Kitabı oku: «Kahvenin hikayesi»
“Stewart Lee Allen, adeta bir Hunter S. Thompson üslubuyla kahvenin peşine düşüyor ve bizi o büyülü çekirdeğin dünyasına doğru vahşi, kafeinli ve sıradışı bir gezintiye çıkartıyor. Düzyazı şeklinde, alaycı ve cesur bir dille kaleme aldığı kitabı okuyucuyu hoşnut ediyor, afallatıyor, eğlendiriyor ve bilgilendiriyor.”
-Mark Pendergrast Uncommon Grounds: The History of Coffee and How it Transformed Our World’ün yazarı
“Enfes! Oldukça aydınlatıcı bir kitap. Allen, eğlendirici gezi günlüğüyle karışık harikulade bir araştırmacılık örneği sergilemiş.”
-The List
“Her açıdan eğlendirici, sürükleyici ve son derece komik. Kahve tiryakileri ve seyahatseverlerin muhakkak okuması gereken bir kitap.”
-Kirkus Reviews
“Müthiş bir kitap! Çok eğlenceli. Eskimolar kar için ne kadar çok kelime kullanmışsa, Allen’ın da kahve için o kadar çok kelimesi var. Sabah içtiğim kahveye bir daha asla aynı gözle bakmayacağım.”
-Jeff Greenwald The Size of the World’ün yazarı
“İlgi çekici ve sıradışı. Allen’ın espressolu yolculuğu, kahvenin dünya tarihindeki rolüyle ilgili heyecanlandırıcı bir çalışma sunuyor. Kitap, patlak gözlü bir kafein delisinin kahveyi coşkulu bir şekilde övmesi ve gerçek bir tadımcının bilgili gözlemleri arasındaki dengeyi bulmaya çalışıyor.”
-Publishers Weekly
“Stewart Allen’ın, kahvenin insanlık kültürü üzerindeki tarihi etkileri hakkında yaptığı araştırma, bitkiler ve ilaçların, kültürler ve insanların oluşturduğu kurumların evrimini nasıl şekillendirdiğine ve yönlendirdiğine bir kez daha açıklık getiriyor. Okuması son derece keyifli!”
-Terence McKenna Plants of the Gods’ın yazarı
“Otobiyografi, gezi günlüğü ve sosyal tarihin oldukça eğlenceli bir karışımı… İyi araştırılmış ve ustaca yorumlanmış, günümüze uygun, son moda bir gezi yazısı.”
The Bookseller
Anneme…
Giriş: İlk Fincan
Hazırlanışı bir sanat, bu yüzden onu içişimiz de sanat olmalı.
Abd el Kader (on altıncı yüzyıl)
Nairobi, Kenya 1988
“ETİYOPYA GİBİSİ YOK,” derken Bill’in gözlerinin içi parlıyordu. “Afrika’daki en iyi yemekler burada, dostum. Ah, bir de Etiyopyalı kızlar…”
“Kızları bu işe karıştırma şimdi,” dedim. Doğu Londralı bir tesisatçı ve Budist bir keşiş olan Bill, kafayı bana bir kız bulmaya takmıştı; ancak densizin tekiydi. Onun tüm bu çöpçatanlık çabaları, sürekli “Aşk istiyorum, aşk!” diye bağıran, iki katım kadar iri Kenyalı bir hayat kadınını savuşturmamla sonlanmıştı.
“Kızları bu işe karıştırma,” diye tekrarladım; düşündükçe tüylerim ürperiyordu. “Aklından bile geçirme.”
“Onları düzmek zorunda değilsin ki…” Bana en sevimli ve pis bakışını atarak “Ama isteyeceksin,” dedi.
“Bu konuda gerçekten şüpheliyim.”
“Bir de buna yok mu, aah ah! Dünyanın en iyi bunası.”
“Buna mı? O da ne?”
“Kahve,” dedi. “Etiyopya kahvesi.”
Böylece ne yapacağımız belli olmuştu. Öğle yemeği için Etiyopya’ya doğru yola koyulduk. Kenya’nın kuzeyinde otobüs seferleri çok seyrektir, bu yüzden otostop çekerek gazlı içecek taşıyan külüstür bir “Tata” marka kamyonun arkasına atladık. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden geçerken dışarıda güneşten kararmış kayalar ve kurumuş otlardan başka neredeyse hiçbir şey görmediğimiz yirmi saatlik ıssız bir yolculuk yaptık. Medeniyete dair tek iz, makineli tüfekle delik deşik edilmiş otobüslerin yol kenarındaki kalıntılarıydı. Eşkıyalar konusunda pek kaygılanmıyorduk (bulunduğumuz araçta silahlı iki muhafız vardı), ancak yolculuğumuzun yedinci saatinde, daha önce bizi araca almayı teklif eden, fakat bizim reddettiğimiz kamyonun yanından geçtik. Yol asfaltsız olduğu için kamyonun aksı ikiye ayrılmıştı; bu da kamyonun takla atmasına, sürücü ve yolcuların yarısının ölmesine sebep olmuştu. Kazadan tek sağ çıkanlar, üzerlerinde geleneksel giysileri olan, taktıkları küpe benzeri aksesuarlar yüzünden kulak memeleri sarkmış iki metrelik Masai savaşçılarıydı. Öylece dikilmiş ağlıyorlar ve ellerindeki mızrakları gökyüzüne doğru sallıyorlardı. Masailerden biriyse kırılmış bir yığın Pepsi şişesi altında ezilerek ölmüştü.
Etiyopya’ya vardığımızda sınır kapısı kapalıydı. Sınırda bulunan tek nöbetçi askerin mizacı dostane, fakat aynı zamanda sertti. Yabancıların Etiyopya’ya girmesine izin verilmiyordu. Bill kim olduğumuzu ve neden geldiğimizi açıkladı. Etiyopya’ya girmek istemediğimizi, sadece, yarısı Etiyopya’da olan Moyale kasabasını ziyaret etmek istediğimizi belirtti. Tabii ki Bill’e göre bunda bir sorun yoktu, değil mi?
Nöbetçi durup düşündü. “Doğru,” dedi, yabancıların Moyale’i günübirlik ziyaret etmelerine izin veriliyordu. Sonra başını salladı. “Ancak pazar günleri değil.” Bize Etiyopya’nın Hıristiyan bir ülke olduğunu hatırlattı.
Bill başka bir yol denedi. Nöbetçi askere Moyale’de bir turist pansiyonu olup olmadığını sordu. Asker bir pansiyon bulunduğunu söyledi ve oraya gitmek isteyip istemediğimizi sordu.
Bill, Etiyopya dilinin evet anlamına gelen o hırıltılı ifadesini kullanarak “Awo,” diye yanıtladı.
“Tamam o zaman,” dedi bekçi. “Dümdüz gidin ve sola dönün.”
Devlet otelleri her zaman pahalı olduğundan, yerel bir restoran -toprak zeminli ve damı samanla örtülü, tabiri caizse bir baraka-bulduk. Yemekleri harikaydı: doro wat (ekşimiş tereyağıyla yapılan baharatlı tavuk güveci), injera (mayalı krep) ve tej (bal şarabı). Sonra da kahve.
Avrupalılar hâlâ kahvaltıda bira içerken Etiyopyalılar kahve içiyordu ve yüzyıllar geçerken bir kahve seremonisi ortaya çıkmıştı. Önce, yeşil kahve çekirdekleri masada kavrulur. Sonra garson kadın, dumanı üstünde kahve çekirdeklerini herkese ikram eder, böylece her bir konuk aromanın tadını çıkarabilir. Arkadaşlığa dair şükran benzeri ya da övgü dolu sözler söylenir ve kahvenin çekirdekleri dibekte öğütüldükten sonra demlenir.
Restoran sahibi o gün bizim kahvemizi işte bu şekilde hazırlamıştı ve o günden sonra bu seremoniyi defalarca görmüş olsam da, hiçbiri bende o günkü kadar güzel bir his uyandırmadı. Restoran sahibi; uzun boylu, zarif ve büyüleyici güzellikte, tipik bir Etiyopyalıydı. Büründüğü turuncu ve mor şallar, az ışık alan bu kulübede parlıyordu. Zencefil benzeri bitkilerin taze filizleriyle birlikte kulpsuz ufak kahve fincanında servis edilen kahve ise mükemmeldi.
Bir saate kadar sürebilen bu gerçek seremonide üç fincan kahve içmeniz gerekir: Abole-Berke-Sostga, bir-iki-üç, dostluğa! Ne yazık ki restoran sahibinin her birimize sadece bir fincan kahve ikram edecek kadar kahve çekirdeği vardı. Ertesi gün daha fazla kahve çekirdeği olacağını, bu nedenle tekrar gelmemizi söyledi. Akşam vaktinde başlayan sokağa çıkma yasağı yaklaşıyordu, bundan dolayı aceleyle sınırın Kenya tarafına döndük. Ancak ertesi gün nöbetçi askerler tekrar Etiyopya’ya girmemize izin vermedi. Sınırda saatlerce tartıştık; fakat ne mantıklı gerekçelerimiz ne de rüşvet, sözü verilen o ikinci fincan için bizi tekrar Etiyopya’ya almaları konusunda onları ikna edebildi.
Sonraki on yıl boyunca Etiyopya parçalandı. Milyonlarca insan kıtlıktan ölmüş, iç savaş patlak vermiş ve sonunda ülke ikiye bölünmüştü. Hayatım bundan daha kötü olamazdı. Dört kıtada ve on bir şehirde yaşamış, bazen bir yılda beş kez yer değiştirmiştim. Bu durumu katlanılabilir hale getiren tek şey, otuz beş yaşında biri olarak her şeyi bırakıp geri dönebileceğimi bilmemdi. Dilimden düşürmediğim gibi, hiç dönmemek üzere bir yürüyüşe çıkabilirdim. Bunu pasif agresif bir canına susama durumu olarak düşünün. Bir Budist özentisi olsaydım, bunun bir “yabancılaşma” isteği olduğunu iddia edebilirdim. Bense şans eseri âşık olmuş (canına susamanın başka bir türü) ve evlenmek için Avustralya’ya gitmiştim. İzah edilemeyecek kadar karmaşık; ama bu plan, Kalküta’da Rahibe Teresa’nın adını taşıyan ve ölmek üzere olanların bırakıldığı bir bakımevinde çalışmamla sonlandı.
Kalküta dünyanın en güzel şehri; dayanılmaz ıstıraplar, ukalalık, hayırseverlik, zekâ ve açgözlülük, günün yirmi dört saati, yan yana, yüz yüze yaşar gider burada. Karşı caddedeki çocuklar tertemiz beyaz okul üniformalarıyla kroket oynayıp eğlence çığlıkları atarken, bindiğim otobüsteki bir kadının açlıktan ölüşünü izlemiş, iki blok geride ise bir kadının çamurlu bir gölete boynuna kadar girdiğini ve odaklanmış bir şekilde güneşe doğru dua ettiğini görmüştüm.
Kalküta ayrıca kitap kurtlarının çok sevdiği bir yer; şehrin saymakla bitmez sahaflarından birinde dolaşırken ilginç bir elyazması dini kitaba denk geldiğim yer de burasıydı. Yazılar hiç de okunaklı değildi; Hint yarımadasının tekdüze İngilizcesi ile yazılmış, eski bir zamana ait olduğu garip bir şekilde belli olan bir metindi. Kitabın kapağı uzun zaman önce çürümüş olduğu için kitabın ismine dair hiçbir fikrim yok. Sanırım bu kitap tipik bir konuyu ele alıyordu, Batı’nın beslenme alışkanlıklarındaki dengesizliklerin Toprak Ana’yı tahrip etmeye can atan bir hiperaktif sosyopatlar ırkının ortaya çıkmasına sebep olduğunu dile getiren bir başka Hint zırvasıydı. Kitap çoğunlukla et yiyenleri (Hindular vejetaryendir) ve (kutsal hayvan olan) inekleri öldürenleri eleştiriyordu. Fakat asıl gözüme çarpan, “Afrika’daki karanlık ve şeytani çekirdeklerin” fenalıklarından yakınan bölümdü. Söyledikleri aşağı yukarı şöyleydi:
Okuyucuya soruyorum: Bu kıtada yaşayan kara derili vahşilerin tanrılarına canlı kurbanlar sunmadan önce kahve çekirdeklerini nasıl yediklerinin anlatılması şaşılacak bir şey mi? O acı içeceğin nefsimiz üzerindeki zararlı ve kötücül etkisini anlamak için Batı’nın bağımlılık derecesinde kahve içen toplumlarını, Doğu’nun barışsever çay tiryakileriyle kıyaslamamız yeterlidir.
“Ne yersen osun” diyen kafadan kontak tipler Kaliforniya’da olduğu gibi Hindistan’da da yaygındır. Ancak beni asıl sarsan şey, bu kitap ve Vietnam’ın başkenti Hanoi’de şans eseri denk geldiğim on sekizinci yüzyılda yazılmış Fransızca bir kitap arasındaki zıtlıktı. Mon Journal isimli kitap, sosyal eleştirmen ve tarihçi Jules Michelet tarafından yazılmıştı. Michelet bu kitapta, aydınlanmış Batı medeniyetinin doğuşunu öncelikli olarak Avrupa’nın kahve içen bir toplum haline gelmiş olmasına bağlar: “Şüphesiz ki, yaratıcı fikirlerin bu ölçüde artmış olmasının altında yatan sebep, kısmen yeni alışkanlıklar yaratmış ve hatta insan doğasını değiştirmiş olan o büyük olay, yani kahvenin ortaya çıkışıdır.”
O zamanlar, Batı medeniyetinin doğuşunu bir fincan espresso-ya bağlamanın ne kadar da Fransızvari olduğunu düşünüyordum. Ancak Michelet’nin öne sürdüğü fikir, bazı yiyeceklerin daha önce hiç akla gelmeyen şekillerde tarihi etkilemiş olduğuna işaret eden modern araştırmalarla ilginç bir şekilde paralellik göstermektedir. Etnobotanik uzmanları, yakın bir zamanda, bazı mantarları yemenin beyin fonksiyonlarını değiştirebileceğine dair bir teori ortaya koymuşlardır. Bazıları da, Mayaların tasvir ettikleri kutsal jaguarların, aslında yenildiğinde sanrılara sebep olan kurbağalar olduğunu ve tam da bu yüzden rahipler tarafından çokça tüketildiğini söylemiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, firavunların kutsal menekşesinin sarhoş edici güçlerinden dolayı tanrısal sayıldığını göstermektedir. Elbette tüm bu gıdalar bağımlılık yapar. Tabii ki kahve de öyle. Bundan eminim, çünkü ben de bir bağımlıyım. Belki de Michelet önemli bir şeyi keşfetmek üzereydi. Avrupalılar kahve içmeye ne zaman başlamışlardı ve kahve onların hayatında neyin yerini almıştı? En ufak bir fikrim yoktu. Cevabı bulmak için dünyanın dörtte üçünü, yani yaklaşık olarak otuz iki bin kilometreyi trenle, Arap yelkenlisiyle, çekçekle, kargo gemisiyle, en sonunda da bir eşekle katedeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Şu an bu sayfayı kaleme alırken bile yazdıklarımın ne işe yarayacağını bilmiyorum. Bazen yazdıklarım, kahve bağımlısı birinin saçmalıklarına benziyor; bazen de, tamamen güvenilir bir çalışmaymış gibi görünüyor. Tek bildiğim şey, Michelet’nin öne sürdüğü şeyi kanıtlayacak delilleri aramaya başlamak için en uygun yerin, iki bin yıldan daha uzun bir zaman önce kahvenin ilk kez bulunduğu ve on yıldır tekrar gitmeyi beklediğim ülkenin toprakları olduğuydu.
Artık Etiyopya’ya doğru yola koyulup o ikinci fincanı içme zamanı gelmişti.
1
Cehennemde Bir Mevsim
Abole, Berke, Sostga – bir, iki, üç fincan ve sonsuza dek arkadaşız.
Addis Ababa’daki dolandırıcı
Harar, Etiyopya
“RAM-BO’YU SEVER MİSİN?”
Bana bu soruyu soran, beyaz kilden bir duvarın gölgesinde çömelmiş sırım gibi bir Afrikalı Araptı. Keskin bakışları, bir tutam bıyığı ve başına doladığı beyaz bir sarığı vardı. Yani aklınızda canlanan tipten bir Sylvester Stallone hayranı değildi.
“Rambo?” diye tekrarlayarak ne demek istediğini anlamaya çalıştım.
Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı. “Ram-bo.” Kirli giysisinin eteğini, yerdeki toz toprağa değmesin diye düzeltti. Büyük bir kayıtsızlıkla “Rambo,” diye tekrarladı. “Farangi.”
“Rambo hayranı mısın gerçekten?” diye sordum. Şaşırmıştım, sonuçta Charles Bronson Kalküta’da daha popülerdi. Rambo’yu anlaması için pazılarımı sıktım. “Hayranı mısın?”
Adam bana tiksinerek baktı. Fakat “Ram-bo” diye tekrarlamaya devam ediyordu. “Ram-boo, Ram-boooo. Gitmek? Sevmek?”
“İstemiyorum,” dedim oradan uzaklaşırken. “Sevmiyorum.”
Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da başladığım yirmi dört saatlik yorucu tren yolculuğunun ardından Etiyopya dağlarında eski bir şehir olan Harar’a varmıştım. Harar’ı daha şimdiden sevmiştim. Dönemeçli yollarında arabalar ve hırsızlar pek görülmüyordu. Addis’e kıyasla çok daha ferah bir yerdi burası, orada yankesiciler adeta sinekler gibi başıma üşüşmüş ve dışarı çıktığım tek akşamda, “dostluk adına düzenlenen bir kahve seremonisi”nin ardından beni soymaya kalkmışlardı. Kireç badanalı kerpiç evleri ve kızların giydikleri çingene kıyafetleriyle Harar’ın Araplara özgü dokusu da hoşuma gitmişti. Burada karşılaştığım tek dolandırıcı Rambo Adam olmuştu ve onun da kendince haklı sebepleri var gibi görünüyordu.
Güzel bir kafe buldum ve gölgede bir masa kaptım. Oldukça ufak bir bardakta servis edilen yoğun ve sade kahve, elle çalışan eski bir espresso makinesinde demlenmişti. Kahveyi kahve yapan aromasının ve tadının yoğunluğudur ve içtiğim kahve bu açıdan oldukça şaşırtıcıydı. Bu da, Etiyopya’da yaygın olan tavada kahve kavurma tekniğinden kaynaklanan küçük yanıklarla ilişkilendirdiğim bir özellikti. Harar’ın kahve çekirdekleri Jamaika ve Yemen’in-kilerden sonra ikinci sırada olup dünyanın en iyileri arasındadır; ancak bu kahve… Yerel kahve çekirdeklerinin bölgeye Zaire’den kaçak olarak getirilen Robusta çekirdekleriyle karıştırılmış olabileceğinden kuşkulanmıştım; çünkü hem kremanın köpüğü (burada wesh deniyor) mükemmeldi hem de bir fincan içtikten sonra yerimde duramaz hale gelmiştim.
İkinci fincanı sipariş ettim. Rambo Adam yolun karşısından beni süzerek geldi. Göz göze geldik. Omuz silkti ve bir şeyler ima etmek istercesine ellerini kaldırdı. Bense kaşlarımı çattım.
Harar, eski Afrika uygarlıklarının efsanevi şehirlerinden biridir. Yüzyıllar boyunca yabancılara kapalıydı; çünkü Müslüman bir evliya, bir gayrimüslimin etrafı duvarlarla çevrili Harar’a girmesiyle şehrin yıkılacağına dair bir kehanette bulunmuştu. Şehre girmeye teşebbüs eden Hıristiyanların kafaları kesiliyordu; Afrikalı tüccarlar ise şehre alınmıyor ve bölgedeki aslan sürülerinin insafına bırakılıyordu. Şehrin içi de daha iyi bir durumda değildi. Sırtlanlar sokaklarda dolaşıyor, evsizleri yiyordu. Büyücülük ve kölelik, özellikle de siyahi harem ağalarının Osmanlı haremlerine satışı yaygınlaşmıştı. 1800’lü yıllara gelindiğinde, etrafı duvarlarla çevrili şehir çevresinden öyle kopmuştu ki, şehirde farklı bir dil oluşmuştu. Bu dil bugün hâlâ konuşulmaktadır.
Şehrin bu namı, Avrupa’nın en gözü pek maceraperestlerini Harar’a çekiyordu. Nil Nehri’nin başlangıç noktasını “bulan” İngiliz Sir Richard Burton, 1855’te Arap kılığında şehre girene kadar birçok kişi şehre girmeyi denemiş ve çoğu ölmüştü. Çok geçmeden de şehir yıkıldı.
Ancak Harar’ın Batılı ilk ziyaretçilerden en ilgi çekici olanı Fransız sembolist şair Arthur Rimbaud’ydu. Rimbaud, on yedi yaşındayken Paris’e geldi. Bir yıl boyunca “tüm duyularının düzenini bozarak” yaşadığı o meşhur hayat tarzından sonra, şehirdeki en ahlaksız adam olarak nam saldı. On dokuz yaşına geldiğinde Cehennemde Bir Mevsim adlı başyapıtını bitirmişti. Yirmi yaşına geldiğindeyse şiir yazmayı bıraktı ve sırra kadem bastı. Rimbaud…
Sandalyemden kalkarak “Rambo!” diye bağırdım. Adamın söylemeye çalıştığı şey buydu; Rimbaud’yu “Rambo” olarak telaffuz ediyordu. Beni Rimbaud’nun yaşadığı yere götürmek istemişti. Şair, 1870’de şiir yazmayı bıraktığında sırra kadem basmamıştı aslında. Sadece aklı başına gelmiş ve Harar’da kahve ticaretine başlamıştı.
Fakat Rambo Adam ortadan kaybolmuştu.
Rimbaud’nun Etiyopya’ya gelmesinin altında kahve ticaretine girme isteğinden fazlası vardı. Aslında, Cehennemde Bir Mevsim’de “yitik iklimler diyarına gideceği” ve buradan “demirden uzuvlar, bronz bir cilt ve sert bakışlarla döneceği” öngörüsünde bulunduğu bölümü yaşayarak yerine getiriyordu. Macera, tehlike ve para istiyordu. En azından ilk iki isteğini Harar’da elde etti. Emir görevden alınalı sadece yirmi yıl olmuştu ve bölgede tansiyon hâlâ yüksekti. Fransız kahve tüccarlarının bir kahve çekirdeği için hayatını tehlikeye atacak kadar deli birine ihtiyaçları vardı ve aradıkları kişi Rimbaud’ydu.
Harar’ın Longberry1 kahve çekirdekleri, yalnızca hoş aromalı bir fincan kahve demek değildir. Birçok kişi, Robusta2 çekirdeklerinin daha iyi hale gelip Arabica3’ya dönüştüğü yerin burası olduğuna ve Harar’ın Longberry’sinin Coffea familyasının kayıp halkası olabileceğine inanmaktadır. Bunun önemini anlamak için öncelikle iki ana kahve çekirdeği çeşidi olduğunu bilmeliyiz: Doğu Afrika’nın yalnızca yüksek rakımlarda yetişebilen lezzetli Arabica’sı ve Zaire’nin hemen her yerde yetiştirilebilen ve pek sevilmeyen Robusta’sı.
Bunu anladıktan sonra, medeniyetin doğuşundan önceki o gizemli zamanı, yani “Kafein Öncesi Çağ”ı incelememiz gerekiyor.
O zamanlar, yani bin beş yüz ila üç bin yıl önce, dünyanın ilk kahveseverleri olan göçebe Oromolar, Kefa Krallığı’nda yaşamaktaydı. Oromolar aslında kahveyi içmiyordu. Ezip yağ ile karıştırdıkları ve golf topu büyüklüğünde şekillendirdikleri kahveyi yiyorlardı. Kendilerini çoğu zaman bozguna uğratan Bongalara karşı savaşa girmeden önce karınlarını bu kahve toplarıyla tıka basa doldurmaya bilhassa bayılıyorlardı. Bongalar aynı zamanda mükemmel köle tüccarlarıydı ve Harar’daki Arap pazarlarına her yıl yedi bin köle gönderiyorlardı. Bu talihsizlerin çoğu, savaşta esir düşen Oromolardı. Kahve çekirdeklerini tesadüfen Harar’a getirenler de onlardı. Etiyopyalı korucular, eski köle yollarını gölgeleyen ağaçların, geçmişte sağa sola atılmış kahve çekirdekleri sayesinde yetişenler olduğundan hâlâ söz ederler.
Ancak önemli olan, bu bölgelerin bitkileri arasındaki farktır. Kefa4’nın çekirdekleri nispeten düşük rakımlardaki muazzam kahve ormanlarında yetişir ve çoğunlukla da binlerce yıl önce Zaire ormanlarından çıkmış olması muhtemel bodur ve sert Robusta’y-la benzerlik taşır. Bunun aksine, Harar’ın kahve çekirdekleri uzun gövdeli ve Arabica gibi lezzetlidir. Harar’ın yüksek rakımına adapte olurken, bu çekirdekler müthiş bir değişim yaşamış gibi görünüyor. Bu değişimin ne olduğunu kimse bilmiyor, fakat Harar’ın evrimleşmiş Arabica çekirdekleri önce Yemen’e ve daha sonra tüm dünyaya yayıldığı için hepimiz minnettar olmalıyız.
Rimbaud’nun kahve çekirdekleri için hayatını tehlikeye atması (hatta bu uğurda ölmesi), belki o kadar da mantıksız değildir. Fakat ilginç olan nokta, şair ve tüccar Rimbaud’nun Harar’ın kahvesini çok da beğenmemiş olmasıdır. Bir mektubunda Harar’ın kahvesinden “berbat” diye bahseder, “korkunç bir tat” ve “iğrenç” diye de ekler. Böyle bahsettiğine şaşmamalı; çünkü absent5 içtiği tüm o yıllar onun damak zevkini köreltmiş olabilir. Yerlilerin Rimbaud’ya keçi dışkısıyla karıştırılmış çekirdekler satmaktan hoşlanmaları da kahve konusundaki fikirlerine etki etmiş olmalı.
Birkaç fincan kahve içtikten sonra bir otele yerleştim ve Rimbaud’nun evini bulmak üzere otelden ayrıldım. Harar yaklaşık yirmi bin kişilik nüfusuyla küçük bir şehir. Minareleri orantısız camiler ve çamurdan kulübelerle dolu dar sokaklardan oluşan bir labirent. Caddelerin isimlerinin olmaması hemen dikatinizi çekebilir. Rimbaud’nun evi, şehirde en kolay bulabileceğiniz yer; çünkü oraya yaklaşan her yabancının çevresi anında rehberlik etmek isteyenlerce sarılıyor. Rimbaud’nun evine kadar bana rehberlik etmesi için kimseye para vermeye niyetim yoktu ve akla gelebilecek en tenha güzergâhı kullanarak Rimbaud’nun mahallesi olduğunu düşündüğüm yere fark edilmeden ulaşmayı başarmış, fakat kendimi çıkmaz bir sokakta bulmuştum.
Görünürde kimseler yoktu, bu yüzden temkinli bir şekilde “Kimse yok mu?” diye seslendim.
Tanıdık bir ses, “Buradayım,” dedi.
Duvarlardan birindeki çentikli bir boşluktan eğilerek geçtim ve bir taş yığınının üzerinde çömelerek oturan Rambo Adam’ı gördüm.
“Hele şükür!” diye bağırdı. “Sonunda gelebildin.”
Şimdiye kadar gördüğüm en tuhaf evlerden birinin önünde oturuyordu. Bu ev, Harar’ın tek katlı kerpiç kulübelerine kıyasla çok farklı görünüyordu. Üç katlı evin çatısı yan yana iki üçgen şeklinde yükseliyordu ve her yanı oyma işleriyle süslenmişti. Padavra6 kaplı çatının saçak pervazlarında zambak süslemeleri vardı ve pencerelerde kırmızı cam kullanılmıştı. Ev, adeta bir Grimm masalından fırlamış gibiydi. En tuhaf şey ise, evi çevreleyen üç buçuk metre yüksekliğindeki kerpiç duvarda benim geçtiğim aralıktan başka bir geçiş yeri olmamasıydı.
Adam şaşkınlık içinde bana bakıyordu. “Rehberin yok mu?”
“Rehber mi? Ne için?”
“Tamam, sorun değil.” Sarı bir kâğıt parçasını bana doğru salladı ve on birr7 istedi.
“Bunlar ne?” diye sordum.
“Biletler.”
“Bilet mi? Gerçek mi bunlar?”
“Al bak.” Biraz gücenmiş görünüyordu. Kâğıt parçasının üzerinde Bilet – Rimbaud yazıyordu. 10 Br. “Gerçek evi görürsün. Hükümet. Diğerleri gibi değil.”
“Rimbaud’nun başka evleri de mi var yani?”
“Hayır. Bir ev.”
Ücretini verdim, o da beni eski moda oval bir balkonla çevrelenmiş on beş metre yüksekliğinde tavanı olan, dar bir iç merdivenle çıkılan yaklaşık üç yüz metrekarelik büyük bir salona getirdi. Duvarlar elle boyanmış tuval “duvar kâğıtları” ile kaplıydı; fakat o kadar kirlenmiş ve parçalanmışlardı ki, o eski ve büyüleyici Paris bahçe manzaralarını ve hanedanlıkla ilgili imgeleri zar zor seçebiliyordum. Büyük toz parçacıkları havada uçuşuyordu. Mobilya adına hiçbir şey yoktu.
Büyük Fransız şair hayatının son günlerini bu acayip şatoda, yanında sevgili uşağı haricinde kimse olmadan geçirmişti. Hiç şiir yazmıyordu ve mektuplarında sürekli yalnızlıktan, hastalıktan ve maddi sıkıntılardan yakınıyordu. Hatta bu sıkıntılar yüzünden köleleri ve silahları Etiyopya imparatoruna satmak gibi talihsiz bir teşebbüste bile bulunmuştu. “Demirden uzuvlar… sert bakışlarla” memleketine geri döneceği kehaneti boşa çıkmıştı. Fransa’ya delirmiş halde ve beş parasız döndü. Sol bacağı kesilmişti. Kısa süre içinde de bilinmeyen bir enfeksiyon sebebiyle öldü.
Bir süre salonda dolaştım, ellerimi duvarlarda gezdirdim, balkona çıkıp dışarısını izledim. Muhitte kimse yaşamıyor gibi görünüyordu. Yırtık pırtık giysiler içindeki bir oğlan, kendisine bir şeyler söylediğim anda kaçıp gitmişti. Eski püskü duvar süslerinin aralarındaki yuvalarından güvercinlerin sesleri duyuluyordu.
Evden ayrılırken, adam Rimbaud’nun torunlarıyla tanışmak isteyip istemediğimi sordu.
“Kızlar vardı,” dedi.
“Rimbaud’nun kızları…”
“Rimbaud’nun çocukları mı vardı?” diye sordum.
“Hem de pek çok. Çok güzel kızlar… Çok genç…” dedi ve bir şeyler ima etmek istercesine durdu. “Rambo kız ister misin?”
Arthur Rimbaud’nun gayri meşru kızlarıyla yattığımı hayal ettim, anlatılmaya değer bir hikâye olurdu doğrusu. Buradaki tüm kadınlar gibi, o da güzel biri olabilirdi ve Fransız kökenli bir Etiyopyalıya yaraşacak şekilde son derece kendini beğenmiş de olabilirdi. Bu beni cezbediyordu. Fakat Rimbaud’nun ölümüne sebep olan şey, Hararlı bir kadından kaptığı belsoğukluğu değil miydi? Teklifi reddettim.
Kahve çekirdeklerini pazarda kavurmayın
(Sırlarınızı yabancılarla paylaşmayın.)
Göçebe Oromo kabilesi atasözü
HER GECE ŞEHİR DUVARLARININ DIŞINDA TOPLANAN SIRTLAN SÜRÜLERİNE, yemeleri için Harar’ın çöplerini vermekle görevli sırtlan adamları ararken Abera Teshone’yle tanıştım. Bu sistem, hayvanların şehre girmesini ve insanlara saldırmasını önlemek amacıyla uygulamaya koyulmuştu. Korkunç hayvanların yırtık pırtık kıyafetli adamlardan çöp almalarını gözlemlemenin Disney imparatorluğunu devirmesi pek olası değil, ama sistem bugün pek çok turistin ilgisini çekiyor.
Sol bacağı sağ bacağından daha ince olan genç Abera, bu etkinlikte bana rehberlik etmişti ve daha sonra da bira içmeye gittik. Harar’a neden geldiğimi merak ediyordu.
“Buraya pek turist gelmez,” diye açıkladı.
“Evet, fark ettim. Ben kahve hakkında bilgi edinmek için buraya geldim.” Birden aklıma bir şey gelmişti. “Baksana, ziraat öğrencisi olduğunu söylemiştin, değil mi? Kahvenin doğuşuyla ilgili ne biliyorsun?”
“Kaldi ve dans eden keçilerin hikâyesini biliyor musun?”
“Tabii ki,” dedim. Kahveyle ilgili bayatlamış mitolojik efsanelerden biridir. Şöyle anlatılır:
Kaldi isimli Etiyopyalı bir keçi çobanı, bir gün en iyi keçisinin dans ettiğini ve deli gibi melediğini fark eder. Bu, yaşlı erkek keçinin belirli bir bitkinin meyvelerini yemesinden sonra olur. Keçi çobanı da meyvelerden birkaçını ağzına atar ve çok geçmeden kendisi de dans etmeye başlar.
Oralarda dolaşan bir rahip bunu görünce çobana neden bir keçiyle dans ettiğini sorar. Keçi çobanı da durumu izah eder. Sonra rahip meyvelerden birkaçını evine götürür ve onları yedikten sonra uyuyamadığını fark eder. Tesadüfe bakın ki, bu rahip bütün gece süren, oldukça sıkıcı vaazlarıyla ünlüdür ve öğrencilerini uyanık tutmakta zorlanmaktadır. Meyvelerin uykusunu açtığını görünce, “dervişler” denen öğrencilerine vaazdan önce çekirdekleri çiğnemelerini söyler. Dervişlerin bir daha vaaz sırasında uykusu gelmez ve hayret uyandıran irfanıyla insanları sabaha kadar uyanık tutan bu büyük din adamıyla ilgili bu rivayet tüm dünyaya yayılır.
Bir şehir çocuğu olarak, Abera’ya keçilerin meyve yemesinin bana garip geldiğini söyledim. Normalde yapraklı şeyleri yemiyorlar mıydı?
“Hmm, evet, belki de öyleydi,” dedi. “Köylüler hâlâ bu şekilde yapıyor.”
“Kahveyi yapraklardan mı yapıyorlar?”
“Evet. Ona da kati diyorlar.”
“Gerçekten mi? Denemek isterim. Belki de bir kafede…”
“Yok, öyle değil,” diyerek güldü. “Kati sadece evde içilir. Bugünlerde Harar’da bunu içen neredeyse kimse yoktur. Ogadenlileri ziyaret etmelisin. Onlar hâlâ içiyorlar.”
“Nerede yaşıyorlar peki?”
“Ogadenliler mi? Şu an Jiga’da yaşıyorlar.” Söylerken bir hastalıktan bahsediyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. “Fakat oraya gitmemelisin. Çok tehlikeli. Ah o Somalililer, ah o Ogadenliler yok mu… Çok küstah ve kabalar!”
“Neden? Sorun ne?”
“Kaba insanlar!” Ogadenlilerin görgü kurallarından yoksun oluşu Abera’yı çileden çıkarıyordu. “Neden mi, çünkü daha kısa bir süre önce oraya giden bir otobüse kötü bir şey yaptılar. Otobüsteki herkese.”
“Kötü mü? Ne kadar kötü?”
“Ne kadar mı kötü? Hepsini öldürdüler!”
“Bu oldukça kötü,” diyerek ona katıldım.
Abera’nın anlattığına göre, Ogadenli eşkıyalar Jiga’ya giden bir otobüsteki herkesi otobüsten indirmiş ve her birinin Kuran’dan bir ayet okumasını istemişti. Okuyamayanlar kafalarından vurulmuştu. Çölde yaşayan göçebe Ogaden kabilesinden binlerce kişi, Somali hükümetinin çökmesi sonucu kısa süre önce mülteci yerleşim yerlerine gitmeye zorlandı. En büyük mülteci kampı, Etiyopya – Somali sınırındaki Jiga’nın yakınındaydı, bu nedenle de tüm bölgede gerilla faaliyetleri oldukça fazlaydı. Ölü Amerikalı askerlerin sokaklarda sürüklendiği Mogadişu’daki son karışıklıklar, Ogadenlileri özellikle Amerikalılara karşı düşman etmişti. Durum o kadar içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki yardım kuruluşları vurulacakları korkusuyla artık Jiga’ya beyazları göndermiyordu.
“Yabancıların oraya gitmesi çok tehlikeli,” dedi. “Peki, sen neden gitmek istiyorsun?”
“Sadece bir fincan kahve içmek istiyorum,” dedim. “Hiç Jiga’ya gittin mi?”
“Berbat bir yer.” Abera Jiga’yı küçümsüyordu. “Gitmeni asla tavsiye etmem,” dedi.
HARAR’DAN JİGA’YA, SÖZDE “HARİKALAR VADİSİ” ÜZERİNDEN GEÇTİĞİMİZ iki saatlik keyifli bir yolculukla vardık. Yine de vadiyi harika yapan şeyin ne olduğunu anlayamadığımı söylemem gerek. Abera, eşkıyalardan korktukları için şoförlerin öğlen ikiden sonra Jiga’dan dönmek istemedikleri konusunda beni uyarmıştı; ben de bu yüzden sabah beşte yola çıkmıştım. Gece Jiga’da konaklamayı düşünmüyorsam (ki düşündüğüm takdirde gece vakti silah zoruyla soyulma ihtimalim çok yüksekti), yolculuğuma erken başlayıp öğleden önce Harar’a dönmemi önermişti. Birinin beni misafir etmesinin aptalca olacağını düşündüğü ortadaydı. Acaba biraz paranoyak mıydı? Muhtemelen. Her hâlükârda, bu saatte yolculuk yapmak güne başlamanın harika bir yoluydu. Ancak, biz çöle varana kadar hava o kadar ısınmıştı ki, yolcuların bazıları gömleklerinin altındaki tabancaları çıkarmak zorunda kaldı.
“İnsanın başı bir kez vuruldu mu, gülün başı gibi yeniden çıkmaz.” Sir Richard Burton 1854’te bir İngiliz subayına buraya gelip gelemeyeceğini sorduğunda, subay bu karşılığı vermişti. Cümle zihnimde yankılanıp duruyordu. Burton’ın arayışıyla benimki arasındaki paralellikler artık ürkütücü olmaya başlamıştı. İkimiz de Orta Afrika’daki o gizemli “su kaynakları”nı arıyorduk. Benim gizemli su arayışım birkaç kahve çekirdeğini de içeriyordu, fakat bunun dışında ikimiz de aynı şeyi arıyorduk. Burton, Nil’in nerede başladığını öğrenmek istemişti; ben de nehrin bazı kollarının nerede bittiğini öğrenmek istiyordum. Burton, bir yanağından girip diğerinden çıkan bir Somali mızrağıyla yaralanmıştı; işte tam bu noktada paralelliklerin sona ermesini umuyordum.
Jiga, düzleştirilmiş Shell markalı yağ bidonlarıyla inşa edilmiş kulübelerle dolu, tozlu bir yerdi. Gördüğüm ilk kapıdan içeri girdim ve çatlak fincanların olduğu bir tepsi gördüm.
Hem Amharca hem Arapça olarak “Kati?” diye sordum. “Katiniz var mı?”
Kadın eski püskü hasırdan fötr şapkamı işaret ederek kıkır kıkır gülmeye başladı. Başka bir kafeye gittim. Gittiğim sonraki yerlerde olduğu gibi kafe sahibi beni kovdu. Sokağa ne zaman adımımı atsam, kaygı verici bir kayıtsızlıkla beni süzen bir seksenlik başka bir kemik torbası görüyordum. Erkekler tüfek taşıyor, kadınlar rengârenk başörtüleri takıyorlardı. Galiba bunlar Ogadenlilerdi.
Kefalılar yalnızca kralın kahvesini demlemekle kalmayıp, kahveyi kralın ağzından içeri döken dünyanın ilk baristalarının, Tofaco olarak adlandırılan bir sosyal sınıfın, oluşumuna da sebebiyet vermiştir. (yazarın notu)