Kitabı oku: «Ruslar Ahaltekede», sayfa 2
2. BÖLÜM
Askerlerin ve gerekli ihtiyaçların taşınması
Karargâhın kurulması, yerleşmesi
General Lazarev’in, Kızılhaç’ın karargâhları
Öncü birliğin (Avangardlar) gelmesi
Etrek ırmağını eski yatağına akıtma girişimi
Araç-gereç depolarının kurulması
Develer satın alınması, hilekârlıklar
Navroskiy’in başına gelenler
Develerin kiralanması
Taşıma için tekerli taşıtlar
Meydan postası
Türkmen postacılar
Yukarıda belirttiğim gibi, Nisan (1879) ayında birlikler ve müfreze için gerekli bütün araç gereçlerin taşınması başlamıştı. Hükümet bu maksatla Kafkaz ve Merküriy şirketiyle anlaşma yapmıştı. Bu şirket, Hazar’ın karşı yakasındaki bölgelerde hızlı deniz taşımacılığı yapan gemilerden başka, bütün gemilerini de Hükümetin emrine vermişti.
Çekişler’de yükleri indirmek için uygun şartların bulunmaması yüzünden işler çok gecikiyor, Hükümetin girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Ayrıca gemi yüklerinin indirilmeden bekletilemesi nedeniyle kira ve buna benzer ödemeler yapmak gerekiyordu. Bu sebeple de başlatılması gereken harekât yerinde sayıyordu, ne zaman başlayacağını söylemek de zordu.
Petersburg’da herkesin askeri harekât başlamış diye düşündüğü bir sırada, daha ilgili birliklerin taşınması bile tamamlanmamıştı. Ancak bunun böyle olmasından dolayı kimse suçlanamazdı. Çünkü askeri birliklerin ve zaruri ihtiyaçların henüz tamamlanmamış olmasının asıl sebebi, diğer faktörlerle birlikte gemi sayılarının azlığı idi. Sonuçta General Lazarev’in bütün çabalarına rağmen iş bir türlü ilerlemedi. Ahalteke Harekat Karargahının bünyesine katılması tespit edilen birlikler Haziran ayının sonunda Çekişler’de toplanabilmişti. Daha önce Orta Asya’ya (Türkistan’a.. Y. A.) yürüyüş geçiren Rus müfrezeleri göz önüne alınırsa, bu müfreze daha büyüktü.
Genel müfrezemizin bünyesinde şu bölümler vardı: 16 piyade taburu, atlı bölümlerden 1800 atlı, 2 eskadron (küçük atlı birlik), 26 top, rokeratar bataryası ve istihkâmcılar bölüğü, Kafkas’taki savaşı kazanmış birliklerin en seçme bölümleri yani Leyb-Erivan Alayı, Grenaderlerin Gruzin Alayı, Kabardin, Şirvan, Kura, Apşeron, Dağıstan, Ahaltsıh, Navaginsk ve Aleksandropolsk temsilcileri…
Kafkas’taki kadrolu-kadrosuz Terek ve Kuban Kazaklarının bölümleri ve temsilcileri de müfrezede bulunup şunlardan ibaretti: Dragunların Pereyaslav Alayının atlı grubu, Dağıstan Atlı Alayından 600 atlı, Volga Alayından 200 asker, topçularının piyade, atlı ve dağ temsilcileri, ayrıca roketacılar bataryası müfrezeye katılmıştı.
Bu şekilde teşkil edilip donatılan müfrezenin başaracağından herkes emindi. Hiç kimse müfrezenin üstüne yüklenen vazifenin üstesinden gelemeyeceğine inanmıyordu. Böyle bir müfrezenin birkaç ay içinde Ahal’ın yarı yabani ülkesini boydan boya geçtikten sonra başarısızlıkla geri döneceği akıllara bile gelmiyordu.
O zamanlar düşmanı tanımıyorduk. Tekeleri, ayakları donlarının paçalarına dolanan mahluklar olarak görüyor, her şeyin istediğimiz şekilde gerçekleşeceğine inanıyorduk. General Lazarev’in tecrübeli bir asker olması ve bütün bilgisini bu yolda geliştirmesi, askeri harekâtın zaferle sonuçlanacağının bir göstergesi idi. Ve herkes bunun böyle olacağından başka bir şey düşünmüyordu.
1 Haziran günü Ahalteke askeri harekât müfrezesinin komutanı General Lazarev, karargâhıyla Bakü’den hareket ederek ertesi gün Çekişler’e geldi. Birkaç gün sonra da Kızılhaç’ın sağlık müfrezesi, Kızılhaç temsilcisi Saracel, iki doktor ve 9 sağlık görevlisiyle bize katıldı. Bu müfreze, beraberinde 500 çeşitli sağlık araç-gereçleri getirmişti. 12 Haziranda Çekişler’de Kızılhaç’ın 200 yataklı bir asker tedavi merkezi açıldı. Aynı şekilde Çat’ta da buna benzer bir bölümün kurulması için harekete geçildi.
General Lazarev müfreze geldikten sonra askeri bölümleri gözden geçirip, hiç vakit geçirilmeden öncülerin yola çıkarılmasına karar verdi. Öncü görevlileri gerekli yerlerde yolları düzleyip genişletmek, gerek olursa Etrek ve Sumbar nehirlerinin kenarlarında inişler ve geçitler kurmak, kuyular kazmak ve buna benzer işler yapmak için talimat alacaklardı. Öncülerin bünyesine piyade bölümünden üç tabur, atlı bölümünden 500 atlı ve 2 dağ topu takılıp; komutan olarak da Albay Knyaz Dolgorukiy atandı. 6 Haziranda Çekişler’den Çat’a hareket ettiler.
Bunun hemen ardından müfreze komutanı, Atabay Türkmenlerinin Etrek ırmağında kurdukları barikatı yıkmak ve ırmağın suyunu eski mecrasına çevirmek konusunda emir verdi. Bu görevin yerine getirilmesinde yüze yakın insanıyla yardıma gelen Esenkulu obasının katkısı büyüktür. Fakat beklenilen neticeyi elde etmek mümkün olmadı. Çünkü su alçaktan akarak sadece çukurları doldurmuş, ırmağın eskiden denize katıldığı yere ulaşamamıştı.
General Lazarev aslında topçulara ait düzenlerin ve azık depolarının kurulması ve ayrıca araç-gereçleri taşımak için deve, at ve katırların alınması için çok gayret gösteriyordu. Ancak bütün bu gayretlere rağmen ilk hafta çok büyük sıkıntılar ortaya çıktı ve iş uzadı. Bir iş yapılmadan beklenileceğini, herkesin işsiz güçsüz oturmaya mecbur kalacağını hesap etmemişti.
Bütün müfrezeyi donatmak için gerekli olan azığın, yem ve başka ihtiyaçların yeterli miktarda toplanacağı depoların kurulmasına öncelik veren sebepler şunlardı:
Birincisi; yük taşıyan deniz araçlarının yeterli olmamasıydı. İkincisi; yüklerin beklenilmeden taşısması gerektiğinden hava şartlarının her zaman uygun olup olmaması. Üçüncüsü; getirilen azık ve yemlerin büyük bölümlerinin hemen kullanılması, depolara sadece az bir kısmının götürülmesi.
Yukarıda belirtildiği gibi yüklerin indirilmesini hızlandırmak için kenardan denize doğru yarım versta kadar öne çıkan bir gemi iskelesi kuruldu. Bununla birlikte öncülerin burundaki bölümünden erzak depolarına kadar askerlerin işi bir hayli kolaylaşmıştı.
Böylece işler daha da hızlandı. Araç-gereç ve eşyaları taşımak için vasıta toplama konusunda az güçlük çıkmadı. Develeri, birbirinden çok uzak yerleşen Türkmen köylerinden arayıp bulmak durundaydık. İran sınırından Mangışlak’a kadar uzanan aralıkta develer Çekişler’e getiriliyordu.
Bazan buna benzer durumlarla karşılaşıldığı gibi, bizde de deve getirmek için kendilerine görev verilen kişilerin hilekârlığa kaçan davranışları oldu. Bazıları haram para kazanmanın hevesiyle hesapta satın aldığı gösterilen develerin yarısını getiriyor, yarısı da yolda öldü veya çalındı diyerek bahane uyduruyordu. Getirilen develerin çoğu hasta ve zayıftı. Çok genç veya güçsüz olmasından dolayı pek işe yaramıyordu. Ancak bu hilekârlıklar çok uzun sürmedi. General Lazarev, bu çeşit insanları Çekişler’den kovdu. Develerin her birine 75-125 ruble veriliyordu. Sürü halinde getirilen develer arasında bakımlı ve göz dolduranların bulunduğunu da bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. Küçük bir müfrezeye komuta ederek Atabay ve Caparbay Türkmenlerinin yaylalarını dolaşıp gelen Albay Navroskiy’in getirdiği develer daha iyi ve güçlüydü.
Bu albayın başından geçen bir olay, Türkmenlerin kul hakkına ne kadar saygı duyduklarına şahitlik ediyor: Navroskiy bir defasında develer için 900 gümüş rubleyi fazladan verdiğini dönüp geldikten sonra anlamıştı. Bu parayı cebinden ödemesi gerekiyordu. Ama tam bu sırada karargâha bir Türkmen geldi, hem de develer için kendisine fazladan ödenen 90 gümüş rubleyi geri verdi.
Develer, satın alınmanın yanı sıra aylık olarak da kirlanıyordu. Böyle durumlarda her bir deve için ayda 15 ruble ödeniyor, her 6-7 devenin başına da aylık 12 rubleden bir deveci (devekeş) tutuluyordu. Devecilerin görevleri hayvanları idare etmekti. Devecilerin en yaşlısına kervanbaşı deniliyor ve arkadaşlarına komuta ediyordu. Müfrezenin herhangi bir işinde ölen her deve için ise sahibine 100 ruble ödeniyordu. Deve sahiplerinin bir kısmı bundan faydalanmak için çeşitli hilelerle başvurdu. Gece yarısı bir veya iki deve sürüden götürülüyor, bir yerde gizleniyor; ertesi gün sabahtan “devemiz öldü” denilerek yalan söyleniyor, böylece para cebe indiriliyordu. Ancak bu hile kısa sürede öğrenildi.
Develerin gerçekten ölüp ölmediğini ispat etmenin değişik bir üslubu bulunmuştu. Yani devesi yeni ölen Türkmenin, onun kuyruğunu dibinden kesip karargaha getirerek göstermesi gerekiyordu. Böylelikle deve kuyruğu resmi delil hükmünde kabul ediliyordu. Ama kısa süre içinde, kuyrukların çok miktarda getirilmesi dikkat çekti. Satın alınan develerle birlikte, bulundurulan kiralık develerin arasındaki ölüm oranının daha çok görülmesi şüphe uyandırmıştı.100’lük rubleler Türkmenlerin ceplerine girerken bu hilenin foyası ortaya çıktı. Anlaşıldı ki develer gerçekten ölmüyormuş. Hilekar çobanlar, diri develerin kuyruklarını kestikten sonra delil olarak gösterip deve parası alıyorlarmış.
Sorguya çekilmekten korkan deve sahiplerinin bazıları kendi develerinin kuyruklarına dokunmuyor, Esenkulu’ya gidip deve kuyruğu satın alıyorlarmış. Kuyruk burada çok ucuzmuş. Kuyrukların ne işe yaradığını da söylemiyorlarmış.
Bu kuyrukların kendilerinden hangi amaçla alındığına pek akıl erdiremeyen Esenkulular, ticaret malzemesi olabileceğine hiç ihtimal vermiyorlardı. En sonunda şöyle bir sonuca vardılar: “Ruslar deve kuyruğundan yemek pişiriyorlar. Rus askerinin azık ihtiyacını temin eden Ermenilere böyle bir görev verilmiştir. Kuyruklar bunun için satın alınıyor.”
Ancak kuyruğun alınma sebebi öğrenildikten sonra fiyatlar yükselince, katırlar tercih edilmeye başlandı. Müfrezenin mutemedi Kanganov, tekerlekli taşıtlar kervanını teşkil etmeyi tamamladı. Bu kervan 1500 araba ve 1700 attan ibaretti. Her arabaya bir kişi görevlendirilip, bu görevlilere azıkla birlikte her ay 20 ruble ücret veriliyordu.
Önceleri müfrezede meydan postası yoktu. Bu yüzden büyük sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Çünkü mektup göndermek için Bakü’ye gidecek adam bulmak ya da ayda 2 defa gelen posta gemisini bekleyip mektubu Türkmenlerin kayığıyla gemiye götürüp geri dönmek gerekiyordu.
Bu güçlükler dolayısıyla meydan postası oluşturuldu. İdare merkezi Çekişler’de olan postanın Çat’ta, Düzolum’da ve Tersakan’da şubeleri vardı. Bu sistem sayesinde mektuplar az-çok düzenli olarak yerlerine ulaştırılıyordu. Basit mektupların sadece üçte biri kayboluyor, biri yerine ulaşıyor, biri de Çekişler’e gelinceye kadar ilgili bölümde yatıyordu. Kendi bölgesinden sorumlu görevli ilgili mektupları bulmak için iki-üç mermi kabını dolduran kağıt yığınlarını tek tek elden geçirmek durumunda idi.
Posta haberleşmesini sağlamak için atlı Türkmenler kullanılıyor, mektuplar deri çantalarda taşınıyordu. Bu görevliler, kendilerine ait gösterişli atlarıyla bir günde 80-100 versta yol kat ediyorlardı. Postanın vaktinde ulaşması için önceden belirlenen miktarın yanı sıra teşvik edici bir ücret daha veriliyordu. Benim işittiğime göre 10 ruble verilmiş. Ayrıca postacıların hepsinin görevlerini içtenlikle yaptıklarını belirtmeliyim. Bütün harekât süresince sadece bir postacı sanki kuyuya düşmüşçesine ortadan kayboldu. O da çantasını bırakıp Tekelerin saflarına geçmişti. Bu çantayı gören Kazaklar alıp ulaşacağı yere götürmüşlerdi.
Postacılarımızın görevleri sırasında ölüm korkusuna kapıldıkları zamanlar da yok değildi. Çünkü bazı yerlerde, dağ yollarında Tekeler siper kuruyor ve yolcuların üzerine ani baskınlar yapıyordu. Böyle bir baskın sırasında askeri öncü (avangard) bölümünün bulunduğu yere giden tüccarların bir kısmı öldürülmüş ve Tersakan’dan Hocakale’ye giden posta talan edilmişti.
3. BÖLÜM
Karargâhta hastalık ve sebepleri
Kuyular ve suyun durumu
Sinek
Sıkıntılı günler
Tekeler hakkında ilk haberler
At yarışları
Askeri yürüyüşe hazırlık
General Lazarev’in rahatsızlığı
Piyade askerlerin silahları, donanımı
Graf Borh kafilesinin gelişi
Atlı birliklerin siahları, donanımı
Harekât sırasında develer
Ordu birlikleri, Çekişler’e geldikten sonra, aniden hastalık baş gösterdi. Hastaların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Hastalıkların iki çeşidi yani göz ağrısı ve sonradan dizanteriye dönüşen karın ağrısı müfrezedeki askerlere çok eziyet çektiriyordu. Bu hastalıkların ikisinin ortaya çıkmasına mahalli şartlar sebep oluyordu. Göz hastalıklarının yayılmasına, güneydoğudan rüzgâr estiğinde, gökyüzü ile yeri kaplayan toz toprak neden oluyordu. Çünkü her zerresi midye kabuğunun parçasından oluşan bu tozdan, askerin Türkmen çadırlarının içinde bile korunması mümkün olmuyordu. Hastalıkların ikinci çeşidinin ortaya çıkmasına ise, su sebep oluyordu.
Çekişler’de ve çevresinde, inceleme müfrezesinin ihtiyacını karşılayacak kuyu yoktu. Ama kuyunun 1 arşın, uzağında da 2 arşın derinlikte çukur kazıldığında içilebilecek iyi bir su alınabiliyordu. Tadı Bakü’den getirilen suyun tadından daha iyiydi. Fakat bu kuyuların suyu bir günden sonra bozulup acılaşıyor, üç günden sonra da daha kötüleşiyor ve insan sağlığı için zararlı oluyordu. Hatta yüksek rütbelilerin her gün yeni kuyu kazılması yönünde sürekli emir çıkarmasına rağmen, askerler 6-7 gün önce kazılan kuyuların suyunu içiyorlardı. Denetlemenin dikkatli yapıldığı yerlerde de kuyular en az üç gün kullanılıyordu. Onlar, içlerinden geçen güneşin ateşli ışıkları altında kuyu kazmaktansa tuzlanan, bozulan, hatta kokuşan suyu içmeyi tercih ediyorlardı. Askerlerin kaynamamış suyu içmelerini engellemek ve hastalıkların önünü almak amacıyla, onlara yeterli miktarlarda çay ve şeker veriliyordu. Ayrıca çay sularını istedikleri zaman kaynatmaları için de izin veriliyordu ama maalesef bu izinleri kullanmaya imkân yoktu.
Günlerden bir gün, şöyle bir olay oldu:
Müfrezede odunun yetmemesi ve Bakü’den de kısa zamanda getirilmemesi yüzünden bütün ordu, on gün boyunca sıcak yemek yiyemedi. Bu olayın askerlerin sağlığına nasıl zarar verdiğini belirtmeye bile gerek yok. Yaz günlerinin ilk iki ayında, müfrezedeki hayat çekilmez oldu. Bir yandan 44 dereceye ulaşan sıcaklık, toz-duman, suyun tuzluluğu, diğer yandan da hiçbir iş yapmadan sıkıntı içinde oturmak, çevrede olup bitenlerden haber alamamak, çok eziyet veriyordu.
Bundan başka, Çekişler’in baş belası olan sinekler hiç rahat bırakmıyordu. İnsanları bıktıran böceklerin nasıl çileden çıkardığını, hatta en dayanıklı kişiyi bile çırpınmaya mecbur edebileceğini tahmin etmek için, Çekişler’de yaşamak özellikle de Temmuz ayında bulunmak gerekir. Hiç kimse, onlardan hiçbir şekilde korunamıyordu. Çünkü insanlara ve hayvanlara kesinlikle rahat vermiyorlardı. Bir bardak çay içene kadar, içine 15-20 sinek düşüyordu. Bir elin ile ekmeği ağzına götürürken, öbür elin ile de sineklerle uğraşmak zorundaydın. Çorbayı yudumlarken, üç-beş sineği yutmak ihmali vardı. Eğer subaylardan biri değişik bir yemek istiyorsa, meselâ öğleyin köfte yemek istiyorsa, o zaman hizmet eri bu yemeği akşam gün battıktan sonra pişirmeli idi. Böylece sinekler sabahtan akşama kadar bize hiç rahat vermiyor, ağzımıza burnumuza girecek gibi oluyordu.
Askerlerin bir kısmı sineklere o kadar alışmıştı ki onları hiç tedirgin etmiyordu. Fakat bazılarına da sinek belası, cehennem azabı gibiydi. Böyleleri gün boyu yüzünü gözünü sararak yatıyordu. Subayların bazıları da bazen söylenerek yerinden zıplayıp kalkıyor, hizmet erini yanına çağırarak, sinekleri çadırdan kovmasını istiyordu. Fakat bu çabaların hepsi boşuna idi. Çünkü on dakika geçer geçmez çadırın içi yeniden sineklerle doluyordu. Bunlara rağmen erlerin çoğu, sineklerin varlığını bile duymuyordu. Karargâha geldiğimizin ertesi günü at yataklarının arasında dolaşırken, öğle yemeğini yemekte olan askerlerin yanına vardığımda gördüklerimi hiçbir zaman unutamam:
–”Yiğitler afiyet olsun.”
–”Sağ olun. Buyurun komutanım, bizim çorbamızın tadına bakın. Elbette, buna alışmamışızdır. Fakat bizi küçümsemezseniz, gelin birlikte yiyelim.” diyerek, bir ağaç kaşığı pantolonuna silip bana uzattı.
–”Ayıp değil, tadına bakın. Çorba iyidir. İçinde bol gıda maddesi var” diyerek de arkadaşı, sözüne katıldı. Ben çömelerek oturdum. Çorbanın taneleri gerçekten de yeterliydi. Bana verilen çorbanın üstünde yağ kabarcıkları, soğan parçaları, peksimet taneleri ve 15-20 sinek görünüyordu. Kaşığı çorbaya uzattım. Özellikle de içine sinek kaçırmamak için dikkat ettim. Birlikte yemek yediğim askerlerin her biri beş altı kaşık çorba içmişti. Yanımda oturan askerin kaşığında, peksimet tanelerinin arasında bir şeyin karardığını görüp:
–”Dur, kaşığında sinek var…” diyerek seslendiğimi ve onun kolundan tuttuğumu kendim bile fark edemedim. Askerler gülüştüler. Kaşığından tuttuğum dragun ise kaşıkladığı lokmayı yuttuktan sonra, dudağını şapırdatıp durdu. Kendi kendine söylendi:
–”Yemek ayırmak olmuyor. Çünkü burası, sinek yediren yurt…”
Asker bölümlerinin muhtemelen hemen hepsinde her gün söylenegelen bu sözler, bu defa gülüşmelere yol açtı. O konuşmasını bitirdikten sonra bir başka asker, beni öğüt verir şekilde düşündürdü:
–”Biliyor musunuz, eğer her defasında kaşığa gelen sineği çıkarmak için uğraşırsan, sen bu işi yaparken diğerleri çorbayı içip bitirirler.”
Bu sözleri kabul etmek mümkün değildi. Askerlerin midelerinin bozulmaması beni çok şaşırtmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen ben de bütün dikkatime ve korumama rağmen Çekişler’de kaldığım süre içinde mutlaka birkaç tane sinek yemişimdir.
Vakit çok yavaş ve aynı tarzda geçiyor, bu monotonluk yüreklere sıkıntı veriyordu. Askerler de yürüyüşün başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ancak günler, haftalar, aylar geçip gidiyordu. Bu şartlar altında, gününü gün eden müfrezenin ne zaman hareket edeceği de belli değildi. Karargâh subaylarından biri, askerlerden bir veya birkaçına görünse, hemen çevresi sarılıyor;
–”Ne yenilik var? Hareket ne zaman? Yakın zamanda mı?” diye soru yağmuruna tutuluyordu. Ama onların bu sorularına; “Henüz bir şey yok!” şeklinde hep aynı cevap veriliyordu.
Herkes sadece bir şeyi, o da, General Lazarev’in;”Ta ki askerlerin hepsinin yiyecek ihtiyacının halledildiği zamana kadar harekete kalkışmam.” şeklindeki, hemen hemen her gün söylediği sözlerini biliyordu.
Çekişler’de askerler saat 05’te kalkıyordu. Bütün karargâh hemen harekete geçiyor, herkes kendi işiyle meşgul oluyordu. Ancak bu uzun sürmüyordu. Çünkü askerler kendi gündelik işleriyle uğraşıyor, çay kaynatıyor, gerekli eşya ve araç gereçlerinin bakımını yapıyor, hiçbir işi olmayanlar da suya giriyordu. Güneş tepelerine dikilip hava sıcaklaşmaya başladığında da askerler, bir yerlere gizlenmek, kızgın sıcaktan korunmak için çırpınıyor; eratlar gölgeliklerine, subaylar ise çadırlarına giriyorlardı. Gerekli bir durum olmasa hiç kimse dışarıya adım atmıyordu. Ancak akşama doğru sıcaklık etkisini kaybetmeye başladığında, deniz yönünden serin bir rüzgârın başlamasıyla bütün askerlere sanki bir büyücünün nefesiyle yeniden can geliyordu. Dört bir yandan şarkı müzik sesleri işitiliyordu. Askerler yaktıkları ateşlerin çevresine toplanıyor, subayların çadırlarında ışık yakılıyor, böylece öbek öbek topluluklar oluşuyordu. Uzun ve sıkıcı gün boyunca ağzını açmamış insanlar, büyük keyif içinde sohbet ediyor; içindeki bastırılmış konuşma ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Sıcak da sinek de diğer zorluklar da böylece unutuluyor ve herkes geceyi geç vakitlere kadar büyük bir neşe ve mutluluk içinde geçiriyordu.
Çekişler’de bu tekdüze ve sıkıcı hayatın akışı, yeni bir haberin gelmesi veya bir olayın olmasıyla bozulmazsa hiç değişmiyordu. Meselâ: Haziran ayının ortasında Teke bölgesinden ilk haber geldi. Tekelerin güçlerini birleştirerek Ruslara karşı durmak için bir yere toplandıkları ve Göktepe kalesini daha sağlam etmeye başladıkları öğrenildi. Bu söylentilerin yayılması, türlü görüşlerin söylenilmesine sebep oldu. Çekişler’de 7 ve 11 Haziranda sel baskını olduğu hakkında, benim yukarıda söz ettiğim vakalardan biri, -bir duyum bizi yakından ilgilendirmese de- sıkıntılı hayatımızın biraz da olsa değişmesine sebep olmuştu.
Posta gemisinin geldiği günlerde hareketlilik artıyordu. Herkes akrabalarından, dost ve arkadaşlarından bir haber alabilmek için adeta can atıyordu. 15 Temmuzda subayların arasında at yarışı düzenlenirdi. Bu at yarışını gerçekleştirmek için düz bir yer bulundu. Yarışta yaşına, cinsine ve hangi çiftlikte yetiştirildiğine bakmadan bütün atlara eşit katılma şansı verildi ancak Türkmen atlarıyla yarışmanın yasak olduğu bildirildi. Elbette ki bu yasaklama yerindeydi. Çünkü Türkmen atlarının ünü onlar için belliydi. O an hiç işi olmayanların hepsi, at yarışların seyretmeye gelmişlerdi. Müfreze nöbetçilerinden başka, bütün subaylar bayrağın yanına yani General Lazarev’in askerleriyle durduğu yere toplandılar. Bu yarışta subay Bekmurzayev birinci oldu ve 200 rublelik saati ödül olarak aldı.
Bir gün müfrezede, “Temmuz ayının sonunda veya Ağustos’un ilk günlerinde yürüyüşe geçileceği” haberi yayıldı. Kısa süre içinde, bu haber resmi olarak da tasdik edildi. Herkes, bulundukları yerlerde hazırlıklara başladı. Eşyalar, araç ve gereçler gözden geçirildi. Çekişler’deki bu üç aylık zamanın boşuna olmadığı, inceleme müfrezesinin sebepsiz yere meşgul edilmediği anlaşılarak bu konudaki bazı söylentilerin yalan olduğu ortaya çıktı. Ancak Merv’e gidileceği şeklindeki görüşlerin tam tersine, Ahal Teke bölgesine gidileceği konusundaki haber de doğrulanmış oldu. Aslında bu söylentilere önceden de kulak kabartan çok değildi. Askerler “Çekişler’den bir çıkalım da istediğiniz yere, isterseniz yerin son ucuna kadar götürün” diyecek gibiydiler.
Çekişler gözden düştü. Herkes, 3 ay süren “misafirperverliği” için onu lanetliyordu. Hatta bütün dünyada Çekişler’den daha kötü bir yer yoktur diye düşünüyorlardı. Kısa bir süre sonra müfrezenin sevinci kursağında kaldı. Askerlerin kendi aralarında İvan Davıdoviç adını taktıkları General Lazarev’in rahatsızlığı ve arkasından çıban çıktığı yolunda haberler yayıldı. Herkesi bir korku ve telaş sarmıştı. Ancak bu haberi önemseyen yoktu. Çünkü haberin üzücü bir olaya yani ölüme sebep olacağı kimsenin aklına gelmiyordu, sadece askerler, burada bir süre daha kalacakları konusunda kaygı duyuyorlardı. Üzüntü kısa sürede kesilerek, “müfrezenin iki kol halinde 30-31 Temmuz’da yola çıkacağı, generalin şimdilik Çekişler’de kalacağı ancak durumu biraz iyileştiğinde müfrezenin peşinden yeteceği” ilan edildi.
29 Temmuzda askeri birlikler, bütün ordu yürüyüşe hazır idi. Bir aylık yemleri ile develer, bölümlere paylaştırıldı. Piyade askerinin tamamı, çöllük yerde yürüyüşe hazır hale getirilmişti. Askerlerin her birinin üstünde sadece jimnastik gömleği (atlet), calbar (ince kumaştan pantolon), başlarında keçe içlikli, geniş kaşlı, enselikli şapka vardı. Tüm silahları, süngü takılmış tüfek ve mermi torbaları idi. Öbür eşyaların hepsi de develerin üstündeydi. Her askerin, kendisinin taşıması için ağaçtan matarası vardı. Bunların her birisi iki şişe su alıyordu. Bu su bir gün yetecek miktardaydı. Her 6 askere bir çadır ve döşek olarak kullanılacak bir kilim verilmişti. Bu kilimler, atlı birliklere verilmemişti; bu yüzden askerler zorluk çekiyor, türlü börtü böceklerle dolu yerlerde yatmak zorunda kalıyorlardı.
General Lazarev’in talimatlarıyla, Birinci kol 30 Temmuz gecesi saat 01’de hareket edecekti. Bu kolun içinde Piyade Birliğinin 4 bölümü vardı: Grenaderlerin Leyb Erivan Alayının taburu, Grenaderlerin Gruzin Alayının taburu, Birleştirilmiş Atıcı Taburu, Şirvan Alayının taburu, ayrıca 20. Topçu Birliğinin yarısı ve 4 tane dağ topu bulunuyordu. Bu kola, İmparatorluk Piyade Birliği askerlerinin komutanı General Mayor Kont Borh komuta ediyordu. Böyle bir zamanda, atlı askerlerin karargâhında da hazırlıklar tamamlanıyordu. Araç-gereç depolarından azık ve yem cinsinden yiyecekler alınıyor ve develer bölümler arasında pay ediliyordu. Askerlerin ve atların zayıfları seçilip ayıklanıyordu. Buna benzer hazırlıklar da gözden geçiriliyordu.
Atlı bölümün araç-gereç ve eşyaları konusunda söz söylemek gerekirse… Bunlar, piyade bölümdeki askerler gibi iyi donanımlı değillerdi. Yani onlara da çeveki (bir tür ayakkabı) verileceği söylense de verilmemişti. Matara yerine de her üç kişiye bir meşik dedikleri, büyük deri su kabı dağıtılmıştı.
Atlı bölük, piyade bölüğünden bir gün sonra yola çıkacaktı. 30 Temmuzda öğleden başlanarak çadırlar toplandı, bütün takımlar sökülüp develere yüklendi. Günün doğmasından çok önce başlayan yürüyüş hazırlığı sırasında, özellikle eşyaların develere yüklenmesinde zorluklar baş gösterdi. Çünkü askerler daha önceleri bu hayvanların çalışmalarını bilmedikleri için, develerden korkuyorlardı. Nasıl yük yükleneceğini de bilmiyorlardı.
Çekişler’de uzun süre kalındığı halde askerleri develere alıştırmak ve yük yüklemeyi öğretmek kimsenin aklına gelmemişti. Bu yüzden biz, develerin yüzlercesini kaybettik. Deve sevimli de olsa yavaş hareket eden bir hayvan. Bakımı iyi yapılırsa, yemi yeterli verilirse her şeye katlanıyordu. Sadece bazen böğürüyor. Zararsız hayvan demek daha doğru olur. Alışmayan insan için deve böğürtüsü korkunç geliyor. Ben de bütün yürüyüş boyunca, develerin bu seslerine bir türlü alışamadım. Bu böğürtüler benim için yürek sızlatıcıydı.
Develer hakkında söz açılmışken, fırsattan faydalanıp, yürüyüş sırasında onların ne durumda olduklarını belirtmeliyim. Develer ne kadar dayanıklı bir hayvan olsa da onlara yapılan bakım ve muamele, bu iyiliklerini göstermelerine fırsat vermiyordu. Çünkü develere hiç iyi davranılmıyordu. Yüksek rütbeli subaylar, bu meseleye sadece müfrezedeki develerin yarısı, belki de yarısından çoğu öldükten sonra dikkat çekip emir vermeye başladılar. Askerler de harekât boyunca kendi atlarına daha iyi bakıyor, tımar ediyorlardı. Develere hayvan gözüyle bakmadıklarını ortaya koyuyorlardı. Yani develeri hiç bir işe yaramayan iğrenç mahlûklar olarak görüyorlardı.
Müfreze yol boyunca mola verdiğinde, develerin yükleri derhal indiriliyor, bir yere toplanıp yakındaki otluk yere bırakılıyordu. Bazen de develer için yiyecek bulunmayan yerde mola veriliyordu. O zaman bu zavallı hayvanlar sadece temiz havayla beslenip dinlenmeli oluyordu.
Develerin hamutu pek sık çıkarılmıyordu, palanı ise kesinlikle temizlenmiyordu. Sonuçta arkaları hep yara bere içindeydi. Yaralı olmayan hiçbir deve yok gibiydi. Yük taşıyan deve, kendine mahsus adımlarıyla gidiyor, dışından baksan ondan daha dayanıklı bir hayvan yok gibiydi. Ancak, aniden durur, ne yaparsan yap yürümez, başını yukarı kaldırıp yürek sızlatan bir şekilde bağırmaya başlar. Deve bakıcısı askerler onlara vurur, süngüsünü dürter ama hiç bir tesiri olmaz. Sonuçta ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin diye yolda bırakır. Taşıdığı eşyaları da bir başka deveye yükletir. İşte o zaman hamutu palanı alındığında, altında büyükçe bir yara olduğunu görürüz. Bu yaraların kurtlanmış olduğunu görür, şaşırıp kalırdık. Ölen develerin sebebi bizzat biz idik…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.