Kitabı oku: «Gobi Çöllerinde»
Sven Hedin, 1865’te İsveç’te dünyaya geldi. Stockholm, Upsala, Berlin ve Halle’de eğitim gördü. 15 yaşındayken Kuzey Kutbu kâşifi Adolf Erik Nordenskiöld’ün Kuzey Denizi Rotası’ndaki ilk yolculuğunun ardından zaferle dönüşüne tanık oldu. O andan itibaren bir kâşif olmayı arzuladı. Alman coğrafyacı ve Çin Uzmanı Ferdinand Freiherr von Richthofen ile yaptığı çalışmalar, Asya’nın keşfedilmemiş son bölgelerini keşfetmek için Orta Asya’ya seferler düzenleme kararlılığını güçlendirdi. Doktora yaptı, birkaç dil ve lehçe öğrendi, ardından İran’a iki gezi yaptı. 1885’te İran ve Mezopotamya’da ilk keşif yolculuğuna başladı. 1890’da Kral Oscar’ın Şah elçiliğinin bir üyesi olarak İran’a gitti, ertesi yıl Horasan ve Türkistan’ı dolaştı. 1894 ve 1908 yılları arasında, Orta Asya’nın dağları ve çölleri boyunca yaptığı üç keşif gezisinde, Çin Türkistanı (resmî olarak Sincan) ve Tibet’in o zamana kadar Avrupalılar tarafından keşfedilmemiş bölgelerini haritalandırdı ve araştırdı. Hedin’in keşif notları, Orta Asya’nın kesin bir haritasının temellerini attı. Seferlerinde yerli bilim adamlarını ve araştırma görevlilerini istihdam eden ilk Avrupalı bilim kâşiflerinden biriydi. 1952’de Stockholm’de öldü.
Eserleri: Asya’nın Çöllerinde, İpek Yolu.
Ömer Rıza Doğrul, 1893 yılında Kahire’de dünyaya geldi. Mehmet Akif Ersoy’un damadıdır. Kahire’de bulunan El Ezher Üniversitesinden mezun oldu. Daha sonra gazetecilik yapmaya başladı. Balkan Savaşı’ndan sonra ve I. Dünya Savaşı sırasında Kahire’de es-Siyâse gazetesinde edebî makaleler yayımladı. İstanbul’a döndükten sonra Tasvir-i Efkâr gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Türkiye-Mısır ilişkileri hakkındaki bazı yazılarından dolayı 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklandı, bir süre sonra serbest bırakıldı. Türk ve Arap edebiyatı, dinler tarihi ve dinî konularda incelemeler yaptı. İstanbul Radyosu için haber bültenleri hazırladı. 1950 seçimlerinde DP’den Konya milletvekili seçildi. Eserleri, Tasvir-i Efkâr, İkdam, Akşam, Son Posta, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde yer aldı. Telif ve çeviri olmak üzere yüze yakın eseri bulunmaktadır. 1952 yılında İstanbul’da vefat etti.
Eserleri: Kur’an Nedir, Müslümanlık Nedir, Tanrı Buyruğu, Mehmed Akif Hayatı ve Eserleri, Kanlı Gömlek, Ekber: Bir Türk Dâhisi, Cennet Fedaileri: İslam Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller, İslam’ın Özü ve Kur’an’ın Ruhu, Yeryüzündeki Dinlerin Tarihi, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Hazret-i Rabiatü’l-Adeviyye, İstanbul’da İktidarın Temelleri.
ÖN SÖZ
Bu eserin yazarı Doktor Sven Hedin, dünyanın en meşhur seyyah ve kâşiflerindendir. Onun keşif sahası Orta Asya’dır. “Bu saha, onun vatanıdır.” denilse mübalağa edilmiş olmaz. Kendisi, eserin metninde Orta Asya’ya duyduğu iştiyakı bütün sıcaklığıyla ifade eder.
Doktor Hedin, daha evvelki seyahatlerini yalnız başına yaptığı hâlde, bu son seyahatini, arkeoloji, jeoloji, antropoloji, topoğrafya, astronomi vesair ilimlerde uzman büyük bir heyetin başında yapmış ve o nispette büyük neticeler elde etmiştir.
Bu büyük neticelerin en büyüğü, Asya’nın göbeğinde vuku bulan kuraklık ve sulaklık hadisesinin küçük ölçekte nasıl tekrar ettiğini gösteren tetkik ve müşahedelerdir. Her iki bin senede vuku bulan bu değişiklik, tarih öncesi devirde gerçekleşen büyük kuraklık hadisesini aydınlatmaktadır. Doktor Hedin’in birkaç sene evvel Gobi’yi ziyaret ettiği zaman tamamıyla kurak olan yerler, bugün tekrar suya kavuşarak yeniden canlanıyor, hayvani ve nebati hayat yeniden peyda oluyor ve insanlar yeniden bu sulak yerlere göç ediyorlar.
Bu kadar mühim ve büyük bir hadiseyi gören Doktor Hedin, onu son derece cazip ve meraklı bir surette anlatmaya da muvaffak olmuştur. Doktor Hedin’in bu eserini, aslının hiçbir mühim tarafını ihmal etmeyerek fakat ayrıntılarını özetleyerek tercüme ettik.
Türklüğü ve Türklüğün tarihini çok alakadar eden bu mühim eser dikkatle okunmaya değer.
Ömer Rıza Doğrul
YOLA ÇIKIŞ
Çin, galeyan içinde… Koca memleket, geçiş döneminin buhranlarını geçiriyor. Hankou, Şangay ve Nankin’de gürültüler, arbedeler eksik değil. Pekin’de, İsveç Sefarethanesi’ndeki odamdan türlü türlü kavgalara şahit oluyor, Çin kumandanları arasındaki dövüşmelerin vücuda getirdiği buhranları takip ediyorum.
Nihayet Pekin’de son günümüzü geçiriyoruz. Benimle beraber gidecek heyetin bütün azasından yanımda yalnız Doktor Hummel kalmıştı. Her şeyimiz hazırdı. Herkesle vedalaşmıştık. Moğolistan’ın meşhur kâşifi Roy Chapman Andrews ile bir saat kadar görüşerek ondan çok büyük istifadeler temin ettim. Kendisi, altmış beş devesini de bize sattı. İsveç Sefareti, Çin hükûmeti nezdinde teşebbüslerde bulunarak bizi her türlü kolaylıktan yararlandırdı. Hareket saatimiz yaklaşıyor. 9 Mayıs sabahı, eşyamız Wagon Lits Oteli’nin karşısında yığılı idi. Bu eşya da gümüş para ile dolu sandıklarımızın üzerine konacaktı. Fakat paraları getirecek araba gecikmişti. Tren 11.50’de hareket ediyordu. Demek ki üç çeyrek saatimiz kalmıştı.
Para sandıkları gelmiş ve trene yerleştirilmişti. Son yarım saati telaş ve heyecan içinde geçirdik. Bütün arkadaşlarımız trene atladılar.
Tren hareket etti. Asya’nın sonu gelmez içlerine gidiyorduk. Yavaş yavaş Pekin görünmez oldu. Yol boyunca köyler, kulübeler, kurşuni duvarlar, yeşillenmeye başlayan tarlalar, ormanlar uzanıyordu. Nankov Geçidi’nde, insanı dağ silsilelerine götüren tabii bir kapı açılmaktadır. Sağdan giden yol, İmparator Yung Lo’nun beş asırdan beri yattığı Ming Mezarı’na çıkıyor.
Birdenbire bir toprak fırtınası kopmuş, eski Çin Seddi görünmez olmuş ve vagon içindeki her şey sarı renkli toza boyanmıştı.
Heyetimizin tabibi Hummel, benim yanımdaydı. Komşularımız, üç eski eser uzmanı idi. Bunlar, tarihten evvelki devrelere ait antikaları arayacaklardı.
Çin Üniversitesi hocalarından Profesör Hsü Ping Chang, iki arkadaşı ile görüşüyor, onun maiyetindeki talebeler yiyeceklerini hazırlıyorlardı. Genç fotoğrafçımız King, trenin penceresinden Çin Seddi’nin resmini çekmeye uğraşıyordu. Daha ileride Jeoloji Profesörü Li, beş talebesi ile oturuyordu. Kendisi hem talebelerine hem de bize Nankov Vadisi’nin meydana gelişini izah ediyordu. Profesör Hsü ile Profesör Li, bizim çok sevdiğimiz ve daima soframıza aldığımız iki Çinli âlimdir.
Ben buraları iyi tanıyorum. Yarın Sui Yuan vilayetinin merkezine varacağız ve oradan jeoloğumuz Doktor Erik Norin’i alacağız, sonra tekrar yolumuza devam edeceğiz. Ova, ıssız ıssız uzanıyor. Sarı Nehir ikiye kıvrılmış. Çiçekleri açılmış bahçeler, kurşuni köylere biraz renk veriyor. Kuzey tarafında göz boyunca tepeler uzanmakta. Çinli arkadaşlarımızın kimi uyuyor, kimi sigara içiyor, kimi mütemadiyen çay demliyor ve arkadaşlarına sunuyor. Biz, iki İsveçli, belirsiz geleceğimizi ve planlarımızı konuşuyoruz.
Güneş battı. Uzaktan Baotou yaklaşmaktaydı. Saat 07.30’da tren durdu. Heyetimize mensup sekiz Alman bizi bekliyordu. Bizim kurmay başkanımız sayılacak Binbaşı Hempel, hava rasatları ile meşgul olacak Doktor Haude, telsiz cihazı ile onların arasındaydı. Eski eser uzmanımız Folke Bergman; bir Alman kadınla evlendiği için Almancayı mükemmel konuşan Tercüman Lsu de orada.
Baotou’ya vardık ve indik. Orta Asya yolunda kuracağımız karargâhların birincisine sahne olacak yere doğru yürüdük.
Herkesin oturacağı yer hazırdı. Yüzlerce sandık erzak, bir dağ teşkil ediyordu. Bunları çöllerde deve sırtında taşımak, her gün develerin sırtına yükleyip indirmek ne müşkül iştir! Burada adamlarımız, müdürlerimiz, develerimiz için yerler ayrılmıştı. Doktor Haude, rasada ait bütün alet ve edevatla mükemmel bir rasathane kurmuştu.
Ben burayı teftiş ediyorken öküz arabaları, gümüş para ile dolu sandıklarımızı getiriyordu. Saat ona doğru yemeğe çağrıldık.
Fakat heyetimiz henüz tamamlanmamıştı. Heyetimizin sinematografçısı Alman Liebrenz, Danimarkalı Haslund henüz bize katılmamışlardı. Bunlar, benim satın aldığım altmış beş deveyi alarak geleceklerdi. Yemekte bir konuşma yaparak bizi bekleyen vazifeleri anlattım. Çin, iç savaşlar ve karışıklıklar içinde yüzdüğü ve Çin’deki bütün Avrupalılar sahile doğru gittikleri hâlde, biz Çin’in en uzak vilayetlerinden birine gidiyorduk. Pekin’deki dostlarımız, bizim Çinli âlimlerle birlikte çalışmamızı şüphe ile karşılamışlardı. Hâlbuki bizim heyetimiz, beyaz ve sarı unsurların birlikte pek güzel yaşayabileceklerini ve çalışabileceklerini, ilmin siyasi sınırlarla çevrili olmadığını ve ırk ayrılıklarının ilim arkadaşlığına tesir etmeyeceğini ispat edecekti. Bizim birimiz bile dar görüşlü milliyetperver değildi. Heyetimizde herkes dosttu ve Çinli ile Avrupalı arasında fark yoktu. Çinliler kendi memleketlerinde, kendi öz yurtlarındaydılar. Biz de onların misafiriydik. Onun için herkes vazifesini yapacaktı. Bu sayede bütün insanlığa yapacağımız hizmet çok büyük olacaktı. Nihayet seyahatin muvaffak olmasını temenni ederek sözlerimi bitirdim.
Bunun üzerine Profesör Hsü ayağa kalkmış ve Çinliler namına benim sözlerimi teyit etmişti. Daha sonra bir müddet sohbet ettik ve geç vakit yataklarımıza çekildik.
Fakat ben bir türlü uyuyamıyor ve düşüncelere dalıyorum: Acaba ben, hakikaten, dünyanın en muazzam kıtası olan Asya’nın canevine gidecek olan en büyük ilmî kafilenin başında mıydım? Düşünüyor ve düşündükçe gözlerime uyku girmiyordu.
Burada, bu altmış bin nüfuslu ve otuz bin askeri bulunan Baotou’da dokuz gün kalacaktık. Bize iki yüz elli deve lazımdı. Bunları, arkadaşımız Larson satın alacaktı. Fakat ona satın alma emri vermek için Pekin’de Çin hükûmeti ile bizim namımıza yapılan müzakerelerin neticelenmesi lazımdı. Bu müzakereler neticeleninceye kadar, kiralık develerle yetinecektik.
Bununla beraber boş duracak değildik. Konuşulacak bin mesele, başarılacak bin iş vardı. Çünkü altımda altmış kişi ve üç yüz deve bulunuyordu. Bunların biri de dertsiz değildi.
Sonra muhasebecimizin hazırladığı bütün ödeme fişlerini imzalamak bana aitti. Fazla paraya muhtaç olduğumuz şimdiden anlaşılıyordu.
Nihayet hazırlanmaya başladık ve erzak sandıklarını, ancak birini açarak bütün araç gerecimizi temin edecek surette tertip ettik. Sandıklarımız hep kapanmış, çuvallarımız, su kırbalarımız, çadırlarımız hep bağlanmıştı. Yüzlerce deve yükü duruyordu. 18 Mayıs günü, 1650 dolara kiraladığımız iki yüz elli deve gelmiş, biz de şehrin kuzeydoğu yönündeki hana nakletmiştik. Çünkü burada eşyamız ve develerimiz açıkta kalıyor, birdenbire yağan yağmurla dolu her şeyi altüst ediyordu.
20 Mayıs günü Larson tarafından uyandırıldığım zaman, hazırlığın tastamam olduğunu gördüm. Develer sıralanmış, yükleniyordu. Devenin biri, Orta Asya’da tesis edeceğimiz daimî rasat merkezine ait alet ve edevatı sırtından atmış fakat hamdolsun, bunların birine zarar gelmemişti. Baotou hâkiminin, bizi muhafaza için tayin ettiği otuz asker bekliyordu. Bunların sol kollarında kırmızı beyaz bantlar vardı.
İsveçlilerle Almanların binek develeri geldi. Bunlar; tabanca mahfazaları, dürbünler, fotoğraf makineleri, sarı deriden çantalar, sıcak su şişeleri, hafif içkiler, yazı levazımı, tüfek ve kurşunla yüklüydü.
Oluşan ekipler arasında yürüyordum. Her şey yollu yolunda idi. Gümüş para ile dolu sekiz sandık, en kuvvetli dört deveye yüklendi. Bunları yirmi sekiz hidrojen silindiri takip etti. Bunların hararetten patlamamaları temin edilmiş ve develere yüklenmişti.
Ben, Asya’da geçirdiğim senelerde birçok kervan görmüştüm. Arabistan’da, Irak’ta, Gansu’da, Moğolistan’da birçok kervan görmek dışında, mukaddes ziyaretgâhlara giden kervanları, İran şahının Elburz’a giden kervanını, Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’nda Bavyera hecinlerinden1 teşkil ettiği kervanları görmüştüm. Fakat benim kervanım, bunların en heybetlisi idi. Onun manzarası ne muhteşemdi. Bu, sanki hareket eden bir orduydu. Güneş dağların üzerine yükselmiş ve kervanın ihtişamına renk katmıştı.
Nihayet Larson, yüklenecek bir şey kalmadığını haber verdi. Develer ovaya çıkmıştı. Biz de develerimize bindik ve kafile hareket etti. Bizim Çinli âlimlerimiz, develerin yükleri üzerine birer tahta kurulur gibi kurulmuşlardı.
Ben deve üzerinde iken pusula, saat kullanmaya, resim yapmaya, not kaydetmeye mecbur olduğumdan, devemi ona göre hazırlatmıştım. Benim çadırım da yatağım da devemin üzerindeydi. Bunlarla devenin hörgücü arasına halılar serilmiş, ben de bir kuş yuvasındaymış gibi oturmuştum.
Devemin hareketleriyle meşgul olmamak için, yine bir deve sırtında olan Moğol Mento, benim devemi götürmekle meşgul oluyordu.
Muhafızlarımız, toz bulutu içinde bizi takip etmekteydiler. Develer, adım adım kuzey dağlarına giden ilk geçide girmek üzere ilerliyorlardı. En uzaktaki devenin başında bir İsveç bayrağı dalgalanıyordu.
Senelerimin rüyası gerçek oluyordu. Artık Orta Asya’ya, bütün eski dünya içinde kurumuş, muazzam bir nehir yatağı gibi uzanan çöl mıntıkasına gidiyor ve büyük işler, esrarengiz maceralar yoluna girmiş bulunuyorduk.
ÇETELER YURDU
Biz, hakikaten yolumuza girmiş bulunuyoruz, muazzam Asya kıtası içinde sonsuz yolculuğumuzun ilk gününü geçirmekteyiz. Etrafı tetkik ederek birinci haritama kaydettim.
Uzun yolumuzu, bütün kıvrımlarıyla, bütün yokuşlarıyla, inişleriyle, dağlarıyla, ovalarıyla, uçurumlarıyla, ırmaklarıyla, konaklarıyla gösteren binlerce harita daha yapılacak. Önce yüz elli metrelik bir mesafe tayin ederek devemin bu mesafeyi ne kadar zamanda geçtiğini anladım, bu suretle onun adımlarını sayarak geçtiğimiz yolu ölçmek mümkün olacaktı. Hiçbir alet bu kadar düzgün olamazdı. Benim kıymetli devem, bizim geçtiğimiz yolların haritasını yapmakta bize ne kadar yarayacağının farkında değil.
İlerliyorum… Ara sıra çamurdan yapılma ve yıkılmaya hazır kulübeli, sefil köylere tesadüf ediyoruz. Bunların bir kısmı tamamen boş. Çünkü buranın bedbaht ahalisi, askerler ve eşkıya tarafından sürülmüştü. Meskûn köylerde ise ahali ile çocuklar paçavralar içindeydiler. Ara sıra bir çiftçinin demir saban ve atlar yahut siyah öküzlerle toprağı sürdüğünü görüyoruz.
Öğleye doğru Gunhuduk köyüne vardık. Ahali, kulübelerinin önüne çıkarak bizi seyrediyordu. Köyün ortasında bozuk bir tayyare motoru duruyor ve General Feng’in akıbetini anlatıyordu. Develer, tayyarelerin cenazesinden ürkmüşler ve idare edilemez bir hâle gelmişlerdi. Arkadaşımız Dettmann’ın devesi tuhaf tuhaf sıçramış, Dettmann’ı yere yuvarlayarak yaralamıştı. Fakat Hummel, çantasıyla koşmuş ve onun yaralarını sarmıştı.
Kuzeybatıdaki dağlara yaklaşıyoruz. Solda, biraz ötede bir ırmak görünüyor. Batıda, beyaz cephesiyle Kundulung Manastırı, çöl içinde bir peri sarayı gibi… Burada yalnız birkaç lama var. Bunların gerisi kuzeydeki göçebeler arasında.
Kafilemizdeki muhafız atlılar, çamurlu birer kapı önünde durarak atlarından inmişler ve atlarını çözmüşlerdi. Bunlar, burasının ilk konak yeri olduğunu söylüyor ve gümüş sandıklarını duvara yakın bir yere indirmemizi tavsiye ediyorlardı. Fakat biz ovada konaklayarak malımızı gözümüzün önünde bulundurmayı tercih ettik.
Çinli hizmetçilerimiz, develeri müthiş bir süratle çözerek yükleri indiriyor ve ertesi sabah yine bunları süratle yüklüyorlardı.
Yarım saat içinde 232 devenin yükleri iniyor ve sandıklar âdeta bir şehir minyatürü teşkil ediyordu. İki Moğol olan Mento ile Matte benim ikametgâhımı hemen kurarak bütün istediğim kutuları yerleştiriyor ve yatağımı yapıyorlardı.
Moğol çadırı olan bütün çadırlarımız kurulmuştu. Bunların üzerinde hayat ve ebediyeti simgeleyen resimler vardı. Bu çadırların bir büyüğü, bizim kulübümüz olacaktı. Saat beşte burada toplanarak çaylarımızı içtik.
Çinlilerden müteşekkil bir kervan da bizim civarımıza konmuştu. Çadırlarımıza döner dönmez kuzeybatıdan bir fırtına koptu ve karargâhımızın üzerinden bir kırbaç gibi geçti.
Çadırım müthiş bir sarsıntı geçiriyordu. Çadırın direği yıkılmak, ipleri kopmak üzereydi. Dışarı çıkmaya imkân yoktu. Çünkü ayakta durulamaz ve etraftan bir şey görülmezdi. En yakın çadır bile görülemiyordu. Hava, kum ve tozla dolmuştu.
İnce toz her tarafa giriyor ve her şeyi kaplıyordu. Kâğıtlarımı ve bütün eşyamı hemen sandıklara attım. Çok şükür ki fırtına birkaç dakika sonra, ansızın başladığı gibi ansızın nihayet buldu. On altı çadırımızdan dördü yıkılmıştı. Kulüp çadırı, bunlar arasındaydı. Çadırın dış kısımları yırtılmıştı. Çadırın enkazı içinden, bizim Moğolistan Dükü unvanını verdiğimiz Larson çıktığı zaman hepimiz gülmüştük.
Akşamüstü develeri topladık ve karargâha getirdik. Çünkü bunlar geceleri görmezler. Burada nöbetçisiz yatmak doğru değildi. Altı kişi seçtik. Askerler, katiyen uzaklaşmamamızı tembih ediyorlardı. Çünkü uzaklaşacak olursak ya vurulur ya da kaybolurmuşuz. Onun için ben de hiç kimsenin karargâhtan çıkmamasını bildirdim.
Sabahleyin erkenden uyanacağımız için saat dokuzda uyuduk. Fakat ben, yorgunluk duymadığımdan birdenbire uyuyamadım. Mukadderatımı düşünüyordum. On dokuz senelik aradan sonra tekrar Asya’ya kavuşmuştum. Fakat ben eskiden, yalnız başıma maceralara girişiyordum. Bu sefer yirmi sekiz Avrupalı ve Çinliden müteşekkil bir heyetin başındayım. Bunların hepsi âlim ve kültür sahibi adamlardı. Ekserisi kitaplarımı okumuşlardı. Şimdi onlar da notlar tutuyor ve benim evvelce yazdıklarımın ne derece doğru olduğunu tahkike imkân buluyorlar.
Bunlardan biri, hatta en çok seyahat edenleri olan Larson bile Asya’nın canevine gitmemişlerdi. Avrupalı arkadaşlarım içinde, Asya’ya ömründe ayak basmayanlar var. Çinliler de asıl Çin’in dışına çıkmamışlardı. Gashun Gölü ile Hami’den Urumçi’ye giden yolu hiçbirimiz bilmiyorduk.
Ben bu tanıdığım yolu özellikle seçmiştim. Seyahatimizin ilk günü, bize gelecek günler hakkında bir fikir vermiş bulunuyor. Biz, her gün yeni yolculuğa başlarken batıya doğru uçsuz bucaksız fezaya bakacak, bizim için yeni ve bütün dünya için meçhul sahalarla karşılaşacağız. Bizi Sinkiang vilayetinin merkezi olan Urumçi’den ayıran 2,100 kilometrenin her birini, gözümüzü açarak geçeceğiz.
Benim için senelerden beri bir rüya olan bu seyahat, nihayet gerçekleşmiş bulunuyor. Asya toprağının üzerinde yaşıyorum. Çadırların etrafında dolaşan nöbetçilerin ayak seslerini ve gece rüzgârlarının uğultusunu duyuyorum. Artık bu bir rüya değil, hayatımda tasarladığım en büyük planı tatbik ediyorum.
Sabahleyin dört buçukta beni uyandırdıkları zaman, kendimi rüya tesirinden kurtarmak için gözlerimi ovdum. Bütün Asya önümüzde yayılıyordu. Bu manzaraya karşı duyduğum his, ne kadar şanlı ve yüksekti. Saat beşte, derece 8,8’di. Kendimde zerre kadar yorgunluk hissetmiyordum.
Her taraftan sesler yükseliyor ve Almanca, İsveççe, Çince, Moğolca emirler veriliyordu. Larson bir mareşal gibi hareket ve her tarafı teftiş etmekteydi. Yükler develerin sırtına kondukça hayvanlar hiddetleniyor, ağızlarının köpüklerini yere tükürüyordu. Çadırlar sökülmekte, yataklar toplanmaktaydı. Mutfak levazımı sandıklara yerleştiriliyordu. Nihayet kervan, bütün ihtişamıyla yeniden teşekkül ederek yola koyuluyor.
Yolumuz, Kundulung-Gol’a varıyordu. Biz, burada mırıldanan ırmağa girecek ve suları çarpa çarpa geçecektik. Ötede beride sarı yabani güller ve diğer çiçekler açmıştı. Vadi enlileştikçe meralara dalıyor ve tekerlek izleri görüyorduk. Ortalıkta tazelik ve serinlik var.
Meşin yeleğimi giydiğime isabet etmişim, Profesör Hsü, kendini iyice sarmıştı. Diğer Çinliler yine develerin üzerinde, tahta kurulmuş gibi kitap okuyorlardı.
Köylerin çoğu yine harap ve bomboştu. Buna rağmen her tarafta saban izleri görünüyordu.
Vadi, adamakıllı açılmıştı. Önümüzde meralar güzel kokularıyla uzanıyordu. Bundan mükemmel bir konak olamazdı. Bu susuz, ıssız ve sarımtırak yıkıntı içinde burası bir cennetti. Fakat kafile ilerliyor ve bu cennet, bir rüya gibi sönüyordu.
Daha ileride Wu Funtre köyü vardı. Burada geceleyecektik. Çünkü muhafızlarımız burada değişeceklerdi. Develerin yükü indirilmiş ve çadırlar şehri kurulmuştu.
Güneş batıyorken askerlerin resimlerini çektik. Bunların yerine bizi muhafaza edecek olan yirmi asker, kırmızı sarı bayraklarıyla gelmişlerdi. Fakat daha evvelki kırmızı beyaz askerlerle yeni sarı kırmızı askerleri birbirinden ayırmak lazımmış. Yoksa bunlar dövüşür ve birbirlerinin silahlarını çalarlarmış! Onun için biz de kırmızı beyazları kampın içinde tuttuk ve sarı kırmızıları uzakta ayrı bıraktık. Gece nöbetinden bir ben, bir de Larson affedilmiştik. Bu da yaşımızın ilerlemiş olmasından dolayıydı.
Ortalık kararırken develer geri getirilmiş, nöbet başlamış, çadırların içinde ışıklar yanmıştı. Her yerde konuşma, gülüşme sesleri duyuluyordu. Bir mandolin tatlı havalar çalmakta idi. Her tarafımızda en derin huzur hâkimdi. Bizi burada gören, Kuzey Çin’in eşkıyayla dolu bir sahasında bulunduğumuza, buralarda iç savaşın her dakika patlak vermesinin muhtemel olduğuna inanamazdı.
Ertesi sabah, bizden ayrılacak muhafızlara izin verecektim. Arkadaşlarımın ekserisini yanıma alarak onların bulunduğu yere gittim. Onlara Çince teşekkür ettim. Selametle dönmelerini diledim. Onlar da altmış dolardan ibaret paralarını aldıktan sonra atlarını mahmuzlayıp geri döndüler.
Artık bizi, sarı kırmızı askerler muhafaza edecekti. Biz tekrar hareket etmiştik. Doktor Haude’un kendisi son derece kıymetli ve hassas edevat ile dolu sandıkları taşıyan deveyi bizzat götürüyordu. Bu sandıkların biri kronometreleri, diğeri rasat aletini taşıyordu.
Ara sıra ben de onun yanına gidiyorum. Larson, Hummel, Bergman ve Dettmann da bize katılıyor, tatlı tatlı konuşuyoruz. Geniş bir ova üzerindeyiz. Her tarafa yulaf yahut afyon ekilmişti. Yakın zamana kadar bu arazi Moğollara aitti. Fakat Çinliler araziyi gülünç sayılacak derecede küçük bedelle satın almışlar ve bunları ekmeye başlamışlardı. Burada hâlâ birkaç Moğol’a tesadüf olunuyorsa da bunlar, çalışkan ve inatçı Çinlilere karşı bir şey yapamıyorlar. Çünkü Çinliler ziraatın esrarına vâkıftırlar. Moğollar, bunlar karşısında mütemadiyen gerilemekte ve Dış Moğolistan’ın kuzey ve güney sınırlarına sürülmektedirler. Onun için burada devamlı bir göç yaşanıyor. Fakat bir taraftan iç savaşlar, diğer taraftan eşkıya çeteleri buranın kanını emmiş ve her şeyi öldürmüş gibidir. Bu yüzden köylerde insan görülmüyor, ekili arazide bir tavuk dolaşmıyor, yalnız ara sıra simsiyah domuzlarla aç ve paçavralı hayaletler görünüyor.
Bununla beraber, yolumuzda hayat emareleri gösteren bazı köylere de rast geliyoruz.
Yalnız buralarda kasırgalarda seyahat etmek hakikaten müşkül ve korkunç bir şey. Kasırgalar birkaç dakika devam ediyorsa da bu birkaç dakika insana unutulmaz işkenceler tattırıyor. Biz de bu çeşit kasırga yüzünden Nobodin köyünde kalmaya mecbur olduk.
Buralarda ani bir taarruza uğramak her dakika muhtemel olduğundan, gece nöbetçiliği meselesini müzakere etmek lazımdı. Profesör Hsü, bu meseleyi konuşmak için çadırıma geldi. Ona göre bir eşkıya çetesi bizim çadırlarımızı hedef alacağından, çadır dışında yatmak daha doğru olurdu. Sonra muhafızlarımız olan askerler, cephanelerinin azlığından şikâyet ederek bizden cephane istemişlerdi. Fakat Profesör Hsü, askerlerin yanındaki cephanenin az olmasını daha uygun görüyordu. Onun için bizim kurşunlarımızın onların tüfeklerine sığmayacağını söyleyerek onlara cephane vermedik ve nöbet işini hallettik. Nöbetçiler her iki saatte bir değişecekti.
Gece, fırtınanın şiddetine ve rüzgârların korku verici iniltisine rağmen selametle geçti. Güneş doğarak uçuşan tozları renge boyadığı zaman, kafilenin hiçbir hasara uğramadığı anlaşılmıştı.