Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tımarhane»

Yazı tipi:

Akşamüzeri tımarhaneden kaçan yedi kişi ertesi gün öğlene doğru ıssız bir çöle vardı. Tam yedi kişiydiler. Kılavuzları İmparatordu, diğer altı kişiden en yaşlı olanı ise gözlük takan eski bir oyuncuydu. Onun gerçek ismini kimse bilmiyordu. Fakat diğerleri ona Lir diye hitap ediyordu. Yaşı epeyce ilerlemişti. Kır saçlarını ensesine kadar uzatmıştı. Sinirlenip çıldıracak gibi olduğu zamanlarda o bildik uzun monoloğuna başlar onun da sonunu getirmez, acı hatıralarına dalar, malını mülkünü çalıp götüren kızlarına ve hayırsız damatlarına ağız dolusu küfürler yağdırır, bağırıp çağırırdı. Onu tanıyanlar Lir’in çapkın birisi olduğunu, onun hayatına giren kadınların ve bu kadınlardan olan çocukların sayısının belirsiz olduğunu söyleyip dururlardı. Lir’in tanıdıklarından birisi ona zina ettiği için cehenneme girebileceğini söyleyince Lir bu lakırdıyı edenle hem dalga geçer hem de “Hani, nerede sizin cehennem, oraya gidecek olsaydım çoktan giderdim.” diyerek onu paylardı. Ayrıca Lir’in kutsal kitapta kıyametin anlatıldığı sayfaları yırtarak ayaklarıyla çiğnediği de söylenirdi. Tanrı’yı tanımaz, kuldan utanmaz, aklını yitirmiş bu yaşlı adam da diğer altısıyla birlikte yola çıkmıştı.

Bu yedi kişinin arasında en genci Kozuçak idi. Henüz yüzündeki ergenlik sivilceleri kaybolmamış zayıf bir çocuktu. İsminin ne zaman ve kim tarafından konduğunu kendisi dâhil kimse bilmezdi. Biri “Kozuçak!” diye seslendiği zaman “Benim!” der gibi bakardı ona. Aralarında iki de kadın vardı. Birisi yaşı elliyi çoktan geçmiş, saçları beyazlamaya başlamış olsa bile daha gücünü yitirmemiş olan Tais Afinskaya idi. Yağlı saçlarını en son ne zaman taramış olduğunu kimse hatırlayamazdı. Onun da gerçek adını kimse bilmezdi. Kadının hastanedeki dosyasında mesleği filozof olarak geçiyordu, ayrıca kadının birkaç yabancı dil bildiği de yazıyordu bu kâğıtta. Teşhisi “Şizofreni. Duygulanım bozukluğu.” olarak geçmekteydi. İsmi Kleopatra olan ikinci kadın ise daha genç, daha çekici, uzun boylu, güzel burunlu ve beyaz tenliydi. Yirmili yaşların ortasındaydı ve grubun en az konuşanı o idi. Kleopatra ismini ona başhekimin verdiği söylenir ve Kleopatra gerçek adını kimseye söylemek istemezdi. (Son günlerde gerçek adını kendisi de unutmaya başlamıştı). Bir zamanlar bir paşanın veya önemli bir bürokratın oğlu bu kıza âşık olmuş, paşanın karısı ilişkilerini öğrenir öğrenmez kızdan kurtulmanın çaresini aramış ve son çare olarak kızı tımarhaneye kapattırmıştı. Kadın oğlunu komşu ülkeden bir paşanın kızıyla evlendirecekti. Bu olayın iç yüzünü tam olarak kimse bilmiyordu.

Kleopatra’nın bu gruba katılması herkesi şaşkına çevirmişti. Kozuçak ona şafakta gizlice uzun bir yola çıkacaklarını söylediğinde “Bir yolu varsa beni de yanınıza alır mısınız?” demiş, Kozuçak da öbür yol arkadaşlarına söylemeden Kleopatra’yı yanına almıştı. Hiç olmazsa aralarında eli yüzü düzgün birisinin olması hoşuna gidiyordu. Zaten kıza gönlünü kaptırmıştı. Kleopatra’yı tımarhaneye getirdikleri gün onu ilk fark eden Kozuçak olmuştu. Görür görmez kızdan hoşlanmıştı. Kozuçak, kızın ambulanstan (sarı araba) indirilirken hıçkıra hıçkıra ağladığını, “Ben burada kalmam.” diye yerleri tekmelediğini, her şeyi savurup tımarhane çalışanlarının önlüklerini yırttığı o günü dün gibi hatırlıyordu.

Kozuçak tımarhaneden kaçmayı çok önceden planlamıştı. Ama tımarhaneye bir rüzgârın savurup getirdiği bu güzel kızın gelmesiyle planlarını gözden geçirmeye karar vermişti. Her şeyi, çekeceği bütün zorlukları göze almıştı. Onu yanına almasının nedeni de buydu. Tımarhaneden kaçacağını da onu yanında götürmek istediği için ona söylemişti zaten. Kız da kaçmak istediğini söyleyince Kozuçak hemen kıza kaçma teklifinde bulunmuş, diğerlerine ise bundan hiç bahsetmemişti. Artık geriye dönüş yoktu. O kadar çok yol yürümelerine rağmen Kleopatra bir defa bile şikâyet edip zorlandım demedi. Kleopatra’yı bir zamanlar koca bir yılanın soktuğunu, sonrasında da kızın hastalandığını duymuştu Kozuçak. Rahatsızlığı tedavisi olmayan bir hastalıktı. Bu yüzden tımarhaneye kapatıldığı söylenirdi. Fakat gerçekten bir yılan mı soktu yoksa zorla mı iğne bağımlısı yaptılar kimse bilmezdi. Akıl hastalığı teşhisiyle tımarhaneye kapatılmıştı. İki yıldır da ziyaretine kimsenin geldiği yoktu. Sıradan kendi halinde bir ailenin kızıyken her şey bir anda değişmişti. Anne ve babası için de bütün bunlar çözülemeyen kocaman bir muammadan ibaretti. Paşanın oğluna âşık olan kızlarının ne hayatta olduğundan ne de öldüğünden haberleri vardı. Fakat nedense mütemadiyen fötr şapkalı bir adam kızın ziyaretine gelir ve sadece uzaktan onu izlerdi. Fötr şapkalı geldiğinde genellikle kızı başhekimin odasına getirirler ona birisi tarafından sorular sorulurdu. Esrarengiz ziyaretçi ise köşedeki koltuğa oturarak sessizce olan biteni izlerdi. Kleopatra onun kim olduğunu, nereden geldiğini, ne iş yaptığını merak ederdi. Sohbetin sonunda kızdan Japonca bir şiiri ezbere okumasını isterlerdi. Kız alışık olduğu bu soru karşısında duraksamadan şiiri ezberden okumaya başlardı.

Ne kadar da parlıyor.

Ne kadar da parlıyor.

Ne kadar da parlıyor.

Ne kadar da parlıyor

Ay…

Kız şiire nazik sesini, özlemlerini, tertemiz duygularını katarak okurdu. Grubun geride kalan iki üyesine gelince, onların da hikâyesi çok ilginçti. Birinin adı Cengiz Han ikincisinin adı da Büyük İskenderdi. İkisinin de tımarhaneye ne zaman getirildiklerini kimse bilmiyordu. İşin en ilginç tarafı ise bu son üçünün Kleopatra’ya da, Cengiz Han’a da, Büyük İskender’e de konulan teşhisin aynı olmasıydı. Üçü için de düzenlenen dosyalarda doktorların yazdıkları açıklamalar “Yılan soktuktan sonra…” diye başlıyordu.

Issız bir çölde, sıcakta tımarhaneden kaçan yedi kişi yola koyuldular. Artık onlar deliler ülkesinden uzaktaydı. Yedi kişinin gideceği yer Kutsal Topraklar idi…

Yedi kişi; İmparator, Cengiz Han, Kozuçak, Büyük İskender, Kleopatra, Lir, Tais Afinskaya…

Önde İmparator, elindeki değneğe yaslanmış kendi kendine bir şeyler mırıldanarak yürüyordu. Tımarhaneden kaçarak kutsal topraklara gidip Tanrı’ya tövbe etmek, af dilemek ve günahlarından kurtulmak gibi amaçlar bu yedi kişiyi birleştirmişti. Bitmek bilmeyen uzun yolda yürüyorlardı. Arkada bir sürü dağ geçitleri, sular, ıssız tarlalar, yemyeşil vadiler, yaylalar kalmıştı. Değeceğini düşündükleri için bütün zorluklara katlanarak yola devam ediyorlardı. Acıkmalarına rağmen yürüyorlardı. İmparator’un dediğine göre Kutsal Topraklara ulaşan insan bütün günahlarından kurtulur, hayattan zevk alarak yaşardı. Yorgun düşüp de şevkleri kırılır gibi olunca tımarhaneden tamamen kurtulacaklarını hatırlayıp tazelenen büyük bir istekle yola koyuluyorlardı. Bunlar, kaşları çatık İmparator’un, kılıcıyla dünyaya baş eğdiren Cengiz Han, Asya’yı ayaklarına kapandıran Büyük İskender, erkekliğine düşkün Lir, kadının sürtüğü Tais Afinskaya, cazibe timsali Kleopatra isimlerini alalı çok zaman geçtiği için kendi adlarını unutmuşlardı. Gerçek adlarını hatırlayamayıp deliler ülkesinde bırakarak, başhekimin verdiği isimlerle kutsal topraklara gidiyorlardı. Bir tek hâlâ çocuk sayılabilecek olan Kozuçak’ın adının kendine ait olduğu söylenebilirdi.

Yol gösteren İmparator kutsal topraklara hiçbir zaman gitmemişti ama güneşi takip ediyor, bir şekilde kaybolmadan hepsine göz kulak olmaya çalışıyordu. Uzun yola dayanamayan Kleopatra’ya Kozuçak yardım ediyordu. Elinden tutuyor, gölgesiymiş gibi hep onun yanında yürüyordu.

Sabaha karşı büyük çöle ulaştılar. İmparator’un kemerine bağladığı şişedeki su güneş daha yükselmeden ısınmıştı. Bunu ağzını çalkalarken hissetti. Bu kumluk, yolun en zor kısmıydı. Uçsuz bucaksız çölden sonra yemyeşil vadiler başlıyordu. Oradan da kutsal topraklara kadar çok az yol kalıyordu. En azından İmparator öyle zannediyordu. Aslında yolun ne kadar uzayacağını, kendilerini ileride nelerin beklediğini kendisi de bilmiyordu. Ötekilerin bundan haberi yoktu. Sıcakta iyice ısınmış kumdan ayakları yanıyordu. Yalın ayak yürümek çok zordu. Ve nihayet kocaman bir kaktüs gölgesi bulup sere serpe uzandılar.

Tais Afinskaya’nın başına güneş geçmiş gibiydi. Durduk yere sırtındaki çantasını yere atıp vücudunu kapatan eteğini yukarıya kaldırarak bağırmaya başladı:

– Lânet olsun, biz nereye geldik? Bir taraftan da eteğini savuruyor, kirli ve kırışmış bacaklarının görünmesine aldırmıyordu. “Her yanım terledi! Burası neresi? Taklamakan mı? Gobi Çölü mü ya da Sina Dağı mı? Malakum mu? Karakum mu? Neresi?”

Tais Afinskaya uzun zamandır yıkanmamıştı. Yağlanan saçları öylesine iğrenç kokuyordu ki yanında durmak dayanılacak gibi değildi. Ara sıra çenesinin düştüğü zamanlarda eski günleri anlatırdı. Önceden bir filozofmuş, ayrıca çok iyi yabancı dil biliyormuş. Daha sonra hastalanmış ve beyni zarar görmüş. Sonra ise kötü yola düşmüş.

Tarihe mal olmuş namlı fahişe Tais Afinskaya’nın ismini almasının bir hikâyesi vardı. Söylentiye göre bu sürtük kadın evli bir adamla ilişkiye girmişti. Adamı kendine o kadar âşık etmişti ki günün birinde “Eğer beni gerçekten seviyorsan evini yak!” demiş, adam da hiç düşünmeden evini yakıvermişti. Bu olay bütün şehirde bir süre konuşulmuştu. Bir zamanlar Büyük İskender’in dostu Ptolemaios da ünlü metresi Tais Afinskaya için bütün bir şehri yakmıştı. Bu şehir, bir kadının isteği uğruna yakılarak yerle bir edilmiş bir şehir olarak tarihe geçmişti. Filozof kadına bu yüzden Tais Afinskaya ismini vermişlerdi. Kadının hayatıyla ilgili kimse başka bir şey bilmiyordu. Tımarhaneye kapatılalı üç yıl olmuştu. Akli dengesi yerinde değildi. Diğer hastaların kaçacağını duyunca o da peşlerine takılmıştı.

TAİS AFİNSKAYA

Atar damarına batırılan iğneden sonra bayıldı. Gözlerinin önünde kopkoyu bir sis perdesi oluşmuştu. O koyu sisin öbür tarafında bulanık görülen olayların, insanların siluetlerini daha net bir şekilde izlemek, onlara karışmak istedi. Eğer onlara ulaşamazsa sisle birlikte havada kaybolup gideceğini düşündü. Koyu sis içinde incecik, göz alıcı bir ışık gördü. O ışıkla konuşmaya başladı. Işığın sesini de hemen tanımıştı. Eğer ışıkların konuşma yetisi olsaydı herhalde böyle konuşurdu. Kulağında çınlayan ses ona soruyordu:

– Ölüme hazır mısın?

– Hayır, hazır değilim, ben yaşamak istiyorum diye cevap verdi.

Işık:

– Geçmiş günlerinden hangisini bana anlatmaya hazırsın, dedi.

Heyecandan hangisini anlatacağını bilemedi. Hatıraları göz önünde uçuşuyordu. Ama nedense birini bile yakalayamıyordu. Işık tekrar seslendi:

– Anlatacak hiçbir şeyin yok galiba, hatırlamaya çalış!

Hatırladığı olayları anlatmak istiyordu ama o olayların içerisinde kendisini buluyordu, hangisini anlatsaydı acaba? Bunu mu, yoksa şunu mu? Kendi kendine sorular soruyordu. Anlatacak bir şey bulamayınca ışık ondan ümidini kesti. Sonra da:

– Sen hiç kitap okur musun, diye sordu.

– Ben mi? Benim okumadığım kitap yoktur.

– En son hangi kitabı okudun, dedi Işık.

– En son mu? Bir saniye, hatırlayamıyorum, ne hakkındaydı o kitap? Dilimin ucunda. O kitabı bana bir yazar vermişti. O kitabın adının “Kutsal” olduğunu söylemişti. Evet, evet, kutsal kitap demişti. Kitabı okuyan kişi tımarhaneye girer ve bir daha çıkamadan orada ölür demişti. Nereden bilebilirdim ki. Şimdi görüyorum ki yalan söylememiş. Gerçekten de kitap kutsalmış. O yazarla meyhanede karşılaşmıştım. İlk gördüğümde yüzü çok tanıdık gelmişti. Uzaktan insanı kendine çeken bir cazibesi vardı. Elindeki bardağı bana uzatarak:

– İç, demişti.

– Cebimdeki son paraya aldım. Paylaşarak içelim.

Zaten kafam güzel olduğu için mi bilmiyorum ama birbirimize çabuk ısındık. Birayı da bir yudumda bitirdim.

– İyi mi, diye sordu.

– Kahretsin! Ekşimiş! Sen beğendin mi, dedim.

– Benim için fark etmez. Bira olsun yeter. Bir bardak daha olsaydı güzel olurdu. Sende para var mı? Varsa eğer birer bardak daha alalım. Ne dersin?

Dünkü yüz liradan kalma bir lira demir para vardı. Bu parayı dün birlikte gecelediğimiz adam bırakmıştı. Çok mu ucuza sattım kendimi? Ondan bir önceki gece de kimseyi bulamadığım için ucuza yapmıştım bu işi. Gerçi bir gecede yüz lira kazanmak da kolay değildir. Bu yüz liradan sadece bir lira kalmış. Bu parayla ne kadar bira alabilirim ki? O yüzden adama yalan söyledim. Bir kuruşumun bile olmadığını söyleyip yemin ettim. Bunu duyunca yabancı sinirlendi.

– Paran yoksa niye geldin? Zaten hâlim kötüydü, bir de sen nereden çıktın karşıma? Defol git, dedi.

Ben de sinirlendim. Bir lira demir parayı hınçla masaya vurdum:

– Al! Bu da yarım bardak biranın ücreti! Bir kuruşa zehir mi içeceksin, bira mı içeceksin, ne içeceksen iç.

– İşte bu! İşte bu! Bir liraya iki bardak alırız. Elindeki boş bardağı sıkıca kavramış kırmak ister gibi tutuyor bir yandan da ağzı salya sümük konuşuyordu.

– Ee, hatun, anlat bakayım, kocan var mı senin?

– Kocam mı? Ne kocası be!

Bu soru çok komik gelmişti bana. Elimde olmadan bir kahkaha atıverdim. Neden olduğunu bilmeden o da kahkaha attı.

– Bana yüzü tanıdık gelen her erkek kocamdır, anladın mı? Hepsi!

Yabancı gülmeyi bırakarak:

– Ya ben? Ben tanıdık geliyor muyum sana? Bana da bakar mısın? Hay senin…

Hem gülüyor hem de küfür ediyordu. Gözlerimin içine bakarak:

– Bana baksana! Sen hâlâ güzel ve sıcak görünüyorsun. Bu geceyi birlikte geçirelim, olur mu, dedi.

– Ya yarın? Yarını da birlikte geçirecek miyiz? Bir erkek öyle kolay kurtulamaz benden. Bunu unutma sakın. Ama sana şunu söyleyeyim, benim öyle senin gibi cebi boş adamlarla işim olmaz. Bir gece için ne kadar vereceksin? Yüz lira verecek misin?

Yabancı adam kaşlarını çatarak:

– Yüz lira sana vereceğime üç şişe alır keyfime bakarım. Ben senin gibileri çok gördüm. Hepiniz aynısınız, dedi.

Bir taraftan da yere tükürüyor ve ağır küfürler ediyordu. Çok geçmeden gözleri ışıl ışıl parlayarak iki bardak bira getirdi ve sanki cebinden para harcamış gibi masaya vurarak koydu.

– İç gitsin! Hayat böyle daha güzel!

Umarsızca güldüm. Sanki içimden birisi gıdıklıyormuş gibi geldi bana. Bu adamı gittikçe beğenmeye başlıyordum. İkide bir küfür edip duruyordu. Ama ben böyle şeylere alışığımdır. Böyle ağzından küfür fışkıran erkeklerden hoşlanırım. Terbiyelilerini de gördük. Geceyi seninle geçirdikten sonra “Benimle olduğunu kimseye söyleme, hiç kimseye!” diye yalvarırlar. Niye söyleyeyim ki! Yine de sürekli korku içindeler. Ama bunun öyle bir sorunu yok. Küfürden başka bildiği bir şey yok. Bardaklardaki birayı ikimiz de bir yudumda devirdik.

– Ee, ne diyoruz o zaman? Birlikte geceliyor muyuz? Haydi, söyle ne söyleyeceksen. Bugün buradayım, yarın yokum, ona göre. Benim gibi bir erkek nadir bulunur.

Bir taraftan da yılışıyor, yetmezmiş gibi ağır küfürler ediyordu.

– Sen kim oluyorsun ki dedim, söyledikleri hoşuma gitmemişti.

– Ben mi, diye cevap verdi. “Ben bir yazarım. Yazar”.

Bunu duyunca kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım.

– Eğer bunun gibiler yazarım diyorsa vay halimize! Erkek gibi erkekmişsin aslında da şu sesin sana hiç yakışmıyor. Biliyor musun? Erkek sesli kadın sürtüktür, kadın sesli erkek de güçsüzdür.

Gerçekten de sesi bir kadın sesine benziyordu. Üstelik yazara benzer bir hali de yoktu. Eğer yazarlar bunun gibiyse bitmişiz demektir, bizde hiç yazar kalmamış demektir.

– Hangi kitabı yazdın? Kitabın var mı? Belki bir gün okumak isterim.

– Benim mi, kutsal kitabı ben yazdım.

Şaşırarak:

– Hangi kutsal kitabı yazdın, diye sordum.

Kulağıma doğru eğilerek insanın sinirlerini bozan kısık bir sesle:

– O kitabı insanlar gizlice okurlar. Eğer okurken birileri görürse bitti. Ya hapishane ya da tımarhane! Dört yanın duvar. Demirden kapı. Hayatta çıkamazsın, dedi. Nedense vücudumu bir titreme sardı.

– Kitabın ne hakkında? Doğru düzgün bir kitap değil galiba!

– Öyle bir kitap ki! En başındaki beş sözcük gökten indi. Gerisini ise ben yazdım. İnsanoğlunu da bu dünyayı da ancak bu kitap kurtaracak. Bu kitapta kurtuluşun formülü var. O formülü insanlığa ulaştırmalıyız. Eğer ulaştıramazsak göreceğimiz gün, kıyamet günüdür. Bunu anlatmak için neler yapmadım nerelere gitmedim ki ama kimse anlamak istemedi. Hatta beni tımarhaneye soktular. İnanmıyorsan bak, üzerimde tımarhane elbisesi var.

Rusların dediği gibi “Dünya büyük bir tımarhanedir. Biz de o tımarhanenin hastalarıyız!” Bizi iğnelerle beslerler. Küçük kapsüller içirip küçük ölçülerde elektroşok vererek işkence yaparlar!

Böyle işte, dedi işaret parmağını yukarıya kaldırarak, – Anladın mı?

Sonra da inanmam için ceketinin içindeki çizgili gömleğini gösterdi ve konuşmasına devam etti:

– Eğer birisi bu evrenin sırrını çözerse delirir. Onu deli edenler de evrenin sırrını öğrenmek istemeyenlerdir. Akılsız ve saflar hiçbir zaman deli olamazlar, onlar ancak kandırılmayı bilirler. Çünkü başka bir şeye akılları ne erer ne de yeter.

Bardağından koca bir yudum aldı. Bana küçümseyerek baktı ve derince bir nefesten sonra konuşmaya devam etti:

– Her insanın kendine özgü bir kıyameti vardır. Bu ne demek biliyor musun? Birisi giderse onun yerine başka birisi gelir ve bunun sonu yoktur. Hayat dediğin, böyledir. Vücudu ve sesi o kadar uyumsuzdu ki bu ses bu vücutta nasıl var olmuş onu düşünüyordum. Rusça konuşmaya devam etti:

– Mesela roketin “babası” sayılan Tsiolkovski, o da bir delidir. Tam bir delidir! Ne demiş biliyor musun? İnsan öldükten sonra vücudunun atomları bütün gezegene dağılır sonra da başka bir varlığa yerleşerek ikinci hayatına başlar. Eğer ölen kişi mutlu bir hayat geçirdiyse onun atomları da mutluluk taşır ve yeni varlığın hayatı da mutlu olur. Eğer atomlar mutsuzluk taşırlarsa o zaman tam tersi olur. İşte bu yüzden insanoğlunun görevi bütün dünyadaki mutsuz hayatlara son vermektir demiş. Duydun mu? Tsiolkovski mutsuzlar yok edilmeli demiş. Yani, yarı canlı hastalar, özürlüler, deliler ve vahşi hayvanlar… Bunu ancak bir deli söyleyebilirdi. Al sana roketin “babası”! Altı çocuğundan ikisi kendini asarak intihar etti!

İşte böyle! Biliyor musun? Bu deli benim kitabımı okumuş olsaydı bu olaylar yaşanmazdı. Roketini gökyüzüne değil de insanlara doğru yönlendirmiş! Tolstoy’u, ölmeden önce ormana cinlerin götürdüğünü mü sanıyorsun? Hayır! Ölmeden birkaç gün önce benim formülümü çözdü ve Tanrı onun kalbini kendisiyle birlikte götürdü. Tanrı da üstün zekâlıların ölümünü istemez. Üstün zekâlılar ikinci bir hayat yaşamaya hak kazanırlar. Bu dünyada insanların zekâsına bakılmaz. Siyah da beyaz da hepsi eşit. Böyle insanların ruhuna Tanrı’nın ihtiyacı yoktur. İnsanların ruhu ölmez, onların ruhu ikinci hayatını yaşayacaktır. Mesela Pisagor’un öldükten tam 216 yıl sonra dirildiğini biliyor muydun? Tanrılar ona öleceği an “Ölümsüzlükten başka ne istersen iste, fakat ölümsüzlüğü isteme!” demişler. Pisagor ne yapmış? “Yaşarken de öldükten sonra da aklımı ruhumdan ayırmayın!” diye yalvarmış. Tanrılar bu isteğini kabul etmişler. Ölmüş ama zekâsını kaybetmemiş ve hafızası yaşanılan her şeyi zihninde saklamış. Pisagor’un ruhu Euphorbus’a, Germotim’e geçti. Germotim öldükten sonra ruhu Pirus adlı balıkçıya geçti. Pirus öldükten sonra ruhu tekrar kendi bedenine yerleşti. Tam 216 yıl sonra… Pisagor yaşanan olayların tümünü, ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Ben de onun gibi uzaysal bir zekâya sahibim, evrenin, insanoğlunun ruhunu harekete geçiren Demiurgosum! Benim kalbimin yarısı gökten, yarısı da yerden yaratılmıştır. Kutsal kitabım da gökten inmiş sözcüklerle başlar. Benim gibiler ölmezler, sadece gözden kaybolurlar. Az bir zaman sonra ben de gözden kaybolacağım. Tek sıkıntım tımarhane. Beni gökten de yerden de mezardan da bulup getirip tımarhaneye sokuyorlar. Bir türlü bu lânet tımarhaneden kurtulamıyorum. Kurtulduğum gün gökten melekler inecek ve beni alıp götürecekler.

Söylediklerinin bazıları inandırıcıydı ama bazıları bana zırva gibi gelmişti. Üstelik biradan başım dönüyordu. El ele yürüyerek benim eve geldik. Yol boyunca ondan kutsal kitabı göstermesini istedim. Ama buna razı olmadı. “Niye?” diye sorduğumda yüzüme baktı ve konuyu kapattı:

– Sen büyük günahlara girmişsin, o yüzden. Günahı büyük olanlar o kitabı açar açmaz kitabın içindeki yazıların hepsi silinir, dedi.

Sabaha kadar uyumadık. Çok yorulmuştum. Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gizemli adam sabah erkenden gitmişti. Giderken de kitabını ardında bırakmış. Bilerek mi bıraktı yoksa unuttu mu anlayamadım. Yatağımın altında sert bir şey hissettim. Bakmaya üşendim açıkçası. Üstelik gece boyu gözümü hiç kırpmamıştım. Benim yatağımın altındaki her şey benimdir diyerek biraz daha uyumayı düşündüm. Ama ne uyuyabildim ne de kalkabildim. Bayağı zaman geçmesine rağmen yatıyordum. Bu kadar yorulmuş olmasaydım çoktan kalkardım. Bugüne kadar böyle bir erkek görmedim. Onun da bana iki üç kere:

– Senin gibi bir kadın görmedim, dediğini gülümseyerek hatırladım.

Ne erkekler görmüştüm ama hiçbirisi beni böyle mutlu etmemişti. Hem de hiçbirisi. İlk söyleyen o oldu. Bu sözleri duyduğumda dişilik hormonlarım kabarmış, kendimi öyle iyi hissetmiştim ki bir anlığına da olsa başka bir insanı mutlu edebildiğimi düşünmüştüm. Mutluluk nedir ki? Mal mı, elbise mi ya da kuru kuruya yaşamak mı? Bunlar değildi mutluluk, mutluluk sevmekti, el ele sıkıca tutunmak ve sevmekti. O an kafamdan geçenler tamı tamına böyleydi. Vakit öğleye yaklaşıyordu ama tembellik yapıyor, yataktan kalkmak istemiyordum. O dakikalarda dilimin ucunda yaşadığım hayatın tadı vardı, bunu bozmayacaktım, kendi kendime bunu bozmamaya yemin bile etmiştim. Çünkü yataktan kalktığım an bu tadı kaybedecekmişim gibi bir his vardı içimde. Sabahtan beri bu düşüncelerle ne uyuyabiliyor ne kalkabiliyorken yazarın giderken bıraktığı kutsal kitabın üzerinde yatıyordum. Çok ilginç bir andı. Gözlerimi ne zaman kapasam bana söylediği o tatlı sözler aklıma geliyor, kulaklarımda yankılanıyordu.

– Yaktın beni, yaktın! Kimse bu kadar yakmamıştı beni, fakat sen yaktın, diyordu. Sözleri kulağıma öylesine tatlı geliyordu ki bana “Güzellik nedir?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bunu ciddiye almamış, öylesine bir cevap verip geçiştirmiştim. Bana bakıp: “Güzellik sensin.” demişti. Üzerimdeki yorganı sıyırmış vücuduma sırıtarak bakarken kendini alamamış ve ışığı açmıştı. O an çok utanmış ve yorganı kendime doğru çekmeye çalışmıştım. Yorganı elimden kapmıştı. Ayaklarımdan tutup çok güzel bir tabloyu seyreder gibi bakmıştı. Öyle içten bakıyordu ki ben bile kendimi çok beğenmiştim.

– Rambrant’ın çizilmemiş eseri işte bu, diyor beni gösteriyordu.

Kel yazar beni birilerine benzetiyordu, fakat kime olduğunu bulamıyordu. Sonradan hatırlayınca sevincinden kendini alkışladı.

– Hatırladım! Biliyor musun, kime benzediğini? Sen Tais Afinskaya’ya benziyorsun! Onun kim olduğunu biliyor musun? Büyük İskender’in metresi, Mısır Padişahının da karısıydı.

– Büyük İskender’in metresi, aynı zamanda Mısır Padişahının karısı mıydı? Ben de öyle bir mutluluk yaşamak isterdim, dedim.

– Kadınlar çok kurnazdır! Alionora Akvitanskaya adlı kadın ise aynı zamanda iki kralın da karısıydı. Hem İngiltere Kralının hem Fransa Kralının.

– Ben senin gibi bir kadın görmemiştim, diye devam etti.

Ben ne erkekler gördüm bugüne kadar. Ama hiçbirine bu kadar ısınmamıştım.

Bunları düşünerek yatıyordum ki kapı çaldı. Yazarın geldiğini düşünerek sevinmiştim. “Erkekler için sadece bir gecelik kadın ama bu inatçıyı bir şekilde geri dönmeye ikna edebilmiştim, demek hâlâ bir erkeği etkileyecek kadar sıcaklık varmış bende.” diye düşünmüştüm. Kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. İçimden “Ne bekliyorsun, gir artık.” diye geçirdim. Kalkıp onu yaka paça yeniden yatağa atmak istiyordum. Fakat ben bir kadındım ve bunu yapacak olursam kendimi küçük düşürmüş olurdum. Gece çok hoşuna giden ayaklarımı yorganın dışına çıkararak hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi yatmaya devam ettim. Altımda dün gece ardında bıraktığı kitabı belimle hissediyordum. Kalkıp kitabı oradan almaya üşendim. Kapı açıldı. Birbirine tıpatıp benzeyen kıyafetler içinde iki adam içeriye girdi. Biri uzun diğeri ise kısa boyluydu. Baştan aşağı karalar içinde siyah eldivenli, siyah gözlüklü bu adamları görünce çok korktum. Yorganı üzerime çekerek toparlandım ve o telaşla bu gelenlerin kim olduklarını anlamaya çalışıyordum.

– Hey kadın, dedi uzun boylu olan, kim geldi bugün sana?

– Öncelikle, benim adım kadın değildir, ikincisi, bana Tais Afinskaya derler.

– Aferist mi, dedi kulağı kötü duyan bücür.

– Sen önce kulağını temizle pislik! Aferist değil. Afinskaya!

– Buna bakar mısınız? Afinskaya imiş de, kimmiş de, neymiş de. Sen çene yapmayı bırak da kimin geldiğini söyle, dedi bücür.

– Bir kadına kim gelebilir, dedim yorganla vücudumu kapatarak. “Birisi…”

– Kimmiş o, dedi çirkin sesiyle yine kısa boylu olanı. İnsanları rahatsız etmekten hoşlanıyormuş gibi bir hali vardı.

– Her gelenin altına mı yatıyorsun? Seçmiyor musun hiç?

– Seçsen de seçmesen de hepsi aynı, bildiğin erkek işte. Erkeklerin farklısı var mı ki? Sen de gel istiyorsan. Ne bakıyorsun bücür, dedim.

– O şu an müsait değil, çalışıyor, dedi uzun boylu.

– Neyse, sen şunu söyle, koynunda bir şey saklayan, şüpheli birisi geldi mi senin yanına?

– Ne saklayan? “Votka mı?” dedim şaşırarak.

– Seni ilgilendiren tek şey votka mı, diye kızdı bir yandan da evi arıyordu uzun boylu.

– Votka, votkadan başka bir şey düşünmüyor musun?

– Düşünüyorum, dedim. Yakışıklı erkekleri. Çok yakışıklı olan erkekleri. Sizin gibilerden de Tanrı korusun.

– Kapat çeneni! Biz çalışıyoruz demedim mi sana!

– Ne yapıyorsunuz evimde! Çıkın dışarı, çıkın gidin, dedim sinirlenerek. Yoksa tecavüz ediyorlar diye bağıracağım. Hemen çıkın buradan!

– Kadın! Saçma sapan konuşma! Anladın mı? Sakin ol da soruma cevap ver! Biz önemli bir iş için buradayız.

– İş zamanında seninki…

– Kalkmaz onunki dedi uzun boylu olanı sözümü keserek.

– O çalışıyor şu an. İnanmıyorsan bakabilirsin.

Cebinden kırmızı renkli bir kimlik çıkarıp gösterdi.

– Haydi, anlat bu gece kiminle yattın? Bu evde kim vardı?

– Kiminle yatmışım? Kiminle yatıp kiminle yatmayacağıma kendim karar veririm, anladınız mı? Söyleyeyim mi kiminle yattığımı?

– Söyle!

– Herhalde İspanya Kralıyla yatmamışsındır? Kısa boylu alay etmeye çalışıyordu.

– Söyle!

– Sizin aradığınız casusla. Koynunda sakladığı bir şey vardı. “Beni koynuna almazsan, evinle birlikte seni de yakarım diye tehdit edince onu koynuma alıverdim, yattık. Çok sıcaktı zavallı. Galiba Afrikalı bir casustu.”

– Sözü değiştirme, dedi uzun boylu.

– Koynunda kitap taşıyor muydu?

– Kitap mı? Kitap okuyanlardan hoşlanmam, dedim.

– Bir gün çok kitap okuyan bir erkekle yatmıştım, sabaha kadar sanki dil otu yemişçesine hiç susmamıştı. Ne demişti biliyor musunuz?

– Ee, ne demişti, dedi kısa boylu olanı, merakla.

– Kendimle baş başa kalmak istiyorum.

– Sen ne dedin?

– Sen ne biçim erkeksin? Senin bilimini ne yapayım, dedim. O günden beri okumuş adamlarla işim olmaz benim.

– Soruma cevap ver. Bugünkü erkeğin yanında bir kitap var mıydı? Bir kitap taşıdığını fark ettin mi?

– Hayır! Anası nasıl doğurduysa, öyleydi.

– Aklında olsun, dedi uzun boylusu. Seni uyarıyorum. “Kutsal Kitap” kayboldu. Onu bir deli çalmış. Eğer onu bir yerlerde görürsen hemen bize haber ver. Duydun mu?

– Tamamdır, diyerek yataktan hızlıca kalktım. Çırılçıplak olduğumu o an fark ettim.

– Ave Maria mısın? Nesin? Şu vücuda bak, dedi kısa boylu sırıtarak ve devam etti. “Neydi adın? Tais Aferist miydin?”

– Kadın dediğin böyle olur!

Bir an sinirlerim patladı. Arkamı döndüm ve:

– Hoppa! Hoppa! Amerika, Avrupa, diye bağırarak popomu salladım ve şap diye kalçama vurdum.

– Çıkın! Çıkın, gidin buradan! İmdaaat! Tecavüz ediyorlar, diye bağırıp çağırmaya başladım.

– Deli misin be? Bu çatlak başımıza bela olmadan gidelim buradan, dedi uzun boylu. Bücür de onun peşinden giderken arkasına bakarak bana “Yüzsüz!” deyip yere tükürdü.

Kapıdan dışarı çıkarken duyacağını bilerek:

– Evet, yüzsüzümdür ben! Defolun gidin, dedim.

İkisi de dışarı çıkar çıkmaz esrarengiz bir şekilde kayboldular. Yeniden yatağa döndüm. Yataktan kalkmayı canım istemiyordu. Hiç bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum. Yatağın altındaki sert cisim sırtımı sızlatıyordu. Almak için elimi uzattığımda kitap olduğunu anladım. Kitabın kapağında “Kutsal Kitap” yazıyordu. “Kutsal kitabını giderken unutmuş.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kitabı elime alarak sayfaları rastgele çevirdim. Hiçbir şey okuyamadım. Tekrar kitabı açmak istedim ama bu sefer de gözlerimin önünde bir kadın canlandı. Nereden çıktığını anlayamadım. Bir hayalet görüyorum sandım. Gözlerimi kapattığımda hayalet hâlâ yerinde duruyordu. Bu kadını ben daha önce bir yerlerden görmüştüm. Şu an hiçbir şeyi hatırlayamadığım için korkuyorum. Kim çağırdı bu kadını. Başkalarını görmemiş olabilirim ama bu kadını tanıdığımdan eminim. Tanımasına tanıdım fakat bu kadın çoktan ölmüştü. Neden hâlâ peşimde? Gündüz sokaklarda gece de rüyalarımda görüyorum. Beyaz elbise giyiyor. Beyaz bir bezden yapılmış beyaz bir elbise. Bu kadından kurtuluş yok.

Nikâhsız bir ilişki. Beyaz elbiseli kadının kocasıyla girdiğim o lânet nikâhsız ilişki. Çok kıskanırdım onu. Evindeki fotoğrafını bile yaktırmıştım. Ben bir kadınım. Kıskanmam gayet doğal. Kıskandım. Hatta bebeğinden de kıskandım. Daha bir hafta geçmeden kocama:

– Ya beni ya da çocuğunu seç, dedim.

O çocuğu her görüşümde annesi mezarından doğrularak gelecekmiş gibi hissederdim. Kocam:

– Nereye götüreceğim onu? Karımdan kalan tek hatıra o çocuk. Sokağa mı atayım, dedi.

Sanki mutsuzluğunun tek sebebi oymuş gibi çocuğa sarılarak için için ağlamıştı. Ben de evdeki huzursuzluğun onun yüzünden olduğunu söylemiştim. İkimiz de ondan kurtulmaya karar verdik. Fakat nasıl yapacağız? Kime verebiliriz? Kime götürebiliriz? En zoru da bu oldu. Dünyanın en büyük sorunu buydu sanki. Özellikle geceleri hiç huzur vermiyordu çocuk. Daha yeni uykuya dalmışken ağlamaya başlardı. Kocamla bir gece bile baş başa kalamadık. Birbirimize birazcık sarılacak olsak kahrolası çocuk kurt gibi ulur hiç susmazdı. Ben de bıktım, o da.

– Kurtulalım bundan.

– Kim yapacak bu işi?

– Sen yok et.

– Ben kendi çocuğuma bunu nasıl yapabilirim?

Bu iş bana düştü. Kocam bunu yapamazdı. Üstelik o gece, karısını rüyasında görmüştü. “Karısı bebeğim her gün ağlıyor. Toprak onun gözyaşını, sesini her gün bana getiriyor.” diye ağlıyordu. Korkmuştu. Gece boyunca çıkan ufak bir tıkırtıdan bile tedirgin oluyor, sanki eşi kapıdan içeriye girecekmiş gibi bir türlü uyuyamıyordu. Bir de oğlunun kulağının altında, ölen karısınınki gibi küçücük bir ben çıkmıştı. Eşi bebeği kucağında emziriyordu. Kocam ne olduğunu anlayamadı. Bu rüya mıydı? Gözünü açtığında eşi her zamanki gibi tatlı ninniler söylüyor, çocuğa sevecen gözlerle bakıyor, oğlunun kulağına eğilmiş alçak sesle bir şeyler fısıldıyordu. Kocam korkudan ağızını açamamıştı. Kalp atışı hızlanıp da kadının duymasından çekindiğinden nefes almak şurada dursun kirpiklerini bile kıpırdatmaya imtina etti. Kadın çocuğu yatağa koyar koymaz çocuk ağladı. Kocamsa çocuğun ağlamasını duyuyordu ama anlamlandıramıyor, titriyordu. Çocuğun tiz sesi kulağıma kadar geldi. Sinirlerim zaten bozuktu.

₺31,97