Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Çöküş», sayfa 4

Yazı tipi:

Aynı müstehcenlik Neolitik bahçe tarımcılarının sanat eserlerinde de mevcut -memeleri olağandışı ölçüde büyük yapılmış çıplak hamile kadın heykelciklerinden zaten bahsetmiştik. Arkeolog Jaquetta Hawkes’a göre, Eski Avrupa uygarlığının bir parçası olan Girit’te “cinsel yaşama korkusuzca yaklaşılıyor ve cinsellik doğal karşılanıyordu.”113 Girit sanatı, cinsel simgelerle doluydu. Hawkes’a göre, dünyanın bereketini ve doğanın üretkenliğini kutlamak için her bahar mevsiminde seks merasimleri düzenleniyordu. Giritlilerin giyim tarzı da oldukça rahattı. Resimler kadınları memeleri çıplak ve bugün kısa “seksi” etekler diyeceğimiz kıyafetler giyerken gösteriyordu. Erkekler ise penislerini belirgin kılan ve kalçalarını açıkta bırakan kısa giysiler giyiyordu. Riane Eisler’e göre cinsellikle ilgili gösterilen bu açık tavır, “Girit’te hüküm süren genel barışçıl ve uyumlu havaya katkı sunuyordu.”114

6000 Yıl Önce Dünya

Şu noktada durup bahçe tarımı döneminin sonuna yaklaşıldığı zaman, yani Çöküş’ten hemen önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu kafamızda canlandırmaya çalışmakta fayda var.

MÖ 4000’te dünya nüfusu hâlâ çok azdı, muhtemelen 100 milyonu geçmiyordu. Bahçe tarımı Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmına yayılmıştı. Ancak Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya henüz varmamıştı. Dünyanın çoğu -Avustralya’nın tümü, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’nın büyük bölümü- hâlâ avcı-toplayıcılardan oluşuyordu. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi avcı-toplayıcılar ve bahçe tarımcılar arasındaki fark küçük ve yüzeyseldi. Büyük ölçüde aynı özelliklere sahiptiler: barış, eşitlik, ataerkilliğin olmaması, doğaya saygı ve cinsel özgürlük.

Elimizdeki kanıtlar bütün insanların MÖ 4000’e kadar böyle yaşadığını gösteriyor. James DeMeo Saharasia (Sahra-Asya) kitabında “demokratik, eşitlikçi, cinsel açıdan özgürlükçü ve yetişkinler arasında şiddetin nadir görüldüğü” kültürlere “anacıl” (matrism) adını veriyor.115 Bu kavramı daha sonraki “bebekler ve küçük çocuklar üzerinde travmatik etkiler bırakan, kadınları baskı altında tutan, yetişkinlerin şiddete eğilimli olduğu, saklı ve bastırılmış sadist öfkenin dışa vurumunu sağlayan pek çok toplumsal kuruma sahip atacıl” (patrist) kültürlerle kıyaslıyor.116 DeMeo’nun da dediği gibi, “MÖ yaklaşık 4000’den önce dünyada atacıllığın hüküm sürdüğüne dair en ufak bir kanıt yok.”117

Tüm bu anlatılanlar kulağa cennet gibi geliyor. Aslını isterseniz -yüksek ölüm oranlarına, sağlık koşullarının kötü olmasına ve diğer sorunlara rağmen- öyleydi de. Beşinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, daha sonraki insanlar bu Çöküş-öncesi dönemi tam bir cennet olarak andılar ve mitolojide bir Altın Çağ ya da “mükemmel erdemli insanların” (the men of perfect virtue) çağı olarak hatırladılar. Hiçbir insan topluluğu diğerinin alanına tecavüz etmedi, onları fethetmeye çalışmadı ya da mülklerini çalmadı. Köyleri basan göçebe ve yağmacı çeteler ya da sahil kenarındaki yerleşimlere saldıran korsanlar yoktu. Kadınların toplumsal mevkisi her yerde erkeklerinkine eşitti ve hiçbir yerde farklı refah seviyesine sahip sınıf ya da kastlar yoktu. Hayat elbette ki bazı açılardan zordu, özellikle de bahçe tarımına geçenler için. Ancak aynı zamanda doğal bir ahenk, bütün gezegeni kaplamış gözüküyordu. İnsanlarla doğa arasında ve insanların birbirleriyle ilişkilerinde var olan bir uyum söz konusuydu. İnsanlar bir nebzeye kadar doğanın baskısı altındaydı, ancak başkaları tarafından eziyet görmüyorlardı. Topluluklar diğer insan gruplarını tahakküm altında tutmuyor, aynı grup üyeleri birbirlerine zulmetmiyordu. Erkekler kadınları bastırmıyordu.

Ancak her şey değişmek üzereydi. Şiddetli bir sarsıntının gerçekleşmesi yakındı.

3
Çöküş

YAKLAŞIK MÖ 4000’DEN itibaren yeni bir ıstırap ve çalkantı dalgası insanlık tarihinin parçası oldu. İnsan ilişkilerinde ilk defa “korkunç bir günah hissi” belirgin hale geldi. Bu noktada, dünyayla ve diğer insanlarla bambaşka şekilde ilişki kuran yepyeni bir insan tipi ortaya çıktı. Riane Eisler’in sözleriyle, “insanlığın kültürel evriminde eşi benzeri görülmeyen büyük bir dönüşüm”118 gerçekleşmişti.

Bu dönüşüm bir anda ortaya çıkmadı. Yaklaşık son bin yıldır çeşitli belirtileri mevcuttu -Ortadoğu ve Anadolu’da geçici kuraklığa bağlı olarak ara sıra ortaya çıkan toplumsal şiddet olayları gibi. MÖ 6. binyılın sonlarına doğru, -Çatalhöyük’ün de aralarında bulunduğu- Anadolu’daki bazı yerler savaşlardan zarar görmüş, geriye sadece katledilmiş kurbanların cesetleri kalmıştı (Çatalhöyük MÖ 4800 civarında tamamen yıkıldı).119 Zagros Dağları’ndan gelen Samiler, Suriye ve Mezopotamya’yı işgal ederek büyük bir yıkıma neden oldular. Ortadoğu’da savunma amaçlı yapılar belirmeye başladı. Günümüzdeki pek çok kazı alanında, arkeologların “tahribat katmanları”120 (destruction layers) adını verdiği oluşumlar meydana geldi.

Fakat toplumsal şiddet, ancak yaklaşık MÖ 4000’den itibaren yaygın hale geldi. Sürekli yaşanan savaşlar, toplumsal baskı ve erkek egemenliği ortaya çıktı. Daha önce de öne sürdüğüm gibi, bu dönüşümün temelinde ekolojik faktörler yatmaktaydı. Yaklaşık MÖ 4000’de James DeMeo’nun “Son Buzul Çağı’ndan beri en önemli çevre ve iklim değişikliklerinden biri” dediği olaylar zinciri başladı.121 Başka bilim insanları tarafından yapılmış çok geniş bir araştırma yelpazesini özetleyen De-Meo, “Sahra-Asya” (Saharasia) adını verdiği bölgenin bir çölleşme -ya da kuruma- sürecinin etkisi altına girdiği tespitinde bulundu. Adından da anlaşılacağı gibi Sahra-Asya, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan çorak bir kuşağı içeriyor. Dünyanın pek çok çölünü içinde barındırıyor -örneğin Kuzey Afrika’da Sahra ve Ortadoğu’da Arabistan ve İran’ın çölleri gibi. İçerisinde, çöl olmasa da son derece kuru başka alanlar da bulunuyor. Dolayısıyla Sahra-Asya, Afrika’nın batı kıyısından Çin’e kadar uzanan neredeyse tamamen kurak bir bölgeyi teşkil ediyor.

Günümüzde Sahra-Asya’da çok sınırlı bir bitki örtüsü, çok az sayıda nehir veya göl bulunuyor ve hayvan yaşamı da oldukça sınırlı. Nadiren yağmur yağıyor ve nüfusu çok küçük. Ancak binlerce yıl önce durum bundan çok farklıydı. Yaklaşık MÖ 4000’e kadar yarısı ormanlarla kaplı verimli çayırlardan oluşuyordu. Birçok göl ve nehre sahipti. Çok sayıda insana ve hayvana ev sahipliği yapıyordu. Arkeolojik kazılar sonucunda, bugün terk edilmiş pek çok bölgede köylerin olduğu tespit edildi. Bugünkü koşullar altında, yani kurak iklimde yaşayamayacak birçok hayvan fosiline rastlandı. Mağara duvarları da hayvan ve bitki çizimleriyle doluydu (bu durum bölgede bir zamanlar insanların da yaşadığının kanıtı). Ayrıca DeMeo, MÖ 4000’den önce bölgenin bugünküne kıyasla çok daha fazla yağış aldığını gösterdi: “Sahra-Asya’nın günümüzde kuru olan havzaları, o zamanlar 10-100 metre derinlikte suyla kaplıydı; kanyon ve vadilerden ise dere ve nehirler akıyordu”.122

Brian Griffith’e göre ise bugün Sahra Çölü olan bölge MÖ 9000’de “avlanmaya çok elverişliydi. Avrupa’nın çoğu hâlâ tamamen buzla kaplıyken Avrupalıların ataları yemyeşil Sahra’da refah içinde yaşıyordu.”123 Bölge, günümüz Kenya’sının otla beslenen antiloplar ve büyük kedigillerle dolu çayır kaplı düzlükleri gibiydi.

Sahra-Asya’nın MÖ 4000’den önceki verimliliği, muhtemelen son Buzul Çağı ardından eriyen buzulların deniz seviyesinin yükselmesine sebep olmasından kaynaklanıyordu. Ancak en sonunda buzullar tamamen eridi ve bu da havadaki nem oranını azalttı. Deniz seviyesi alçaldı ve Yakın Doğu ve Orta Asya’dan başlayarak bölge çoraklaşmaya başladı. Yağmurlar azaldı, nehir ve göller buharlaştı, bitki örtüsü ortadan kalktı, kıtlık ve kuraklık başladı. Çiftçilik yapmak imkânsız hale geldi, su eksikliği ise avlanmayı zorlaştırdı. Sonuç olarak insanlar ve hayvanlar bölgeyi terk etmeye başladılar.124

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, hâlâ verimliyken bölgede yaşayan insanlar -MÖ 4000’den önce dünya üzerinde var olmuş bütün diğer insanlar gibi- barışsever, eşitlikçi, ataerkil olmayan, cinselliğe ve insan bedenine karşı sağlıklı ve açık bir tavrı benimseyen topluluklardı. Ancak iklim değişikliği hem yaşam tarzları hem de -en önemlisi- ruhsal dünyaları üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. DeMeo’nun deyişiyle, onları “anacıl” olmaktan çıkardı ve “atacıl” yaptı.

Yeni Göçebeler

Sahra-Asya’nın çoraklaşmasının en belirgin sonucu insanların bölgeyi terk etmesi ve yaşamak için yeni yerler aramasıydı. Ortadoğu, Orta Asya, Orta ve Doğu Avrupa’da bu göçün izlerine rastlamak mümkün. Sahra-Asya’nın insanları, barışsever ve anacıl Neolitik halkların yaşadığı yerlere göç ediyordu. Ancak ilginç olan bu devingenliğin kendisi değil, nasıl gerçekleştiği ve göç eden insanların davranış biçimleri ile karakterleri hakkında söyleyebileceklerimiz.

Göç eden topluluklardan bir tanesi de Hint-Avrupalılar, yani modern dünyadaki çoğu Avrupalı, Amerikalı ve Avustralyalının atalarıydı. Hint-Avrupalıların anayurdu, Rusya’nın güneyinde yer alan Karadeniz yakınlarındaki ve Sahra-Asya’nın da bir parçası olan bozkırlardı. Hint-Avrupalılar, bozkırlar onlara yeterli besin kaynağı sunmaktan artık çıktığında batıda Avrupa’ya, güneyde ise Ortadoğu ve Arabistan’a yöneldiler. Daha sonra İran ve Afganistan üzerinden doğuda Hindistan’a kadar ulaştılar (yaklaşık MÖ 1800’de).

Hint-Avrupalılar -ya da Aryanlar- Batı kültürünün kurucuları ve ilk “gerçek” Avrupalılar olarak yüceltilmiştir. Naziler de onları elbette böyle görüyordu. V. Gordon Childe gibi arkeologlar ise onları “istisnai derecede zihinsel donanıma sahip” ve “ilerlemenin gerçek öncüleri” olarak değerlendirmiştir.125 Bu görüş tamamen yanlış değil -daha güçlü bir ego algısına sahip oldukları için Sahra-Asyalıların genel olarak icat yapmaya daha yatkın ve kendilerinden önceki insanlara kıyasla daha bilgili olmaları muhtemel. Ancak her ne olursa olsun, bu gruplar özellikle ilk göç dalgaları sırasında Avrupa ve Ortadoğu’ya yıkımdan başka bir yenilik getirmediler. Daha yüksek bir kültür getirmek bir yana, binlerce yıl önce gelişmiş Eski Neolitik kültürleri yok ettiler. Avrupa’nın güneydoğusu, MÖ 4. binyıl boyunca karmaşa içerisindeydi. Arkeolog J. P. Mallory’nin de dediği gibi, bu karmaşa şu gelişmeleri içinde barındırıyordu:

Birkaç binyılda gelişmiş yerleşim yerlerinin terk edilmesi; bölgede daha önce var olmuş kültürlerin doğu (yani Hint-Avrupalıların geldiği yön) hariç diğer yerlere yönelmesi; ada, mağara ya da Cernavoda126 gibi savunulması kolay tepelere ve kıyıda köşede kalmış yörelere göç etme…127

Bütün bunlar, Mallory’nin de dediği gibi, “göçebe çobanların sürekli devam eden istilasıyla” aynı zamana denk geldiği için vahşi bir işgalin belirtisi olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.

Hint-Avrupalıların vahşi ve savaşçı olduğuna dair başka arkeolojik kanıtlar da mevcut. Neolitik insanların aksine doğaya saygı göstermiyorlardı. Tam tersine savaş ve şiddete itibar ediyorlardı. Sanat eserlerinde çok az doğa, ancak pek çok savaş, şiddet ve silah imgesi mevcuttu. Vücudun çeşitli bölgelerini temsil eden silahlarla resmettikleri erkek savaş tanrılarına tapıyorlardı. Marija Gimbutas’ın yazdığı gibi, “Silahlar tanrının görevlerini ve güçlerini simgeliyordu; hatta tanrının bir uzantısı olarak silahlara tapılıyordu. Silahın kutsallığı tüm Hint-Avrupa dinlerinde çok belirgindi.”128

Hint-Avrupalılar ataerkildiler. Kültürleri atasoylu ve atayerseldi (yani mülkler ailenin baba tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve kadınlar kocalarının ailesiyle yaşıyordu). Tanrılar her zaman erkekti. İlk “törensel dul cinayetlerini” de onlar işlemişe benziyor. Riane Eisler şunları söylüyor:

Uzun ve iri kemikli erkek iskeletlerinin yanına gömülmüş kadın kurbanların -yani ölen adamların eşleri, cariyeleri ya da kölelerinin- iskeletleri, ilk kez Avrupa mezarlarında bulundu. Bu gelenek… Avrupa’ya Hint-Avrupalı Kurganlar tarafından getirildi.129

Eşitsizlik ve toplumsal baskının da kanıtları ortada. İnsanlar ilk defa değişik büyüklükte mezarlara farklı pahada eşyalarla gömülmeye başlandı. Şatafatlı eşyalarla dolu büyük “şef mezarları” vardı. Bu durum Hint-Avrupalıların, “güçlü” ve savaşçı kişiler tarafından yönetildiğini gösteriyor. Bunların yanı sıra içinde hiç eşya bulunmayan ve muhtemelen yönetilenlere ait olan küçük mezarlar da vardı. Kölelik de ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Arkeologlar bazı erken dönem Hint-Avrupa yerleşim yerlerinde, kadın nüfusunun çoğunlukla Eski Avrupalı kadınlardan oluştuğunu keşfetti. Bu durum Hint-Avrupalıların Eski Avrupa kentlerini işgal ettikçe erkek ve çocukları öldürdüğünü, fakat cariye ve köle yaptıkları bazı kadın ve kızları sağ bıraktığını gösteriyor.130

Aynı zamanda Samiler denilen bir halk; yani modern dünyadaki Yahudi ve Arapların ataları-, Arabistan’daki anayurtlarından ayrılarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmaya başladılar.131 Samiler de Hint-Avrupalılar gibi savaşçı ve ataerkildi. Hatta bazı arkeologlar aynı soydan geldiklerini iddia ediyor.132 Ancak arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Fakat Samilerin de “Sahra-Asya”dan geldikleri ve dolayısıyla Hint-Avrupalılarla aynı ekolojik baskılara maruz kaldıkları göz önünde tutulduğunda, bu benzerlik şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Bu durum, onların ruhsal dünyasını da muhtemelen aynı şekilde etkilemişti. Tıpkı Hint-Avrupalıların Avrupa ve Yakın Doğu’da yaptığı gibi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Neolitik insanlarına saldırmaya ve onların yaşadığı yerleri işgal etmeye başladılar.

Bu sürece başka insanların, daha sonraki Fin-Ural halklarının, yani Türkler, İskitler, Moğollar, Şanglar ve Sarmatların atalarının da dahil olmuş olması muhtemel. Bu halklar ancak yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Ancak Hint-Avrupa ya da Sami dilleri konuşmadıkları halde oldukça “atacıl” oldukları ve Sahra-Asya’dan geldikleri için, bölgenin çölleşmesinden etkilenen daha önceki insanların soyundan gelmiş olmaları mümkün. Muhtemelen onlar da Orta-Asyalıydılar. Bazıları Hint-Avrupalılar gibi güney ve batıya göç etse de çoğu doğuya gitmişe benziyor. Örneğin Şanglar, MÖ 2000’de bölgeye vararak Çin’i ilk işgal edenler oldular.

Hikâye her yerde aynıydı. Hint-Avrupalılar, Eski Avrupa kültürünü MÖ 4000’den itibaren (elbette ki yaklaşık olarak çünkü Marija Gimbutas, Eski Avrupa’nın ilk kez MÖ 4300’de işgal edildiğini öne sürüyor) bir yangın gibi yerle bir ettiler. Gimbutas’ın da yazdığı gibi, “binyıllık gelenekler bozulmuş, kasaba ve köyler dağılmış, resimli muhteşem seramikler, tapınaklar, freskler, heykeller, imgeler ve yazılar kaybolmuştu.”133 Artık her şey farklıydı. Kadın heykelcikleri, doğal betimlemelerle dolu sanat eserleri, müşterek mezarlıklar ya da eşit büyüklükte mezarlar artık yoktu. Sanatta artık savaş tabiattan, ölüm yaşamdan önce geliyordu. Her yerde silahlar vardı ve yerleşim yerleri korunaklı, her an savunmaya hazırlıklı ve surlarla çevriliydi. Tarihçi P. Stern, Hint-Avrupalıların MÖ 3500’den itibaren Doğu ve Orta Avrupa’da bıraktığı etkiyi şöyle anlatıyor:

Dünyanın daha önce barış dolu olan bir bölgesini şiddetle tanıştırdılar. İnsafsız işgaller, önceden haber verilmeden başlatılan savaşlar ve kadınları mülk olarak görmek, erkekliğin hüküm sürdüğü bir dünya yarattı. Sahip olma ve iktidara karşı duyulan bastıramadıkları bir iştahla hem kendilerinin hem de başkalarının acı ve ıstırap çekmesi karşısındaki duyarsızlıkları, yaptıkları her şeye şekil verdi.134

Ortadoğu’nun Neolitik insanları da aynı kaderi paylaştılar. Mezopotamya (günümüzde Irak) ve Doğu Akdeniz’in (yani günümüzde Ortadoğu’da İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan bölgenin) anacıl kültürleri, Sami ve Hint-Avrupalılar tarafından işgal edildi. Bu sırada Hint-Avrupa halklarından olan Hititler de Anadolu’yu istila ettiler. Bunun sonucunda, DeMeo’nun deyişiyle “kadın heykelciklerinin yerini kaleler aldı.”135 Hemen hemen aynı zamanda Samiler de Kuzey Afrika’ya akın etti.

Üstün bir savaş teknolojisi ve acımasız bir zalimlikle donanmış Sahra-Asyalılar karşısında silahsız, hiç savaş deneyimi olmayan ve saldırgan bir karaktere sahip olmayan Eski Neolitik insanlar korunaksız yerleşimleriyle birlikte çaresiz kaldılar. Gimbutas’ın sözleriyle, “uzun bıçaklı ve atlı işgalciler karşısında kolay avdılar.”136 Aynı yıkım ve istila her yerde vuku buldu. Artık ilk defa savaş, toplumsal tabakalaşma ve ataerkillik “olağan” hale gelmişti. Eisler’in de dediği gibi, “İnsanlar antik dünyanın tümünde birbirleriyle savaşıyor, erkekler hem kadınlarla hem de kendi aralarında çatışıyordu.”137

Gerhard Lenski’nin tarih anlatımına göre, MÖ 4000’de Ortadoğu’da ilk “ileri bahçe tarımı” yapan toplumlar ortaya çıkmaya başladı.138 Bunlar madenleri ilk kez yoğun bir şekilde, üstelik silah üretmek adına kullanan insanlar oldular. Lenski’nin de dediği gibi, bu dönemde “her yetişkin erkeğin mezarına savaş baltaları, hançerler ve başka silahlar konulmaya başlandı.”139 Lenski, maden kullanımını bu toplumların en temel özelliği olarak görüyor. Ancak bu husus -silahlara büyük bir talep yaratan- savaşlarla yakından alâkalı olduğu için bu toplumların en temel özelliği olarak madenciliği değil de savaşı görmek muhtemelen daha doğru olur.

Pek çok sosyolog gibi Lenski de bu yeni toplumların ortaya çıkışını “toplumsal evrimin,” yani bahçe tarımcılarının zamanla daha fazla bilgi ve teknolojik beceri edinmesiyle gelişen doğal sürecin bir sonucu olarak görüyor. Ancak konuya tarihsel açıdan baktığımızda durum daha farklı. Daha önce de gördüğümüz gibi, mesele belli bir toplum türünden bir başkasına ilerleme değildi. Bu, bir toplumun diğerinin yerine geçmesiydi. Çünkü Eski Dünya halklarının yaşadığı yerler, savaşçı Sahra-Asyalılar tarafından işgal edilmiş ve tamamen ele geçirilmişti.140

Mısır ve Sümer

Bu yeni ruhsal dünyanın bazı olumlu yanları da vardı. Bir yandan vahşet ve bencillik doğarken, bir yandan da yeni zihinsel beceriler, işlevsel zekâ ve yaratıcılık ortaya çıktı. Bazı “Eski Dünya” halkları yüksek bir teknolojik seviyeye erişse de MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu daha öncekilere kıyasla çok daha büyük bir teknolojik gelişme yaşadı. V. Gordon Childe’ın da yazdığı gibi “MÖ 3000’den önceki yaklaşık son bin yıl, MS 16. yüzyıla kadar en çok keşfin ve icadın yaşandığı dönem oldu.”141 Bu yeniliklerin arasında (kısa sürede yük arabası ve çömlekçilikte kullanılmaya başlanan) tekerlek; saban, pulluk ve yük arabalarını çekmek için hayvanların kullanılması; rüzgâr gücüyle çalışan yelkenliler; gelişmiş bir yazı tipi; sayı sistemi ve takvim sayılabilir. Anne Baring ve Jules Cashford’un The Myth of the Goddess (Tanrıça Efsanesi) adlı kitaplarında özetledikleri gibi, Tunç Devri’nin başında “yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.”142

Bu yenilikler çoğunlukla Mısır ve Mezopotamya’da gerçekleşti ve bu bölgelerde ünlü antik medeniyetlerin gelişmesini sağladı. Bunların -geleneksel arkeolojinin iddia ettiği gibi- dünyanın ilk uygarlıkları olup olmadığı bu kelimeden ne anladığımıza bağlı. Marija Gimbutas gibi medeniyeti “bir halkın çevresine uyum sağlaması ve uygun sanat eserleri, teknoloji, alfabe ve toplumsal ilişkiler geliştirmesi” olarak tanımlarsak onun da öne sürdüğü gibi o zaman “Eski Avrupa” da kesinlikle bir uygarlıktı.143 Ancak klasik arkeologlar medeniyet dendi mi yaklaşık son 5000 yıldır var olan uygarlıkları kastediyor. “Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askerî güce vs. sahip olması gerekiyor. Ancak bence daha doğru olan uygarlıkları Çöküş-öncesi ve Çöküş-sonrası diye ikiye ayırmak. Eski Avrupa ile Mısır ve (Mezopotamya’nın bir parçası olan Sümerler kesinlikle farklı medeniyetlerdi.

Bu yeni uygarlık tipi, MÖ 4. binyılın ikinci yarısında gelişti (Sümerler az farkla da olsa Mısır medeniyetinden önce ortaya çıkmıştı). Arkeologlar ilk Mısırlı ve Sümerlilerin kim olduğu sorusunu hiçbir zaman kesin olarak yanıtlayamadılar. Bazı kanıtlar Nil Havzası’nı “medenileştiren” Mısırlıların, çölleşen bölgelerden gelen göçmenler olduğunu gösteriyor. Brian Griffith’in de dediği gibi, kayıtlı tarih gitgide genişleyen çölden gelen göç dalgasının gölgesinde Kuzey Afrika’da gelişti: “Mısırlılar hanedanlık kurulmadan önce, çoğu çölden yeni gelmiş kabilelerden oluşuyordu.”144 Nil çevresinde ilk toplumsal karışıklık, kendilerine “Horus’un145 takipçileri” diyen bir halkın yönetici sınıf olmasıyla yaklaşık MÖ 3300’de başladı. DeMeo’ya göre “Samilerle ortak pek çok yanları vardı.”146 Konuştukları dil, aslında Sami (ya da Hint-Avrupalı) olmadıklarını gösteriyor. Ancak sözcük dağarcıklarında Sami dillerinden geçmiş pek çok kelime bulunduğu için onlarla yakın temas içinde oldukları da aşikâr.

Sümerlerin kökenleri de muğlak. Ancak MÖ 4. binyılın son yarısında Mezopotamya’ya varan göçmenler olduklarını bildiğimiz için147 onların da çölleşmeden kaçtığını varsayabiliriz. Arabistan ve Suriye çöllerinin kültürüyle benzerlikler taşıyan ilk dönemlerden kalma silindir şeklindeki mühürler de bu görüşü destekliyor.148 Sümerlerin Samilerle de ilişkileri vardı. Kökenleri ne olursa olsun ilk başlardan itibaren aralarında Sami azınlıkların olduğu biliniyor. Zaman ilerledikçe Sami dillerinden aldıkları kelimelerin sayısı da arttı. Bu durum insana, Samilerin daha baskın bir kültür olmaya başladığını düşündürüyor. En sonunda Sümerlerin çoğu “Sami kökenli” haline geldi.149 DeMeo’ya göre, arkeolojik kanıtlar “Nil, Fırat ve Dicle nehirleri etrafındaki (yani Mısır ve Sümer uygarlıklarının geliştiği yerlerdeki) ve Doğu Akdeniz, Anadolu ve İran’ın daha nemli yüksek yerlerindeki yerleşim alanlarının, Arabistan ve/veya Orta Avrupa’yı terk eden halklar tarafından işgal edildiğini ve ele geçirildiğini”150 gösteriyor.

Aslında bu bağlantıları kurmamıza hiç gerek yok çünkü kültürlerine baktığımızda antik Mısır veya Sümer’de yaşamış insanların zaten Sahra-Asyalı oldukları çok açık. İlk başlarda sadece kısmen atacıl olsalar da kültürleri Eski Avrupalılar ya da diğer tarihöncesi insanlarınkine kıyasla Hint-Avrupa ve Sami halklarınkine çok daha yakındı.

Toplumsal tabakalaşmanın Sümer kültürünün bir parçası olduğunu zaten gördük. Sümerler maddiyat ve zenginlik konusunda son derece “modern” bir tutkuya sahiptiler. Bu özellikleri, avcı-toplayıcıların mülkiyetten uzak kültürlerine elbette çok yabancıydı. Samuel Noah Kramer’in de ifade ettiği gibi, “Sümerler servet ve mülkiyet edinmek için takıntılı bir çaba içerisindelerdi.” Belgeler “tarlaları sürekli ekili tutmak, bahçeleri sebzelerle donatmak, ağılları koyunlarla doldurmak ve daha fazla süt, kaymak ve peynir üretmek için insanların takıntılı derecede endişelendiğini”151 gösteriyor. Bu sahip olma tutkusu, elbette toplumsal eşitsizliği de doğurdu. Mezarlıkların ortasında yer alan kraliyet ailesine ait kabirlere müthiş servetler gömülüyordu. Aynı zamanda mezarlıkların uzak köşelerinde yer alan pek çok mülksüz, sade ve küçük kabir de mevcuttu.152 MÖ 3. binyıldan kalma planlar ise evlerin çok farklı büyüklükte inşa edildiğini gösteriyor. Bazı evler özenle tasarlanmış büyük “malikaneler,” bazılarıysa zaten var olan binaların arasında kalan boşluklara sıkışmış bir odalı harap kulübelerdi. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Joan Oates şunları söylüyor:

Mezopotamya’daki (Sümerlerin de üzerinde yaşadığı geniş toprak parçasındaki) toplumsal yapının belki de en ilginç yanı, iktisadi kutuplaşmanın her daim varlığını sürdürmesiydi. Toplum iki gruba ayrılmıştı: üretim araçlarına -özellikle de toprağa- sahip olanlar ile bunlara bağımlı olanlar.153

Sümer, hepsi de birbirinden 15-50 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu (bu şehirlerin sayısı MÖ 2500’de yaklaşık elli taneydi). Bu şehir-devletlerinin ilk kralları sonrakilere kıyasla daha az zalimdiler. Ancak yine de birbirleriyle savaşıyorlardı. Dolayısıyla devasa surlar inşa etmeye ve atlı “savaş arabaları” gibi askerî teknolojiler geliştirmeye mahkûmdular. MÖ 3. binyılın ilk yarısına gelindiğinde vahşet ve askerî hırs tamamen hüküm sürmeye başlamıştı. Joan Oates’ın da yazdığı gibi, her ne kadar bölgeye bu dönemde hâkim olan Akadlar (Sami bir halk) daha sonraki Sümerler kadar savaşçı olmasa da,

günümüze kalan tarihi metinler, talan ve katliamların Akadların yayılmacı siyasetine eşlik ettiğini ortaya koyuyor. Ünlü Ur Kaidesi’ndeki154 savaş sahnesi, esirlere yapılan kötü muamele karşısında tam bir vurdumduymazlık sergilemekte.155

MÖ yaklaşık 2400’de tüm Mezopotamya, savaşçı ve aynı zamanda Akadlı olan Kral Sargon tarafından fethedildi. Sargon dünyanın ilk imparatoruydu. Pek çok askerî harekât düzenledi (keşfedilen vakayinameler en az otuz dört “büyük savaşı” ayrıntılarıyla anlatıyor) ve imparatorluğunu Yakın Doğu’nun büyük bölümüne yaydı. Bir vakayinamede bunu nasıl başardığı şöyle tasvir ediliyor:

Akad Kralı Sargon, Uruk şehrini yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Uruk sakinleriyle savaştı ve onları katletti. Uruk Kralı Lugal-Zaggisi ile muharebe etti ve onu yakaladı. Ayağına zincir vurarak onu Emil kapısından geçirdi. Akad Kralı Sargon, Ur şehrinin lideriyle de savaştı ve onu öldürdü. Şehrini yerle bir etti ve surlarını yıktı. E-Nimmar’ı yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Lagaş’dan denize kadar uzanan bütün toprakları yerle bir etti ve silahlarını denizde yıkadı.156

Bütün bunlara rağmen ilk Sümerlerin kendilerinden sonra gelenlere kıyasla tam olarak atacıl olmadığına dair de bazı kanıtlar mevcut. Belki de bunun nedeni, fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların anacıl özelliklerini özümsemeleriydi. Erken dönem Sümer, kesinlikle erkek egemen bir toplumdu -aslında toprak tek tek bireyler yerine ailelere aitti (bu durum, atacıllığın derecesinin oldukça düşük olduğunu düşündürüyor). Ancak yine de ailenin sadece erkek üyeleri mal mülk işleriyle uğraşma hakkına sahipti. Zaten sonrasında bireysel mülkiyet yaygınlaştı. Kuramsal olarak kadınların toprak sahibi olması mümkünse de fiilen neredeyse sadece erkekler mal mülk edinebiliyordu. Ancak yine de kadınların toplumsal mevkisi sonraki dönemlere kıyasla daha yüksekti. İlk Sümer tanrıları arasında önemli tanrıçalar da vardı (belki bu özelliği de işgal ettikleri yerlerin anacıl kültüründen almışlardı). Günümüze kadar ulaşmış bir belge, MÖ 2000 gibi geç bir tarihte bile Elam şehir-devletinde evli bir kadının kocasıyla ortak vasiyetname imzalamayı redderek tüm mal varlığını kızına bıraktığından bahsediyor.157 Tüm bunlar tarihçi H. W. F. Saggs’ın da dediği gibi, “İlk Sümer şehir-devletlerinde kadınların toplumsal mevkisinin daha sonraki dönemlere kıyasla kesinlikle çok daha yüksek olduğunu”158 gösteriyor.

İlk Mısırlıların taptığı pek çok tanrıça da vardı. Kadınlar mevki sahibiydi ve kendi evlerine sahip olabiliyorlardı. Sanat eserleri onları özgür ve baskı altında tutulmayan insanlar olarak temsil ediyor. Tapınaklardaki resimlerse kadınları erkeklerle aynı büyüklük ve uzunlukta gösteriyor (bunu eşit toplumsal mevkide olduklarının bir kanıtı olarak yorumlayabiliriz). Aslında Antik Mısır’da “karı” anlamına gelen nebtper kelimesi “evin hâkimi” anlamını da taşıyordu.159 Ancak ilk dönemlerden itibaren erkek egemenliğin yeni bir gelenek olarak yerleşmeye başladığını da görüyoruz. DeMeo’nun da yazdığı gibi, işgalciler bölgenin kontrolünü ele geçirdiklerinde “kadınların toplumsal mevkisi hemen kölelik ve cariyeliğe düştü.”160 Üst sınıflara mensup Mısırlılar genelde birkaç kadınla evleniyor, üstüne bir de cariyeleri oluyordu. Öldüklerinde hem eşleri hem de cariyeleri onlarla birlikte gömülüyordu.

Erken dönem Mısır şehirlerinin duvarları yoktu. Devletin sadece küçük bir ordusu vardı. Bunlar bize savaşın nadiren vuku bulduğunu gösteriyor. Ancak yine de ilk Mısırlıların ruhani ve barışsever insanlar olarak sahip oldukları popüler imaj, tarihi bir temele dayanmıyor. Krallık, askerî fetihlerle kurulmuştu. Yaklaşık 200 yıl boyunca “Horus’un takipçileri” Nil Delta’sını ve Nübya’yı161 işgal ederek MÖ 3100’de bütün bölgeyi ilk firavun Kral Menes’in egemenliği altında birleştirdiler.162 Bu dönemde kayalara çizilen resimler şiddet içeren imgelerle doluydu. Arkeologlar da savaş esirlerinin ve Nil boyunca yaşayan köylülerin topluca yakıldığına dair kanıtlar buldular.163

Daha sonraki yıllara kadar topraklarını genişletmek için büyük savaşlar düzenlemeseler de Mısırlılar kendi aralarında, özellikle de onları birleştiren güçlü bir merkezi yönetim olmadığı zamanlarda savaşmaya devam ettiler. Şehir-devletleri merkezi hükümetten bağımsızlık kazanmak ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak için mücadele etti. Durum o kadar kötüleşmişti ki asillerin kendilerini korumak için özel orduları bile vardı.164 Aynı zamanda onlara saldıran Asyalılar, Libyalılar ve diğer göçebe kabilelerle sınırlarda sürekli savaşıyorlardı.

Sümer’de olduğu gibi Mısır’da da daha ilk zamanlardan itibaren katı bir toplumsal tabakalaşma olduğu kesin. Eşitsizliğin varlığı bazı mezarlarda gömülü bulunan aşırı servetten anlaşılıyor. Ayrıca insan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar da medeniyet kurulduktan sonra sıradan çiftçilerin aldığı protein seviyesinin azaldığını gösteriyor. Bu da bizlere servetin merkezileştiğini, yani daha az kişinin elinde toplandığını düşündürüyor.165 Küçük bir asiller grubu (ki vergilerden muaftılar) toprağın büyük bölümüne sahipti. Nüfusun geri kalanı ise bu toprakları işleyen serflerden oluşuyordu. Serflerin toprak üzerinde hiç hakkı yoktu. Ayrıca devlet istediği zaman onları “angarya” işlerde (zorunlu hizmet) kullanabiliyordu. Piramitlerin bu şekilde inşa edildiği tahmin ediliyor. Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaatta çalışmaya zorlanıyordu. Elbette ki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi. Eşitsizliğin simgesi olarak mezar büyüklükleri ve içlerine gömülen eşyalar söz konusu olduğunda onlardan daha uç bir örnek saymak mümkün değil. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleriyse toplu mezarlara atılıyordu.”166

M.Ö. 2. Binyıldan Günümüze

Eski Avrupa uygarlığı kıtanın kendisinde ortadan kalkmasına rağmen bazı adalarda asırlar boyunca ayakta kaldı -hatta Girit söz konusu olduğunda binyıllar boyunca demek daha doğru olur. Ancak en ücra köşeler bile en sonunda atacıl kültüre teslim olmak zorunda kaldı. Malta’daki uygarlık yaklaşık MÖ 2500’de aniden çöktü. Bunun nedeni muhtemelen hem yabancı işgali hem de doğal afetlerdi. Girit medeniyeti ise bin yıl daha varlığını sürdürdü. Ta ki Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halk olan Akalılar adanın denetimini ele geçirene dek. Akalılar adanın anacıl kültüründen bazı özellikler alsalar da kültürel bir yozlaşma başlattılar. Riane Eisler’in deyişiyle, “sanat daha zorlama ve daha az özgür hale geldi” ve “ölüm temasına daha fazla vurgu yapılmaya başlandı.”167 Akalılar Girit’i yaklaşık dört asır boyunca, MÖ 12. yüzyılda bir başka Hint-Avrupalı topluluk olan Dorlar tarafından saldırıya uğrayana dek egemenlikleri altında tuttu. Dorlar, ada halkını katletti ve oradaki medeniyeti yerle bir etti.

113.Hawkes, 1968, s. 156.
114.Eisler, 1987, s. 39.
115.DeMeo, 1998, s. 4.
116.a.g.e.
117.a.g.e., s. 8.
118.Eisler, 1987, s. 43.
119.DeMeo, 2002, s. 21.
120.a.g.e.
121.DeMeo, 1998, s. 8.
122.DeMeo, 2000, s. 10.
123.Griffith, 2001, s. 18.
124.DeMeo, 1998; Griffith, 2001.
125.Mallory, 1989, s. 266 içinde.
126.Günümüzde Romanya’da bir kent, Türkçe adıyla Boğazköy (ç.n.)
127.a.g.e., s. 238.
128.Gimbutas, 1973, s. 202-3.
129.Eisler, 1987, s. 50.
130.Eisler, 1995, s. 90.
131.DeMeo, 1998, s. 231.
132.Mallory, 1989.
133.Gimbutas, 1977, s. 281.
134.Stern, 1969, s. 230.
135.DeMeo, 1998, s. 286.
136.Gimbutas, 1991, s. 352.
137.Eisler, 1987, s. 58.
138.Lenski, 1978.
139.a.g.e., s. 147.
140.Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).
141.Childe, 1964, s. 77.
142.Baring & Cashford, 1991, s. 150.
143.Gimbutas, 1982, s. 17.
144.Griffith, 2001, s. 104.
145.Antik Mısır’daki güneş ve savaş tanrılarından biri (ç.n.)
146.DeMeo, 1998, s. 231.
147.Baring & Cashford, 1991; Crawford, 1991.
148.Baring & Cashford, 1991.
149.DeMeo, 1998.
150.DeMeo, 2000, s. 12.
151.Kramer, 1969, s. 16.
152.Crawford, 1991.
153.Oates, 1986, s. 68.
154.Ur Kaidesi (Standard of Ur): Antik Sümer şehri Ur’daki bir kralın mezarında bulunmuş tahtadan oyma kutu. Kutunun her iki yanında savaş ve barışı temsil eden mozaikler bulunmaktadır. (ç.n.)
155.a.g.e., s. 30-31.
156.Wilber, 1981, s. 165 içinde.
157.Eisler, 1987.
158.Eisler, 1987, s. 64 içinde.
159.Griffith, 2001.
160.DeMeo, 1998, s. 231.
161.Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge (ç.n.)
162.DeMeo, 1998.
163.a.g.e.
164.Rice, 1990.
165.DeMeo, 1998.
166.a.g.e., s. 233.
167.Eisler, 1987, s. 54.
₺93,11