Kitabı oku: «Gobi Çöllerinde», sayfa 2
KERVANLAR MOĞOLİSTAN’DA
Nobodin köyünün kendine mahsus bir maden kuyusu vardı. Fakat kömürleri iyi değildi. Biz, 23 Mayıs’ta hareket ettik. Hareket ederken köylüler, sepetlerle koşarak deve gübrelerini, develerin düşen kıllarını toplamaya koyuldular.
Kervan, tekrar bütün ihtişamıyla teşekkül etmiş ve ilerlemeye başlamıştı. Yeni doğan güneşle bir tarafları aydınlanan muazzam develer, gölgelerine karşı birer büyük heykel gibi duruyorlardı.
Uzun alay, kuzeybatıya doğru ilerlemekteydi. Biz tepeleri tırmanarak dar, dolambaçlı bir geçide çıkıyoruz. En önde giden askerlere göre burası, ani bir taarruza uğramak için çok müsaitti. Onun için silahlı adamlarımızdan birkaçının ileriden gitmesi daha uygun olurdu. Kabul ettik ve yürüdük.
Gökyüzü muhteşem bir mavilik içinde fakat hava soğukça idi. Vadinin bir kıvrımında bir kuyu ve bir yalak gördük. Kuzey tarafında yıkık bir duvar görünüyor ve onun, vaktiyle yapılan bir istihkâmın enkazı olduğu anlaşılıyor. Buradan geçen dindar seyyahlar, buraya kadar emniyet ve selamet içinde gelmelerinin bir nişanesi olarak dağların ruhlarını sevgiyle yâd eden bir taş bırakıyorlar.
Burasını geçtikten sonra ikinci bir geçide girdik. Buradan çıkınca vadi genişliyor ve sol dağın eteğinde Yagar Cigo köyü yahut Yagarin Gölü uzanıyor. Biz de Hung Vorzu Gung köyüne yakın bir yerde konakladık. Konaklamaya ve hareket etmeye o kadar alıştık ki bunları vakit kaybetmeden yapıyoruz. Çünkü herkes ne yapacağını biliyor.
Her sabah, Larson hepimizi saat dörtten sonra uyandırıyor. Hepimiz hemen kalkarak kahvaltıya hazırlanıyoruz. Derken çadırlar sökülüyor, toplanıyor, denkler hazırlanıyor, develere yükleniyor. Bu müddet zarfında, bir tarafa yaslanıp biraz daha istirahate imkân var.
Fakat ben bu imkândan istifadeye lüzum görmedim. Hâlbuki Stockholm’de bulunduğum zaman ancak sabahleyin dörtte yatardım. Burada ise dörtte uyanıyorum, ne olacak… Bunların hepsi alışkanlık işi… Zaten akşamları da dokuzda uyuyorum.
Altımızdaki yer yavaş yavaş dalgalanıyor. Fakat bu düz toprak dalgaların arasında, saban izleri de görünmüyor değil. Şurada burada gözümüze bir köy ve bunların birine yakın bir mabetle, yarım metre yüksekliğinde bir Buda heykeli ilişti. Daha sonra yuvarlak kuleli ve duvarlı bir köy var. Moğollar ona “Haço” diyorlar. İlerledik ve ancak “Bayin Bülük” yani bereketli pınar namındaki küçük köy yanında konakladık. Konakladığımız yer, güzel bir meraydı.
Burada, deniz seviyesinden 1585 metre yüksekteyiz. Çinliler altı batından beri buraya girmekte ve Moğollar kuzeye doğru çekilmektedirler.
25 Mayıs’ta Çinliler tarafından istila olunan medeni sahanın kuzey tarafından sonuna vardık. Bu sahanın öte tarafında, Moğolistan’ın hudutsuz arazisi uzanıyor. Larson ile maiyetindeki Moğollar bu tarafa geçmeye istekli. Biz de Çin sabanlarının izlerini geride bırakmak için derin bir arzu duyuyoruz. Çünkü bu sayede ayak girmemiş çöllere ulaşacağız ve göçebelerle ceylanların yurduna kavuşacağız.
Nihayet Larson şapkasını başından fırlatarak bağırdı:
“Benim yurdum burası!”
Hakikatte Larson için vatan, burası idi. Abog Ayin-Gol namında bir su yolu yanında indik. Arkadaşların bir kısmı istirahate daldılar. Bazıları bir geyik sürüsü görerek avlanmaya çıktılar.
Akşam yemeğine oturduğumuz zaman, develerimiz otlaklardan birer hayalet gibi döndüler. Yemekten sonra Bergman sazını alarak eskiden, Cengiz Han ile ordularının dolaşma yeri olan steplere, eski İsveç destanlarını okudu. Hummel ile Kaul, bu gece nöbet bekleyeceklerdi. İkisi de tabancalar ve bilhassa kuvvetli elektrik lambalarıyla donanmışlardı. Çinli muhafız askerlerimiz, silahlardan fazla bunlara ehemmiyet veriyor ve bunların sihir kuvvetiyle yandıklarını zannediyorlardı.
Ertesi sabah muhafızlarımızın ücretlerini verdik ve kendilerine veda ettik. Hepsi de:
“Hsieb, hsieb i luping an!” diyorlardı.
Yani: “Teşekkür, teşekkür! Yolculuğumuz rahat ve selamet geçti.”
Larson, maiyetindeki Matte Lama’yı, Naron’un kervanını gözetlemek için göndermiş fakat Matte henüz dönmemişti.
Sabahleyin yedide hareket ettik. Yer yumuşak ve hararetliydi.
Önümüzden iki kurt geçti. Larson hemen ateş etti. Kurtların biri düşmüştü. Adamlarımızın birkaçı koşarak onu yakalamak istediler. Kurt kendini toparlayarak kalktı ve sırıtarak homurdandı. İkinci bir kurşun onu yere sermişti.
Kurt ile aramızda 520 metre kadar mesafe vardı. Larson’a o günden beri “Kurt Larson” demek âdet oldu.
Kurt, Moğolistan’ın en bilinen hayvanlarından ve geyiklerin en müthiş düşmanlarındandır. Bu kurtların, insana zarar verdiği nadiren görülmüştür.
27 Mayıs günü her zamanki gibi çadırlar sökülmüş, develerin yüklenmesine başlanmıştı. Meğer kervanbaşının atı geceleyin kaçmış. Bütün Çinli develer, atı aramaya çıkmışlardı.
Dün, üç yüz kısraktan müteşekkil bir sürü görmüştük. Bunlar, meralarda beslendikten sonra Kalgan’da satılacaktı. Atın, bu muhteşem hareme kaçtığı zannediliyordu. Onu orada aramışlar ve bulamamışlardı. Heyder ile Hummel, vakit geçirmek için ava çıktılar. Larson bir dişi kurt, Heyder bir geyik vurmuştu. Geyik vurmadığımız gün geçmiyor ve bu sayede her gün taze et yiyorduk.
Günümüzü kaybetmiştik. Onun için Larson tekrar ava çıkmış ve bize yabani bir hindi vurarak mutfağa teslim etmişti. Çadırlar şehri yeniden kurulmuştu.
28 Mayıs günü karargâhımızın biraz ötesinde olan berrak sulu Huchertu-Gol Irmağı’na yakın bir yere nakle karar verdik. Burada hem sular temiz hem de küçük balıklar, kurbağalar ve sazlarla dolu idi. Mera bereketli ve sular temiz olduğu için burada uzun müddet kalabilirdik. Fakat burada uzun müddet işimiz ne? Bu sekiz numaralı konakta kalmamız için ne lüzum vardı?
Bunun sebebi, deve satın almak zarureti idi. Bizi bu ana kadar taşıyan develer kiralık idi. Bunun için Pekin’de cereyan eden müzakerelerin neticesini beklemek icap ediyordu. Yoksa 270 deve aldıktan sonra, onları zararına satmak zarureti ile karşılaşırdım. Larson, neticeyi anlamak için dört tarafa adamlar göndermişti. Onun için burada beklemek mecburiyetindeydik.
Norin’in kafilesi de yine burada bize katıldı. Heyetimizin diğer kısımları da bize katılmakta gecikmediler. Sayımız, on sekiz Avrupalı ile on Çinliye varmıştı ve çadırlar şehri büyümüştü. Yemekten sonra toplandık. Haslund, bize birçok şey gösterdi. Bunların arasında bir mabet bayrağı, iki kafatasından yapma bir davul da vardı.
Heyetimiz tastamamdı ve hepimiz neşeliydik.
MİLLETLER ŞEHRİ
29 Mayıs, Huchertu-Gol’da geçirdiğimiz ilk gündü. Bizim burada iki ay kalacağımız besbelliydi. Çünkü iki yüz deve satın almak kolay bir iş değildi.
Burada uzun bir müddet kalacağımız için, çadırlarımızı ona göre tertip ettik. Çadırlarımız arasında muntazam yollar açtık. Bütün çadır kapıları kuzeye doğru idi. Çünkü Moğolların âdeti böyle.
On sekiz beyaz, on sarı insanın ve otuz dört hizmetçinin başında bulunmak, okuyucu da tahmin eder ki çok müşkül bir iştir. Benim bu kadar adamı idare için tecrübem yok. Çünkü daha evvelki seyahatlerimi hep yalnız başıma yapmıştım.
Meğer bu iş de pek basitmiş. Çünkü arkadaşların hepsi münevver adam, âlim adam, yapacakları işten zevk alan adamlar!
Bu arkadaşlar gibi bütün dünyanın dikkat gözünü cezbeden bu muazzam kıtanın içinden geçmeyi hararetle özleyen nice münevverler var! Bir insanın Asya’yı kendi gözüyle görmesi, gıpta edilecek bir bahtiyarlıktır.
Bizim heyetimizde askerî bir disiplin yok. Avlanmak isteyen arkadaşlar, Moğol komşularımızdan kiraladığımız atlara binerek çıkıyor ve akşamleyin birer ikişer geyikle dönüyorlar. Herkes görevine sahip çıktığından kati emirler vermeye hacet kalmıyor ve düzenli teftişler, uyarılar ve cezalarla temini mümkün olan disiplin, son derece tabii bir şey oluyor.
Biz burada, İç Moğolistan’ın Mingan Tasok adını taşıyan küçük bir sahasının ortasındayız. Bu havalinin reisi, buradan 25 mil mesafededir. Buraya ulaştığımızda, bu reis bizim kim olduğumuzu, ne istediğimizi anlamak için bir zabit ile üç asker gönderdi. Bunlar bizim tüfek attığımızı duymuşlar ve üç kurdu öldürmemizden memnun olmuşlardı.
Reisin mümessili, bize istediğimiz gibi harekette serbest olduğumuzu bildirdi. Yalnız bize toprakları kazmamamızı tavsiye etti. Çünkü toprakları kazarsak yeryüzünün ve dağların ruhlarını kargaşaya uğratırdık. Bilhassa tepelerinde bir obo (dua ve dilek yeri), bir adak bulunan dağları huzur içinde bırakmak lazımdı.
Ertesi gün ben de Walz ile Yuan’ı iadeiziyaret için gönderdim. Bu yörenin başı, sevimli bir ihtiyar Moğol’du. Bu zat bize dair birçok sual sorarak her şeyi bütün teferruatıyla anlamak istemiş ve bizi ziyaret arzusunda bulunduğunu anlatmıştı. İki gün sonra onun namına yüksek rütbeli bir zabit geldi. İri gözlüklü bir zat olan bu zabit, mavimtırak, siyah bir elbise giyiyor, belinde gümüşten bir kılıç kemeri ile silahlar taşıyordu.
Onunla yanında bulunanlara çay ve sigaralar takdim ettik, fotoğraflarını çektik ve kendisiyle görüştük.
Yukarıda söylediğim gibi deniz seviyesinden 1,770 metre yüksekteyiz. Tibet havalisi için bu kadar yükseklik, hiç de mühim değildir. Belki Tibet’te bu kadar alçalmaya imkân yoktu. Fakat bu yükseklik, İsveçliler ile Almanlar için oldukça mühimdi. Burada dağ havası hükümrandı. Haziranın ortalarına vardığımız hâlde sıcaklık gölgede 27 dereceyi geçmemiş, bir gece termometremiz 1 dereceye kadar inmişti. İki gece sonra sıcaklık, sıfırın altında iki dereceydi.
Velhasıl hava mükemmeldi. Yalnız gündüzleri saat on bir ile beş arasında biraz hararetten bahsedebiliyoruz. Fakat hararet hiç de ağırlaşmıyor.
Güneşin batmasıyla ortalık serinleşiyor. Rüzgâr, daima ve her istikamette esmekte. Hayatımda birkaç kere donduğum için hararetten zerre kadar şikâyetim yok.
Heyetimizin ilim erkânı arasında İsveçliler ekseriyeti teşkil ediyorlar. Jeoloji uzmanımız Doktor Norin, etrafımızı gösteren 1/150.000 ölçekli bir harita yapmakla meşgul.
Doktorumuz Hummel, yalnız heyet ile maiyetindeki hastaları tedaviyle meşgul olmayarak gelip geçen Çinlileri ve Moğolları da tedavi ediyor. Sağlık durumumuz gayet mükemmel. Onun için doktorumuz bitki ve hayvan araştırmaları için vakit buluyor. Doktorumuz bundan başka, antropolojik araştırmalarla da meşgul olarak birçok ölçüm yapıyor ve bunları kaydediyor.
Bergman, arkeolojik incelemelerle meşgul. O, bulduğu şeylerden iki tane bulursa Çin hükûmeti bize, bunların bir tanesini verecek. Ben de geçtiğimiz yolları gösteren bir harita çiziyor ve bir günlük tutarak memleketin coğrafi ve fotoğrafik vaziyetini tespit ediyorum.
Elli yedi senelik ömrünün otuz dört senesini Moğolistan’da geçiren Larson, bütün işlerimizi tanzim ediyor, her işimize bakıyor. Onun dikkatinden kaçan bir şey yok. Onu her yerde görür ve onun her şeyi gördüğüne emin olursunuz. Bu adam, canlı bir gazete gibidir. Günün bütün havadisini bilir ve hepsini bana haber verir. Bu adam, benim sağkolumdur ve ben onunla istişare etmeden bir şey yapmam. Develer ve Moğollar onun idaresindedir. Biz de bunlarsız bir adım atamayız.
Larson’un sağkolu Haslund’dur. Bu gayretli ve cevval genç, her engeli yıkan, aşan, yapılmayacak işleri yapan bir adamdır. Onun yirmi iki yaşındaki arkadaşı Söderbom da ondan farksızdır.
Alman arkadaşlarımızın birincisi Doktor Haude’dur. Meteoroloji uzmanı olan bu arkadaşımız, hakikaten uzmandır. Beyaz, sarı, hepimiz onu seviyoruz. Kendisi, rasathanesinde meşgul olmadığı zamanlar ya bir dağın tepesinde rüzgâr ve havayı tetkik ediyor yahut bir pilot balonu uçuruyordur. Başka zamanlarda da hesapları ve notlarıyla meşgul oluyor. Çinli ve Alman yardımcıları vardır.
Bay Dettmann, eskiden bir bahriye zabiti idi. Doktor Haude’un başlıca yardımcısı odur. Sonra kendisi çok iyi bir ressam ve nüktedandır. Bilhassa mandolini, herkesi memnun ediyor.
Bay Liebrenz, bizim sinemacımızdır. Onun enteresan bir şeyi kaybetmesine imkân yoktur.
Bay Heyder, benim kurmay subayımdır. Onun vazifesi, karargâhta inzibatı temin etmektir.
Bay Mühlenweg, para işleri ve hesaplarla meşguldür.
Bay Zimmermann, doktorumuzun muavinidir. Bay Walz de öyle. Baron Marschall, eşyamıza nezaret ediyor.
Bay Kaul, aşağı yukarı her şeye bakıyor.
Profesör Hsü, on Çinli âlim ve öğrencinin başkanıdır. Onun göbek adı, Ping Chang; aile adı, Hsing’dir. Sonra onun bir adı daha vardır; Tzu, yani “sabah kızıllığı” fakat bu adı yalnız dostları kullanabiliyor.
1888’de doğan Profesör Hsü, 17 yaşında Hupev vilayetinden ayrılarak Pekin’e ve 1913’te Paris’e gitmiş ve Sorbonne’da altı sene felsefe tahsil etmiş. Profesör daha sonra Çin’de felsefe okutmuş, sonra 1921’de Millî Üniversitede felsefe hocalığına tayin olunmuş. Maaşı 280 dolardan ibaretti. Fakat iki seneden beri bunun ancak yarısını alabiliyordu.
Profesör Hsü, kör bir milliyetperver veya yabancılara düşman değildir. Bilakis her milletin mukadderatına hâkim olmasını savunur. Sonra Moğolları ve Tibetlileri Çin lehine zorlamaya da taraftar değildir. Onun bütün emeli Çin arazisinde bulunan bütün sanat hazinelerinin Çin’de kalmasıdır. Onun için Profesör Hsü, biraz da bizi kontrol etmek için maiyetimize girmiştir. Ben, onun tayinini memnuniyetle kabul ettim.
Çünkü kendisi ılımlı, kibirsiz ve sevimli bir adamdır. Onun gibi bir seyahat arkadaşı kazandığımdan dolayı cidden memnunum. Çünkü Profesör Hsü, kendi memleketinin medeniyetine tamamıyla vâkıf olmasının yanı sıra Çin edebiyatı, felsefe ve tarihinde de çok bilgilidir. Sonra kendisi Avrupa’nın fikir ve hayatına derinden vâkıftır. Profesör Yuan ise Amerika’da jeoloji ve arkeoloji tahsil etmiştir. Onunla bir Avrupalı meslektaş arasında hiçbir fark yoktur. Onunla Bergman ve Norin arasında tam bir anlaşma hâkim. Hepsi de bu seyahatten azami derecede ilmî fayda sağlamaya çalışıyor.
Bu Çinli üstatlardan başka, bize refakat eden âlimlerden biri Arkeolog Huang Wengbi’dir. Dördüncü Çinli âlimimiz, Ting Taoheng’dir. Beşincisi, Chan Fan-hsun’dur.
Çin’in beş muhtelif vilâyetinden olan bu beş âlim, tabiat, iklim, nüfus, lisan noktai nazarından beş milleti temsil eder gibi idiler. Bunların hepsi ile mükemmel geçiniyor ve hepsinin refakatinden yararlanıyorduk.
Çin hükûmeti, bu kişilerden başka yanımıza beş öğrenci almamızı istemişti. Bu öğrenciler, Çinli profesörler tarafından birkaç kere imtihan edilerek seçilmişlerdir.
Bizim kervanımız, âdeta bir Babil Kulesi gibi idi. Çünkü İsveççe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Çince ve Moğolca konuşuyorduk. Haslund, Danimarkalı olduğundan onunla da ara sıra Danca konuşmak icap ediyordu.
Ben, Rusçayı da unutmamak için Von Kaul ile Rusça konuşuyordum. Çünkü Kaul, St. Petersburg’da doğmuştu.
Velhasıl karargâhımızda sekiz lisan konuşuyorduk.
Hami ve Doğu Türkistan’da Doğu Türkçesi konuştuğumuzdan, onu da dokuzuncu lisan saymak icap ediyor. Bu seyyar Babil Kulesi’nde, Avrupa ve Asya lisanlarından istediğimizi öğrenmek imkânı vardı.
YAPTIĞIMIZ HAVAYLA İLGİLİ RASATLAR
Her medeni devlet, havayla ilgili rasatlar için mühimce paralar tahsis eder. Bu fedakârlık, boş yere yapılmıyor. Bu fedakârlığın sebebi, hava rasatlarının herkesin çıkarına hizmet etmesidir. Çiftçilik, ormancılık, su kuvvetinden istifade, deniz ve hava trafiği bu rasatlardan istifade ediyor; insanlar, kıymetli yükler felaketten kurtuluyor. Hava rasatlarının su kuvvetlerinden istifadeye ne kadar yardım ettiğini gösteren en kuvvetli delil, birçok kudret merkezinin kendilerine mahsus rasat merkezleri tesis etmeleridir. Bunları böyle hususi merkezler tesisine sevk eden sebep, umumi istasyonların kifayetsizliğidir.
Kuzey yarım kürede, uluslararası kabul olunan esaslar dairesinde hava rasatları yapan birçok merkez vardır. Bilhassa bunlar Avrupa’da çoktur. İsveç’te kırk bir, Almanya’da; birinci, ikinci, üçüncü derecede birkaç yüz merkez bulunur. Kuzey Amerika ve Afrika’da da merkezler bulunuyor. Bundan başka gemilerden de birçok rasat yapılmaktadır. Bütün bu rasatlar birkaç saat zarfında merkezî rasathanelere gönderilerek ona göre tebligat yapılmaktadır.
Fakat Asya’da bunlar ihmal olunuyor. Bilhassa dünyanın mühimce bir kısmını teşkil eden Orta Asya, dünyanın diğer kısımlarına göre bir boşluk gibidir.
Gerçi buranın birçok merkezinde tetkikat yapılmış, ben de birçok merkezde rasat yapmış idim. Fakat dayandığımız malumat birbirine bağlı değildir.
Onun için bizim seyahatimizin en esaslı planlarından biri, Orta Asya’nın bu boşluğunu doldurmaktır. Biz, bu suretle Çin Devleti’ne de çok büyük bir hizmet verecektik. Çünkü bu sayede, Çin’de ziraatı pek mühim hasarlara uğratan toz kasırgalarına dair önceden malumat alınabilecek ve halka ihtarlar yapılacaktır. Orta Asya’da tesis edeceğimiz daimî istasyonlar, Çin hükûmetinden destek görürse büyük bir fayda temin edecektir.
Uzmanımız olan Doktor Haude’un mesaisi sayesinde hava ve iklim şartları âdeta bir dönüşüm geçirecek. Hakikatte seyahatimizde yalnız Doktor Haude ile arkadaşlarının yapacakları işle kalsak yine de pek büyük bir netice elde etmiş olacağız.
Huchertu Gol’da çadırlarımızı kurduğumuz günden beri Doktor Haude da rasathanesini hazırladı. Küçük bir tahta binadan müteşekkil olan ve duvarlarından serbest serbest rüzgâr geçen rasathaneye güneş ışıkları nüfuz edemiyordu. Zaten bu, bina olmaktan ziyade bir gölgelikti.
Gölgelik, yerin ısınmasından veya soğumasından etkilenmemesi için biraz yüksekçe yapılmıştı. Fakat en şiddetli fırtınalar bile bu rasathaneyi sarsamazdı.
Açıkta, çeşitli yüksekliklerde ısı ölçekleri bulunuyordu. Sonra yerde de izolasyon termometreleri ile diğer hassas aletler vardı.
Doktor Haude’un teşkilatı, çadır şehrinin civarında bir köy gibiydi. Onun çadırı, alet ve edevat kutuları ile dolu. Ona, kurulacak her istasyon için gerekli aletler sağlanmıştı.
Doktor Haude’un tesisatı hakkında malumat sahibi olmadan, geceleyin onun çadırına gitmek çok müşkül bir işti. Doktor Haude, bir telsiz istasyonu da kurmuştu. Fakat kuraklık ve sıcaklık, bataryaların ve bizim en müthiş düşmanımızdı.
Doktor Haude, bütün gün meşguldü. Dünyanın en sevimli adamlarından olan bu üstat, ilmini saklayan adamlardan değildi. Bilakis kendisi tetkiklerini başkalarına anlatmaktan zevk alırdı. Ve o kadar güzel anlatırdı ki dinleyenler, onun gibi heyetşinas olmayı temenni ediyorlardı.
Doktor Haude, her gün saat 07.00, 14.00 ve 21.00’de rasatlar yapıyordu. Bundan başka, her sabit kampta iki saatte bir rasat yapılmakta idi. Bunun neticesi olarak bir sene müddetle Udi, Kalgan, Urga, Uliastay ve Urumçi’de rasatlar yapılmıştır.
Doktor Haude’un teşkilatı son derece mükemmeldi. Onun, üstlendiği işi en mükemmel şekilde yapmak için gösterdiği gayret hakikaten takdire değerdi.
Doktor Haude, çalışmaları neticesinde bu arazinin yeniden ihya edilip edilemeyeceğini, buralarda orman yetiştirilip yetiştirilemeyeceğini de anlayabilecekti.
Onun halledeceği diğer bir mesele, bu toprakların neden kuruduğunu bulmaktır. Çünkü Orta Asya, bir kuraklık devri geçirmektedir. Bütün göllerin suları azalmakta ve kurumaktadır.
Bu meseleleri halletmek için Gashun Gölü’nde bir hayli çalışmak lazım. Kati neticeler, hiç şüphesiz epeyce zaman sonra elde edilecek. Fakat bizim de birçok şeyi anlamamıza imkân bulunuyor.
Doktor Haude, güneş ışınlarını, yerin ikiye ayrılmasını, hava katmanlarını da inceliyor.
Avrupa’da bile cemiyeti incelemekle bu kadar meşgul olan rasathane azdır. Doktor Haude, pilot balonları da uçurtarak incelemelerini tamamlıyordu. Onun için heyetimiz, ilim âlemine gezdiğimiz yerlerin yalnız yüzeyini anlatmakla kalmayacak, bundan başka 15 bin metreye kadar hava olaylarını da anlatacaktır.
Çin hükûmeti, bir aralık bizim bu işlerimize itiraz etmiş fakat çok geçmeden maksadımızı anlayarak bize kolaylık göstermek istemiş ve nihayet daimî rasat merkezlerinin kurulmasına karar vermiştir.
Birinci istasyon Etsin-Gol’da, ikinci istasyon Hami’de kurulacaktı. Daha sonra üçüncü istasyon Urumçi’de kuruldu. Daha sonra asıl kervanımız, Lop Nor (Nur) Çölü’nden çoraklık tarafına giderek dördüncü istasyonu orada tesis etti.
Çin hükûmeti bizim işimizle o kadar alakadar olmaya başladı ki Pekin’den hareketimiz üzerine, bizim ikinci ve üçüncü istasyonlarımızdan her gün telgrafla hava raporu verilmesini istedi.
Ben daha Pekin’de bulunduğum sırada, Hotan Nehri’nde de beşinci bir istasyon kurulmasını düşünmüştüm. Doktor Haude bunun çok mühim olacağını çünkü onun sayesinde çöl civarının hava durumuna, bütün kum kasırgalarına dair malumat alacağımızı söylemişti. Sonra Hotan Nehri’nin suları hakkında ayrıntılı bilgi almak lazımdı. Ben 1895 Mayıs’ında orayı ziyaret ettiğim zaman, nehir yatağını kurumuş görmüş ancak uzun mesafeler katettikten sonra ötede beride su birikintileri görmüştüm. O zaman az kalsın hayatımdan olacaktım. Fakat bir su birikintisi benim hayatımı kurtardı.
On bir sene sonra burayı ziyaret eden İngiliz eski eser uzmanı Sör Aurel Stein, bana hizmetçilik eden Kasım’la birlikte buraları dolaşmış ve buradaki çobanlardan, Hotan Nehri’nin haziran başlarında dolduğunu fakat bir buçuk ay geçmeden suların çekilmeye başladığını, sonbaharda tamamen yok olduğunu dinlemişti. Bununla beraber, buralarda birtakım donmuş sular bütün kış müddetince kalmakta, bilahare mayıs ayında bunlardan da eser görülmemektedir. Bu nehri, her devrinde tetkik etmek çok mühimdi. Bu ise ancak bütün sene devam eden ciddi tetkikat sayesinde mümkün olurdu.
Onun için beşinci istasyonu kurmak için son derece istekliyiz.
İstasyonları kurdukça adamlarımızı burada bırakıyoruz. Fakat bizim kervanımızın şen ve renkli hayatından ayrılmak kolay değildi. Bizden ayrılanlar, bizi hüzün içinde uğurluyorlardı. Çünkü bunlar, bütün seneyi aşağı yukarı yeknesak bir esaret içinde geçireceklerdi.
Hâlbuki biz daha şimdiden, heyetimizi muhtelif istasyonlara dağıtma meselesini görüşüyorduk. Bizden ilk ve daha sonra da Etsin-Gol’da ayrılacak olanlar herkesten fazla mahzundular.
Benim de istasyonların birinde bir sene kalmam icap ederse hiç şüphesiz Gashun Gölü’nü yahut Hotan Nehri’ni tercih ederdim.
Profesör Anderson, bana antropolojik tetkikleri ihmal etmemeyi tavsiye etmişti. Biz de onun bu tavsiyesini ihmal etmiyor ve fırsat elverdikçe bu işlerle de meşgul oluyoruz. Zaten Pekin’den ayrılmadan evvel antropoloji tetkikatının nasıl yapılacağını anlamak için bir kursa devam etmiştik. Heyetimizden Söderbom ile Haslund, bilhassa bu işle meşguldüler. Bunların ikisi de Doktor Hummel’e yardım ettikten sonra, ileride bağımsız olarak çalışabileceklerdi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.