Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «12 yıllık esaret»

Yazı tipi:

Solomon tarla kıyafetiyle


“Solomon Northup’ın Red Nehri’ndeki bir tarlaya götürülmesi, oranın Tom Amca’nın da esir tutulduğu yer olması ve Northup’ın kendi tarlasını, oradaki yaşam koşullarını ve başka bazı olayları anlatışı, Tom Amca’nın hikayesiyle çarpıcı bir benzerlik gösteriyor.”

Harriet Beecher Stowe, Tom Amca’nın Kulübesi’nin Anahtarı (The Key to Uncle Tom’s Cabin), s. 174


Bu kitap
dünya çapında adı
büyük dönüşümle bağdaşlaştırılan
Harriet Beecher Stowe’a adanmıştır
 
“İnsanoğlu geleneklerle öyle kandırılmış,
milat olmuşlara saygı duymaya o kadar meyillidir ki,
ve onun kullanışlı olduğunu söylemeye öyle hazırdır ki,
belaların en beteri olan kölelik bile,
babadan oğula geçtiği için,
kutsal bir şey gibi korunup saklanır.
ama akla hayale sığar mı ki,
kendi gibi hükmettiği köle de,
gönlündeki coşkulu duygularla doğmuşken,
bir adam amansız bir tiran olsun,
ve yaşadığı yerin tek özgür insanının kendisi olduğunu söylesin?”
 
Cowper


Resimlerin Listesi

Solomon tarla kıyafetiyle

Washington’daki köle hücresindeki sahne

Eliza’nın son yavrusundan ayrılışı

Chapin, Solomon’u asılmaktan kurtarıyor

Patsey’nin kazığa bağlanıp kırbaçlanışı

Pamuk tarlasındaki sahne: Solomon geri alınıyor

Solomon’un eve varışı ve karısı ve çocuklarıyla ilk görüşmesi

Solomon Northup’ın Hikayesi

1. Bölüm

Giriş – Soy – Northup Ailesi – Doğum ve Ebeveynler
Mintus Northup – Anne Hampton’la Evlilik – İyi Dilekler
Champlain Kanalı – Kanada’ya Rafting Yolculuğu
Çiftçilik – Keman – Yemek Pişirme – Saratoga’ya Taşınma
Parker ve Perry – Köleler ve Kölelik – Çocuklar
Hüznün Başlangıcı

Özgür bir adam olarak doğmamın, otuz yıldan fazladır hür bir eyalette özgürlüğün nimetlerinin tadını çıkarmamın ve ardından kaçırılıp on iki yıllık bir esaret sonrası 1853 yılının o talihli Ocak ayında azat edilene kadar köle tüccarlarına verilmemin ardından bana, hayatımın ve talihimin insanlar için hiç de yavan bir hikaye olmayacağı söylendi.


Tekrar özgür oluşumdan bu yana, Kuzey Eyaletleri’nde kölelik konusuna giderek artan ilgi gözümden kaçmadı. Köleliği bir yandan hoş bir yandan da itici yönleriyle tasvire kalkan kurmaca eserler, eşi benzeri görülmemiş bir hızla yayıldı ve anlayabildiğim kadarıyla da bereketli bir tartışma alanı açtı.

Ben kölelikten yalnızca kendi gördüğüm kadarıyla söz edebilirim; ondan sadece benliğimin bildiği ve deneyimlediği kadarıyla bahsedebilirim. Benim amacım, yaşananların samimi ve dürüst bir ifadesini ortaya koymak. Gayem, hayat hikayemi abartmadan ortaya koymak ki başkaları karar verebilsin kurmaca eserlerin sayfaları bile canice yanlışları veya daha ağır bir esareti gözler önüne serebiliyor mu, seremiyor mu.

Geçmişe dönük saptayabldiğim en eski bilgi baba tarafından atalarımın Rhode Island’da köle olmaları. Northup adındaki bir aileye aitlermiş ve aileden biri, yanına babam Mintus Northup’ı da alarak New York eyaletine gelip Rensselaer vilayetinde bulunan Hoosic’e yerleşmiş. Yaklaşık elli yıl önce gerçekleşmiş olması muhtemel olan bu beyefendinin ölümünün üzerine, vasiyetindeki bir beyanla, babam özgür kalmış.

Mevcut hürriyetimi ve karımla çocuklarıma yeniden kavuşmamı borçlu olduğum, Sandy Tepesi’nden seçkin bir avukat olan Henry B. Northup Beyefendi, atalarımın hizmet ettiği ve benim şu an taşıdığım adı aldığım ailenin bir akrabasıymış. Tabii özgürlüğüme kavuşmamda benim adıma gösterdiği yoğun çabaların etkisini de unutmamak lazım.

Babam, özgür kalmasından bir süre sonra, New York’taki Essex vilayetinde bulunan Minerva’ya taşınmış. Ben 1808’in Temmuz ayında burada doğmuşum. Minerva’da tam olarak ne kadar kaldığını teyit edecek imkanım yok. Oradan da Slyborough denilen bir yerin yakınında bulunan Washington vilayetindeki Granville’e taşınmış ve birkaç yıl kadar yine eski efendisinin akrabası olan Clark Northup’ın çiftliğinde çalışmış. Ve oradan da Sandy Tepesi’nin biraz kuzeyinde, Moss Street’teki Alden çiftliğine taşınmış. Daha sonra da, şimdi Russel Pratt’in sahibi olduğu, Fort Edward’dan Argyle’e giden yol üzerine konuşlanmış çiftliğe taşınmış ve 22 Kasım 1829 tarihinde ölene kadar orada yaşamaya devam etmiş. Arkada bir dul ve iki çocuk bırakmış: Ben ve abim Joseph. Abim hâlâ aynı Oswego vilayetindeki Oswego şehrinde yaşıyor. Annemse benim esaret dönemimde ölmüş.

Köle olarak doğmuş olmasına ve talihsiz ırkımdan herkes gibi felaket koşullarda çalışmış olmasına rağmen, onu hatırlayan pek çok kişinin de doğrulayacağı gibi babam, gayreti ve uyumundan dolayı saygı duyulan bir adammış. Hayatını tarım işlerinde huzurla geçirmiş; özellikle Afrika’nın çocuklarına tahsis edilmiş gibi görünen o bayağı hizmet işlerine hiçbir zaman bakmamış. Genelde bizim durumumuzdakilere verilen eğitimden çok daha fazlasını bize veren babam, çalışkanlığı ve tutumluluğu sayesinde kendisine oy kullanma hakkı sağlayacak kadar mal sahibi de olmuş. Babam bize sık sık hayatının ilk yıllarını anlatırdı; kölesi olduğu aileyi her zaman en içten duygularıyla, iyilik ve sevgiyle anmasına rağmen kölelik sisteminin ne demek olduğunu iyi bilir ve ırkının aşağılanmasından kederle bahsederdi. Zihnimizi ahlaki duyarlılıkla işlemeye özen gösterir, bize, acizlerin ve güçlülerin kollayıcısı olan Tanrı’ya güvenmemizi tembihlerdi. O zamanlardan beri babamın nasihatleri ne çok aklıma gelmiştir: Louisiana’nın uzak ve iç bayıltıcı bölgelerindeki bir köle kulübesinde gaddar bir efendinin açtığı insafsız yaralarla uğraşırken, babamı çevreleyen mezarın beni de zalimin kırbacından korumasını dilerken… Sandy Tepesi’ndeki kilise bahçesinde basit bir taş, Tanrı’nın ona verdiği düşük rütbenin gerektirdiği görevleri layığıyla yerine getirdikten sonra nerede yattığını gösteriyor.

Bir noktaya kadar, babamla münasebetim çiftlik işleriyle ilgili oldu. Boş zamanlarımda ya kitaplarla haşır neşir oluyor ya da gençlik tutkum olan kemanı çalıyordum. Keman aynı zamanda benim teselli kaynağımdı çünkü aynı kaderi paylaştığım, benim gibi basit insanlara mutluluk veriyor, beni de karanlık talihimle ilgili sonu gelmez düşüncelerden alıkoyuyordu.

1829 Noel’inde bizim oralarda oturan siyahi bir kızla, Anne Hampton’la evlendim. Tören, Fort Edward’da, bölgenin hâkimi ve seçkin bir vatandaş olan Timothy Eddy Beyefendi tarafından gerçekleştirildi. Eşim uzun zaman Sandy Tepesi’nde, Salemli Rahip Alexander Proudfit’in ailesinden Eagle Tavernası’nın sahibi Bay Baird’la kalmış. Bu bey uzun zaman Salem’deki Presbiteryen Kilisesi’ne başkanlık etmiş, ilimi ve dindarlığı ile öne çıkmış birisiymiş. Anne hâlâ bu iyi adamın muazzam nezaketini ve güçlü nasihatlerini şükranla hatırlar. Anne, kendisinin tam olarak hangi soydan geldiğini bilmiyor ama damarlarında üç ırkın da kanı akıyor. Kırmızının mı, beyazın mı, yoksa siyahın mı baskın geldiğini söylemek güç. Ama hepsinin karışımı ona olağandışı ama hoş bir ifade vermiş; böylesi nadiren görülür. Biraz benzese de tam olarak bir zenci melezi denemez ona ki söylemeyi unuttum; annem de bu ırktan geliyor.

Temmuz ayında yirmi bir yaşına girmiş, daha yeni reşit olmuştum. Babamın tavsiyeleri ve desteğinden mahrum, geçim için elime bakan bir eşle çalışma hayatına atıldım. Ten rengi engeli ve düşük konumuma rağmen gerçekleşeceğine inandığım hoş hayaller kurmaya başladım: Emeklerim boşa çıkmazsa, etrafında birkaç hektar toprağın bulunduğu küçük, gösterişsiz bir evle birlikte gelen mutluluk ve rahatlık…

Eşime karşı beslediğim sevgi evlendiğim günden bugüne içten oldu ve hiç azalmadı. O günden sonra bize bahşedilen sevgili çocuklarıma duyduğum hisleri ise yalnızca bir babanın çocuklarına beslediği büyük şefkati hissedebilmiş biri anlayabilir. Bu kadarını, bu sayfaları okuyanların çektiğim korkunç çileyi anlayabilmesi için uygun ve gerekli buluyorum.

Evliliğimizin hemen sonrasında, o zamanlar Fort Edward kasabasının güney sınırında olan eski sarı binada hizmetçiliğe başladık; şimdilerde modern bir malikaneye dönüştürülmüş ve içinde Yüzbaşı Lathrop oturuyor. Artık Fort Malikanesi olarak biliniyor. Bu binada, vilayet olduktan sonraki yıllarda mahkemeler kurulurmuş. 1777’de, Hudson’ın solundaki eski Fort’tayken, Burgoyne1 de oturmuş burada.

Kışın Champlain Kanalı’nın William Van Nortwick’in sorumlu olduğu bölümde, tamirde çalışıyordum. Çalıştığım şirkette David McEachron en büyük yetkiye sahipti ve şirketin de sahibiydi. Kanal bahar ayında açıldığında bir çift at ve yön bulma konusunda gerekli olabilecek diğer şeyleri satın alacak parayı biriktirebilmiştim.

Bana destek olacak birkaç yetenekli yardımcı kiraladıktan sonra, büyük miktarlarda keresteyi Champlain Gölü’nden Troy’a taşıma işine giriştim. Dyer Beckwith ve Whitehall’dan Bay Bartemy adında biri, seyahatlerimde bana eşlik etti. Sezon boyunca raftingin bütün püf noktalarını öğrenmiştim, ki bu bilgi daha sonra değerli bir efendiye kârlı bir hizmet sağlamama ve Bayou Boeuf kıyılarındaki saf kerestecileri şaşkına çevirmeme vesile oldu.

Champlain Gölü’ndeki yolculuklarımdan birinde de Kanada’ya bir iş aldım. Montreal’de tamire giderken oradaki katedrale ve ilgimi çeken diğer yerlere gittim ve daha sonra Kingston’ı ve diğer kasabaları gezdim. Tüm bu yerlerde yerli halkın yaşayışlarıyla ilgili şeyler öğrendim, ki hikayenin sonuna doğru görüleceği üzere, onlar da işime yaradı.

Kanaldaki işlerim hem benim hem de işverenimin tatminiyle bittikten sonra boş durmamak için Medad Gunn’la yeni bir işe giriştim; bol miktarda odun kesme işi. Bu işi 1831-32 kışında yaptım.

Baharın gelişiyle birlikte, Anne ve ben yakınlardan bir çiftlik alma planları yapıyorduk. Kendimi bildim bileli tarım işinin içindeydim ve bu işler tam benlikti. Dolayısıyla babamın daha önce yaşamış olduğu eski Alden çiftliğinin bir kısmını satın almak için pazarlıklara başladım. Bir inek, bir domuz, yakın zamanda Hartford’da Lewis Brown’dan aldığım bir çift öküz ve diğer kişisel eşya ve taşınır mallarla birlikte Kingsbury’deki yeni evimize doğru yola koyulduk. O yıl on hektar mısırla birlikte çokça yulaf ektim ve elimdeki her şeyi tarıma yatırdım. Anne ev işleriyle ilgilenirken ben de tarlada sıkı bir şekilde çalışıyordum.

1834’e kadar burada kaldık. Kış sezonunda birkaç kez keman çalmam için beni çağırdılar. Gençler ne zaman dans etmek için bir araya gelseler, ben de orada oluyordum. Komşu kasabalarda kemanımla nam salmıştım. Anne de aynı şekilde Eagle Tavernası’ndaki uzun soluklu ikametinde aşçılığıyla ün salmıştı. Duruşma haftalarında ve halk toplantılarında Sherrill’in Kahve Evi’nde yüksek fiyatlara çalışırdı.

Bu toplantılardan sonra eve hep cebimizde parayla dönerdik. Dolayısıyla keman çalma, aşçılık ve çiftçilik sayesinde kısa zamanda kendimizi bolluk içinde bulduk. Aslına bakılırsa, mutlu ve lüks bir hayat sürüyorduk denilebilir. Evet, Kingsbury’de kalsaydık durum böyle olacaktı ama bir sonraki adım, beni bekleyen zalim kadere doğru atılacak adımdı.

1834 Mart’ında Saratoga Springs’e taşındık. Washington sokağının kuzey kanadında bulunan, Daniel O’Brien’e ait eve yerleştik. O zamanlar Isaac Taylor’ın, Broadway’in kuzey kanadında bulunan ve Washington Hall diye bilinen büyük bir pansiyonu vardı. Beni işe aldı ve onun için iki yıl boyunca at arabası sürücülüğü yaptım. Bu dönemden sonra, genellikle turizm sezonu boyunca benim de, Anne’in de United States Otel ve benzeri konaklama yerlerinde hep bir işimiz olurdu. Kış sezonunda kemanıma güvenirdim ama Troy ve Saratoga demiryollarının yapımı sırasında yoğun iş günlerini demiryolunda geçirirdim.

Saratoga’dayken Bay Cephas Parker ve Bay William Perry’nin mağazalarından ailemin işine yarayabilecek eşyalar almaya başlamıştım. Bu iki beyefendiye bana yaptıkları birçok iyilikten dolayı büyük saygı duyuyordum. İşte bu yüzden on iki yıl sonra, Bay Northup’ın önüne gelmesiyle beni kurtarmasına vesile olan mektubu da onlara yollamıştım.

United States Oteli’nde yaşarken sık sık Güney’den gelen efendilerine eşlik eden kölelerle tanışırdım. Hep iyi giyiniyor ve bakılıyorlardı. Görünüşe bakılırsa, köleliğin yalnızca birkaç sıradan sıkıntısı dışında, rahat bir yaşam sürüyorlardı. Birçok kez benimle kölelik konusunda konuşmuşlardır. Hemen hemen hepsinin gizliden gizliye özgürlüğü arzuladığını fark etmiştim. Kimisi endişeli bir şekilde kaçmaktan bahsediyor, bana bunu en iyi hangi şekilde yapabileceklerini soruyordu. Ama tekrar yakalanmaları ve geri dönmeleri durumunda çekecekleri cezalar onları bu denemelerden alıkoyuyordu. Bütün hayatım boyunca Kuzey’in özgür havasını soluyan ve beyaz tenli adamla göğsümüzde aynı duyguları taşıdığımızı, hatta kimi açık tenliyle eşit akla sahip olduğumu bilen ben, bir insanın kölelik gibi iğrenç bir duruma nasıl intibak edebildiğini anlayamayacak kadar bihaber ya da başına buyruktum. Köleliğe onay veren veya onu tanıyan hukuk veya dinin adaletini anlayamıyordum ve gururla söylüyorum ki bir kere bile olsun bana gelenlere özgürlük için sürekli fırsat kollayıp çabalaması nasihatini vermemezlik yapmadım.

1841 baharına kadar Saratoga’da kalmaya devam ettim. Yedi yıl önce bizi cezbedip Hudson’ın doğu yakasındaki huzurlu çiftlik evimizden çıkaran o hoş hayaller gerçekleşmedi. Daima rahat olsak da bir daha zenginlik görmedik. O meşhur kıyıda, hayat benim alışık olduğum gayretin ve tutuculuğun çağrıştırdığı basit alışkanlıkları korumak üzere inşa edilmemiş, aksine aşırılık ve savurganlığı körüklemekteydi.

O zaman üç çocuğumuz vardı: Elizabeth, Margaret ve Alonzo. En büyük çocuk Elizabeth, on yaşındaydı. Margaret ondan iki yaş küçüktü ve küçük Alonzo daha yeni beş yaşına girmişti. Çocuklar evimizi neşeyle dolduruyordu. Gencecik sesleri kulağımıza şarkı gibi geliyordu. Minik yavrucaklara hem anneleri, hem de ben masallar anlatırdık. Çalışmadığım zamanlarda onları üzerlerinde en yeni giysileriyle alır Saratoga’nın sokak ve ağaçlık alanlarında yürüyüşe giderdim. Onların varlığı benim neşe kaynağımdı; onları öyle bir göğsüme basardım ki sanki o lekeli tenleri, bir kar tanesi kadar beyazdı.

Buraya kadar hikayemde sıra dışı bir yön yok; sıradan umutlar, sevgiler ve belli belirsiz siyahi bir adamın yeryüzünde kendi halinde hayat gailesi. Ama şimdi hayatımda bir dönüm noktasına, ağza alınmayacak bir haksızlık, hüzün ve umutsuzluk eşiğine geldim. Artık bulutun gölgesine, kısa sürede içinde kaybolacağım koyu karanlığa geldim. Şimdi, yorgun düşürücü yıllar boyunca bütün yakınlarımın gözlerinin önünden silinip gittiğim ve özgürlüğün tatlı ışığından mahrum bırakıldığım bir yola girdim.

2. Bölüm

İki Yabancı – Sirk Şirketi – Saratoga’dan Ayrılış
Vantrilokluk ve Hokkabazlık – New York’a Yolculuk
Özgürlük Belgeleri – Brown ve Hamilton
Sirke Yetişme Telaşı – Washington’a Varış
Harrison’ın Cenazesi – Ani Hastalık – Susuzluk İşkencesi
Azalan Işık – Hissizlik – Zincirler ve Karanlık

1841’de Mart ayının sonlarına doğru işimin olmadığı bir sabah Saratoga Springs kasabasında geziniyor ve yoğun sezon başlayana kadar nasıl bir iş bulurum diye kendi kendime düşünüyordum. Anne, genelde yaptığı gibi duruşma döneminde Sherrill’in Kahve Evi’nde aşçılık yapmak için otuz kilometre kadar mesafedeki Sandy Tepesi’ne gitmişti. Sanıyorum ki Elizabeth de ona eşlik etmişti. Margaret ve Alonzo, Saratoga’da teyzeleriyle birlikteydiler.


Congress Sokağı ve Broadway’in köşesinde, o zamanki tavernanın (ki bildiğim kadarıyla hâlâ sahibi Bay Moon) yakınında iyi giyimli, daha önce karşılaşmadığım iki adamla tanıştırıldım. Hatırladığım kadarıyla bir tanıdık, keman üstadı olduğumu söyleyerek beni onlarla tanıştırmıştı ama kim olduğunu tam çıkaramıyorum.

Her neyse, hemen o konuda konuşmaya başlayıp yeterli olup olmadığımı test eden sorular sormaya başladılar. Cevaplarım tatmin edici olunca, tam işlerine yarayacak kişi olduğumu söyleyerek benimle kısa süreliğine çalışmak istediklerini belirttiler. Bana daha sonra söyledikleri üzere adları, Merrill Brown ve Abram Hamilton’dı ama bunlar gerçek kimlikleri miydi, ciddi şüphelerim var. Merrill Brown görünüşte kırk yaşlarında, biraz kısa ve kalın yapıda, kendisini açıkgözlü ve zeki gösteren bir yüze sahip bir adamdı. Siyah bir frağı ve yine siyah bir şapkası vardı; ya Rochester ya da Syracuse’da ikamet ediyordu. Abram Hamilton ise açık tenli, parlak gözlü genç bir adamdı ve sanıyorum ki yaşı yirmi beşten büyük değildi. Uzun ve ince bir yapıdaydı ve üzerinde taba rengi bir ceket, parlak bir şapka ve şık desenleri olan bir yelek vardı. Giyim kuşamı ile uçuk bir tarzı vardı. Görünümü çekici olmakla birlikte biraz feminendi ama dünyayla cebelleşmiş olduğunu gösteren bir havası vardı. Bana söylediklerine göre o zamanlar Washington’da bulunan bir sirk şirketiyle iş yapıyorlardı. Gezip görmek için kısa bir süre kuzeye doğru yolculuk yapmışlar şimdi tekrar sirke dahil olmak üzere yola çıkmışlardı. Masraflarını ise arada sırada sahneledikleri bir gösteriden çıkarıyorlardı. Eğlencelerinde kullanacakları müziği bulmada çok zorlandıklarını da ayrıca vurgulayıp onlarla New York’a kadar gelirsem günlük hizmetim için bir dolar, gösterilerinde çalacağım her gece içinse fazladan üç dolar ödeyeceklerini ve New York’tan Saratoga’ya dönüş masraflarımı da karşılayacaklarını söylediler.

Hem vadedilen ücretten, hem de metropolü görme arzumdan ötürü hemen bu cazip teklifi kabul ettim. Bir an önce yola çıkmak için telaşlanıyorlardı. Yokluğum kısa sürecek diye Anne’e nereye gittiğimi yazma gereği duymadım; hatta dönüşüm onunkiyle bir olur diye düşündüm. Yedek iç çamaşırı ve kemanımı aldıktan sonra artık gitmeye hazırdım. Gideceğimiz at arabası geldi; örtülü, bir çift asil doru at tarafından çekilen ve bir bütün olarak oldukça zarif görünen bir at arabasıydı bu. Üç sandık yükleri bir kasaya bağlanmıştı. Onlar arkada yerlerini alırken ben sürücü koltuğuna geçtim ve Saratoga’dan Albany’ye doğru yola koyulduk. Yeni pozisyonumdan ötürü coşkulu ve hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum.


Washıngton’daki köle hücresindeki sahne


Ballston’dan geçip, hafızam beni yanıltmıyorsa, dağ yolunu dosdoğru Albany’e doğru takip ettik. Hava kararmadan şehre vardık ve Müze’nin güneyinde kalan bir otelde kaldık.

O gece, onlarla birlikte olduğum süre boyunca şahit olacağım tek gösterilerini izleme şansım oldu. Hamilton kapıda bekliyordu; ben orkestrayı kurdum, Brown eğlenceyi gerçekleştirdi. Gösteri top atma, ipin üstünde dans etme, bir şapkanın içinde krep yapma, görünmez domuzları bağırtma ve vantrilokluk-hokkabazlık ustalıklarından oluşuyordu. Seyirciler oldukça azdı ve çok da seçkin değillerdi. Hamilton da o gece “bir dilencinin boş kutusu” kadar kazanç sağladığımızı söyledi.

Ertesi sabah erkenden seyahatimize kaldığımız yerden devam ettik. Bu seferki konuşmalarının gündemi, sirke gecikmeden varmaktı. Bir daha gösteri için duraklamadan hızla yol aldık; kısa bir sürede New York’ta şehrin batı yakasında, Broadway’den nehre doğru giden sokaktaki bir eve vardık. Yolculuğumun sonuna geldiğimi ve bir iki güne Saratoga’daki arkadaşlarımı ve ailemi göreceğimi sanmıştım. Ama Brown ve Hamilton, onlarla Washington’a gitmem konusunda çok ısrar ettiler. Varır varmaz, yaz sezonu yaklaştığı için sirkin kuzeye hareket edeceğini söylediler. Onlara eşlik etmem durumunda bana mevki ve yüksek ücret sözü verdiler. Büyük ölçüde benim yararıma olacak şeyleri öyle güzel anlattılar ki en sonunda kabul etmek durumunda kaldım.

Ertesi sabah bir köle eyaletine girdiğimiz için, New York’tan ayrılmadan önce özgür olduğumu gösteren belgeleri almamız gerektiğini söylediler. Bu bana oldukça akıllıca geldiyse de onlar söylemeseydi benim aklıma geleceğini sanmıyorum. Kısa süre sonra, Gümrük Dairesi olduğunu anladığım yere geldik. Brown ve Hamilton benim özgür bir adam olduğumu göstermek için belli konularda yeminler etti. Onlar da bir kağıt çıkarıp bize verdi ve yazmanın odasına götürmemizi söylediler. Dediklerini yaptık. Yazman kağıda bir şey daha ekledikten sonra (ki bunun için ona altı şilin ödendi) tekrar Gümrük Dairesi’ne döndük. Memura iki dolar verip kağıtları cebime koymadan önce birkaç formalite icabı iş daha görüldü ve sonra iki arkadaşımla birlikte otele doğru yol aldım. İtiraf etmeliyim ki, kişisel güvenliğimin tehlikeye düşmesi durumunun aklımın ucundan bile geçmediği o an, kağıtları almanın o paraya değmediğini düşündüm. Hatırlıyorum da, kendisine yönlendirildiğimiz yazman, hâlâ ofisinde olabileceğini düşündüğüm büyük bir deftere not almıştı. 1841 Mart ayının sonları veya Nisan ayının başlarında yazılmış notlara bakmanın en azından bu olayla ilgili kuşku duyanların akıllarındaki soru işaretlerini gidereceğinden eminim.

Özgürlüğün belgesi elimde, New York’a vardığımızın ertesi günü Jersey Şehri’ne giden feribota binip Philadelphia’ya doğru yola düştük. Burada bir gece kaldıktan sonra sabah erkenden Baltimore’a doğru yolculuğumuza devam ettik. Bir süre sonra oraya vardık ve Bay Rathbone’un sahibi olduğu, Rathbone Evi olarak da bilinen, demiryolu deposunun yanındaki bir otelde durduk. New York’tan beridir sirke yetişmek için acele ediyorlardı. At arabasını Baltimore’da bırakıp arabalara bindik ve tam akşamüstü, General Harrison’ın2 cenazesinden önceki akşam, Washington’a varıp Pennsylvania Caddesi’ndeki Gadsby’s Oteli’nde durduk.

Akşam yemeğinden sonra beni dairelerine çağırdılar ve almam gerekenden çok daha fazla bir ücret verdiler; kırk üç dolar. Bu onların bana bir jestiydi, çünkü Saratoga’dan gelene kadar bekledikleri sayıda gösteri yapamamışlardı. Ayrıca sirk şirketinin ertesi sabah Washington’dan ayrılmamızı istediğini fakat cenaze nedeniyle bir gün daha kalmaya karar verdiklerini söylediler. Daha sonraki dönemde, tanışmamızdan bu yana olduğu gibi, bana karşı oldukça naziktiler. Her fırsatta bana resmî dille hitap etmişlerdi ve ben de bu yönlerine kesinlikle kendimi kaptırmıştım. Onlara her şeyimi emanet edebilirdim, koşulsuz bir güven duyuyordum. Sürekli benimle konuşmaları, bana karşı tutumları, özgür olduğumu gösteren belgeleri edinmeyi akıl edişleri ve şimdi burada anmaya gerek olmayan yüzlerce küçük iyiliklerinin hepsi bana kesinlikle arkadaşım olduklarını ve bana ciddi şekilde önem verdiklerini hissettirmişti. Bilmiyorum ama böyleydi. O zamanlar, şimdi onların suçlu olduklarına inandığım kötülükten mesul değildiler. Altın uğruna beni bilinçli olarak evimden, ailemden, özgürlüğümden uzaklaştırarak talihsizliklerimden sorumlu olanlar onlar mıydı, bu sayfaları okuyanlar da benim gibi anlama imkanına sahip olacaklar. Şayet masumdularsa, benim ani kayboluşum gerçekten hesapta olmayan bir şey olmalı ama o zaman bütün yaşananları aklımdan geçirdiğimde onlara böyle cömert bir rol biçemiyorum.

Görünüşe göre kendilerinde bolca bulunan paradan bana da verdikten sonra, şehrin geleneklerini bilmediğim için o gece için bana dışarı çıkmamamı tavsiye ettiler. Tavsiyelerini dinleme sözü verdikten sonra onları baş başa bırakıp siyahi bir odacı eşliğinde otelin arka tarafında, zemin kattaki odama gittim. Dinlenmek için uzandım ve uyuyana kadar evimi ve karımı, çocuklarımı ve bizi ayıran mesafeyi düşündüm. Ama hiçbir merhamet meleği yatağıma gelip bana kaçmamı söylemedi; hiçbir aman eden ses rüyalarımda bana gelip, beni bekleyen imtihanları önceden haber vermedi.

Ertesi gün Washington’da görkemli bir geçit töreni vardı. Topların kükreyişi ve çanların çalışı havayı doldururken evler bürümcüklerle doldurulmuş, insan kalabalıkları sokakları karartmıştı. Gün devam ederken cadde boyunca yavaş yavaş hareket eden tören alayı göründü; art arda at arabalarının yanında binlerce kişi de yürüyerek hüzünlü müziğin peşinden gidiyordu. Harrison’ın ölü bedenini mezara taşıyorlardı.

Sabahın erken saatlerinden itibaren sürekli olarak Hamilton ve Brown’a eşlik ettim. Washington’da sadece onları tanıyordum. Cenaze gösterisi devam ederken birlikte durduk. Cenaze yerinde atılan her toptan sonra pencere camının nasıl kırılıp yerlere dağıldığını dün gibi hatırlıyorum. Hükümet Binası’na gittik ve uzun bir süre çevresinde dolandık. Öğleden sonra da beni yanlarından ayırmadılar. Başkanlık Sarayı’na doğru yürüdük ve bana etrafı gösterdiler. Henüz sirke dair hiçbir şey görmemiştim. Zaten günün velvelesi içinde sirki olsa olsa birazcık düşünebilmiştim.

Arkadaşlarım bütün öğleden sonra alkol mekanlarında içki içtiler. Tanıdığım kadarıyla pek aşırıya kaçma huyları olduğu söylenemez. Bu gibi durumlarda kendileri aldıktan sonra bana da bir bardak doldurup uzatırlardı. Takip eden olaydan çıkartılabileceği üzere sarhoş olmadım. Akşama doğru yine bu içkilerden içtikten hemen sonra çok büyük bir rahatsızlık hissettim. Kendimi çok hasta hissediyordum. Başım sersemletici, ağır, katlanılmaz bir şekilde ağrımaya başladı. Akşam yemeğinde iştahım kaçmıştı; yemeğin görüntüsü de tadı da mide bulandırıcıydı. Hava kararırken aynı odacı beni bir önceki gece kaldığım odaya götürdü. Brown ve Hamilton sabah daha iyi olacağımı umduklarını söylediler ve yüzlerinde yaşadığım acıyı paylaştıklarını gösteren bir ifadeyle gidip dinlenmemi tavsiye ettiler. Yalnızca üzerimdeki ceketi ve botları çıkarıp kendimi yatağa attım. Uyumak imkansızdı. Kafamdaki ağrı arttıkça dayanılmaz bir hale geldi. Hemen susadım. Dudaklarım kavrulmuştu. Su dışında bir şey düşünemiyordum. Göller, akan ırmaklar, eğilip suyundan içtiğim dereler ve dışına taşan sularıyla kuyunun dibinden çıkan serin bir kova… Sanıyorum ki gece yarısına doğru yoğun susuzluğa dayanamayıp kalktım. Buranın yabancısıydım ve odaları hiç bilmiyordum. Görebildiğim kadarıyla ayakta kimse yoktu. Nereye gittiğimi bilmez bir şekilde rastgele dolaşırken en sonunda bodrum katındaki mutfağa girdim. İçeride iki üç siyahi hizmetli vardı. İçlerinden bir kadın bana iki bardak su verdi. Bu, geçici bir rahatlama sağladı ama tekrar odama döner dönmez aynı yakıcı su içme arzusu, aynı susuzluk çilesi yeniden başladı. Bu sefer öncekinden de ıstıraplıydı. O keskin baş ağrısı da aynı şekilde… Korkunç bir acı içinde kıvranıyordum. Neredeyse delirmek üzereydim! O felaket gecenin anısı beni mezara kadar kovalayacaktır.

Mutfaktan dönüşümün ardından geçen yaklaşık bir saat içerisinde odama birilerinin girdiğini fark etmiştim. Birkaç kişi var gibiydi, birbirine karışan sesler duyuyordum ama kaç kişi olduğunu veya kim olduklarını bilmiyorum. Brown ve Hamilton’ın orada olup olmadığına dair ise ancak tahminde bulunabilirim. Kesin olarak hatırladığım; birilerinin bana doktora gidip ilaç almamı söylediği, benimse ceketimi ve şapkamı almadan botlarımı giyip onları uzun bir geçit veya ara yol boyunca bir sokağa kadar takip ettiğim. Sokak, Pennsylvania Caddesi’nden sağa doğru devam edince karşınıza çıkıyordu. Karşıda bir pencereden ışık geliyordu. Sanırım o an yanımda üç kişi vardı ama bir bütün olarak düşündüğümde her şey sancılı bir rüya gibi belirsiz ve bulanık. Bir doktorun odasından geldiğini düşündüğüm ve ben yaklaştıkça azalan ışık, o zamana dair şu anda hatırlayabildiğim son aydınlık anı. O andan itibaren hislerimi yitirmiştim. Ne kadar süre o halde kaldım, sadece o gece mi, yoksa devam eden günler ve gecelerde de mi, bilmiyorum ama bilincim yerine geldiğinde kendimi yalnız, tamamen karanlıkta ve zincirlenmiş buldum.

Başımdaki ağrı bir nebze olsun gitmişti ama kendimi yorgun ve zayıf hissediyordum. Sert tahtadan yapılmış bir ranzanın üzerinde ceketsiz ve şapkasız oturuyordum. Ellerim kelepçelenmişti. Bileklerim de zincirlenmişti. Zincirin bir ucu yerdeki büyük daireye, diğeriyse bileklerimdeki kelepçelere bağlıydı. Boş yere ayağa kalkmayı denedim. Öyle ıstıraplı bir uykudan sonra düşüncelerimi toplamam zaman alacaktı. Neredeydim? Bu zincirlerin anlamı neydi? Brown ve Hamilton neredeydi? Ne yapmıştım da böyle bir zindana hapsedilmeyi hak etmiştim? Anlayamıyordum. Bu yerde tek başıma uyanmamdan öncesine dair boşluklar vardı hafızamda ve ne kadar zorlasam da hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir hayat belirtisi, bir ses var mıdır diye dikkatle dinledim ama her hareket etmeye kalktığımda şıngırdayan zincirlerimin sesinden başka hiçbir şey ağır sessizliği bozmuyordu. Sesli şekilde konuştum ama sesim beni ürküttü. Kelepçelerin izin verdiği ölçüde ceplerimi yokladım ve ne göreyim, yalnızca özgürlüğüm değil, param ve özgür biri olduğumu gösteren belgeler de çalınmıştı! Sonradan sonraya, karanlık ve şaşkın zihnimi toplayınca kaçırılmış olduğumu anladım. Fakat inanılır bir durum değildi! Bir yanlış anlaşılma, kötü bir hata olmalıydı. Kimseye yanlış yapmamış veya yasa ihlal etmemiş, New Yorklu, özgür bir vatandaş böyle insanlık dışı bir muamele görmemeliydi. Ama durumum üzerine düşündükçe şüphelerim doğrulandı. Issız bir düşünüştü şüphesiz. Duygusuz insanda güvenin de, acımanın da bulunmadığını hissettim ve kendimi ezilenlerin Tanrısına emanet ederek başımı kelepçeli ellerimin üstüne koyup acı acı ağladım.

1.John Burgoyne, 1722-1792 yılları arasında yaşamış İngiliz subay, siyasetçi ve dramaturg. (ç. n.)
2.William Henry Harrison, Amerika Birleşik Devletleri’nin dokuzuncu başkanı. (ç. n.)