Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sahaf Mendel – Görünmez Koleksiyon – Bir Zanaatkâr ile Beklenmedik Karşılaşma»

Yazı tipi:

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.

Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.

Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.

Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.

Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.

Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.

1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.

Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.

Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.

1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.

22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırt üstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.

Eserleri:

Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…

Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.

SAHAF MENDEL

Uzak bir bölgeye yaptığım ziyaretten sonra yeniden Viyana’ya döndüğümde, ansızın başlayan ve insanları ıslak kamçısıyla bina girişlerine ve korunaklı yerlere kovalayan bir sağanak yağmura yakalandım ve ben de hemen korunabileceğim bir yer aradım.

Bereket versin ki Viyana’da her köşe başında bir kafe vardır. Böylece şapkamdan sular damlayarak, omuzlarım sırılsıklam olmuş vaziyette, tam karşımdaki kafeye daldım. İçerisi basmakalıp banliyö kafeleri gibiydi; şehir merkezindeki Almanya’nın yeni moda kafelerini taklit eden müzikli kafelere benzemiyordu. Geleneksel Viyana tarzında, pastalardan ziyade bedava gazeteleri tüketen orta hâlli vatandaşlarla doluydu.

Kafenin zaten boğucu olan havası şimdi, akşam saatlerinde bir de mavi sigara dumanı halkalarıyla daha da ağırlaşmış olmasına rağmen, yine de yeni oldukları belli olan kadife koltuklarıyla ve parlak alüminyum kasasıyla temiz görünüyordu: Aceleyle girerken, dışarıdan adını okuma zahmetine girmemiştim, zaten ne gerek vardı? Şimdi sıcakta oturmuş, bu can sıkıcı yağmur ne zaman birkaç kilometre uzağa gidecek diye mavi ıslak pencere camlarından sabırsızca dışarıya bakıyordum.

Böylece hiçbir şey yapmadan orada oturdum ve her Viyana kafesinde olduğu gibi burada da o görünmez, uyuşturucu etkisi olan pasifliğe kapıldım. Boş gözlerle, sigara dumanıyla dolu bu mekândaki suni ışığın, gözlerinin çevresini sağlıksız gri bir renkle gölgelediği insanların her birini tek tek inceledim, kasadaki kadının mekanik hareketlerle garsona her kahve fincanı için şeker ve kaşık vermesini seyrettim, yarı uyur ve bilinçsiz bir vaziyette duvarlardaki önemsiz afişleri okudum. Bu tür bir uyuşukluk neredeyse iyi geldi. Ancak birdenbire garip bir biçimde yarı uyur hâlimden çıktım, içimde belirsiz ve huzursuz bir kıpırtı başladı. Hani ufak bir diş ağrısı başlar ve insan bunun soldan mı yoksa sağdan mı, üst çeneden mi yoksa alttan mı geldiğini bilemez ya, öyle. Sadece boğuk bir gerginlik hissediyordum, zihinsel bir huzursuzluk. Zira birdenbire -nasıl olduğunu anlamadım- yıllar önce burada bulunmuş olmalı ve bu duvarlarla, bu sandalyelerle, bu masalarla, bu dumanlı mekânla bağlantılı bir hatıram olmalıydı düşüncesine kapıldım.

Ancak bu hatırayı yakalamaya çalıştıkça, o daha da haince ve kaygan bir hâlde geri gidiyordu; bilinçaltımın en alt tabakasında parlayan, yine de yakalanamayan veya tutulamayan bir denizanası gibiydi. Boş yere, bakışlarımı ortamdaki her şeyde gezdirmeye başladım; elbette bazı şeyleri hatırlamıyordum, örneğin çınlayarak hesap yapan kasa ve şu yapay kahverengi pelesenk ağacı duvar kaplaması. Tüm bunlar daha sonra yapılmış olmalıydı. Ancak yine de, ben yirmi sene veya daha fazla bir süre önce burada bulunmuştum; şimdi çoktan kendini aşmış eski benliğimden bir parça burada saklanmış olmalıydı; tahtanın içine gizlenmiş bir çivi gibi buradaydı. Tüm duygularımı zorlayarak hem mekânı hem de kendi içimi aradım; ama lanet olsun! Bu kaybolmuş, kendi içimde boğulmuş hatıraya ulaşamıyordum.

Her insanın zihinsel güçlerinde bir yetersizlik ve eksiklik hissettiğinde yaptığı gibi ben de öfkeleniyordum. Ancak yine de bu hatırayı anımsayacağıma dair olan umudumu kaybetmedim. Sadece minik bir ipucu bulmalıydım, biliyordum; çünkü hafızamın garip bir yanı vardı; hem iyi hem de kötü, bir taraftan inatçı ve başına buyruk, ancak sonra yine de tarif edilemeyecek kadar sadık. En önemli olaylardan olduğu kadar yüzleri de, okunanlar kadar yaşananları da genellikle kendi derinlerine indirir ve bu yer altı dünyasından zorlamadan, sadece bir istek karşılığında hiçbir şey vermez. Ama şimdi ufacık da olsa tutunacak bir şey bulmalıydım; bir kartpostal, bir mektup zarfının üzerindeki bir el yazısı, solmuş bir gazete sayfası. O zaman unutulan şey, oltanın ucundaki balık gibi karanlıkların içinden tamamen canlı ve gerçek olarak yine yüzeye fırlar. O zaman bir insanın her ayrıntısını hatırlıyorum: ağzını ve güldüğü zaman ağzının sol tarafındaki eksik dişini, bu gülüşünün gevrek tonunu ve o sırada bıyığının titrediğini ve sonra bu gülüşten başka, yeni bir çehre oluştuğunu. Tüm bunları hemen bir vizyon olarak görüyor ve yıllar önce, o zamanlar bu insanın bana söylediği her kelimeyi hatırlıyorum.

Ancak geçmiştekileri fiziki olarak görebilmek için önce fiziki bir dürtü, ufacık ama gerçekçi bir yardım gerekiyor. Bu yüzden daha iyi düşünebilmek, bu gizemli oltanın iğnesini şekillendirmek ve anlayabilmek için gözlerimi kapattım. Ama yok! Yine yok! Üzeri örtülmüş ve unutulmuş! Ve ben şakaklarımın arasındaki kötü, kendi başına buyruk hafıza cihazına o kadar kızgındım ki, tıpkı buna hakkı olmadan istediğiniz şeyi vermeyen bozuk bir otomatı sarsmak gibi yumruklarımla alnıma vurabilirdim. Hayır, daha fazla sakince oturamazdım, içimde yaşadığım bu başarısızlık beni çok etkilemişti. Hava almak için öfkeyle ayağa kalktım. Ancak garip bir şekilde, daha mekâna ilk adımları attığımda, içimdeki fosforlu karanlıkta titreşimler ve pırıltılar başladı. Kasanın sağından penceresiz ve sadece yapay ışıkla aydınlanan bir odaya gidildiğini hatırladım. Ve gerçekten, aynen öyleydi. Eskiden başka bir duvar kâğıdı vardı, ancak oranlar tam hatırladığım gibiydi, konturları belirsiz, dikdörtgen arka oda, oyun odası. İçgüdüsel olarak, sevinçle ve titreyen sinirlerimle çevredeki tüm eşyalara baktım. (Yakında her şeyi bilecektim, bunu hissediyordum.) Odada iki bilardo masası, yeşil çamur bataklığı gibi sessiz ve boş boş duruyor, köşelerde iki müşavirin veya profesörün satranç oynadığı oyun masaları. Ve köşede, demir sobanın hemen yanında, telefon kulübesine gidilen yerde, küçük dört köşe bir masa duruyordu. Ve o anda birdenbire içimde şimşekler çakmaya başladı. O anda, hemen, tek bir sıcak ve mutlu sarsılmayla hatırlamıştım: Aman Tanrı’m, orası Mendel’in, Jakob Mendel’in, Sahaf Mendel’in yeriydi ve ben yirmi sene sonra yine onun müdavimi olduğu yere, yukarı Alser Caddesi’ndeki Kafe Gluck’a gelmiştim. Jakob Mendel… Onu bu kadar akıl almaz uzun bir zaman nasıl unutabilmiştim? Bu en tuhaf insanı, bu efsanevi adamı, bu garip dünya mucizesini, üniversitede ve saygılı, dar bir çevrede ünlü olan adamı nasıl olmuştu da hatıralarımdan silmiştim? Kitapların büyücüsü ve satıcısı; günbegün, sabahtan akşama kadar sürekli oturan bilginin simgesi, Kafe Gluck’un şöhreti ve gururu olan kişiyi. Ve sadece o saniye bakışlarımı içeriye, göz kapaklarımın arkasına döndürdüm ve hemen onun aşikâr, somut biçimi gözlerimin önüne geldi. O anda onu canlı olarak, üzeri her zaman kitap ve yazılı kâğıt yığınlarıyla dolu olan, dört köşe, kirli gri renkli, mermer yüzeyli masanın yanında hep oturduğu gibi gördüm. Orada sürekli ve hiç aksatmadan, gözlüklerinin ardındaki bakışları sabit bir biçimde bir kitaba yönelmiş, okurken mırıldanarak ve söylenerek, doğudaki küçük Yahudi çocukların okulu olan Cheder’den edindiği bir alışkanlıkla bedenini ve kötü parlayan, lekeli kelini öne ve geriye sallıyordu. Burada, bu masada kataloglarını ve kitaplarını, kendisine Talmud1 okulunda öğretildiği üzere, alçak sesle, şarkı söyler gibi ve sallanarak okurdu: sallanan siyah bir beşik gibi. Zira bu hipnotik ritimle bir çocuğun uykuya geçmesi ve dünyanın onun için yok olması gibi, oradaki dindarların düşüncesi de avare bedenin kendini oynatması ve sallaması sayesinde ruh, kendisini bir işe yoğunlaştırma lütfuna daha kolay erişirdi.

Ve gerçekten de bu Jakob Mendel, etrafındaki hiçbir şeyi görmez ve duymazdı. Yanında bilardo oyuncuları gürültü eder, kavgaya tutuşur, garsonlar dolaşır, telefon çalar, yerler silinir, soba yakılır; ancak o bunların hiçbirisini fark etmezdi. Bir defasında sobadan yanan bir kömür parçası düşmüş, ondan iki adım ötede parkenin üzeri yanmaya ve duman çıkmaya başlamıştı, bir müşteri kötü kokuyu ve tehlikeyi fark edip alelacele ateşi söndürmek için koşmuştu: ancak o, Jakob Mendel, sadece iki inç uzakta, hatta duman kendisine ulaşmış olmasına rağmen hiçbir şey hissetmemişti. Zira o başkalarının dua ettiği, kumarbazların oynadığı ve sarhoşların uyuşmuş bir biçimde boşluğa baktıkları gibi okurdu, öyle dokunaklı bir dalgınlıkla okurdu ki, bana o zamandan beri başka insanların okumaları hep çok dünyevi gelmişti.

Genç bir insan olarak ben bu ufak tefek Galiçyalı kitap eskicisinde ilk defa tamamen konsantre olmanın büyük sırrını görmüştüm, sanatçıyı bilgin gibi yapan, gerçek bilgini anlamsızlaştıran, deliye döndüren yoğunlaşmayı; bu mutlak tutkunun trajik mutluluğu ve mutsuzluğunu.

Beni ona üniversiteden yaşlıca bir meslektaşım götürmüştü. Ben o zamanlar bugün bile hâlâ az bilinen Paracelsus2 ile ilgilenen doktor ve Manyetizmacı Mesmer’i3 araştırıyor, ancak pek başarılı olamıyordum. Zira gerekli yayınlara ulaşılamıyordu. Saf ve acemi ben, kütüphaneciden bilgi istediğimde ise, kütüphaneci, bana suratını asıp homurdanmıştı. Literatür bilgileri onun değil, benim işimmiş.

O zaman bahsettiğim meslektaşım ilk defa onun adını söylemişti. “Seninle Mendel’e gidelim.” diye söz vermişti. “O her şeyi bilir ve her şeyi bulur; unutulmuş Alman antikalarının içinden en olmayacak kitabı temin eder. Viyana’daki en çalışkan adam ve ayrıca nesli tükenmekte olan tarih öncesine ait kitap dinozorlarındandır.”

Böylece ikimiz Kafe Gluck’a gittik. Orada oturuyordu Sahaf Mendel, gözlüklü, özensiz sakallar, siyah giysiler içinde ve çalıların rüzgârda sallanması gibi sallanarak okuyordu. Yanına gittik; fark etmedi. Sadece oturuyor, okuyordu; bedeninin üst tarafını masanın üzerinden öne geriye sallıyor ve arkasındaki askıda cepleri dergiler ve kâğıtlarla dolu eski siyah paltosu da onunla birlikte sallanıyordu. Geldiğimizi bildirmek için arkadaşım kuvvetlice öksürdü. Ancak kalın gözlüklerini kitaba dikmiş olan Mendel, hiçbir şey fark etmedi. Sonunda arkadaşım masaya sanki bir kapıya vurur gibi kuvvetli ve sesli şekilde vurdu, o zaman Mendel nihayet başını kaldırdı, çelik çerçeveli çok büyük gözlüğünü otomatikman alnına kaldırdı ve dağınık küllü gri kaşlarının altından iki garip göz bize baktı; küçük, siyah, uyanık gözler; atik, sivri ve bir yılan dili gibi oynak. Arkadaşım beni tanıttı ve ben dileğimi anlattım. Önce -arkadaşımın özellikle yapmamı tavsiye ettiği gibi- bana bilgi vermek istemeyen kütüphaneciden çok kızmışım gibi şikâyet ettim. Mendel geriye yaslandı ve dikkatlice tükürdü. Biraz güldükten sonra Doğu jargonuyla, “İstemedi, öyle mi? Hayır, yapamadı! Kuru bir heriftir o, gri tüylü dayak yemiş bir eşek. Onu tanıyorum; Tanrı bilir, neredeyse yirmi yıldır, ama o zamandan beri hâlâ hiçbir şey öğrenmedi. Maaşı cebe indirmek, onların yapabildiği tek şey bu! Kitapların yanında oturacaklarına tuğla taşısalar daha iyi, bu doktor beyler.”

Bu samimi sohbetle buzlar erimişti ve yumuşak bir el hareketiyle bizi ilk defa dört köşeli, notlarla dolu, benim henüz tanımadığım kitapseverlerin kutsal mermer masasına davet etti. Çabucak isteklerimi anlattım: Manyetizma üzerine yazılmış eski ve daha sonra Mesmer lehine ve aleyhine yazılmış kitaplar. Ben sözümü bitirdiğimde, Mendel bir saniye, aynı bir nişancının silahını ateşlemeden önce yaptığı gibi, sol gözünü kapattı. Ama gerçekten, sadece bir saniye sürmüştü bu yoğun düşünme durumu.

Sonra hemen, sanki görünmez bir katalogdan okuyormuş gibi iki veya üç düzine kitabın ismini saydı, her birinin yayınevinin yeri, yayın tarihi ve tahmini fiyatıyla. Afallamıştım. Ancak benim şaşkınlığım ona iyi gelmiş gibiydi, zira hemen sonra hafızasının klavyesinde benim konum ile ilgili en harika kütüphane açıklamaları yaptı. Uyurgezerlik hakkında da bir şeyler bilmek isteyip istemediğimi sordu; ayrıca hipnozla ilgili ilk denemeler, Gassner,4 şeytan ayinleri, Christian Science5 ve Blavatsky6 hakkında da.

Yine isimler, kitap adları, açıklamalar şakır şakır yağdı; ancak o zaman Jakob Mendel’in emsalsiz bir mucize gibi olan hafızasını fark ettim, gerçekten bir ansiklopedi, iki ayak üzerinde duran bir dünya kataloğu. Tamamen şaşırmış bir vaziyette, bana aşağı yukarı seksen isim sıraladıktan sonra görünürde önem vermeyen, ama içten içe kazandığı zaferden hoşnut, gözlüğünü eskiden belki beyaz olan mendiliyle silen Galiçyalı, ufak tefek bir sahafın gösterişsiz, hatta biraz pasaklı bedenine saklanmış bu bibliyografik dâhiye bakakaldım. Şaşkınlığımı biraz olsun örtbas etmek için bu kitaplardan hangisini benim için temin edebileceğini sordum. “Bakalım, neler yapılabilir?” diye homurdandı. “Yarın yine buraya gelin, Mendel size o arada bir şeyler bulur ve bulamadıkları da başka bir yerlerde bulunur. Aklı olanın şansı da olur.”

Nazikçe teşekkür ettim, ancak kibarlık yapayım derken, istediğim kitapların isimlerini bir kâğıda yazmayı teklif ederek büyük bir aptallık yaptım. Aynı anda arkadaşımın uyarmak amacıyla dirseğiyle beni dürttüğünü fark ettim. Ama çok geç! Mendel bana bir bakış atmıştı bile -hem de nasıl bir bakış!– hem zafer kazanmış ve incinmiş, hem küçümseyen ve üstün, tam kralların baktığı gibi, Macduff’un yenilmez kahramandan dövüşmeden teslim olmasını istediğinde Macbeth’in ona attığı Shakespeare bakışı gibi. Sonra yine kısaca güldü, boğazındaki âdem elması garip bir biçimde oraya buraya oynadı, belli ki kaba bir kelimeyi zorla yutmuştu.

Aslında her türlü kabalıkta haklı olurdu bu iyi, uslu Mendel; zira sadece bir yabancı, bir bilinçsiz -kendisinin deyimiyle bir “zırcahil”böyle aşağılayıcı bir teklifte bulunabilirdi ona, yani Jakob Mendel’e. Sanki bir kitapçıdaki çırağa veya kütüphane çalışanına bir kitap ismi yazıp vermek gibi bu emsalsiz, hiçbir zaman basit ve yardımcı malzemeye ihtiyaç duymayan bu elmas gibi bir kitap beyni olan insana. Ancak daha sonra bu kibar teklifimle onun nadide zekâsını ne kadar çok incitmiş olduğumu anladım; çünkü bu küçük, ezik, kendi sakalının içine gömülmüş ve üstelik kambur Galiçyalı Yahudi Jakob Mendel, dev bir hafızaya sahipti.

Bu kireçli, kirli, gri yosunlarla kaplı alnının arkasında her bir kitabın kapağına basılmış olan her isim ve başlık, görünmez hayalet yazısıyla çelik döküm puntolarla yazılmıştı. İster dün yayımlanmış olsun, ister iki yüz sene önce, o hemen ve doğru olarak yayınlandığı yeri, yazarını, yeni ve antika fiyatını, her kitapta hiç hatasız cilt kapağını, içindeki resimleri ve orijinalinden kopyalanmış eklentilerini bilirdi. Her eseri, ister ellerine almış, ister sadece uzaktan bir vitrinde görmüş veya kütüphanede gözüne ilişmiş olsun, bir sanatçının dünya için henüz görünmez olan ancak kendi kafasında eserini gördüğü gibi, aynı optik netlikte görürdü. Örneğin bir kitap Regensburg Sahaflar kataloğunda altı marka satılıyorsa, aynı kitabın bir başka nüshasının iki sene önce bir Viyana müzayedesinde dört krona satıldığını ve aynı zamanda da alıcısının kim olduğunu bilirdi. Hayır: Jakob Mendel hiçbir başlığı, hiçbir sayıyı unutmaz, sürekli sallanan, daima karışan kitapların evrenindeki her bitkiyi, her tek hücreliyi, her yıldızı bilirdi.

Her konuda o konunun uzmanlarından daha fazlasını bilirdi; kütüphanelere kütüphanecilerden daha fazla hâkimdi; birçok firmanın depoları sahiplerinden daha iyi ezberindeydi ve bu, onların not kâğıtlarına, kartotekslerine rağmen böyleydi. Ve kendisinin büyülü hafızasından, sadece yüz farklı örneği sıralayıp açıklayabileceği, çözümleyebileceği kıyaslanamaz hatırlama yeteneğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Tabii bu hafızanın böylesine tartışılmaz, şeytani bir biçimde eğitilebilmiş ve gelişebilmiş olması, her mükemmeliyetin gizemi gibi, yoğunlaşarak olmuştu. Bu garip insan dünya hakkında kitaplar dışında hiçbir şey bilmiyordu; zira varoluşun tüm olayları onun için ancak harflere dönüştüğünde, bir kitapta toplandığında ve eşit biçimde sterilize edildiğinde başlıyordu.

Ancak o, bu kitapları bile anlamları, duygusal ve hikâyemsi içerikleri için okumuyordu: Onun tutkusu sadece ismi, fiyatı, yayınlanma şekli, kapak sayfasıydı. Verimsiz ve yaratıcı olmayan, normalde bir kitap kataloğunda yazılı olan sadece yüz bin haneli başlıklardan ve isimlerden oluşan bir rehber, memeli bir hayvanın yumuşak beynine basılmıştı, ancak Jakob Mendel’in kendi sahaflık alanında eriştiği bu deha, Napolyon’un fizyonomide, Mezzofanti’nin lisanlarda, Lasker’in satranç oyunlarında, Busoni’nin müzikte ulaştığı mertebeden aşağıda değildi.

Bir seminerde, kamusal bir yerde faydalanılsa, bu beyin binlerce, yüzbinlerce öğrenciye ve âlime pek çok şey öğretir, onları şaşırtır, bilime çok şey katar ve bizim kütüphane dediğimiz o kamusal hazine odaları için emsalsiz bir kazanç olurdu. Ancak bu üst kademedekilerin dünyası Talmud okulunu bitirmekten öteye gidemeyen küçük, eğitimsiz Galiçyalı sahaf için ebediyen kapalıydı; böylece onun bu olağanüstü yetenekleri ancak Gluck Kafe’deki o mermer masasında gizli bilim olarak ortaya çıkmaktaydı. Ancak günün birinde büyük bir psikolog gelir de (ki bu hâlâ entelektüel dünyamızda eksiktir), inatla ve sabırla hayvanların anormalliklerini düzenleyip sınıflandıran, diğer taraftan tüm oyun biçimlerini, özelliklerini ve bizim hafıza dediğimiz büyülü gücün ilk biçimlerini ve varyasyonlarını tek tek açıklayan Psikolog Buffon gibi insanları araştırırsa, Jakob Mendel’i, bu fiyatların ve kitap başlıklarının dâhisini, bu sahaf biliminin isimsiz ustasını hatırlaması gerekir.

Onu tanımayanlar için; Jakob Mendel, küçük bir kitap pazarlamacısıydı. Her pazar Yeni Özgür gazetesinde ve Yeni Viyana gazetesinde aynı ilan yayımlanırdı: “Eski kitaplar alıyor, en iyi fiyatı veriyorum. Hemen gelin. Mendel, yukarı Alser Caddesi.” Sonrasında da Gluck Kafe’nin telefon numarası. Mendel depoları araştırır, her hafta yaşlı, imparatorlar gibi sakalı olan bir hamalla beraber yeni ganimetlerini önce ana depoya, oradan da başka yerlere taşırdı; çünkü kitap ticareti yapabilmek için gerekli ruhsatı yoktu. Bu yüzden de az gelirli bir sahaf olarak kaldı. Üniversiteliler ona eski kitaplarını satar, bir önceki sınıfın kitapları onun ellerinden bir sonraki genç öğrencilere geçerdi. Ayrıca küçük bir bedel karşılığında, aranan her eseri araştırır ve temin ederdi. Ondan bilgi almak ucuzdu. Onun dünyasında paraya yer yoktu; zira kimse onu hep aynı eski ceketi dışında bir kıyafetle görmemişti. Sabah, öğleden sonra ve akşamları, sütünü ve iki küçük ekmeğini, öğleyin yakındaki lokantadan getirilen ufak bir yemeği yerdi. Sigara içmez, kumar oynamaz, hatta onun için yaşamaz denebilirdi. Sadece gözlük camlarının arkasındaki iki gözü yaşıyor ve o gizemli beynini sürekli kelimelerle, kitap başlıkları ve yazar isimleriyle besliyordu. Ve bu yumuşak, üretken kütle tıpkı bir çayırın yağmurun binlerce damlalarını emdiği gibi, bu besini iştahla emiyordu. İnsanlar onu ilgilendirmiyordu ve tüm insani tutkulardan belki de tek bir tanesini biliyordu, doğal olarak en insanisini, kendini beğenmişliği. Birisi yüzlerce yere sormaktan yorgun düşüp ona geldiğinde ve o hemen bilgi verdiği zaman, bu durum bile onun için yeterliydi, bunun dışında belki bir de Viyana’da ve dışında onun bilgisine saygı ve ihtiyaç duyan birkaç düzine insanın olması da onda memnuniyet, sevinç yaratırdı.

Milyonlarca şirketin oluşturduğu ve bizim büyük şehir dediğimiz yerlerde az da olsa tek ve aynı evreni ufacık yüzeylerinde yansıtan, çoğu insan için görünmez, sadece işin uzmanları, aynı tutkuyu paylaşanlar için değerli olan birkaç küçük yer vardır. Ve bu kitap tutkunlarının hepsi Jakob Mendel’i tanırdı.

Nasıl bir müzik eseri hakkında tavsiye almak istendiğinde müzik dostları derneğinde, gri başlığıyla dosyalarının ve notalarının arasında oturan ve ilk bakışta en zor problemleri gülümseyerek çözen Eusebius Mandyczewski’ye gidiliyorsa, nasıl bugün hâlâ eski Viyana tiyatrosu ve kültürü hakkında bilgiye ihtiyacı olan herkes kesinlikle her şeyi bilen Glossy Baba’ya müracaat ediyorsa, Viyanalı kitapseverler özellikle zor bir konunun açıklanması gerektiğinde aynı düşüncelerle Kafe Gluck’a, Jakob Mendel’e doğru yola çıkardı.

Böyle bir konsültasyonda bulunmak genç ve meraklı olarak bana özel bir haz verirdi. Diğer zamanlarda önüne az değerli bir kitap konulduğunda, kapağını hor görürcesine kapatıp sadece “İki kron.” diye homurdanırken, nadir bulunan veya eşsiz bir kitap geldiğinde saygılı bir biçimde geriye yaslanır, kitabın altına bir yaprak kâğıt koyar ve aniden elinin kirli, mürekkepli, siyah tırnaklarından utandığı fark edilirdi. Sonra nazik ve dikkatli bir şekilde, müthiş bir saygıyla bu nadide parçanın sayfalarını birer birer açardı. Böyle bir anda onu kimse rahatsız edemezdi, tıpkı gerçek bir dindarın dua ederken rahatsız edilmediği gibi ve gerçekten de onun bir kitabı seyretmesi, dokunması, koklaması ve hesaplaması gibi her bir hareketi, dinî bir eylemin merasimi, önceden tespit edilmiş ritüeller gibiydi. Kambur sırtı ileri geri sallanır, o sırada mırıldanır ve homurdanır, başını kaşır, sesli harfleri garip bir biçimde uzatır, korkmuş gibi “Ah!”, hayranlıkla “Oh!” ve sonra eksik veya tahta kurdunun yediği bir sayfa gördüğünde yine korku dolu bir “Oy!” veya “Eyvah!” gelirdi.

Sonunda kalın cildi saygıyla elinde tartar, duygusal bir kızın sümbülleri koklarken yaptığı gibi, yarı kapalı gözlerle kokusunu içine çekerdi. Bu, biraz ayrıntılı olan süreç sırasında, kitabın sahibinin doğal olarak sabırlı olması gerekirdi. Ancak bu işlemler bittiğinde Mendel istenen tüm bilgileri nazlanmadan, hatta coşkuyla verir, sonuna da muhakkak benzer nüshalarla ilgili ayrıntılı anekdotlar ve dramatik fiyat bilgileri eklerdi. O anlarda Mendel daha ışıltılı, daha genç, daha canlı olurdu; sadece kendisini tanımayan toy birisi bu değerlendirmesine karşı para teklif ettiğinde aşırı öfkelenirdi.

O zaman Amerikalı bir gezginin açıklamalarına karşılık bir müze yöneticisinin eline bahşiş sıkıştırmak istediğinde yapacağı gibi incinerek geri çekilirdi; zira Mendel için kıymetli bir kitabı elinde tutabilmek başka bir erkek için bir kadınla buluşmak gibi bir şeydi. O anlar onun platonik aşk geceleriydi. Onun için sadece kitaptı önemli olan, hiçbir zaman para değil. Bu sebeple aralarında Princeton Üniversitesinin kurucusu da olan büyük koleksiyoncular, Mendel’i boşu boşuna kütüphaneleri için danışman ve satın almacı olarak istemişlerdi. Jakob Mendel reddetti; onu Kafe Gluck dışında bir yerde düşünmek mümkün değildi.

Otuz üç sene önce, sakalı henüz yumuşak ve siyah, alnındaki saçları kıvırcık iken, ufak tefek ve yamuk bir delikanlı olarak hahamlık eğitimi için Doğu’dan Viyana’ya gelmişti; ancak kısa bir süre sonra çok ışıltılı ve binlerce tanrılı kitaplara tapmak uğruna sert ve tek tanrılı Yehova’yı terk etmişti. Önce Kafe Gluck’u bulmuş ve sonra orası yavaş yavaş onun atölyesine, ana karargâhına, postanesine, dünyasına dönüşmüştü.

Bir astronomun tek başına teleskobun minicik yuvarlağından her gece yıldız nöbeti tuttuğu, on binlerce yıldızı, gizemli yollarını, değişen karmaşık hareketlerini, sönüşlerini ve kendilerini tekrar yakmalarını gözlemlediği gibi Jakob Mendel de gözlüğüyle bu dört köşeli masadan başka bir evrene, kitapların evrenine, ancak aynı biçimde ebediyen hareket eden değişken, başka, bizim dünyamızın üzerindeki başka bir dünyaya bakıyordu. Kendisi doğal olarak Kafe Gluck’ta çok itibarlıydı ve bizim için kafenin vaftiz babası olan “Alceste” ve “İphigenia”nın yaratıcısı Christoph Willibald Gluck’tan7 daha ziyade Mendel’in şöhreti bizi onun görünmez kürsüsüne bağlamaktaydı.

Mendel eski kiraz ağacından yapılma bir kasa, birçok kere yama yapılmış iki bilardo masası, bakır kahve kazanı gibi kafenin demirbaşlarındandı ve masası kutsal bir yermiş gibi korunurdu. Zira çok sayıdaki müşterisi ve danışanı personel tarafından her defasında kibarca bir şeyler sipariş vermeye zorlanır ve böylece onun bilgisinin kazancının büyük bir kısmı aslında Şef Garson Deubler’in kalçasının üzerinde taşıdığı büyük deri çantasına girerdi.

Buna karşılık Sahaf Mendel, birçok ayrıcalığın keyfini sürerdi. Telefon onun için ücretsizdi, mektupları teslim alınır ve tüm siparişleri karşılanırdı; tuvaletlere bakan yaşlı ve uysal kadın, mantosunu fırçalar, düğmelerini diker ve her hafta küçük bir torba çamaşırını yıkamaya götürürdü. Sadece onun için yakınlardaki lokantadan öğle yemeği getirtilebilirdi ve her sabah kafenin sahibi Bay Standhartner şahsen masasına gelerek onu selamlardı. Tabii kitaplarına dalmış olan Jakob çoğu zaman bu selamı fark etmezdi bile. Sabahları tam saat yedi buçukta kafeye girer ve ancak ışıklar söndürüldüğünde giderdi.

Hiçbir zaman diğer müşterilerle konuşmaz, gazete okumaz, değişiklikleri fark etmezdi; bir defasında Bay Standhartner kibarca eski gaz lambasının zayıf ve titrek ışığına göre şimdi elektrik ışığında daha iyi okuyup okumadığını sorduğunda, hayretle elektrik ampulüne baktı: Bu değişikliği birkaç gün süren gürültülü tesisat işlerine ve çekiç seslerine rağmen algılamamıştı. Sadece gözlüğünün iki yuvarlak deliğinden, bu iki parlayan ve emen merceklerin süzdüğü milyarlarca siyah harfin özü beynine ulaşıyordu, tüm diğer olaylar boş gürültü olarak onu teğet geçiyordu. Aslında otuz seneden fazla, yani hayatının tüm uyanık zamanını bu dört köşe masada okuyarak, karşılaştırarak, hesaplayarak, sadece uyku ile kesintiye uğrayan sürekli bir rüyada gibi geçirmişti.

1.Talmud: Geleneksel Yahudi okulları. (ç.n.)
2.Paracelsus: Almanca konuşan İsviçreli doktor ve kimyager. 16. yüzyılın önemli bilim adamlarından ve modern tıbbın kurucularından biri olduğu kabul edilir. (ç.n.)
3.Franz Anton Mesmer: Alman hekim. Aynı zamanda mesmerizmin kâşifi. Buluşunu kendisi “magnétism animal” olarak adlandırmıştır. Mesmer, gözle görülmeyip, ölçülemeyen hayat enerjisinin çeşitli kanallar ile başka alanlara akışını sağlayarak hastalarını tedavi etmeye çalışmıştır. (ç.n.)
4.Carl Gassner, Alman doktor (1855-1942). (ç.n.)
5.Hristiyan bilim: Çağımızda kurulan, özellikle Batı medeniyetinde ortaya çıkan dinî akımlardan “Yeni Düşünüş” ailesine mensup bir mezhep. (ç.n.)
6.Helena Petrovna Blavatsky ya da Helena von Hahn: Rus okültist. Teosofi Derneğinin kurucusu ve teosofinin batıda yaygınlaşmasını sağlayan kişi. Madam Blavatsky diye de bilinir. (ç.n.)
7.Christoph Willibald Gluck: Alman besteci (1714-1787). (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6486-24-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre