Jaksılık’a “Jakay” demiştir.
Küntöre bazen oğlunu şımartarak:
“Sen uyurken evdeki herkes ayaklarımızın ucuyla yürürdük. Hatta, sen uyanma diye, babaannenden korumuzdan, semaveri de evden ırak bir yerde kaynatırdık. Zira, babaannen “Rüzgârlı havada tütünü eve girer. Uyumakta olan Jakay’ı niye düşünmüyorsunuz? Şu tütünden boğulacak zavallı” diye kızardı. Baban ise seni bir yerlere yollayım diye eve doğru yönelince:
“Şu yumruk kadar çocuğa mı kaldı bütün iş. Uykusunu kaçıracak kadar nerede ne yanıyor?” deyip sinirlenirdi.
Öyle anlarda baban:
“Oğlanı erkek gibi terbiye edersen erkek olur, köle gibi terbiye edersen köle olur, denilen sözü Bavırjan ağabeyimiz nasihat etmemiş miydi ana? Oğlunuz öğlene kadar uyuyor. Tam bir tembel olacak” diyerek sözleriyle iğnelerdi.
“Sus, saçmalama! Gelecekte tüm iyiliği bu oğlumdan göreceksiniz, adını duyuracak olan da şu yavrum olacak” diyerek babaannesi öyle anlarda oğlunun söylediklerine alınır küserdi.
Annesi Kültöre yolculuğa sık çıkan Jaksılık’ı her özlediğinde onun çocukluğuna ait buna benzer ilginç hatıraları anlatırdı.
Jakay’ın ilginç hareketlerine doyamadan yedi yılın ne kadar hızlı geçtiği hiç fark etmemişlerdi. Bu çocuk adeta destanlardaki bahadırlar gibi her yıl değil her gün, hatta her gün değil her saat büyüdüğünü hissettiriyordu. “Alpamış” yedi yaşında nişanlısı “Gülbarşın”ı kurtarmak için Kalmaklara karşı akın etmişse, Jakay o yaşta hiçbir şeyi düşünmeden Talas nehrinin derinliklerine dalarak yüzüyor, şımararak büyütülüyordu. Okul çağına geldiği için artık sünnet olmalıydı. Babası ile babaannesi bu durumu istişare edip, kendi aralarında konuştuklarını Jakay’dan bir yaş büyük olan ablası Altınkül duyar ve saçları darmadağın halde Talas kıyısı boyunca koşmaya başlar. Koşarak gelip:
“Jakay, seni sünnet edecekler!” diye bağırır nefes nefese kalarak. Jakay her erkek çocuğunu böyle bir acının beklediğini eskiden beri kendi yaşıtlarından duydukları için bilirdi. Onlar molladan çektiği “acıları” anlattıklarında, korkudan, “sünnet” denilen şeyden nasıl kaçıp kurtulabilirim?” diye bazen ciddi ciddi üzülürdüler. Yine de kendilerini avutarak: “Benim babaannemden molla da korkar, babaannem varken benimkini kimse kesmeye cesaret edemez” derdi. Bu düşüncesini arkadaşı Karahan’a söylediğinde ise o çocuk gülerek:
“Bak da gör, o ihtiyara baban ile babaannenin kendileri seni yakalayıp götürecekler seni” dediğinde ona inanmamıştı.
“Babaannem bana öyle bir kötülük yapmaz” deyip arkadaşının dediklerine itiraz eden Jakay, babaannesinin kendisine olan sınırsız sevgisine güvenmişti.
“Dedemin kendisi beni tutup oturttu. Babaannemle dedem de beni severler” diyerek Karahan söylediklerini tekrarladı. Jakay çaresizce:
“Öyleyse dağa kaçarım” dedi.
“Nereye gitsen de baban bulup getirecektir …”
Bunu duyduğundan beri için için bir tehlikenin varlığını hisseder olmuştu. Zira çocuklar “okula başlamadan önce sünnet edilir” dediklerini hep duyardı, kulağında bu sözler çınlardı. Bir keresinde kendisinden büyük çocuklara:
“Kızlar ondan korkmazlar mı?” diye sordu.
“Hey, aptal, kızlar sünnet olmazlar. Onlar oynaya güle giderler okula” dedi arkadaşı.
“Sünnet ederken molla testere ile kesip, sonra üzerine kül serpip kanını durdurur” dedi biraz daha yetişkin olan bir diğeri.
Jakay Müslümanların erkek çocuklarını 3, 5, 7 gibi tek sayılı yaşlarda sünnet ettirdiklerini o zamanlar bilmiyordu. Okula 7 yaşında gideceğinden dolayı, bunu “okula gitmeden önce halletmeyi” doğru bulsalar gerek, köydeki çocukların çoğunu velileri 7 yaşına girince sünnet ederlerdi. Bunu erkek çocuklar kendilerince “sünnet olmayanları okula almazlarmış” diye anlarlardı. Altınkül koşarak gelip duyduklarını anlattığında Jakay başından aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldu, neye uğradığını şaşırdı, donakaldı. Altınkül söyleyeceklerini söyleyip “görevini yerine getirdikten” sonra, tekrar kuş gibi uçarak hızlıca köye döndü. “Bu felaket bana da gelmiş, ne yapmam lazım?” diye kara kara düşünen Jakay, güneş yuvasına yerleşip hava karardığında nehrin kıyısındaki büyük kavak ağacının tepesine doğru tırmandı. Çocukların hepsi o vakitte evlerine dönmüşlerdi. Gökyüzünde yeni doğan ayın nehre yansıyan ışığına bakarken bir grup insanın nehir kıyısı boyunda:
“Jakay!”
“Jaksılık!”
“Neredesin?” diye bağırarak, koşturarak gelmekte olduklarını gördü.
Kendisini aramakta olduklarını bilse de “arasınlar!’ Sünnet ettireceklermiş ya. Gitmeyeceğim. Babaanneme çocuk lazımsa beni mollaya vermeyecek!” deyip, biraz inatlaşarak olduğu yerde kalmaya devam etti. Arayanlar her tarafa dağılıp “Jakay, Jakay” diye bağrışıyordu. Bir an babasının “Jakay! Kurban olduğum!” dediğini yakın bir yerden duyduğunda kalbi yumuşayıp, duygulandı. Kendisini hiçbir zaman şımartmayan, tatlı konuşmayan taş gibi sert amcasının “kurban olduğum” deyişi her şeyi unutturmuş gibi oldu ve Jakay ağacın tepesinden inmeye başladı. Tabanı yere değdiğinde babasının sesi daha da yakından duyuldu:
“Jakay!”
Tek çocuğu “nehirde mi boğuldu?” diye korkan zavallı babasının sesi titriyordu. Babasına acıyan çocuk:
“Amca” diyerek ağlamsı bir ruh haliyle seslendi. Babanın kulağı çocuğunun sesini duyar duymaz kalbi hızlı çarpmaya başladı. O, karanlıkta etrafa bakınarak oğlunun siluetini gördüğünde, koşarak gidip kucaklayıp, çocuğu yerden hızlıca kaldırdı.
“Bulundu!” diye bağırdı etrafa.
“Çocuk bulundu” diye bağrışan komşuları Jakay’ı ortalarına alıp sevindiler. Ne yapsınlar, hepsi çocuk boğuldu diye çok korkmuştu.
Tespihini çekerek kapıdan gelecek haberi beklemekte olan Batima anasına:
“Nine, oğlunuzu bulduk, müjde!” diyerek bir kayını haberi ulaştırdı.
“Kurban kesin! Kurban kesin!” deyip, babaannesi elini yere dayayarak ayağa kalktı.
Çocuğu aramaya yardım eden akrabalar gece yarısına kadar Küntöre’nin kavurmasını yiyip, çayını içip evlerine dağıldıktan sonra babaannesi ile babası kaçağın meselesini masaya yatırdılar. Anası kayınvalidesinden çekindiği için hiçbir şey soramasa da, bulaşıkları topluyor, minderleri silkeleyip havalandırıyor, sonra tekrar yerine seriyormuş gibi yaparak kocası ile kayınvalidesinin konuşmalarını dinlemeye çalışıyordu.
“Oğlum, sünnet olmaktan insan korkar mı hiç?” diyen babası erkek çocuğun hayatındaki en önemli şey hakkında kendince bilgi vermeye çalışıyor. “Sen erkek değil misin, şu küçücük şeyden bu kadar korkman da neyin nesi? Sünnet olmak demek, yiğit olmanın ilk nişanıdır. Bu, erkek çocuğun kızdan farkını, dayanıklılığını gösterir. Sen büyüyünce Vatan’ı koruyacaksın, babaannen, yengen, ben, ablan ve kardeşinin bu hayattaki yegâne koruyucusu, destekçisi sen olacaksın! Ben de zamanında askere giderek, Vatanımı koruyup, vazifemi yapıp gelmiştim. Kızlar ne yapar dersen, onlar okuldan mezun olduktan sonra başka bir aileye gidip, o evin gelini olurlar. İşte, yengen de burada ya, bizim evin işlerini yapıyor, onun gibi yani. Babaannen de oturuyor, o da bizim iyiliğimizi diliyor. Sen bugün sünnet olmaktan korkarsan, yarın büyüyünce Vatan’ı nasıl koruyacaksın?” deyip Jakay’ı iyice utandırdı. Bizim bahadır, babasının kendisini büyük insan gibi görerek, ciddi konuştuğunu görünce kendisini bir tuhaf hissetti. Hatta çok utanmış gibi oldu.
“Amca, yarın mollayı getirirsen, getir” dedi, “bundan tamamıyla kurtulalım”.
“İşte, benim Jakay’ım bahadırların nesli değil mi? İşte, yiğit!” diyerek babaannesi de buna çok sevindi.
“Ver elini, işte, yiğit!” deyip babası da sırtını sıvazlıyor. O yaz Jakay sünnet olup okul hazırlıklarına başladı.
Çok geçmeden güz de gelmişti. 1 Eylül’de Talas nehrine beş kilometre uzaklıktaki Sarbarak köyündeki okula kendi yaşıtlarıyla birlikte okula başlayan Jakay da gitti.
Alfabeyi öğreten ilk öğretmeni Abdibek Tastanov birinci sınıfa gelen ufak çocukları okulun önünde karşılamıştı.
“Okulun işte, sınıfın, Burada on sene olursun.
Darı gibi girer, Dağ gibi çıkarsın”, diye bir şiir okudu. Şairin söylediği gibi yaz boyunca Talas kıyısında dolaşıp güneşte iyice yanan esmer cılız çocuklar okula gelmiş, ilk defa sıraya oturmuşlardı.
Günler geçmeye devam etti. Okula gitmek için bir grup çocuk eşeğe binerdi. Kışın ise atın çektiği kızakla asmalı köprüden geçerlerdi.
Jaksılık kardeşlerine o kadar düşkündü ki, kendisinden bir sınıf üstte olan ablası Altınkül’ün asmalı köprüden korktuğunu bildiği için onu elinden tutarak geçirirdi. Sonradan kız kardeşi Şırınkül okul yaşına geldiğinde onu da kendisi elinden tutarak okula götürüyordu. Başka çocukları velileri okula kadar götürüp, geri döndüklerinde önlerinden çıkıp karşılarlarken, Jaksılık iki kardeşini ellerinden tutarak okula kendisi götürüp, getirirdi.
Dersten geç çıkıp bir köyden ikincisine varana kadar hava kararınca çocukların korktukları zamanlar çok olurdu. Bazen de oynayarak, birbirlerini kovalayarak köye çabucak ulaşırlardı. Çocukluk çağ bu yüzden güzel değil midir, köy ile okul arasındaki mesafenin uzaklığına bile bakmadan bir evin çocukları gibi olan yavrucaklar dönemden döneme ne ara geçtiklerini de fark etmezlerdi.
Çocukluk çağın her günü sıcacıktı. Ocağı tüten yuva gibi sıcak evde anne babayla ve babaannenin merhametinin saçıldığı Cennet gibi mekânda geçen akşamlar ne güzeldi, hey gidi günler!
Üşkempir’in ailesinde büyüyen çocukların büyüdüklerinde de özlemle anlattıkları eğlenceli olaylardan biri babalarının hakem olup üçünü güreştirdikleri anlardı. “Ülgili” kolhozunda4 muhasebeci olarak çalışan babaları genelde tan ağarırken işe gidip, çocukları tatlı uykuda yatarken işten dönerdi. Üşkempir’i çocukları sadece Pazar günleri görürdü. Onda bile akşam hava kararmaya başlayınca eve gelirdi. Evdeki üç çocuk bir hafta boyunca babalarını özleyip, Pazar gününün gelmesini beklerdi. Babaları evde olacağı gün onlar için küçük bir bayram gibi olurdu.
Akşam yemeklerini yedikten sonra çocuklarına:
“Hadi şimdi güreş başlayacak” derdi. Altınkül hemen bir pantolon giyip ortaya çıkar. O zaman Altınkül tıpkı erkek çocuk gibi olurdu. Kız da olsa vücudu iriydi. Jakay’dan bir buçuk yaş büyüktü. Böylece, önce Altınkül ile Jakay güreşirdi. Kolları ve bacakları incecik, kaburga kemikleri gözüken cılız Jakay’ı ablası hep yenerdi. Öyle anlarda babaannesi:
“Jakay, sen yemeği az yiyorsun, ondan dolayı Altış’a yeniliyorsun” diye onun tarafını tutardı.
“Oğlunuzda güç yok, bir deri bir kemik” deyip, babası Jakay’ı kışkırtarak konuşur öyle zamanlarda. Jaksılık öfkelenerek tekrar güreşir. Ne yapıp edip Altış’ı yeneceğim deyip ne kadar çabalasa da eşit düşmekten öteye geçemezdi. Ağabeyi ile ablasından geri kalmayarak küçük Şırınkül de:
“Baba, ben de güreşeceğim” deyip babasına yalvarır. Babası:
“Hadi, madem güreşmek istiyorsun, Jakay ile güreş, Altış seni fırlatıp atar” deyip, Jaksılık’ı kışkırtırdı.
“Ağabey, ikimiz güreşelim” diye ısrar eden kız kardeşiyle güreşiyormuş gibi yaparak oynardı Jakay. Sonunda yalancıktan yenilince dağınık saçlı küçük kız sevinerek:
“Jakay kaybetti! Ben kazandım!” deyip kendi kendini alkışlayarak oda içinde dönerek koşardı.
“İşte, oğlunuz, kız kardeşine de yenildi!” diyerek Üşkempir annesiyle şakalaşırdı.
“Benim oğlum kızlara acıyor, köydeki oğlanlara hiç yenilmemiştir, Jakay ile güreşmeyen komşu çocuğu yoktur. Hepsini yeniyor benim Jakay’ım!” diyerek babaannesi Jakay’ı savunurdu.
Ertesi gün sabahtan annesi Jaksılık’a acıyarak:
“Jakay, yemeği doğru düzgün yesene, güçsüz kalırsın” deyip, oğlunu sofraya oturtup, yemeği doyarak yiyene kadar onu izlerdi.
O zamanki odunun türü çalı çırpıydı. Bütün gün boyunca pancar tarlasında çalışan Küntöre eve döndüğünde sırtında odun getirirdi. Güneş batarken işten dönüp, ne kadar yorgun olsa da yemek yapmaya başlardı. O zaman, “yardım edecek yaşa geldin, hem kız olarak ev işlerini öğren” deyip, Altınkül’e: “ocağın altına ateş yak” deyince yaramaz kız kardeşinin elinden tutup oyuna kaçardı. Annesine acır, hep desteğe Jaksılık koşardı, yardımseverliğinin sınırı yoktu. Annesinin yanında “yenge, yenge” diye dolaşarak ocağa ateş yakar, semaveri kaynatır, yardım etmekten hiç üşenmezdi. Arada bir de ılık su doldurarak babaannesinin ibriğini hazırlamayı da ihmal etmezdi.
“Jakay’ım benim yardımcım. İyi kalplim! Bu iyiliğini Allah karşılıksız bırakmasın! Sana da kendi evlatların böyle hizmet etsin, hayırlı evlat olsun!” diye babaannesi torununa hep hayır dua ederdi.
Bahtlı çocukluk çağın mutlu anlarından biri sabahleyin güneşin ilk ışığı yüzüne vurup uyandırdığında gönlün sevinçle dolarak, yeni günü karşılamak için acele edişiydi. Jakay’ın çocukluğunun her günü böyle neşeli ve mutlu geçtiği söylenebilir. Sevgi ve merhametle büyüyen çocuk hayatı sevmeyip ne yapsın? Aile sıcaklığını hissederek büyüyen nesil gelecekte Vatanını da kendi evi gibi görecek ve sevecektir.
Jakay’ın çocukluk çağındaki en güzel an, güneşin pencereden içeri girip tüm nurunu saçarak uyandırmasıdır. Zayıf esmer çocuk kollarını ve bacaklarıyla gerilerek uyanırken bembeyaz başörtüsüyle kapıdan içeriye babaannesi güneyin nuruyla girerdi. Elindeki ahşap kap kımız dolu olurdu.
“Benim Güneş’im uyandı mı? Bizim evin Güneş’i doğdu mu? Işığım benim!” deyip eğilerek alnından koklayıp eline kabı tutuştururdu. Pencereden giren Güneş ışığı beyaz kaptaki ak kımıza vurunca yansıyan ışık göz kamaştırırdı. Jakay, elini yüzünü yıkamadan babaannesinin verdiği kımızı içip yerinden kalkardı.
Böyle bir babaanne merhameti, Güneş’in nuruyla ak kımızın ekşimsi tadı hayatı boyunca Jaksılık’ın aklında kaldı. Babaannesini özlediğinde gözünün önünde işte bu manzara canlanırdı.
* * *
Talas kıyısındaki Kazak köyünün hayatı güllük gülistanlıktı. Yaz günlerinde çocuklar gürültü yapıp, sokağın tozunu kaldırarak oynarken köyün büyükleri sovhozun5 işlerinde çalışırlardı. Namazlarını kazaya bırakmayan ihtiyarlar oruçlu olsalar bile yazın sıcağında tırpanla ot biçerlerdi. Jakay’ın babaannesi de gece yarısında teravih namazını kılar. Jakay Ramazan ayında termostan çay içip, lezzetli gözleme yemek için babaannesiyle birlikte sahura kalkar. Yazın hemen tan atıp vakit çıkmaması için Küntöre sahurun çayını termosa koyardı. O çaydan yudumlayıp, Jakay da yarı uykulu yarı uyanık halde babaannesinin okuduğu duaya âmin der, elini yüzüne sürüp orucunu tutardı. Dedesi hayattayken eve alkollü içecekleri sokmak şöyle dursun, sucuk, tuzlanmış salatalık gibi yiyecekleri “Rusların aşı” diye sofraya yaklaştırmazdı. Bu alışkanlık dedesi vefat ettikten sonra da bu evin geleneğine dönüştü.
Yetmişli yılların ortalarında köyde ihtiyarların sayısı çok fazlaydı. İhtiyarların terbiyesini görerek büyüyen Jakay’a namaz kılmayan, sakalı bıyığı olmayan ihtiyar yok gibi gelirdi. Aksakalların bir araya geldikleri ortamlarda birbirlerine gösterdiği hürmet, onların sohbetleri, çocuk gördüklerindeki sergiledikleri merhametin yeri başkaydı. Bu terbiyeyi görerek yetişen nesil için bunlar önemli bir örnek, eğitimdi. Jaksılık için yeryüzünde babaannesinden üstün, ondan değerli kimse yoktu. Babaannesi de Jakay deyince canını dahi vermeye hazırdı. Ailedeki diğer insanlara sormasa da öncelikle Jakay’ın sevdiği yemeği hazırlatırdı. Jakay’ın sevdiği yiyecek ise koyun dili yemeğiydi. “Benim oğlum kalabalık önünde konuşacak hatip olacak” der, babaannesi çocukluğundan beri dil yedirerek Jakay’ı alıştırmıştı.
“Ne bilelim, oğlunuzun henüz hatip olacak bir insan gibi doğru düzgün bir laf ettiğini görmedik ya. Sadece sizin verdiğiniz dili yiyip, ağzını açmadan sessizce oturuyor” diyerek Üşkempir her zamanki gibi annesine takılırdı.
“Halkın önünde konuşacak hatip olacak, göreceksin! Oğlum çok kitap okuyor, onları beynine kazıyor. Almatı’ya gidip beş yıllık eğitim alıp, hatip olmayı öğrenip gelecek” diyen babaannesinin Jakay’ın geleceğine dair ümidi büyüktü.
Eski bir makamla mırıldanarak şarkı söyler dururdu. Jakay öyle anlarda dışarıdan eve girer girmez babaannesinin kucağına girer. Babaannesi eğirmekte olduğu ip ile yünü hemen sağ tarafına koyup, torununun kuyruğuna vurarak nazlandırmaya başlardı. Torunu ise babaannesinin kimsede olmayan kokusunu içine çekerek önünde yatar…
Sofra kurulunca “Jakay’ı başköşeye oturtun” der ve babası Üşkempir’in yanına kalın bir minderi koyup torunu gelmeden kimseye yemek yedirmez.
“Jakay, çabuk gel!” diyerek elini yıkamakta olan çocuğu bekler.
“Vay canına, oğlun gelene kadar açlıktan karnımız guruldayarak bekleyeceğiz artık, o gelip başköşeye yerleşene kadar bekleyeceğiz” diyerek Üşkempir annesiyle şakalaşırdı.
“Jakay’ım halkına öncü olsun, diye onu başköşeye oturtuyorum. Sen daha göreceksin, Jakay’ım liderlik edecek, halkın öncüsü olacak! İşte, geliyor benim yavrum” deyip minderin üzerini eliyle çırparak oğluna yer gösterdi. Jaksılık ise babaannesinin çok fazla üzerinde titremesinden dolayı utanarak gelip mindere oturur.
“Anne, siz neden benim Jakay gibi olduğum dönemde bana böyle davranmadınız. Şimdi ben en kötü bir ilçeyi yönetirdim ve siz de ilçe başkanının annesi olurdunuz.” diyerek oğlu annesini sözleriyle iğneledi.
“E-e-e, yavrum, ‘göre göre bilge’ olursun dedikleri şey buymuş. Senin çocukluğunda ben ne biliyordum ki? Şimdi etrafıma bakarak ve insanlarla ilişkiler kurarak böyle şeyleri öğrendim ya. Şu kötü anana küsme, koyun güdene akıl sorma derler. Babanın ikimizi koyunların peşinde göndermekten başka ne gördük dersin? Ben olamasam da sen ilçe başkanının babası ol! Göreceksin, bütün iyiliği şu esmer çocuktan göreceksiniz” deyip, ortadaki tabaktan bir kemikli eti alıp önce kendi oğluna verir. Jakay için pişirilen dili alıp torunun eline tutuştururdu.
Böyle büyük hayalle, ümitle yetiştirdiği Jaksılık daha sonra sadece babaannesi ile babasının değil, bütün Kazakların adını dünyaya tanıttı. Dünyanın neresinde olursa olsun, babaannesi rüyasına girerdi. Babaannesini rüyasında gördüğü gün işleri düzelirdi.
“Bugün babaannem rüyama girdi. Bundan otuz sene önceki hâliydi, başı bembeyaz bir başörtüsüyle kapalıydı. Eski bir makamla mırıldanarak şarkı söylüyor ve ip eğiriyordu. Ben ise babaannemin koynuna kafamı koyup hiçbir şeyi düşünmeden peynir yiyorum.” deyip, halkının ümidini gerçekleştiren bahadır oğlan dünyaca ünlü olduğu zamanlarında bile babaannesini hep hatırlar ve yâd ederdi.
Emeğin Tadı
Üşkempir’in ailesinde baba ayrı bir yere sahipti. Büyük anne Batima da, evin anası Küntöre de aile reisinin sözünü dinler, onun ruh haline göre hareket eder ve yaşarlardı.
Karakteri sert, iş deyince canla başla çalışan evin reisi nesillerin terbiyesi konusunda bilgili, çocuklarının terbiyesinde biraz kuralcıydı. İlk çocukları olan Altınkül ile en küçükleri olan Şırınkül’e de kız çocuğu demez evin her işini yaptırırdı. Erkek çocuk olan Jaksılık’a ise ağır işleri verirdi. Sabahtan akşama kadar ailecek devlet çiftliğinin her eve taksim ettiği pancar tarlasından çıkmazlardı. Toprağa tohum ekildiğinden itibaren sulamasını yapar, ekin çıkmaya başlayınca yabancı otları ayıklar, dur durak bilmeksizin çalışırlar, bazen parmaklarının araları kesilip kanardı. Çocuklarına acıyan zavallı ana işin büyük orandaki ağırlığını kendi üzerine alır. Böylece ilkbahardan sonbahara kadar köyün bütün işi pancarla uğraşmak olurdu.
Üşkempir tek oğluna kas gücü gerektiren işler yaptırarak terbiye etti, eğitti ve yetiştirdi. Bazen dokundurarak konuşup oğlunu daha iyi çalışması için sözleriyle kamçılardı. Babasının:
“Jakay’ın gücü az olduğundan mıdır nedir bilmem ama sesi ince” dediğini duyduktan sonra gücünü artıracak, kuvvetlendirecek iş olan hiçbir işten geri kalmazdı.
Tegistik köyünün en önemli işi kışa hazırlık, hayvanlar için ot biçmek, erzak hazırlamaktı. Aksakallar birkaç çocuğu bir sıraya dizip, ellerine tırpan vererek ot biçtirerek yarıştırırlardı. Yemyeşil yonca tarlasına dört yiğit aynı anda girdiği zaman yaş otu biçtikleri tırpandan çıkan ses ile otun hoş kokusu etrafı sarardı. İki üç aksakal biraz ötede oturur kımızlarını içerken gözlerinin kenarıyla tırpanla ot biçmekte olan yiğitlere bakarlar ve koyu koyu sohbet ederlerdi.
Yetmişli yılların ortalarında henüz yaşlı insanlar çoktu. O zaman köyde namaz kılmayan, sakal bıyık bırakmayan ihtiyar neredeyse hiç yokmuş gibi görünürdü. Aksakalların bir araya geldikleri yerlerde birbirlerine gösterdikleri saygı ve onların sohbetleri, çocuk gördüklerindeki merhametlilikleri o zamanki çocukların hiçbir zaman unutmayacakları bir görüntüydü.
Jaksılık kendi yapısının başkalarına nazaran daha küçük oluşuna rağmen hep grubun önünde olmaya gayret ederdi. Ot biçme yarışına hakemlik eden aksakallar bunu fark edip:
“Aferin, Üşeke’nin oğlu çıktı öne!” dediklerinde, bu övgü kuvvetine kuvvet, gücüne güç katardı ve yanındakiler yoğurt çorbası içerken bile Jakay durmazdı. Bir evin yoncasını biçtikten sonra diğer evinkine geçerlerdi. Köydekiler aynı yonca tarlasını yaz boyunca üç kez biçerlerdi.
Jaksılık kendi evlerininkinden başlayarak komşuları ile akrabalarının yoncalarını daha kendisine kimse söylemeden biçerdi ve henüz güneş doğmadan eline aldığı tırpanıyla öğlene kadar bütün işleri bitirirdi. İki üç gün sonra kuruyan yoncayı dirgenle ters çevirir, bir gün sonra da tekrar gidip toplar ve balyalardı. Bu kadarını yaptıktan sonra ihtiyarlar Üşeke’nin çalışkan oğlunu övmesinler de kimi övsünler! Akşamleyin aksakallar eve gelip çay içerlerken Batima yengelerine torununu överlerdi. O zaman Batima Hanım Küntöre’ye unun arasına koyarak sakladığı yılkı etinden yapılan sucuklarını çıkarttırıp yemek yaptırır. Yemek hazır olana kadar ihtiyarlar Jakay’a beyit olarak okunan “Kahramanlık Destanını” söyletir ve dinlerdiler. Birlikte oturup sohbet ederek hoş bir vakit geçirirler. İhtiyarlar ev işlerine yatkın ve çalışkan oğlunu övdükçe babaannesi mutlu olur ve gururlanırdı. Babası Üşkempir ise oğlunun sırtını sıvazlayıp, alnından öpmezdi bile. “Oğlana sert davranmak” lazım diyen babanın tutumu onu yapmasına izin vermezdi. Sadece bazen babaannesine:
“Oğlunuz adam olmaya başladı” derdi, memnun kaldığında.
Öyle anlarda Jaksılık mutlu olur, sevinirdi. Eskisinden daha da gayretli olurdu ve işleri canla başla yapardı.
Üşeke üç çocuğunu da şımartmazdı. Kendisi çok erken yaşta çalışmaya başladı. Sonra kolhozun muhasebecisi olmasına rağmen üç hektar pancar tarlası alıp ailesiyle birlikte çalıştı. Küntöre dersten çıkan çocuklarını yanına alıp tarladan çıkmazdı. “Şu pancar işlerinde iyi çalışırsanız size bisiklet satın alacağım” diye onları heveslendirirdi babaları. Jaksılık kendisiyle yaşıt çocukların bindiği bisikletin hayalini birkaç yıl kurduktan sonra ona zar zor ulaşmıştı. O zamanki sevincini bir görseniz. Bisikleti Altınkül ile birlikte sırayla sürerlerdi ve arkasına küçük Şırınkül’ü bindirirlerdi. Bisiklet aldıkları ilk gün hevesleri geçene kadar oynamışlardı.
Pancardan elde edilen kârı doğru kullanmayı ve ailenin ihtiyaçlarına harcamayı da yine babası bilirdi, o karar verirdi. Önce ailenin ihtiyaçlarını, sonra üç çocuğun okul ihtiyaçlarını karşılar ve kıyafetlerini alırdı. Ancak bunlardan para arttıktan sonra biricik oğluna bisiklet alabilmişti.
* * *
Sekizinci sınıfı bitirdiği yaz babası Jaksılık’ı Aben adındaki bir çoban akrabalarına gönderdi. Orası Şagan gölü kıyısında bulunan Şalke denilen bir yerdi. Etrafındaki ekinler ise sovhoza aitti.
Gelir gelmez Jakay koyunları gütmeye çıktı. Eskiden arkadaşı Orazalı ile birlikte bütün yaz boyunca Moyınkum’da koyun gütmüşlerdi ve bu konuda tecrübeliydi. Ancak burada koyunu otlatırken eşekle dolaşıyorlardı. Sürüsü otlamaya başladığında çizmesinin içine koyarak yanında götürdüğü kitabı çıkarıp, temiz havada güzel güzel okurdu. Bir keresinde kendisi kitaba dalmış, sürüsü ise sovhozun ekinine girmişti. Hemen eşeğine binip koyunları ekinden çıkarmak için baya ter dökmüştü. Normalde hızlı olan eşeği o gün doğru düzgün yürümediğinden canını biraz sıkmıştı. Ayaklarıyla ne kadar tekmelese de eşeği hiç yürütemedi. Kendisi solak olan Jakay sol eliyle eşeği kamçılamaktan yorulunca sağ eline alıp eşeğe vururken kamçının ucu kendisine değmişti. Kızılcık ağacından sapı olan kamçının ucuna bağlanan tel sol elinin dirseğini kesmiş kolunu kanatmıştı. Sinirlenen Jakay eşekten sıçrayarak inip koyunların peşinden kendisi yaya koşmaya başlamıştı. Kolundan akan kana aldırış etmeden canla başla uğraşarak koyunları ekinden çıkarıp bir araya topladı.
Kolunun kanaması dursa da ertesi gün dirseği bir hayli şişti. Jakay bahadır yine de kimseye şikâyet etmeden, fark ettirmeden sürünün peşinde dolaşmaya devam etmişti. Çocuğun sol kolunda bir ağrı hissettiğini fark eden Aben Amcası:
“Jakay, buraya gelsene” deyip yanına çağırıp gömleğini çıkarttırdı. Zar zor hareket ederek soyunan çocuğun şişmiş dirseğini görünce:
“Eyvah, oğlum, bu da ne? Neden söylemedin? Şunu babaannen görürse beni mahveder. Ne diyeceğim onlara?” deyip içi parçalandı ve hemen bir koyunu kesti. İrin toplayıp şişmiş olan yaraya koyunun çiğ kuyruk yağını daha sıcakken koyup üzerini sardı. Jaksılık’a genç hayvanın etinden yedirip, çorbasına doyurup, yorgana sarıp yatırdı.
“Şu çocuğun dayanıklılığına bakın hele” diye şaşkınlığını da gizlememişti. Bunu yengesiyle de paylaştı.
“Oğlunuz dayanıklıymış, yenge, bu çocuktan bir şey çıkacak, eminim” demişti. Babaannesi “âmin” deyip, elini yüzüne sürdü.
Jakay ise Kazak halk hekimliğinin bu tedavisinden sonra ertesi gün iyileşmişti. Sabahleyin uyanan çocuk kolunun eskisi gibi zonklamadığına sevinerek sargısını çözüp baktı, mucizevi kuyruk yağı irinin hepsini emmişti. Zonklayarak ağrıyıp ağırlaşan sol eli artık çok hafifti. Yaşanan bu durumdan dolayı çok utanan Aben amcası da hastalığın acısını çeken Jaksılık da bu duruma sevindiler. İki, üç gün sonra yara kabuk bağlamaya başladı. Küçüklüğünden itibaren emeğe, çalışmaya ve dayanıklılığa alışkın olan Jaksılık’a bu özelliğinin daha sonra sporda da nice başarılar için önemli anlarda çok yardımı olacaktı. Sovyetler Birliği takımındayken de on beş cumhuriyetten toplanan aslan gibi yiğitler onun dayanıklılığını her zaman takdir etmiş ona “Dayanıklı Jak” lakabını takmışlardı…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.