Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «12 yıllık esaret», sayfa 3

Yazı tipi:

Elimden alınmamış olan bir cep bıçağıyla adımın baş harflerini teneke kupaya kazıdım. Diğerleri etrafımda toplanıp benzer şekilde onlarınkini de kazımamı rica etti. Kısa süre içinde hepsini kazıyarak memnun ettim.

Hepimiz geceleyin bir araya istiflenmiştik ve güverte dolup taşmıştı. Kutuların üstüne veya nerede boş yer varsa oraya uzandık.

Burch bize Richmond’dan öteye eşlik etmeyip Clem’le başkente geri döndü. On iki yıl boyunca, geçen Ocak ayında Washington polis karakolundaki karşılaşmamıza kadar onu bir daha görmedim.

James II. Burch bir köle tüccarıydı. Düşük fiyatlara adam, kadın, çocuk satın alıp onları satardı. Haysiyetsiz mesleği insan eti vurgunculuğuydu ve Güney’de böyle tanınırdı. Şimdilik bu hikayeden uzaklaşacak ama hikaye sona ermeden tekrar görünecek. Adam kırbaçlayan bir tiran olarak değil ama ona hak ettiği cezayı verememiş bir mahkemede tutuklanmış, köpeklik yapan bir suçlu olarak.

5. Bölüm

Norfolk’a Varış – Frederick ve Maria – Özgür Adam Arthur
Atanmış Kahya – Jim, Cuffee ve Jenny – Fırtına
Bahama Kıyıları – Sessizlik – Komplo – Uzun Tekne
Çiçek Hastalığı – Robert’ın Ölümü – Denizci Manning
Güverte Buluşması – Mektup – New Orleans’a Varış
Arthur’un Kurtarılışı – Emanetçi Theophilus Freeman
Platt – New Orleans Köle Hücresindeki İlk Gece

Hepimiz bindikten sonra Orleans Gemisi, James Nehri’nde ilerlemeye devam etti. Chesapeake Körfezi’ni geçtikten sonra ertesi gün Norfolk şehrinin karşı kıyısında bir yere geldik. Demir atmış beklerken bir mavna yanaşıp kasabadan dört yeni köle getirdi. On sekiz yaşında bir çocuk olan Frederick, tıpkı kendisinden birkaç yaş büyük olan Henry gibi köle olarak doğmuştu. İkisi de şehirde ev hizmetçisi olarak çalışmışlardı. Maria, kusursuz vücudunun yanında cahil ve oldukça kibirli duruşuyla nispeten daha soylu ten rengi olan bir kızdı. New Orleans’a gitme fikri onu hoşnut etmişti. Kendi ilgi duyduğu şeyleri aşırı değerli görüyordu. Tepeden bakan bir edayla arkadaşlarına dönüp New Orleans’a varır varmaz zevk sahibi, zengin ve bekar bir beyefendinin hemen kendisini satın olacağından hiç şüphe duymadığını söyledi!

Ancak dördünün içinden en öne çıkan Arthur’du. Mavna gemiye yaklaşırken başında bekleyenlerle yiğitçe mücadele ediyordu. Onu gemiye büyük uğraşlar sonucu bindirebildiler. Maruz kaldığı davranışlara yüksek sesle itiraz ediyor, serbest bırakılmayı talep ediyordu. Yüzü şişmiş, yara izleri ve morluklarla dolup taşmıştı. Yüzünün bir tarafındaysa tamamen açık bir yara vardı. Aceleyle ambar girişinden ambara doğru girmeye zorlandı. Hikayesinin bir kısmını o öyle cebelleşirken öğrenmiştim ki daha sonra tamamını da anlattı. Hikayesi şöyleydi: Uzun süre Norfolk şehrinde özgür bir adam olarak ikamet etmiş. Ailesi orada yaşıyormuş ve çekirdekten yetişme duvarcıymış. Bir gün bir yerde alıkonulduktan sonra gece geç saatte şehrin varoşlarındaki evine dönerken ıssız bir sokakta bir çetenin saldırısına uğramış. Gücü tükenene kadar dövüşmüş. Sonunda etkisiz hale getirilince ağzını kapatıp elini kolunu bağlamışlar ve kendinden geçene kadar dövmüşler. Onu birkaç gün Norfolk’taki köle hücresinde saklamışlar. Görünüşe bakılırsa bu tarz yerler Güney’deki şehirlerde oldukça yaygınmış. Bir gece önce dışarı çıkarılmış ve kıyıdan ayrılıp bizim gelişimizi bekleyen mavnaya bindirilmiş. İtirazlarına bir süre daha devam etti ve hiçbir şekilde uzlaşmadı. Fakat sonunda sustu. Karanlık ve düşünceliydi ve kendi kendine bir şeyler salık veriyordu. Çehresi en sonunda çaresizlikte karar kıldı.

Norfolk’tan çıktıktan sonra kelepçeler çıkarıldı ve gün boyu güvertede durmamıza izin verdiler. Kaptan, Robert’ı garsonu seçti. Bense yemek konusuna, yemeğin ve suyun dağıtımına gözcülük edecektim. Üç yardımcım vardı: Jim, Cuffee ve Jenny. Jenny’nin yapacağı şey kaynatılmış ve şeker pekmeziyle tatlandırılmış mısır ununu kavurmaktı. Jim ve Cuffee mısır ekmeğini ve domuz pastırmasını pişirecekti.

Varillerin üstünde duran uzunca bir tahtadan müteşekkil masanın yanında durup herkese bir parça et ve ekmek kesip veriyor, Jenny’nin demliğinden de her birine bir fincan kahve dolduruyordum. Tabaklar halledilmişti; şimdi siyah ellerin bıçak ve çatalları tutma vakti gelmişti. Jim ve Cuffee iş konusunda çok hassas ve dikkatliydi. İkinci aşçı pozisyonlarından övünç duyuyor gibiydiler; ayrıca üzerlerinde büyük bir sorumluluk olduğunun da bilincindeydiler. Bana kahya diyorlardı. Kaptan bana bu adı vermişti.

Köleler günde iki kez olmak üzere saat on ve beşte besleniyorlardı. Yemekler ve porsiyonları her zaman aynıydı ve yukarıda açıklandığı şekilde veriliyordu. Geceleyin ise ambara götürülüp sıkıca bağlanıyorduk.

Nadiren de olsa şiddetli bir fırtına bastırırdı ve karayı göremez olurduk. Gemi, biz alabora olacağını düşünürken bata çıka giderdi. Kimisini deniz tutarken kimisi dizlerinin üstünde dua ederdi. Kimisi de korkudan felç olmuş gibi sıkı sıkı birbirine tutunurdu. İnsanları deniz tuttuğunda bizim kaldığımız bölge pis ve mide bulandırıcı bir hale gelirdi. Merhametli deniz o günlerde bizi acımasız adamların elinden kurtarsaydı ona minnet duyardık. Bizi yüzlerce kırbaç darbesinden ve nihayetinde ölümlerden kurtarırdı. Randall ve küçük Emmy’nin deniz canavarlarının içine çekilip boğulduğunu düşünmek, daha az acı çekip öleceklerinden olsa gerek, onları şu an oldukları gibi düşünmekten daha hoş geliyordu.

Eski Pusula Noktası veya Duvardaki Delik denen bir yerden Bahama Kıyıları’nı gördüğümüzde üç gündür rüzgarsızlıktan yol alamamıştık ve öylece bekliyorduk. Hemen hemen hiç esinti yoktu. Körfezin suları kireç suyu gibi bembeyaz görünüyordu.

Bütün bu olaylar silsilesinde, şimdi sıra hiç hatırlamak istemediğim, bende hep pişmanlık hissettiren bir olaya geldi. Esaretten kurtulmama izin veren Tanrı’ya şükrediyorum ki, onun merhameti sayesinde ellerimi yarattıklarının kanına bulamadım. Benimle benzer koşullar altında yaşamamış olanlar beni eleştirmesinler. Zincirlenip dövülene, evinden ve ailesinden koparılıp esaret diyarlarına getirilene kadar özgürlük için neler yapmayacaklarını söylemesinler. Tanrı’nın ve insanın gözünde ne kadar haklı olduğumu tartışmak şu an için gereksiz bir çaba olur. Çok daha kötü sonuçları olabilecek bir meseleyi kazasız belasız atlattığım için kendimi tebrik ettiğimi söylemem yeterli olacaktır.

Fırtına dindikten sonraki akşamüstü, Arthur ve ben geminin başındaydık. Çıkrığın üstünde oturuyorduk. Bizi bekleyen muhtemel kader üzerine konuşuyor, talihsizliğimizin matemini tutuyorduk. Arthur katıldığım bir şey dedi: Ölüm, önümüzde yaşanmayı bekleyen günlerden daha az korkutucuydu. Uzun süre çocuklarımızdan, köle olmadan önceki hayatımızdan ve nasıl kaçabileceğimizden bahsettik. Geminin kontrolünü ele geçirmek üzerine düşündük. Böyle bir durumda New York limanına gidebilme ihtimalini tartıştık. Pusuladan çok az anlıyordum ama bunu denemek yine de aklımı çeliyordu. Mürettebatla lehimize ve aleyhimize olabilecek karşılaşmaları tartıştık etraflıca. Kime güvenilir, kime güvenilemezdi? Saldırının doğru zamanı ve biçimi neydi? Hepsi defalarca konuşuldu. Plan ortaya konduğundan bu yana ümitlenmeye başlamıştım. Sürekli aklımın içinde bu dönüp duruyordu. Her türlü zorluk çıkaracak ihtimale karşın üstesinden gelecek planlar da yapıyorduk. Diğerleri uyurken Arthur ve ben planımızı geliştiriyorduk. Sonunda, temkini elden bırakmadan Robert’ı niyetimizden haberdar ettik. Anında onayladı ve hevesli bir şekilde komplo tartışmalarımıza dahil oldu. Güvenebileceğimiz başka bir köle daha yoktu. Korku ve cehalet içinde yetiştirildiklerinden beyaz bir adamın bakışıyla nasıl usulca sineceklerini tahmin etmek zor değildi. Bunun gibi riskli bir sırrı böylelerine söylemek güvenli olmayacağı için sonunda üçümüz bu korku dolu sorumluluğu yüklenip kendimiz gerçekleştirme kararı aldık.

Söylemiş olduğum gibi gece olunca ambara kilitleniyorduk. Güverteye nasıl ulaşacağımız konusu baş gösteren ilk zorluktu. Ama geminin baş kısmında otururken ters duran tekne dikkatimi çekmişti. Eğer kendimizi onun altına saklarsak, herkes ambara doğru koştururken kalabalıkta fark edilmezdik. Bu deneyi uygulamaya geçirmek için beni seçmişlerdi. Ertesi gece akşam yemeğinden sonra bir fırsatını bulup kendimi hızla teknenin altına sakladım. Güverteye yakın bir yerden etrafımda olup biteni gözleyebiliyordum. Sabah olup herkes kalktığında ise saklandığım yerden kimse fark etmeden çıkıyordum. Sonuç oldukça memnun ediciydi.

Kaptan ve muavin, kaptan kabininde uyuyorlardı. Robert’ın garsonluk yaparkenki gözlemleri doğrultusunda yattıkları bölgeyi netleştirdik. Ayrıca bize, masada daima iki tabanca ve bir de denizci kaması bulundurdukları bilgisini vermişti. Mürettebatın aşçısı ise gerektiğinde hareket ettirilebilen bir araç olan aşçı kamarasında uyuyor, yalnızca altı kişi olan denizciler ya üst güvertede ya da geminin hamaklarında yatıyorlardı. Sonunda bütün çalışmalar tamamlanmıştı. Arthur ve ben sessizce kaptanın kabinine girip tabancalarla denizci kamalarını alacak, kaptanı da muavini de haklayacaktık. Elinde bir sopayla Robert da güverteden kabine doğru açılan kapıda bekleyecek ve ihtiyaç halinde denizcileri biz yardıma gelene kadar dövecekti. Sonra da şartlara uygun adım atacaktık. Saldırı, direnişi engelleyecek kadar ani ve başarılı olursa, ambar ağzı kapalı tutulacaktı. Yoksa da köleler yukarıya çağrılacak ve hep birlikte o kalabalıkta, telaş ve kargaşada ya özgürlüğümüzü kazanacak ya da hayatımızı kaybedecektik. O zaman kaptan ben olacaktım, dümeni kuzeye çevirecek ve bahtımıza bir rüzgar bizi özgürlüğün toprağına sürerse sürecekti.

Muavinin adı Biddee idi. Duyduğum bir adı nadiren unutmama rağmen kaptanınkini hatırlayamıyorum. Kaptan küçük, soylu bir adamdı. Dik, sağlam ve gururlu görünüşüyle cesaret timsali gibi dururdu. Eğer hâlâ hayattaysa ve bu sayfaları okuyabilirse, geminin 1841’de Richmond’dan New Orleans’a seyahatiyle ilgili bilmediği, kendi seyir defterinde yazmayan bir şey öğrenecektir.

Hepimiz hazırdık ve sabırsızca planımızı gerçekleştirme fırsatını kolluyorduk. Ama sonra üzücü ve beklenmedik bir şey oldu: Robert hastalandı. Kısa süre sonra çiçek çıkarttığını söylediler. Gün geçtikçe durumu ağırlaşıyordu. New Orleans’a varmadan dört gün önce öldü. Denizcilerden biri onu battaniyesinin içine sıkıca bağlayıp ayaklarına da yük taktı. Sonra onu ambar ağzına yatırıp tırabzanların üstüne yerleştirdiği yüklerle havaya kaldırdı ve zavallı Robert’ın cansız bedeni körfezin beyaz sularına bırakıldı.

Hepimiz çiçek hastalığının gelmesiyle paniğe kapılmıştık. Kaptan, ambarın kireçlenmesini ve diğer gerekli önlemlerin alınmasını emretti. Robert’ın ölümü ve hastalığın varlığı beni son derece üzmüştü. Boş yere akan suya derin bir kederle baktım.

Robert’ın cenazesinden bir ya da iki akşam sonra, umutsuz düşüncelerle dolu, üst güvertenin ambar girişine yaslanmış bekliyordum ki bir denizci nazikçe neden öyle mahzun durduğumu sordu. Adamın ses tonu ve tavrı bana güven verdiği için ona cevap verdim: Çünkü ben özgür bir adamdım ve kaçırılmıştım. Bunun herhangi birinin mutsuzluğu için yeterli olduğunu söyleyip hikayemin detaylarını öğrenene dek bana sorular sormaya devam etti. Belli ki benimle çok ilgiliydi ve o dobra denizci “gemisi alabora da olsa” bana elinden gelen desteği sağlayacağına yemin etmişti. Bana kalem, mürekkep ve kağıt tedarik etmesini rica ettim. Böylece arkadaşlarıma yazabilecektim. Onları getireceğine söz verdi ama fark edilmeden bir şeyler yazmam zor olacaktı. O nöbet tutarken ve diğer denizciler uykudayken üst güverteye çıkabilsem bu iş olurdu. Hemen küçük tekne aklıma geldi. Mississippi’nin girişindeki Balize’ye yakın olduğumuzu ve mektubu bir an önce yazmam gerektiğini, yoksa fırsatı kaçıracağımı söyledi. Dolayısıyla ertesi gece kendimi tekrar teknenin altına saklamayı başardım. Saat on ikide vardiyası sona eriyordu. Üst güverteye çıktığını görüp hemen onu takip ettim. Uykulu gözleriyle bana üzerinde kalem ve kağıdın durduğu, titrek bir ışıkla aydınlanan masayı işaret etti. Ben girince ayağa kalkıp yanına oturmamı söyleyip kalemi gösterdi. Mektubu Sandy Tepesi’ndeki Henry B. Northup’a yazıyordum. Kaçırıldığımı, sonrasında da New Orleans’a giden Orleans Gemisi’ne getirildiğimi ama son durağımı kestirmemin imkansız olduğunu yazıp beni kurtarmak için bir şeyler yapmasını rica ettim. Mektubun ağzı kapatılmış ve gideceği adres yazılmıştı. Öncesinde mektubu okumuş olan Manning onu New Orleans postanesine götüreceğine söz verdi. Hızla teknenin altına koştum ve sabah olup köleler yukarı çıkıp etrafta dolanmaya başlarken fark edilmeden aralarına karıştım.

Cömert bir denizci olan iyi kalpli arkadaşım John Manning, İngiliz’di. Boston’da yaşamıştı. Uzun boylu, yapılı, yaklaşık yirmi dört yaşlarında, çiçekbozuğu ama sevgi dolu bir yüze sahip bir adamdı.

New Orleans’a varana kadar sıradan hayatımızı değiştirecek hiçbir şey olmadı. Manning’i gemi rıhtıma varıp daha sıkıca bağlanmadan kıyıya atlayıp şehre doğru hızla uzaklaşırken gördüm. Koşarken omzunun üzerinden arkasına bakarak bana gidiş amacının ne olduğunu ima eden bir harekette bulundu. Hemen döndü ve bana göz kırpıp hafifçe dirsek atarak “her şey yolunda” demeye getirdi.

Sonradan öğrendiğime göre mektup Sandy Tepesi’ne ulaşmıştı. Bay Northup, Alban’yi ziyaret edip mektubu Vali Seward’ın önüne koymuştu ama benim nerede olduğumla ilgili kesin bir bilgi vermediğinden, o zaman için özgür bırakılmama yönelik harekete geçilmemesine karar verilmişti. Net olarak nerede olduğuma dair bir bilgi ele geçirileceği düşünülerek ertelenmişti.

Rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz mutlu ve dokunaklı bir sahne yaşandı. Postaneye doğru giden Manning gemiden atlar atlamaz iki adam gelip Arthur’a seslendi. Adamları tanıyan Arthur, sevinçten havalara uçacak gibi olmuştu. Geminin yanından atlamaması için zor zapt ediyorlardı onu. Hemen sonra bir araya geldiklerinde ellerini sıkıp uzun uzun adamlara sarıldı. Adamlar Norfolk’tan New Orleans’a onu kurtarmak için gelmişti. Ona dediklerine göre onu kaçıranlar tutuklanmış, Norfolk hapishanesine tıkılmışlardı. Adamlar bir süre kaptanla konuştuktan sonra bayram eden Arthur’la birlikte ayrıldılar.

Ama iskelede bekleyen kalabalığın içinde beni tanıyan veya umursayan kimse yoktu. Tek bir kişi bile… Tanıdık hiçbir ses kulağıma çalınmadı. Daha önce görmüş olduğum bir yüz de yoktu. Arthur kısa süre sonra ailesine tekrar kavuşacak, ona yapılan yanlışın intikamını alacaktı. Ya ben? Ben ailemi tekrar görebilecek miydim? Kalbim viran olmuştu; umutsuzca Robert’la beraber denizin dibini boylamış olmayı istedim.

Hemen sonra tüccarlar ve alıcılar gemiye çıktı. Uzun boylu, ince yüzlü, açık tenli ve hafif kambur bir adam, elinde bir kağıtla çıkageldi. Ben, Eliza ve çocukları, Harry, Lethe ile birlikte Richmond’da bize katılan birkaç kişi, Burch’un ekibi olarak bu adama teslim edilmiştik. Bu beyefendi, Theophilus Freeman idi. Elindeki kağıttan okuyup “Platt!” diye seslendi. Kimse yanıt vermedi. İsim tekrar tekrar söylendi ama yine de cevap veren olmadı. Ardından Lethe, Eliza ve Harry’nin adı okundu. Liste bitene kadar herkesin adı okunmuştu ve adı okunanlar bir adım öne çıkıyordu.

Theophilus Freeman, “Kaptan, Platt nerede?” diye sordu.

Kaptan, kimse o isme cevap vermediği için cevap veremedi.

Bu sefer kaptana beni göstererek “Şu zenciyi kim gemiye bindirmişti?” diye sordu.

Kaptan “Burch,” diye yanıtladı.

“Senin adın Platt. Bendeki tanımlamalara uyuyorsun. Neden bir adım öne çıkmıyorsun?” diye beni azarladı. Adımın bu olmadığını, daha önce hiç o isimle bana seslenen olmadığını ama bundan sonra öyle denmesine bir itirazım olmayacağını söyledim.

“Neyse, adını öğrenirim,” dedi, “ama sen de unutma!” diye de ekledi.

Bu arada Bay Theophilus Freeman, küfür konusunda çalışma arkadaşı Burch’tan hiç geri kalmıyordu. Gemide adım “Kahya” olmuştu ama Burch’un alıcıya verdiği bu Platt ismiyle ilk kez sesleniliyordu bana. Gemiden, birbirlerine zincirlerle bağlanmış kölelerin rıhtımdaki çalışmasını izliyordum. Freeman’ın köle hücresine götürülürken yanlarından geçtik. Bu hücre, Goodin’in Richmond’daki hücresine çok benziyordu. Sadece bahçe, beton duvarlar yerine ucu sivriltilmiş tahta çitlerle kapatılmıştı.

Hücrede şimdi biz dahil en az elli kişi vardı. Bahçedeki küçük evlerden birine battaniyelerimizi bıraktıktan sonra bizi çağırıp beslediler. Gece olana kadar bahçede aylak aylak dolaşmamıza izin vardı. Gece olunca da isteyen barakaya, isteyen tavan arasına, isteyen de bahçeye battaniyesini serip uyudu.

O gece gözlerimi çok az kapadım. Aklımda düşünceler uçuşuyordu. Evden yüzlerce kilometre ötede miydim? Sokaklar boyunca aptal bir yaratık gibi sürüklenmiş miydim? Acımasızca zincire vurulup dövülmüş müydüm? Bir köle sürüsüyle birlikte güdülüyor muydum? En nihayetinde de bir köle miydim? Son birkaç hafta yaşananlar gerçek miydi, yoksa uzun, sürüncemeli bir rüyanın kasvetli safhalarından mı geçiyordum? Gördüklerim hayal değildi. Bu kadar acıyı kaldıramıyordum. Sonra gecenin sessizliğinde avuçlarımı Tanrı’ya doğru kaldırıp yanımda uyuyan yoldaşlarımın içinde zavallı, terk edilmiş esirler için merhamet diledim. Özgür ve köle, hepimizin Yüce Tanrı’sına buruk bir ruhun yalvarışlarını döktüm. Bir başka esaret gününü başlatan güneş doğuncaya dek, dertlerimi kaldırabilecek kadar güç için yalvardım.

6. Bölüm

Freeman’ın Gayreti – Temizlik ve Kıyafetler
Gösteri Odasında Eğitim – Dans – Kemancı Bob
Müşterilerin Gelişi – Köleler İnceleniyor
New Orleans’ın Yaşlı Beyefendisi
David, Caroline ve Lethe’nin Satılışı
Randall ve Eliza’nın Ayrılışı – Çiçek Hastalığı – Hastane
İyileşme ve Freeman’ın Köle Hücresine Dönüş
Eliza, Harry ve Platt’ın Alıcıları
Eliza’nın Küçük Emily’den Ayrılma Sancısı

James H. Burch’un çalışma arkadaşı veya emanetçisi, New Orleans’taki köle hücresinin bekçisi, samimi ve dindar Bay Theophilus Freeman, sabah erkenden hayvanlarının arasındaydı. Yaşlı adam ve kadınlar tekmelerle, daha genç yaştaki köleler ise kulak hizasına atılan sert kırbaç darbeleri ile uyandırıldı. Bay Theophilus Freeman o gün mallarını hazırlayıp satış yerinde görücüye çıkarmak ve büyük işler başarmak için gayretli gayretli koşuşturuyordu.

İlk olarak baştan aşağı yıkanmamız ve sakalı olanların tıraş olması gerekiyordu. Sonra her birimize ucuz ama temiz kıyafet verdiler. Erkeklerin şapka, ceket, gömlek, pantolon ve ayakkabıları; kadınlarınsa pamuklu elbiseleri, başlarını bağlamak için eşarpları olmuştu. Müşteriler kabul edilmeden önce doğru düzgün hazırlanalım diye bahçedeki binanın ön tarafında bulunan büyük odaya götürüldük. Odanın bir tarafına adamlar, diğer tarafına kadınlar dizildi. En uzun olan, sıranın başına, daha kısası yanına gelecek şekilde boy sırası yapıldı. Emily kadınlar sırasının en arkasındaydı. Freeman kim olduğumuzu bilmemiz gerektiğini söyledi, akıllı ve canlı görünmemizi tembihledi. Bazen tehdit etti, bazense öğütler verdi. Gün içerisinde bizi “akıllı görünme” sanatında ve gideceğimiz yere kesin tavırlarla gitmemiz konusunda eğitti.

Öğleden sonra karnımız doyunca tekrar bir tören yaptık ve dans etmeye zorlandık. Siyahi bir çocuk olan ve bir süredir Freeman’a ait olan Bob, keman çalıyordu. Yanında duruyordum ve ona “Virginia Reel”ı çalıp çalamadığını sordum. Çalamadığını söyleyip aynı soruyu bana yöneltti. Çaldığımı söyleyince kemanı bana uzattı. Bir melodi tıngırdatıp bitirdim. Freeman devam etmemi emretti. Çok hoşuna gitmişe benziyordu; Bob’a ondan çok daha iyi olduğumu söyledi. Böyle söylemesi müzisyen arkadaşımı oldukça üzmüştü.

Ertesi gün bir sürü müşteri Freeman’ın “yeni sürüsünü” incelemek üzere davet edildi. Freeman’ın çenesi çok düşüktü; meziyetlerimizi ve niteliklerimizi uzun uzadıysa anlatıyordu. Aynı at satacak veya alacak bir jokey gibi, müşteriler ellerimizi, kollarımızı, bedenlerimizi yoklayıp bizi kendi etrafımızda döndürürken ve ne yapabildiğimizi sorup ağzımızı açmamızı, dişlerimizi göstermemizi isterken Freeman da başımızı dik tutup buyurduğu hızda ileri geri yürümemizi söylüyordu. Bazen bir adamı veya kadını bahçedeki küçük eve götürüp soyar ve daha özenli bir şekilde incelerlerdi. Kölenin sırtındaki yara izleri, isyankar veya boyun eğmez bir ruhun göstergesi olarak kabul edilir, bu da onun fiyatını düşürürdü.

Faytoncu aradığını söyleyen bir beyefendi beni gözüne kestirmiş gibiydi. Burch’la konuşmasından şehirde yaşadığını öğrenmiştim. Onun beni satın almasını çok istemiştim, çünkü New Orleans’tan kuzeye giden bir gemiye atlayıp kaçmam çok da zor olmazdı. Freeman benim için ondan on beş bin dolar istedi. Yaşlı beyefendi çok fazla olduğu konusunda ısrar edip zor zamanlardan geçtiğimizi söyledi. Freeman ise benim sağlığı sıhhati yerinde, sağlam ve akıllı biri olduğumu söyledi. Müzikal yeteneklerime değinmeden de geçmedi. Ama yaşlı beyefendi bu zencinin herhangi sıra dışı bir yeteneği olmadığını ve nihayetinde tekrar arayacağını söyleyip gitti. Ama gün içerisinde birkaç satış yapılmıştı. Natchezli bir tarla sahibi David ve Caroline’ı birlikte satın aldı. Ayrılmıyor olmanın verdiği mutlulukla yüzlerinde kocaman bir gülümseme belirirken bizi bırakıp gittiler. Baton Rouge taraflarından gelen bir tarla sahibine satılan Lethe’nin ise giderken gözleri sinirden parlıyordu.

Aynı adam Randall’ı da satın aldı. Küçük dostumuza hareketliliğini ve kondisyonunu göstermesi için zıplaması, etrafta koşması ve diğer şeyler yapması söylenmişti. Ticaret devam ederken Eliza sesli sesli ağlıyor, ellerini sıkıyordu. Adama, kendisini ve Emily’i de birlikte almazsa Randall’ı almaması için yalvardı. Öyle yaparsa gelmiş geçmiş en sadık köle olacağına söz verdi. Adam para yetiştiremeyeceğini söyledikten sonra Eliza ani bir kedere kapılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Freeman vahşet dolu yüzüyle kırbaç tuttuğu elini havaya kaldırdı ve kendisine dönüp gürültüyü kesmesini, yoksa onu kırbaçlayacağını söyledi. Böyle bir şeyin olmasına, bu şekilde ağlanıp sızlanılmasına izin veremezdi. Eliza’yı bahçeye götürüp ona yüz kırbaç vururdu. Evet, bu dünyayı anında Eliza’ya dar ederdi; yapmazsa ölürdü. Eliza adamın önünde büzülüp kaldı. Gözyaşlarını silmeye çalışıyordu ama boşunaydı. Ömrünün şu kalan zamanını çocuklarıyla birlikte geçirmek istediğini söyledi. Freeman’ın kaş çatmaları da, tehditleri de dertli anneyi susturamamıştı. Onlara üçünü ayırmamaları için yalvarıyor, adeta dileniyordu. Tekrar tekrar oğlunu ne kadar çok sevdiğini söylüyordu onlara. Birçok kez verdiği sözleri tekrarladı: Adam üçünü birlikte satın alırsa nasıl sadık ve itaatkar olacaktı, ömrünün son anına kadar gece gündüz ne kadar sıkı çalışacaktı. Ama tüm bunlar nafileydi; adamın üçünü birden alacak parası yoktu. Artık pazarlık yapılmıştı. Randall tek başına gitmeliydi. Sonra Eliza oğluna doğru koşup onu tutkuyla tekrar tekrar öptü. Anneciğini unutmamasını söyledi. Tüm bunlar, annesinin gözyaşları çocuğun yüzünden yağmur gibi akarken oluyordu.

Freeman, Eliza’ya söverek, ona zırıldayıp duran bir hizmetçi kız olduğunu söyledi ve yerine gidip uslu durmasını emretti. Biraz daha bu duruma katlanamayacağına yemin etti. Çok dikkatli olmazsa yakında onu ağlatacak bir şey bulacağını ve bundan emin olabileceğini söyledi.

Baton Rougelu tarla sahibi yeni aldıklarıyla yola çıkmaya hazırdı.

“Ağlama anneciğim. Uslu bir çocuk olacağım. Ağlama…” dedi Randall kapıdan çıkıp giderlerken arkasına bakıp.

Yavrucağa ne olduğunu Tanrı bilir. Gerçekten kahredici bir sahneydi. Cesaretim olsaydı ben de ağlardım.

Orleans Gemisi’yle gelen hemen hemen herkes o gece hastalanmıştı. Baş ve sırt bölgesinde şiddetli ağrıdan yakınıyorlardı. Küçük Emily, sürekli ağlıyordu ki normal şartlarda pek ağlamazdı. Sabahleyin bir doktor çağrıldı ama şikayetlerimizin nedenini tespit edemedi. Beni muayene edip belirtilerle ilgili sorular sorarken ona, Robert’ın ölümünden bahsederek, şahsen çiçek hastalığından şüphelendiğimi söyledim. Gerçekten durumun böyle olabileceğini ve başhekimi çağıracağını söyledi. Kısa süre içinde Dr. Carr dedikleri kısa boylu, açık renk saçlı başhekim geldi. Teşhisin çiçek hastalığı olduğunu söylediği gibi herkesi bir panik sardı. Dr. Carr gittikten kısa bir süre sonra Eliza, Emmy, Harry ve ben bir at arabasına bindirilip şehrin dışındaki büyük, beyaz mermerden yapılmış hastaneye getirildik. Harry ve ben yukarı katlardaki odalardan birine yerleştirildik. Çok hastaydım. Üç gün resmen kör olmuştum. Bir gün bu halde yatarken Bob içeri girdi ve Dr. Carr’a kendisini Freeman’ın yolladığını, nasıl olduğumuzu merak ettiğini söyledi. Doktor ona, Platt’ın çok kötü olduğunu ama saat dokuza kadar hayatta kalabilirse iyileşebileceğini belirtmesini söyledi.

Ölümü bekliyordum. Önümde yaşamak için çok da bir sebep yoktu ama ölümümün yaklaşması beni ürkütüyordu. Hayatımı aile içinde sürdürme umudum olmayabilirdi ama bu koşullarda, yabancıların arasında yok olup gidecek olmak da acı veriyordu.

Hastanede hem kadın hem erkek, her yaştan bir sürü hasta vardı. Binanın arkasında tabut üretiyorlardı. Biri öldüğünde cenazeciye gelip ölüyü kimsesizler mezarlığına götürmesi için çan çalıyorlardı. Her gün her gece çalan çan, acıyla bir başkasının daha öldüğünü haber veriyordu. Kriz geçip canlanmaya başladıktan sonraki iki hafta iki günü takiben, yüzümde hastalığın emareleri (ki bugün hâlâ yüzümde izleri var), Harry’le birlikte hücreye döndüm. Eliza ve Emily de ertesi gün bir at arabasıyla geri getirildi. Sonra tekrar alıcılar denetleyip incelesin diye satış yerine yürüdük. Faytoncu arayan yaşlı beyefendi söz verdiği gibi tekrar arar ve beni alır diye ümit ediyordum. Öyle olursa tekrar özgürlüğüme kavuşurum diye bir güven vardı içimde. Müşteri ardına müşteri geldi ama yaşlı beyefendi bir daha hiç görünmedi.

Sonra bir gün biz bahçedeyken Freeman gelip satış yerindeki yerlerimize geçmemizi emretti. Girdiğimizde bir beyefendi bizi bekliyordu. Hikayenin devamında sık sık bu adamdan bahsedeceğim için ilk görüşte fiziksel görünümünü anlatmam ve karakter değerlendirmesini yapmam uygunsuz kaçmaz diye düşünüyorum.

Boyu ortalamanın üstündeydi, biraz öne doğru eğilmişti. Orta yaşlı, yakışıklı bir adamdı. İnsanı iten bir tarafı yoktu; aksine güler yüzlü biriydi. Hem yüzü, hem de ses tonu çekici bir adamdı. Bu güzel niteliklerin hepsini bünyesinde toplamıştı. Neler yapabileceğimize, ne tür işlere alışkın olduğumuza, onunla yaşamayı isteyip istemeyeceğimize, bizi alsa uslu durup durmayacağımıza benzer sorular sorarak aramızda biraz dolaştı.

Biraz incelemeden ve fiyatlarla ilgili muhabbetten sonra Freeman’a benim için bin, Harry için dokuz yüz, Eliza için de yedi yüz dolar teklif etti. Çiçek hastalığı mı değerimizi düşürmüştü, yoksa başka bir şey mi Freeman’ın benim için uygun gördüğü ilk fiyattan beş yüz dolar aşağısına tav olmasını sağlamıştı bilemiyorum. Her neyse, biraz kurnaz kurnaz düşündükten sonra teklifi kabul ettiğini söyledi.

Bunu duyan Eliza, yine sancılandı. Zaten hastalık ve üzüntüden bitkin düşmüş, gözlerinin feri iyice sönmüştü. Takip eden sahneyi sessizce atlayıp geçsem ne güzel olurdu. Hiçbir dilin anlatmaya yetmeyeceği kadar acıklı ve etkileyici bir sahneydi bu. Ölmüş çocuklarının yüzünü son kez öpen anneler gördüm; mezarlarına toprak atılırken yavrularının sonsuza uğurlanışını izleyen anneler gördüm ama hiç Eliza’nın Emily’den ayrıldığı zamanki yoğunlukta, öylesine ölçüsüz, uçsuz bucaksız keder görmemiştim. Kadınlar kısmından ayrılıp Emily’nin olduğu yere koştu ve onu kollarına aldı. Çocuk bir tehlikenin geleceğini hissetmiş gibi, içgüdüsel olarak ellerini annesinin boynuna sardı ve küçük kafasını onun göğsüne bastırdı. Freeman sertçe sessiz olmasını söyledi ama o aldırış etmedi. Adam Eliza’yı kolundan tuttu ve vahşice onu kendisine doğru çekti ama kadın kızına daha sıkı sarıldı. Sonra ona küfürler yağdırıp öyle insafsızca vurdu ki kadın arkaya doğru sendeleyip düşecek gibi oldu. Ah! İşte o zaman ayrılmamaları için öyle yürek parçalarcasına yalvarıp dilendi ki! Neden birlikte satın alınamazlardı? Neden yavrularından biriyle beraber olmasına izin verilmiyordu? “Merhamet gösterin, merhamet gösterin efendim!” diye dizlerinin üstüne kapaklanıp ağladı. “Lütfen efendim, Emil’yi almayın!” Onu benden ayırırsanız tekrar çalışamam, ölürüm.”

Freeman tekrar araya girdi ama Eliza onu umursamayıp ısrarla yalvarmaya devam ediyordu: Randall zaten onun elinden alınmıştı, onu bir daha göremeyecekti, bu korkunç bir şeydi. Tanrım! Onu; gururu, tek sevgilisi, annesi olmadan yaşayamayacak kadar küçük olan Emily’sinden ayırmak çok acı, çok zalimce bir şeydi!

Bu kadar yalvarıp yakarmadan sonra Eliza’nın alıcısı, etkilenmiş olacaktı ki, bir adım öne çıkıp Freeman’a, Emily’i alacağını söyleyip fiyatını sordu.

“Fiyatı ne mi? Onu satın almak mı?” diye karşılık verdi Theophilus Freeman. Sonra kendi sorusunu yanıtlarcasına ekledi: “Onu satmıyorum. Satılık değil.”

Adam o kadar küçük yaşta birine ihtiyacı olmadığını, onun kendisine kâr sağlamayacağını ama annesi onu çok sevdiğinden, ayrıldıklarını görmektense kız için iyi bir ücret ödeyebileceğini söyledi. Ama onun bu insani teklifine Freeman’ın kulakları tamamen kapalıydı. Onu şu anda hiçbir şekilde satmaya yanaşmıyor, birkaç yıl sonra ondan kazanacağı öbek öbek para olduğunu söylüyordu. New Orleans’ta Emily gibi özel, güzel, süslü bir parçaya beş bin dolar verecek yeterince adam olduğunu dile getiriyordu. Hayır, hayır, onu şu anda satamazdı. O bir güzellik, bir resim, bir bibloydu. O normal ırktan bir insandı; kalın dudaklı, aptal, pamuk toplayan zencilerden değildi. Öyle olsaydı Freeman ölü sayılırdı.

Eliza, Freeman’ın Emily’den ayrılmama konusundaki kararlılığını duyunca çılgına dönmüştü.

“Onsuz bir yere gitmem. Onu benden alamazlar!” diye feryat etti. Yakınmaları, Freeman’ın ona sessiz olmasını söyleyen yüksek ve öfkeli sesine karışıyordu.

Bu esnada Harry ile ben bahçeye gidip battaniyelerimizle döndük ve ayrılmak üzere ön kapıda beklemeye koyulduk. Alıcımız, Eliza’ya o kadar üzülmesine karşın onu satın aldığı için pişman olmuş gibi bir hali vardı. Bize yakın duruyordu. Nihayetinde sabrı tükenen Freeman, sımsıkı sarılan Emily ve annesini var gücüyle birbirlerinden ayırana kadar bekledik.

Annesi öne doğru hunharca itilirken çocuk, “Beni bırakma anne, beni bırakma!” diye çığlık atıyordu. “Beni bırakma, geri gel anneciğim!” diye ağlamaya devam ederken küçük kollarını yalvarırcasına ona doğru uzatıyordu. Ama ağlaması boşunaydı. Kapıdan dışarı, sokağa doğru iteklendik. Hâlâ annesine seslenişini duyuyorduk: “Geri gel anne, beni bırakma, geri gel anneciğim!” Bebek sesi azaldı, azaldı ve en nihayetinde araya mesafe girince tamamen duyulmaz oldu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
5 s. 9 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-71-9
Telif hakkı:
Maya Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu