Kitabı oku: «İslam Tarihi», sayfa 9
3. BÖLÜM
İSLAM’IN ORTAYA ÇIKMASINDAN ÖNCE DÜNYANIN DURUMU
İran Devlet ve Medeniyeti – Romalılar – Yunan Medeniyeti – İbraniler – Dinî ve Sosyal Genel Durum – Kâinat Kanunlarının En Geneli: Hadiselerin Mantıki Zinciri – İslami Gelenekler ile Sosyoloji İlminin Kurallarının Birbirine Uygunluğu
1. İran Devlet ve Medeniyeti
Nice seneler, asırlar, şan ve şevketle varlığını devam ettirdikten sonra artık İran devleti kocamış, yıpranmış ve dağılmaya yüz tutmuştu. İran medeniyeti, nice asırlar ışık saçmış olduktan sonra artık sönmeye başlamıştı. Zerdüşt’ün dini hâlâ devam etmekte ise de İranlılarda din, bir hurafeler ve merasim silsilesinden, ruhsuz bir hâlden ibaret kalmış ve hele ahlaki faziletler tam manasıyla mahvolmuş idi.
Gerçi İran, hâlâ Doğu’nun en muazzam devleti hâlini muhafaza etmekte ise de bu azametin en küçük bir imtihana dayanamayacağı ve ilk çarpışmada dağılmış, takatten düşmüş olan o büyük vücudun parçalanacağı muhakkak idi. İran’ın sosyal durumu yorulmuş ve dinlenmek için tembellik ve durgunluk yatağına yatmış idi. Durgunluk ise bir sosyal düzen için yok olma, sönme alametidir. İşte İslam’ın varoluşunda, ortaya çıkışında, dünyanın en büyük iki hükûmetinden birisi olan İran bu hâlde idi.
2. Romalılar, Yunan Medeniyeti ve İbraniler
Romalılara gelince: Onların sosyal durumunu ve düzenini sarsan rüzgârlar başka yönlerden esiyordu. İsrailoğulları’ndan çıkan bir peygamberin, Allah’ın birliği fikri üzerine kurulmuş dini, yaradılıştan tabiatperest ve çok tanrılı olan Aryanilere geçince pek garip bir ahlaki durum meydana getirmişti. Hz. İsa bir şeriat koyucu değil, bir yenileyici idi. Onun şeriatı da Hz. Musa’nın şeriatı idi. Bir şeriat, dinî hükümler ile beraber birçok âdeti ve sosyal görüşü içerisinde barındırır. Âdetlerin ve sosyal görüşlerin, içinde meydana geldiği kavmin ruhi durumu ile uygunluk göstermesi zaruri olan şeylerdendir. İsa Aleyisselam’ın dini yabancı bir zemine intikal etmişti. Daha ilk adımda Sami dehası, Aryani dehası ile çarpışacaktı.
Böyle bir çarpışmadan ise üç netice çıkabilirdi;
Birincisi, yabancı fikrin, yerli fikri tamamen kendisine uygun bir hâle getirmesi.
İkincisi, yabancının yerliye uygun bir hâle gelmesi.
Üçüncüsü ise her ikisi karışıp kaynaşarak ortada yeni ve melez bir fikrin görünmesi.
İsevilik, birinci şekilde başarılı olamadı. İbraniler, medeniyet ve sanatlarda, felsefe ve bilimlerde Aryanilerden çok geri idiler. İbraniler tarafından yayılan İseviliğin Roma ve Yunan medeniyetine galip olması eksik bir medeniyetin daha gelişmiş bir medeniyete, bilginin zemininde galibiyeti demek olurdu.
Aryani medeniyeti ise İbrani havarilerinin getirdiği şiddetli dinî aşktan, ahlaki yücelik ve temizlikten ve özellikle sevgi ve şefkat gibi mukaddes prensiplerden mahrum idi. Bundan dolayı yeni dini tamamen kendine uygun hâle getiremezdi.
Bu iki fikrin çarpışması bir izdivacı gerekli kıldı ve ondan “Hristiyanlık” doğdu. Yeni doğan bu çocuk, her izdivaçta olduğu gibi, baba ve anasının ortak özelliklerini aldı. İbraniler, Aryanilere küçük ve saf bir cemiyeti idare etmeye yetebilecek birkaç yüce ahlaki prensip ve Allah’ın birliği fikrini götürmüşlerdi. Aryaniler, prensiplere kendi sosyal görüş ve geleneklerini ilave ettikleri gibi “tanrı çokluğu” fikrini de ilave ettiler. İsevilikte halik bir iken Hristiyanlıkta (kelime oyunundan vazgeçilirse) üç oldu. Hint’in “Trimurti”sini, Eski Mısır’ın teslisini andıran bu ilah sistemi bir kere kabul olunduktan sonra, ikinci derecede ilahlar yerine de sürülerle şehitler, azizler getirilerek yine eski dine geri dönüldü. Gerçekten Hristiyanlık ile Yunan ve Roma putperestliği arasındaki fark hiçbir hakikat ifade etmeyen “Allah birdir.” cümlesinin eklenmesinden ibaret kalmıştı.
Eski Jüpiter veya Zeus’un ismi değiştirilmiş ve “Baba” unvanıyla yine uluhiyet makamında bırakılmıştı. Jönon, Azra (kızoğlan kız, Hz. Meryem’in sıfatı) ismini, Promete de Mesih (Hz. İsa’nın sıfatı) adını alarak din sisteminin esası kurulmuş idi.
Bu yeni din, her tarafta aynı tesiri yapmıyordu. Ciddi ve azimli olan Romalılar ve genel olarak Batılılar, Hristiyanlığın (her yeniliğin muhite göre tesiri kanunuyla) varlığından yeni bir hayat kuvveti ve düzen fikri almak suretiyle istifade etmişlerdi. Fakat Roma medeniyetiyle, Yunan medeniyetinin farkları, Hristiyanlık adı altında gizlendikten sonra da çok açık bir şekilde görülmektedir.
Yunanlılık, Romalılığa manen galip geldikten sonra, Doğu imparatorluğunda yeni din, eskisi gibi oyuncak olmuş ve hükmü kalmamıştı. Netice olarak Doğu imparatorluğu da İran gibi çok büyük ve fakat kokuşmuş, dağılmış bir varlık gösteriyordu.
Hint, Çin’e yakın bir tarihî özelliklere sahiptir. Kendi yağı ile kavrulmasını seven bu büyük ülke, fatihler yetiştirmediği gibi misyonerleri de yetiştirmemiştir. Hintlilerin gayretiyle değil, kendi kendine ve yabancıların istekleriyle Uzak Doğu’ya doğru yayılan Buda dininden sonra, Hint’in cihanın her yanına din yaymaya meylettiği görülmemiştir. Gerçi Hintlilerin bazı felsefi fikirleri Yunanlılara ve Romalılara kadar gelmişse de yerel mitolojilere karışmış veyahut yerel felsefe ekolleri içinde gizlenip gözden kaybolmuştur.
Hristiyanlığın ortaya çıkmasından ve millî istiklallerinin mahvolmasından sonra Yahudiler, müthiş bir düşmanlığa maruz kalmış, serseri ve zelil, her türlü nüfuzdan mahrum ve her vatanın yabancısı olmuştu.
Bu durumlar, incelenir ve değerlendirilirse tamamıyla görülür ki gerek dinin genel durumu ve gerek diğer medeni hususlar fena bir duraklama ve hatta gerilemeye uğramıştı.
Aryani medeniyetinin ahlaka aykırı ve bozuk tarafları, dinin ahlak ve temizliğini bozmuş ve yok etmişti. Dinin şekil ve tutucu yönleri, medeniyetin teknolojisini ve ilerlemesini yasak etmişti. Öyle ki Doğu ve Batı’yı, cahil ve ahlaksız, yobaz ve geri kalmış kavimler kaplamıştı. İbrani dehası ile Aryani dehasının bir araya gelmesinden oluşan cılız ve melez bir varlık, Yunan ve Roma medeniyetinin amiyane ve şairane bazı özelliklerini aldıktan sonra o medeniyetlere idam hükmü vermişti.
Sokratlar, Pisagorlar, Demokritoslar, Eflatunlar, Aristolar yetiştirmiş olan Yunanlılar, şimdi aptal ve şaşkın ruhaniler; Senekalar, Pliniuslar, Aureliuslar, Çiçerolar yetiştirmiş olan Romalılar, artık meczup ve sersem rahipler yetiştiriyordu.
3. Dinî ve Sosyal Genel Durum
İnsanlığı, olduğu yerde saymaktan yahut geriye doğru dönüşten kurtaracak, insanlığa yeni bir yetişme ve yükselme kudreti verecek bir fikir, ortada yoktu. Böyle bir fikri doğuracak vicdan da ortada görülmüyordu.
İnsanlığı, içine düştüğü cahillik ve kötülük çukurundan kurtaracak fikir, alelade ve mahallî, sınırlı ve millî bir fikir olamazdı, öyle bir fikir lazımdı ki onun yüceliğinin parlaklığı gözleri kamaştırsın, onun ışık demetleri her yere ve her kalbe nüfuz edebilsin. Öyle bir fikir lazımdı ki kapsama dairesi dışında insan ihtiyaçlarının hiçbirisi kalmasın. Bu fikir, yalnız felsefi bir fikir olamazdı. Zira felsefe, hiçbir vakit çok sınırlı bir daire dışına çıkmamış, hiçbir vakit insanlığın bütününün sevk edicisi ve hâkimi olmamıştır.
Bu fikir yalnız, dinî de olamazdı. Zira yalnız dinî bir fikir, insanlığı yönlendiremez, aksine hareketten alıkoyar. Evet, sade dinî bir fikir, bir millet değil, bir münzevi ve meczup sürüsü meydana getirirdi.
İnsanlığı kurtaracak olan bu fikrin, toplayıcı bir fikir olması lazımdı. İnsanlık, hususi fikirlerin şevkiyle yapabileceği gelişmeleri yapmış ve yine gelişme yoluna girmesi için hususi fikirlerin hepsini kendinde toplayacak bir “toplayıcı fikir”e muhtaç kalmıştı.
4. Kâinat Kanunlarının En Geneli: Hadiselerin Mantıki Zinciri
Bu âlemde meydana gelen ve bin türlü isimle anılan hadiseler, bir mantık zinciri içerisindedir. Gelişme [tekâmül] dediğimiz sihirli kelimenin ifade ettiği hakikat budur. Tarihî olayları geniş bir vicdan ufkunda oluş sırasına göre sıralasak, başlangıçlarla ortaları, geçitlerle sonuçları şümullü bir bakış açısıyla değerlendirmeye alsak, birbiriyle hiçbir bağlantısı yok sandığımız tarihî hadiselerin birbirine garip ve hayret verici bir yakınlıkla bağlı olduğunu, mantıki bir teselsül ile birbirine bağlanmış olduğunu görürüz. Ve yine görürüz ki bu teselsülde tesadüfe, körlüğe, ihtimale, keyfe hiç yer yok. İntizam, vazife ve gaye: İşte bilimsel bakışın varlık sahasında görebileceği şey.
5. İslami Gelenekler ile Sosyoloji İlminin Kurallarının Birbirine Uygunluğu
İnsanlık, gelişme devirlerinde, özel fikirlerin hepsini eskitmişti. İnsanlığı, bu defa atalet durumundan kurtarmak için bir Zerdüşt, bir Aristo, bir İsa (a.s.) kâfi gelemezdi. Bu toplayıcı fikri beşeriyete hediye edecek zat, hem peygamber hem veli hem siyasi hem iktisatçı hem filozof olmalıydı.
İşte insanlığı, içine gömüldüğü karanlıklardan nura çıkaran o toplayıcı fikir “İslam”, o nurun çok yüce doğuş yeri “İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)” oldu.
İşte yalnız bu bakımdan deriz ki İslam dini, tabii bir dindir. İslam dini, yalnız Allah’ın muradının değişmez ve daimî bir şekilde faaliyetinin bir netice ve mahsulü olmak itibarıyla deriz ki ortada hiçbir olağanüstü durum yoktur!
Burada harika hakkında fikrimizi açıklamamız gerekir. Diğer dinlerde ve eski kavimlerdeki kabul görüş şekline göre “harika” iki kısma ayrılır:
1. “Bir amaca ulaşabilmek için Cenabıhakk’ın ilahi faaliyeti gereği olan âdet ve kanunları değiştirmesi”
2. “Beşerin bilgi sahibi olma imkânının, insani tecrübenin üstünde kalan hadiseler”dir.
İslami hakikate göre de harikalar, bu son şekilde makbuldür. İlahi olayların hepsi harikadır. Öyle ki biz bu olayların mahsullerini bazen o derece gafletle algılarız ve o ürünleri görmeye o derece alışmışızdır ki artık onlardaki harikayı göremez oluruz. Mesela bir çekirdeğin manevi içeriğinde milyarlar ve milyarlarca, daha doğrusu sayısız ağaç ve bitkiler mevcuttur. Aklen hükmedebiliriz ki zaman ölçüsünü ebediyetle değiştirirsek, o çekirdekte kuvvet hâlinde var olan ağaçlar, sayısız âlemleri, sonsuz küreleri doldurur, yine sonu gelmez! Bu bir harika değil midir?
İnsanlığın, kâinatı bilmek ve tanımak için alet olarak beş duyusu var. Hangi bilim adamı iddia edebilir ki bütün varlık şekilleri, bu beş duyunun kapsama dairesine girer? Kim iddia edebilir ki insanlığın en büyükleri olan kişilerde, insanlığın geneline ait seviye üstünde anlayış şekilleri yoktur?
İşte bu görüş noktasından da bakarsak, bütün insanlık tarihinde görülen en büyük harika, Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.
4. BÖLÜM
PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMUNDAN PEYGAMBER OLUŞUNA KADAR
İslam Ananeleri/Rivayetleri – Peygamberimizin Doğumu – Çocukluk ve Gençlik Devresi – Bahira ve Hurafesi – Seyahat – İbadet ve Tefekkür – Peygamberlerin Önceden Görülen İşaretleri – Evlenme: Hatice – Vahiy ve Resullük
1. İslam Ananeleri/Rivayetleri
İslam ananelerinden [rivayetlerinden] biri de peygamberimizin dedelerinin seçkin bir nur sahibi oldukları ve bu nurun babadan çocuklara intikal ettiğidir. Tarih bize, peygamberimizin dedelerinin herkesçe itiraf edilen bir ruhaniyetle şereflendirildiğini bildiriyor. Biz, bu ananelerde akıl ve bilim dışında bir şey göremiyoruz. Hayat ilmi ve insan ilmi, tevarüs [bir özelliğin kalıtım yoluyla birinden diğerine geçmesi] ve atavizm [dedelerin hâllerinin torunlarda görülmesi] gibi kuralları ispat edilmiş bir şekilde meydana koymaktadır. Tarihte eserlerini ve hareketlerini inceleyebildiğimiz önemli ailelerde gerek bedenî özellikler bakımından gerek huy ve ahlak bakımından tevarüs ve atavizm hâllerini açıkça görüyoruz. Aynı kurallar en küçük canlılarda dahi hüküm sürmekte iken “asalet” usulüyle irsî tesirlerin kuvvetli bir hâlde korunması durumunda daha açık ve kesin bir şekilde hüküm süreceğinden şüphe edilemez.
Peygamberimizin dedelerinden çoğunun bir çeşit ruhani reislik olan “sikaye” ve “rifade”, yani hacılara su ve gıda dağıtımı vazifelerini yerine getirmeleri, onlara dinî bir sıfat vermekte olduğundan Arapların onlara karşı hissettikleri hürmet, manevi idi.
Peygamberimizin doğumundan evvel meydana gelen bazı hâller hakkında da İslami gelenek ve rivayetlerin kayda geçtiği birçok sağlam şey vardır. Avrupa eleştirmenlerinin bir kısmı bu gelenek ve rivayetleri bazen “hurafe” ve bazen tamamen gerçek dışı görüyorlar.
Önce şurasını söyleyelim ki neticede birleşseler bile, iman ile bilim arasında elbette bir fark vardır. İman, özellikle irfana ait üstünlükler ve dine ait hikmetler ile süslenmiş olmazsa bir hadiseyi incelemeksizin ve yalnız nihai sebebi olan Cenabıhakk’a bağlayarak kabul eder, “Cenabıhak öyle murat etmiş…” diyerek hadiselerin kanunlarını incelemeye lüzum görmez. Bilim ise bir hadiseyi incelerken bir meçhulü incelemiş olur, onun meydana gelmesinin sebeplerini araştırmaya koyulur. Fakat meydana gelme sebepleri keşfedilmeyen ve hâlbuki meydana geldiği tarihsel olarak inkâr edilemeyen bir hadiseyi bilim namına inkâr doğru olamaz.
Peygamberimizin doğumundan evvel meydana gelen olayların en önemlisi Ebrehe’nin Mekke’ye hücumudur. Habeşliler,34 Hamirilerin [Himyeriler] zayıflığından istifade ederek Yemen’i ele geçirmişlerdi. Çoktan beri İseviliği kabul etmiş olan Habeşliler, bu dini yaymak maksadıyla San’a’da büyük bir kilise yapmışlar ve Arapları Kâbe yerine bu yeni mabede çevirmeye çalışmışlar; fakat Kâbe baki kaldıkça buna muvaffak olamayacaklarını anlamışlardı.
Peygamberimizin zatı ana rahmine düştüğü zaman Habeş necaşisi,35 olan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya ve Hicaz’ı fethetmeye niyet etmişti. Habeş ordusunun önünde bir fil yürüdüğü için Araplar bu olayı “Fil Vakası” diye isimlendirmişlerdir. Necaşi, Mekke’ye kadar gelmişti. Fakat memleketi zapta ve Kâbe’yi tahribe muvaffak olamadan ordusu mahv ve perişan olmuştur. İslami gelenek ve rivayetlere göre, orduyu, ebabil kuşlarının yağdırdığı taş yağmuru mahvetmiştir. Fakat bu gelenek ve rivayet İslam’a mahsus olmayıp bütün Arap’a mahsustur. Çünkü henüz İslam ortaya çıkmadan bu gelenek ve rivayet Kureyşlilerce bilinmekte ve herkes tarafından kabul edilmekte idi.
Burada, sebeplerini bilim yoluyla incelemekten aciz olduğumuz tarihî bir olay karşısında bulunuyoruz. Habeş ordusunu, Mekkelilerin müdafaa ve müdahalesinin mahvetmediği muhakkaktır. Kaldı ki ordunun yok edildiği de muhakkak olduğu gibi bütün bir kavmi, tarihî zamanlarda “ittifak hâlinde yalan uydurup yalan söylemekle itham” da çok zordur. Bundan dolayı bu geleneğin İslami rivayetler arasına kabulünden ötürü İslam’ı hatalı bulmak doğru olamaz.
İslami geleneklerde daha birçok rivayet vardır ki bunlar hep mümkün şeyler olmakla beraber bize göre Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şerefini, hayatı ve eserleri ispata yeterli olduğundan bunların münakaşasında bir fayda görmüyoruz. Bu geleneklerin gerçekliği, peygamberimizin kendisinin şerefine fazla bir zerre ilave edemeyeceği gibi gerçek olmaması da bu şereften bir zerre eksiltemez.
2. Peygamberimizin Doğumu
Bütün insanların tefekkürce en üstünü, fikir kuvveti ve fikri meydana koymada en genişi, huy ve tabiatça en güzeli, hak ve hakikate en yakını, görünüşte ve manevi açıdan en aydını olan İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Fil yılında, Nisan ayı içinde, Rebiülevvel’in on ikinci pazartesi gecesi sabaha karşı dünyaya gelmiştir.
Peygamberimizin doğumu hakkında tarihin kaydettiği ve çoğunluk tarafından kabul edilmiş olan rivayet bu ise de bunun üzerinde ittifak edilmemiştir.
3. Çocukluk ve Gençlik Devresi
Resulullah Efendimiz Hazretleri henüz dünyaya gelmeden önce babası Abdullah, Medine’de vefat etmişti. Dozy, Abdullah’tan kalan mirasın, iki bin frangı geçtiğini söylüyor. Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in bir banker oğlu bulunduğunu iddia etmedikleri için bunun hiçbir önemi yoktur. Fakat biraz aşağıda Haşimî ailesinden bahsederken: “Fakat ne en asillerdendi ne de en nüfuzlu ve kudretlilerden…” diyor ki bunun tamamen yalan olduğu tarihçe sabittir. Özellikle asalet yönünden… Ne dost ve ne de düşman, Araplardan hiç kimse Âl-i Haşim’in [Haşimoğulları’nın] başka bir aileden daha az asil olduğunu ve asalette onlardan üstün olanın bulunduğunu iddia etmemiştir.
Arap âdetlerinden olduğu üzere Resulullah Efendimiz, Benü Sa’d Kabilesi’nden Halime adında bir sütanneye verilmiştir. Dört yaşına kadar sütannesinin yanında kaldıktan sonra annesi Hz. Amine’nin yanına alınmıştır. Hz. Amine, Peygamber Hazretleri’ni Medine’ye götürüp dayızadeleri olan Benü Neccar’la görüştürmüştür. Medine’den dönüşleri esnasında Peygamber Efendimiz, henüz altı yaşlarında iken Hz. Amine bu misal âlemini terk etmiştir. Ana ve babadan yetim kalan Hazreti Peygamber, dedeleri Abdulmuttalib’in yanına alınmıştır. Bir sene sonra, peygamberin yüz yaşını aşan dedesi Abdulmuttalib de dünyaya veda etmekle peygamberimiz, amcası Ebu Talib’in yanına gitmiştir.
İslami gelenek ve rivayetlerden burada iki olayı hatırlatmayı lüzumlu görüyoruz. O da Kureyş’in ricası üzerine gerek Abdulmuttalib ve gerek Ebu Talib’in yağmur duası ettikleri ve her ikisi de duaya henüz çocuk olan Nebi’yi beraberce götürmüş olmalarıdır. Her iki duada Nebi’nin kendisi ile teberrük edildiği Cülhüme’nin rivayetleri ve Ebu Talib’in Hz. Muhammed’in (s.a.v.) methi hakkında söylediği kasideler ile sabittir. İşte bu olaylar da ispat ediyor ki peygamberin ailesi olan Haşimoğulları, Kureyş arasında İbrahim neslinin en doğru kolu ve Arapların en asili idi.
4. Bahira ve Hurafesi
Hz. Peygamber on iki yaşında iken amcası Ebu Talip ile beraber Şam’a doğru hareket etti. Eski Şam denilen Busra beldesine vardıklarında, orada bir savmaada36 oturan “Bahira” adında inzivaya çekilmiş bir İsevi onu gördü. Bu rahip, İsa dininin ilk saflığını muhafaza eden bir muvahhit [Allah’ın birliği akidesine bağlı olan kimse] idi, sonradan İsa dinine eklenmiş teslis ve benzeri inançlara inanmış olmadığı için medeniyet merkezlerinde ikamet edememiş, Arap Yarımadası’na yakın ve ücra bir yer olan Busra savmaasına çekilmişti.
Bahira, peygamberin simasını inceledikten sonra onda büyük bir manevi hâlet olduğunu anladı ve İslam rivayetlerine göre ondaki peygamberlik nurunu gördü, Araplar arasında ortaya çıkacağı Tevrat ve İncil’de haber verilen peygamberin kendisi olduğunu söyledi.
Gelecekten haber verme meselesi, bilimin inceleyemediği meselelerdendir. Fakat gerçekliği tarih ve şimdiki zamanda görülen benzer hadiseler ile sabit olduğundan manevi ilimler ve ruhi temizlik sahibi olan münzevi bir ruhaninin Hz. Muhammed’in geleceği hakkında bazı haberler vermesi akla uzak ve imkânsız bir şey sayılamaz.
Bahira’nın Ebu Talib’i Şam’a gitmekten menettiği rivayet edilmiştir. Eski rahiplerden bazıları, peygamberimiz ile Bahira’nın buluşması üzerine garip bir hurafe bina etmişlerdir. Bu hurafeye göre Bahira, peygamberlik ilimlerini ve sanatını Hz. Peygamber’e öğretmiştir. On iki yaşında bir çocuğa alfabeden ve okumanın başlangıcından başka bir şey öğretilemeyeceği dikkat nazarına alınırsa bu hurafenin redde bile değeri olmadığı ortaya çıkar.
5. Seyahat
Peygamber Efendimiz on yedi yaşında iken diğer amcası Zübeyr ile Yemen’e yolculuk etmiştir. İslam eleştirmenleri Ebu Talib’in fakirliğinden, Peygamber Efendimiz’in keçi ve koyun çobanlığı ettiğinden ve hatta geçimini sağlamak için süs meyveleri yetiştirdiğinden bahsediyorlar. Bunlar, Peygamber Efendimiz’in namus dairesinde geçimini sağlamayı tamamıyla takdir eylediğine delil ve ispat vasıtası olup ergenlik çağlarında bile ahlaki faziletlere sahip olduğuna dair açık ve kesin işaretlerdir.
6. İbadet,Tefekkür ve Peygamberliğin Görülen İşaretleri
Yirmi yaşlarına ulaşmış olduğu zaman, Hazreti Nebi’de birtakım istisnai hâller görünmeye başladı. Mesela gözüne melekler görünüyor, kulağına gaipten sesler geliyordu. Hazreti Nebi bu hâlleri amcası Ebu Talib’e açtı, o da bu hâllerin asıl sebebini kestiremeyerek bir kâhine başvurdu. Kâhin, peygamberin kendisinde hiçbir hastalık bulunmadığını ve görünen şeylerin melekler olabileceğini söyledi.
Hz. Muhammed’in hayatının bu zamana kadar geçen dönemlerini inceleme ve eleştiri nazarına alırsak iki önemli durum bütün açıklığıyla ortaya çıkar: Yüce ve güzel ahlakı ve mutlak doğruluğu.
İslam’a yabancı olanların yani gayrimüslimlerin belki de başka bir amaçla öne sürdükleri geçim sağlama konusu, peygamberimizin ahlakının yüceliğine delalet eder. Demek o, daha ergenlik çağlarında kibre, gurura ve çağdaşlarının yanlış değerlendirmelerine kapılmamış ve çalışmanın bir fazilet olduğunu anlamıştır.
Hz. Peygamber, işittiği ve gördüğü olağanüstü hâllere hemen inanmamış, bu hâllerin ve işaretlerin büyüklüğü önünde daima kendini küçük görmüştür. Yâr (dost) ve ağyarın (düşmanın) itiraf ettiği bu durum, Hz. Muhammed’in doğruluğu için en parlak ve kuvvetli bir ispattır.