Kitabı oku: «Yağ ve mermer», sayfa 2
Küçük bir hareket çarptı gözüne. Dışarıda dolanan bir fare miydi? Yoksa çatı kirişinde mahsur kalmış bir kuş mu? Ya da Ay’ın önünden geçen bir bulut kümesi mi? Sonra şapelin dışındaki ara yolda elinde meşaleyle birinin yürümekte olduğunu fark etti. Çıkan ses rahipleri uyandırmış olmalıydı.
Michelangelo durduğu yeri terk edip koyu gölgelerin altında saklanacak bir yer bulma umuduyla yakındaki kemerli girintiye daldı. Arkasına baktığında midesine ağrılar girmesine neden olacak bir şey fark etti.
Aletleri hâlâ heykelin ayaklarının dibinde duruyordu. Alet yığını, nöbetçi rahibin içeride bir kaçağın varlığını fark etmesine neden olacaktı. Yakalanması durumunda Michelangelo aforoz edilip ağır şekilde cezalandırılabilir ya da asılabilirdi. Günahlarından dolayı papa onu lanetleyecek, yüzülmüş derisi Dante’nin cehenneminde sonsuza dek cayır cayır yanacaktı.
Aletlerini almak için zamanı yoktu. Koridorları inip çıkan rahip hızlı adımlarla yürüyordu. Michelangelo, Tanrı’nın adamlarının korkuyu hissedebileceğine inanıyordu ve bu sessiz kilisede içinde bulunduğu panik gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor olmalıydı. Derin bir nefes alıp soluğunu tuttu.
Rahip, kubbeli girintinin uzak ucundan döndükten sonra elindeki meşaleyi her bir karanlık köşeye tutarak Michelangelo’nun bulunduğu yan koridora doğru yöneldi. Michelangelo, adeta birazdan yakalanacağının haberini verircesine yaklaşmakta olan ayak seslerini saydı.
Rahip, Azize Petronilla Şapeli’ne ulaşmıştı. Michelangelo, rahip başlığının altında etrafı inceleyen, sarkmış ve kırışık cilde sahip sert bir yüz gördü. Yaşlı adam, sert ve affı olmayan birine benziyordu.
Rahip heykeli incelerken bakışları yerde duran alet yığınına yöneldi. Michelangelo kemerli girintinin içine iyice saklanmaya çalışırken, hemen üstüne yerleştirilmiş küçük metal bir rafa çarptı. Taş duvar üzerinde metal ses yankılandı.
Rahip meşaleyi sesin geldiği yöne tuttu. Meşalenin ışığı, Michelangelo’nun bulunduğu yöne doğru şapelin içinde yayılıyordu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Meşalenin sıcaklığı yüzüne vuruyordu. Ani bir bağırış duymayı beklerken sıcaklık yanından geçerek uzaklaştı. Bir gözünü kısarak açtığında bir sıçanın, rahibin sandaletli ayakları üzerinde hızla koşuşturduğunu gördü. Peder “Sıçanlar!” diye bağırarak elindeki meşaleyi hayvana doğru savurdu.
Sıçan sıçrayarak karanlıkta kaybolurken etrafına bakınan rahip, yaptığı araştırmadan memnun ve bu kemirgenlerden uzaklaşmaya istekli görünüyordu. Hızlı adımlarla arka kapıya yürüyerek ortadan kayboldu.
Michelangelo tekrar tek başınaydı. Ağır ağır derin bir nefes aldı.
O sıçan, rahibi korkutmak üzere Kutsal Ruh tarafından gönderilmiş olmalı diye düşündü. Tanrı, kendisini ve eserini bir kez daha kutsamıştı.
Michelangelo gizlendiği yerden çıkıp tekrar işe koyuldu. Belirli aralıklarla rahipler kiliseyi kontrol ediyordu; ancak Michelangelo her defasında gizlenip yakalanmaktan kurtuldu. Tanrı tarafından korunduğunun bilinciyle hiç acele etmeden Roma harflerini süslü bir şekilde yazdı. Hatta yazdığı Michael Angelus Bonarotus Florent Faciebat kelimelerini parlatmak için fazladan bir saat bile harcadı.
Latince sözcüklerin anlamı şuydu: Bu eser Floransalı Michelangelo Buonarroti tarafından yapılmıştır.
Michelangelo, daha bazilikanın kapıları halka açılmadan, kilise yöneticilerinin toplandığı sabah ayini için kardinallerin gelmesinden dakikalar önce işini bitirip bir lahdin arkasına saklanmıştı. İbadete dakikalar kala, cemaatin heyecan dalgasıyla aralarında mırıldandıklarını duyuyordu ama yakalanma korkusuyla yerinden kımıldayamıyordu. Bunun yerine sessizce saklanıp fark edilmeden oradan sıvışma fırsatını kolladı.
İbadetten sonra rahipler ön kapıları açıp hacı topluluklarını kiliseye kabul etti. Michelangelo bina tamamen doluncaya dek bekleyip sonra gizlendiği yerden çıkarak kalabalığa katıldı. Üzerindeki mermer tozu tabakası, kalabalığa kolayca karışmasına yardımcı oldu. Uzun mesafeler yürümüş olan gezgin hacıların kıyafetleri toz toprağa bulanmıştı.
Pietà heykelinin yanında yürürken konuşmaları dinlemek için yavaşladı. Hacıların tümü yeni ve benzersiz bir ismi telaffuz ediyordu. “Michelangelo Buonarroti” ismi fısıltılar halinde aralarında dolanıyordu. Duyduğu gururla Michelangelo’nun yüzü kızardı.
“Bugünlerde sanatının kendi adına konuşmasına izin vermeyi öğreneceksin.”
Michelangelo dönüp baktığında, Pietà heykeli için kendisini Kardinal Bilheres’e öneren zengin Romalı banker Jacopo Galli’nin yanında yürümekte olduğunu fark etti. Michelangelo, başarısına tanıklık etmek üzere arkadaşının orada bulunmasından memnuniyet duydu.
Yakından incelemek için Pietà heykeline yaklaşan Jacopo, “Bu arada şunu söylemeliyim ki bu sabah heykeli gördüğünde…” dedi ve durdu, ağzındaki bir damla balın tadını çıkarıyormuşçasına, “… çok etkilendi.”
“Kim, ne zaman gördü?”
“Papa hazretleri, tabii ki.”
Michelangelo’nun yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Duydukları doğru muydu yoksa Jacopo şaka mı yapıyordu? Papa VI. Aleksander; güç düşkünü, adı yolsuzluklarla anılan ve cinsel arzuları yoğun bir kişi olmasına rağmen, insanın cennetle en yakın bağı olan Katolik kilisesinin saygıdeğer önderiydi. Eserini öven Papa, ilahi onayını gönderen Tanrı’ya yakın biriydi.
Jacopo, yaklaşmakta olan bir kardinali eliyle selamlayarak “Papa Hazretleri, hacı topluluklarının takdirini alan Pietà heykelini görmek istedi,” dedi. Önemli şahsiyetlerle kolayca dostluk kurmak Jacopo’nun mayasında vardı. “Bu arada başrahip, meşakkatli çalışmanı ve yeteneğini takdir edebileyim diye beni de davet etti.”
Öyleyse sabah ayinindeki o hararetli konuşmaların nedeni bu olmalıydı diye düşündü Michelangelo. Sabahki ayine Papa da katılmış olmalıydı. “Peki, ne dedi?” diye sordu Michelangelo.
“Eserin güzelliğini övdü. Kendisine Tanrı’nın sevgisini bir kez daha hatırlamasında yardımcı olduğunu söyledi. Hepimizin bildiği gibi Papa Hazretlerinin en büyük özelliği budur. Esere imzanı atarak sergilediğin egoya bile gülüp bu hareketinle kendisine Cesare Borgia’yı hatırlattığını söyledi.”
Michelangelo midesinin bulandığını hissetti. Cesare Borgia, Papa’nın gayri meşru oğlu ve adı çıkmış bir düzenbazdı. Kilise eğitimi alıp henüz on sekiz yaşında kardinal mertebesine yükselen Cesare, Michelangelo’ya göre affedilmez bir günah olan kardinallerin giydiği şapkayla dalga geçen ilk kişi olmuştu. Daha da kötüsü, söylentilere göre Cesare erkek kardeşini öldürmüş, kız kardeşine beslediği aşk ve kıskançlıktan dolayı eniştesini katletmişti. Bugünlerde, papalığa ait topraklardaki isyanları bastırıp tekrar kontrolü sağlamak üzere yarımadaya kanlı bir saldırı düzenleyen papalık ordusuna komuta ediyordu. Papanın kendisi tarafından söylenmedikçe, Cesare Borgia ile kıyaslanmak pek de iltifat sayılmazdı.
“Papa Hazretleri, senin cesur ve tutkulu biri olduğunu söyledi,” diye devam etti Jacopo. “Bu sözlerle kastettiği aldatıcı gururdu sanırım. Tam olarak başka neler söyledi bir düşüneyim…”
Jacopo’nun konuşulanları hatırlamasını beklerken Michelangelo, deri omuz çantasının kayışını sıkıca tuttu.
“Dedi ki, ‘Michelangelo’nun günün birinde başarılı biri olacağına inanıyorum.’ Bu sözleriyle sanki Papa Hazretlerinin seni kiralayabileyeceği fikrini edindim. Papa için çalışmak iyi olmaz mıydı?”
Michelangelo dizlerinin üzerine çöktü.
Dört yıl önce şöhret olabilme umuduyla bu tarihi şehre, Roma’ya gelmişti. Kutsal şehir Roma, hayal gücünü harekete geçirmişti. Her geçen gün, asırlardır toprak altında gömülü kalmış antik kalıntılar kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmaktaydı. Mermer sütunlar ve zafer takları, mezar taşları gibi toprak altından yükselip gün ışığına çıkıyordu. Her gün bir bina, heykel ya da arkeolojik eser keşfedilmekteydi. Eski Roma’da önemli işlerin görüldüğü alan, eski medeniyetlerin eserlerini inceleyip kopyalamak ve onları taklit etmek isteyen sanatçılar için mükemmel bir mekândı. Sahip olduğu tüm bu muhteşem yapıtlara rağmen Roma, Michelangelo’yu hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir zamanların güçlü başkenti şimdilerde fahişeler ve hırsızlarla dolu küçük, pis bir taşra kasabasıydı. İnfaz edilmiş cesetler, suç işlemeyi tasarlayan başkalarına ibret olması amacıyla çürüyene dek haftalarca darağaçlarında tutuluyordu. Floransa’nın saf güzelliğine alışık biri için Roma’nın bu bayağılığı korkunçtu. Ailesine Roma’ya adımını attığı ilk gün bu şehri terk etmeye hazırdı; ancak Floransa’ya başarısızlık timsali olarak geri dönemezdi. Ailesine, Roma’da büyük bir heykeltıraş olacağını vaat etmişti. Evine ya ünlü biri olarak dönecek ya da hiç dönmeyecekti.
Roma’da zafere ulaşmanın hayalini kurmuş olmasına rağmen Papa’dan övgüler alacağını hiç ummamıştı. “Papa Hazretleri adımı biliyor mu?” diye sordu.
Jacopo, Michelangelo’nun elinden tutup ayağa kaldırırken “Tabii ki,” dedi. “Hacılar tüm İtalya’da, uzak diyarlardaki insanlara ve Fransızlara senden ve Pietà’dan bahsedecekler.”
“Peki ya Floransa’da?”
“Floransa’da onuruna törenler düzenleyecekler.”
Michelangelo, Jacopo’nun omuzlarını tutup yanaklarından öptü. “Teşekkür ederim dostum. Gel. Atölyemi kapatmamda bana yardımcı ol. Artık Floransa’ya dönme vaktim geldi.” Her şeye rağmen onur ve şeref kavramları daima memleketinde daha değerliydi.
Leonardo
Kış, Mantua
Leonardo son fitili de ateşledi. Altı metal namlu mermileri fırlatırken Salaì ile birlikte ahşap bir çitin arkasına saklandı. Fişekler ıslık çalarak havaya yükseldikten sonra altın ve gümüş rengi havai fişekler halinde infilak ettiler. Kıvılcımlar aşağı yağarken Mantua halkı sevinçle bağırdı. Soğuk geceye rağmen, şehirlerini ziyaret eden papalık ordularının komutanı Valeninois Dükü Cesare Borgia’yı karşılamak için halk Ducale Meydanı’nın etrafında toplanmıştı.
Cesare Borgia, çok namlulu havai fişek fırlatıcıyı göstererek “Bu olağandışı bir mekanizma,” dedi. Leonardo, Cesare’nin derisinin bir Fransız hastalığı olan frenginin belirtileriyle kaplı olduğunu duymuştu ancak bu gece, hatta havai fişekler yüzünü aydınlattığında bile buna dair hiçbir emare görmedi. Aksine dük, koyu mavi gözleri ve uzun kaslı vücuduyla tartışma götürmeyecek biçimde yakışıklıydı.
Isabella d’Este, eliyle Leonardo’nun kolundan tuttu, “Evet! Üstadımız gerçekten olağanüstüdür,” dedi. Isabella bugünlerde hayli dolgunlaşmıştı. Evde uzun kalan kocası sadece onu değil, diğer üç kadını da hamile bırakmıştı.
Leonardo elini onun elinin üzerine koyarak “Böyle güzel bir haminin dudaklarından dökülen övgüleri memnuniyetle kabul ediyorum,” dedi.
Milano’dan kaçtıklarından beri Leonardo ve Salaì, kırsal bölgelerde uzun süre kalamayacaklarını biliyordu. Bu çok tehlikeliydi. İtalya yarımadası huzurlu birleşik bir ülke olmanın aksine birbirleriyle savaş halinde olan şehir devletleri ve krallıklardan oluşmaktaydı. İşgalci Fransız ordusu, Napoli şehrini ele geçirmek için yarımadaya ilerlemekteydi. Batıda Floransa şehri Pisa şehriyle, doğuda ise Venedik Cumhuriyeti herkesle savaş halindeydi. Babasının papalık ordusuna komuta eden Cesare Borgia ise son zamanlarda Romagna bölgesine hücum etmeye başlamıştı. Güvenli bölge arayışındaki Leonardo, eski dostu, alev kırmızısı saçlı Markiz Isabella d’Este ve kocası tarafından yönetilen Mantua Şehir Devleti yakınlarına gitmişti.
Leonardo Milano’da yaşadığı günlerde, Il Moro’nun karısı olan küçük kız kardeşi Beatrice’yi ziyaret etmek için sık sık kuzeye yolculuk yapan Isabella ile arkadaş olmuşlardı. Sarayda düzenlenen akşam yemeklerine her katıldığında ısrarla Leonardo’nun yanında oturup gece geç saatlere kadar sanat, politika ve doğa üzerine söyleşirdi. Beatrice öldüğünde Leonardo ve Isabella birbirlerine kederli mektuplar yazmışlardı.
Milano’nun Fransızlar tarafından işgal edilmesinden beri Isabella’yla görüşmemesine rağmen, onun kendisini Mantua’ya davet edeceğine inanıyordu. Leonardo bu inancında da yanılmamıştı.
Bir aydan fazla bir süredir Mantua şehrinin başmühendisi olarak görev yapmaktaydı. Bu gece ise Cesare Borgia’yı etkilemekle görevlendirilmişti. Isabella, Mantua şehrinin yararına Cesare Borgia ile iyi geçinmek niyetindeydi ve papanın oğluyla düşman olmak istemiyordu.
Cesare çok namlulu fırlatıcıyı incelemek için koruyucu bariyerin önünden geçerken Leonardo “Bu aleti icat etme fikrini, arpla bir şarkı bestelerken edindim,” diye açıkladı. “Düşündüm ki, eğer bir müzik aleti aynı anda birden fazla nota çıkarabiliyorsa, neden bir fırlatıcı aynı anda birden fazla fişeği fırlatmasın?”
“İşaret ve aydınlatma mühimmatının havaya fırlatıldığını daha önce hiç görmemiştim,” dedi Cesare.
Salaì, zafer kazanmış gibi bir edayla Leonardo’ya baktı. Havai fişek, iki asırdan fazla bir süre önce Marco Polo tarafından Doğu’dan getirilmiş olmasına rağmen hâlâ yeni ve deneme aşamasındaydı. Çoğu havai fişek gösterisi küçük ve güvenliydi: Kıvılcımların püskürmesi yerden çok yükseklere ulaşmıyordu. Ancak Leonardo daha tehlikeli bir yöntemi tercih ederek fişekleri daha yükseğe fırlatıp farklı renklerin gökten aşağıya süzülmesini sağlamıştı.
Isabella “Görmekte olduğunuz gibi çok değerli Leonardo’muzu işe alarak büyük bir iş yaptık,” dedi. Söylediği her sözcükten cilve akıyordu sanki.
Cesare, şaşkınlıktan gözlerini faltaşı gibi açarak “Bir aydan fazla süredir kendisini ağırlayıp da henüz bir tablonuzu yaptırmamış olmanıza inanamıyorum,” dedi. “Acaba üstadımız kendisini, basit bir markizin hamiliğinden daha üstün mü görüyor? Ne de olsa kendileri düklere, düşeslere hizmet etmiş birisi.”
“Markiz Isabella, şu ana dek tanıdığım tüm dük ve düşeslerden çok daha cömerttir,” dedi Leonardo.
Isabella, düke laf dokundururcasına “Duydunuz mu Dük Borgia?” dedi. “Hem Mantua’nın gökyüzünün aydınlanmasını izlemek varken, niye zamanımı resimlerle harcayayım ki?” diye sordu Dük. Havai fişeklerden çıkan duman hâlâ gökyüzündeydi.
Borgia mavi gözlerini Leonardo’ya çevirerek “Öyleyse söyleyin bakalım, bunun gibi başka icatlarınız da var mı?” diye sordu.
“Tabii ki. Sizi atölyeme götürebilirim.”
“Özür diliyorum Dük Borgia,” diye araya girdi Isabella. Bakışları bir volkanik kaya kadar soğuk ve sertti. “İncelemeleriniz biraz beklemek zorunda kalacak. Benim üstadıma danışmam gereken bazı şeyler var.”
“Adamın söylediklerine inanabiliyor musun? Düpedüz seni benden çalmaya çalışıyor,” dedi Isabella. Eski San Giorgio Sarayı’ndaki kulenin son birkaç basamağını çıkarken öfkesi duvarlarda yankılanıyordu.
Leonardo, Markiz Isabella’nın özel çalışma odasına girerken “Kimse beni sizden çalamaz hanımefendi,” dedi.
“Şuraya yazıyorum! Bu adam senin yeteneklerini kendi çıkarları için kullanmak istiyor.” Isabella hararetli hümanizm, edebiyat ve siyaset söyleşilerine ev sahipliği yaptığı ve sanat eseri koleksiyonunu muhafaza ettiği küçük çalışma odasının kapılarını açtı. Mermer ve bronz heykeller, yeni ve eski tablolar, gün ışığına çıkarılmış değerli el yazmaları ve yeni ciltlenmiş kitap yığınları, eski masalar üzerine yığılmış altın ve gümüş minyatürler, hatta kurutulmuş hayvan postları, fildişi ve geyik boynuzu koleksiyonunun bulunduğu oda, adeta bir hazine dairesini andırmaktaydı. Markiz, sanat eseri koleksiyonculuğunun yanı sıra gözü pek avcılığıyla da ün yapmıştı. Isabella, kendini yüksek sırtlı ve altın kaplamalı koltuğa bırakırken “Sakın şu Borgia canavarının pençelerini sana geçirmesine izin verme, Leonardo. Sana ne yaptıracağı belli,” dedi. “Bu gece beni en çok sinirlendiren şeyin ne olduğunu biliyor musun? O zorba sırrımı açığa çıkardı. Seninle ilgili planlarım artık inkâr edilemez.”
Leonardo Isabella’ya bakarak “Sizden hiçbir şeyi esirgemeyeceğimi biliyorsunuz hanımefendi,” dedi. Bu küçük dar odada markizin lavanta ve şeftali karışımı parfümünün kokusunu alabiliyordu.
“Kocamın askeri oyuncaklarıyla oynamana izin vererek birkaç ay daha egonu tatmin etmeyi planlamıştım ama burada kalmanı neden bu kadar çok istediğimi artık biliyor olmalısın…”
Leonardo bir adım daha yaklaşarak, “Lavta çalma konusundaki yeteneğimden dolayı mı?” diye sordu.
Isabella hayır anlamında başını salladı.
“Düğüm atıp çözmedeki efsanevi yeteneğimden dolayı mı?”
Isabella kahkahayı bastı.
“Eyer üzerindeki duruşumdan dolayı mı yoksa?”
“Tablomu çizmeni istiyorum, Leonardo,” dedi koltuğunda öne eğilerek. “Duvar yüzeyine fırça vuruşunu gördüğüm andan beri bunu istiyorum.”
Leonardo elini ilgisizce sallayarak “Ah, şimdi anladım,” dedi. “Kocan sürekli surlardan, kale hendekleri ve ahırlardan bahsediyor tabii.” Duvara yaslı tuvallerden oluşan yığına doğru ilerleyip tabloları karıştırmaya başladı. Tablo yığınları arasında bazı şaheserlerin vasat kopyalarını buldu: Giotto’nun Aziz Fransis’in Stigmata’sı, Masaccio’nun Haraç Parası tablosu…
“Atlar, fahişeler ve savaşlar kocamın ilgi alanına giriyor, benim değil. Bu yüzden beni burada görevlendirmekte…” Ayağa kalkıp Leonardo’ya doğru yöneldi. “Bunun yanı sıra, hem Tanrı’nın hem de benim isteğimle, Gonzaga tahtının varisini de karnımda taşıyorum.” Zaten kız çocuğu olan Isabella, karnındaki bebeğin erkek olacağını tahmin ediyordu. “Sanat eseri satın almak için rehin bıraktığım her mücevhere değer.”
Leonardo, tuvaller arasından Son Akşam Yemeği tablosunun ucuz kopyasını çıkararak “Neden bu çöpü elinde tutuyorsun?” diye sordu. “Aman Tanrım! Kim yapmış bunu?” Isabella’ya dönüp baktığında markizin yüzü utançtan kızardı. “Bu kim olduğu belirsiz yeteneksiz aptaldan çok daha fazlasını biliyorsun benim duvar resmim hakkında. Milano’ya geldiğinde beni çalışırken izledin. Renk pigmentlerini duvara uygularken oturup beni izledin.”
Isabella, Leonardo’nun elinden kopyayı alarak “Beni çok etkilemiştin,” dedi. Matematiğin estetiğini resimlerine taşımak için yüzlerin ve objelerin üzerine geometrik şekilleri uygularken izlemişti onu. Tavandaki perspektif desenleri ve teslis inancını temsil eden üç pencereyi açıklamasını rica etmişti. Hatta bir keresinde Leonardo, masa üstündeki tomar ve tabakalara yazılı gizli müzik notalarından da bahsetmişti. Birden kahkaha atarak “Kız kardeşim öldüğünde Kuzey’e ziyaretlerim sona erdi. Eserin bitmiş halini hiç görmedim. Elimdekiler bundan ibaret,” dedi. “Yine de haklısın. Bu figürler ahşap aslında.”
“Öyleyse izin ver yakayım şunu.” Elindeki kopyayı almaya çalıştı ancak Isabella hızlı davranmıştı. Kahkaha atıp kopyayı arkasına saklayarak, Roma imparatorlarının büstleri arasında dolanarak koşuşturdu.
“Nasıl beceriyorsun bunu? Tasvirler öylesine canlı ki, sanki tüm gün resim çerçeveleri içerisinde oturup poz vermeleri için modellere para ödemişsin.” Turuncu ve siyah renkli çömleklerle dolu bir masanın arkasından Leonardo’ya bakarak “Bu imkânsız,” dedi.
Leonardo yavaşça masanın etrafında yürüyüp ona doğru yaklaşırken “Çelik darbesi alınca,” dedi, “çakmak taşı haykırdı: ‘Neden bana vuruyorsun? Sana bir zararım yok ki.’ Sonra çelik şöyle cevap verdi: ‘Sabırlı ol ve yapabileceğin harika şeyleri gör.’ Böylece sonunda ateş çıkıncaya dek çakmak taşı sabırla tekrar tekrar kendisine vurulmasına izin verdi. İşte benim durumum da böyle. Uzun süre sabrederek ben de muhteşem sonuçlar elde etmeyi öğrendim. Ayrıca söylediğinin aksine hiçbir şey imkânsız değildir.”
Isabella bakışlarını Leonardo’ya çevirerek “Kız kardeşim sana hiç portresini yaptıramadı değil mi? Peki, neden?”
“Sevgili Isabella,” dedi parmağını onun alt çene hattında gezdirerek. “Biliyorsun ki hamilerimin özel hayatlarını tartışacak kadar saygısız değilim.”
“Böyle bir alet seni işinden ederdi,” dedi Isabella, yabandomuzu derisine sarınmış bir halde atölyenin zemininde uzanırken. Resmini çizebilmek için Leonardo yataktan kalkmıştı. Tablosunu çizdiği modelleriyle neden yattığını kendisi de bilmiyordu.
Bronzdan yapılmış Apollon heykeline dayanıp Osmanlı’dan getirilmiş el dokuması bir kilimi kucağına çekerek “Belki,” dedi. “Ama aniden insanın görüntüsünü yakalayan bir makine düşün. Resim, kişiyle resim arasında gözle görülür hiçbir farkın olamayacağı kadar gerçek. Bilim adamları, sanatçılar ve mühendisler bile tarafsızlıklarını olağandışı bir düzeyde tutabilirdi.” Not defterini alıp içinde at resmi karalamaları, bir sürü çok yüzlü şekiller ve Milano’dan getirdiği eşyaların listesinin bulunduğu bir sayfayı açtı. “Bir kereliğine bile olsa böyle bir aleti kullanabilseydim eğer, tablo ressamı olarak bir kuruş kazanamayacağıma üzülmezdim.”
“Ama görüntülerin kopyasını çıkarmak için sadece makineler kullanılırsa o zaman insanın önemi kaybolacak ve insanlık yok olacaktır.”
Bir fırça darbesiyle Isabella’nın çene kıvrımını çizip “Çok yaklaşmak görüntüyü bozar,” dedi.
“Böyle bir mesafe koymak cahilliğin yanı sıra tehlikeli olur.” Keşke ailesi şimdi onu, Napoli kralının kız torunuyla teorik icatlarından birinin ahlaki etkileri üzerine tartışan Vincili bu taşra çocuğunu görebilseydi. Ressamlığa başladığı yıllarda insanlar ressamları alt sınıf işçiden farksız görmekteyken o, bu algıyı değiştirmişti. Artık ressamlar önemli ve düşüncelerine danışılan insanlardı. Gerçeği söylemek gerekirse değersiz bir meslek diye geçirdi aklından. “Tüm anlayışın anahtarı, uygun bilimsel nesnelliğe ulaşmaktır, hanımefendi. İşte bu yüzden uçmak istiyorum.”
“Ne dedin sen?”
“Uçmak.”
Isabella’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Havada? Kuş gibi?”
Leonardo başıyla onayladı.
“Dalga geçiyorsun.”
Leonardo hayır anlamında başını sallayarak “Kral Louis, böyle bir buluşun değerini anlar,” dedi. Sol elini kaldırıp parmağındaki iri mücevherli kuş figürlü yüzüğü göstererek “Bunu kendi parmağından çıkarıp bana verdi. Kraliyet koleksiyonundaki mücevherlerle süslenmiş,” dedi. Bugün satmaya kalksa binlerce düka altını ederdi. “Kral bana, bunun benim hedeflerimi desteklediğinin göstergesi olduğu ve uçmayı öğrendiğim zaman bu sanatı Fransa’ya getireceğimi umduğunu söylemişti.” Yüzük ona uğur getirmişti. Yüzük parmağında olduğu sürece bir gün uçacağından en ufak bir şüphesi yoktu. “Tabii siz ve cesur kocanız deneylerime desteğinizi sunarsanız bu icadımı asla Fransızlara vermem hanımefendi. Size söz veriyorum. Hepsi sizin olacak.”
“Sen kuş değil, bir ressamsın.”
Leonardo, Isabella’nın istiridyeye benzeyen gözkapaklarını ve o istiridyenin içindeki inciyi andıran gözlerini çizerken “Ben bir ressamdan çok daha fazlasıyım,” diye karşılık verdi. “Yoksa Tanrı neden bana insan vücudu, zihin, ışık, su, sayılar ve yıldızlar hakkında sorular sormak için böyle bir istek versin ki? Merakım beni sanatımdan koparmıyor, aksine onu besliyor. Müzik matematiği, matematik bilimi, bilim de resim sanatını besler. Eşsiz bir şey yaratmanın tek yolu, görünürde farklı şeyler arasında bağlantılar kurmaktır. Sadece resme odaklanmak onun yok olmasına neden olacaktır.”
Isabella eline zarif altın bir taç alıp başına yerleştirdi. “Ama ben senin göklerden yere çakılıp benim için ölmene katlanamam. Diğer taraftan, tanıdığım tüm insanlar arasında ancak sen böyle imkânsız bir şeyi gerçekleştirebilirsin, Üstat Leonardo. Hem uçmayı öğrenirken bir gün kanatlanıp benden kaçabilirsin. Bu yüzden sevgili markiziniz size uçmayı yasaklıyor. Sadece resminizi yapın. Sizden istenen bu.”
“Böyle ufak şeylerle yetinemem. Daha fazlasını istiyorum. Her zaman da isteyeceğim.” Gökyüzünü göstererek “Oradan ağaçları, nehirleri, dünyayı, tüm insanlığı inceleyebilirim. Bir şeyleri gerçek anlamda görüp anlamanın en iyi yolu da onu uygun bir mesafeden incelemektir,” dedi.
“Sen ve nesnellik takıntın… Herkesten ve her şeyden uzak durma konusunda ısrarınla aşkı hissetmeyi nasıl umabilirsin?” diye sorarak tepkisini gösterdi Isabella.
“Eğer bir gün âşık olursam hanımefendi, sizi temin ederim nesnel bir şekilde inceleyebileyim diye kendimi aşktan da uzaklaştırırım.”
Isabella üzerindeki postu yere bırakarak “Bunu yaptığın an, incelemeye çalıştığın şeyi öldürürsün,” dedi. “Aşk, mesafe koyarak yaşanmaz.”
Isabella’nın, Cesare Borgia’yı ağırlamak üzere ayrılmasıyla Leonardo atölyede yalnız kaldı. Burası güzel eşyalarla dolu bir odaydı. Burada kalmaya devam ederse bir gün kendisi de buradaki eşyalar gibi parlatılıp hayranlık duyulacak ve insanların dilinden düşmeyecekti. Tablo ardına tablo çizip, kocasının yokluğunda Isabella’yla ilişkiye girmekten şişmanlayıp tembelleşebilirdi. Bu da kolay bir yaşam olurdu.
Ertesi gün Leonardo ve Salaì sessizce eşyalarını toplayıp Mantua’dan ayrıldılar. Kanalları üzerine rüya gibi bir şehir tasarlayabileceği Venedik’e gitmeyi düşünüyordu. Ya da Roma’ya mı gitmeliydi? Tüm yolsuzluk ve savaş cehennemine rağmen kutsal şehir Roma’da sanat, yerden biten yabani otlar gibi gelişmekteydi. Sonra Floransa şehrini aklından geçirdi.
Evet, Pisa şehriyle savaş halindeki bu şehir, Cesare Borgia tehdidiyle her gün canlılığını yitirmekte olsa da hâlâ yarımadanın en zengin şehirlerinden biriydi ve tarihteki en büyük düşünürlere ev sahipliği yapmaktaydı. Çıraklık dönemini, kariyerine başladığı bu şehrin surları içinde uzun yıllar yaşamıştı. Neredeyse hiç dönmediği bu şehri terk ederken asla geri dönmemek üzere yemin etmişti. Yine de Floransa bulunduğu yerden kendisini göklere çıkaracak yeterli para, yaratıcılık ve özgürlüğe sahip tek şehirdi.