Kitabı oku: «Yol Romanı», sayfa 2
BİZİMKİLER
Öylesine tertipli ve güzel bir mekân ki… Üzerine bin bir türlü nimet dizilen açık büfeden insanın iştahını kabartan kokular yayılıyor. Bizdekiler gibi mutfağın kokusu yemekhaneye yayılmıyor. Yiyecek şeyler çok dedim, ancak canım hiçbir şey çekmiyor. Üşüyorum, galiba hastalanıyorum. Bir fincan çay, bir tane poğaça alıp izlenimlerime başlıyorum.
…Komşu masalarda yarı Farsça, yarı Azerbaycan Türkçesiyle konuşan genç aileler çoğunluğu oluşturuyor. Kucağı çocuklu erkekler ve gururla, yukarıdan bakınan kadınlar… Çoğu başörtüsüz. Tasvirimi biraz daha kesinleştirmek istiyorum, giyim kuşamları ile dikkat çekiyorlar. Biraz da medeni şekilde izah etmeye çalışıyorum. (Bir müddet sonra saçlarına taktıkları kocaman kanatlı tokalardan, aşırı makyajdan nereli olduklarını hemen anlıyorum. Bize benziyorlar.)
Görünen o ki, o tarafta da bu tutum kabul görmüş. Evin de, çocukların da bütün yükü erkeklerin omuzlarına havale edilmiş. Kadınların işi de süslenip püslenip gezmek olmuş. Asla tanımadıkları insanlara (erkeklere) son derece serbest ve cüretkâr bakışlarla bakıyorlar. Bu bakışlar da bir erkeğin hem fiziki, hem de ekonomik gücünü kesin olarak belirleyebiliyor. Çok garip, dünyanın birçok ülkesinde İran vatandaşları ile karşılaştım, ancak böylelerini asla görmedim. Bu da benim için yeni bir buluş gibi oldu.
Hele akşam danslarını görünce ipin koparılmasının hiç de iyi bir şey olmadığını düşündüm. Bu hiç de iyi bir şey değilmiş… İnsanların belirli hürriyetleri olmalıdır, o kadar…
–Bunların erkeklerine dikkat ediyor musun, çocuklar, hatta bebekler bile babalarının kucağında. Yemeklerini dahi babaları yediriyor.
Cevap vermiyor, ancak gözleri konuşuyor. Baksana, kaç yıldır ben gözlerle konuşuyorum. Gözleri okumayı babam öğretti. Dilsiz konuşan gözleri ile…Sonra da bana, yazında monologlar çok, diyorlar. Elbette olur. Ömrümün bu çağına kendimle konuşarak gelip çıktım. “Yarın konuşuruz” diyerek geçiştirmiş. İçimi hiddet bürüyor, ama yine de stop! Hiddet falan istemiyorum:
–Tamam anladım, “sen çocuklarla çok meşgul olmuşsun” diyorsun. Peki, o çocuk sonra nereye gitti?
–Burada.
–Bir şey söylemek istiyorsan içinde tutma, söyle. Konuşmak gerek. Dünyada diyalogdan daha güzel hiçbir şey yok. Yoksa bir gün Mısır’da isyan meydana gelir. Monolog… Ne ise…
Danışmada çok insan var. Dizüstü bilgisayarımı getirmediğim için esef duyuyorum. İnternet arıyorum, nerede olduğunu söylüyorlar. Orada da komşu masada oturan adam “bizimkilerdendir”. Göz ucuyla bakıyorum, İran’daki gazeteleri inceliyor. Birden bana doğru dönüp birinin fotoğrafını göstererek:
–Hanım, bunu tanıyor musun?-diye soruyor. Tanıyorum elbette.
–Zeynep yaşıyor mu?
–Sanatını bile icra ediyor…
–Bizim mollalar şarkı söylemeğe izin vermiyor.
Siyasi tartışmalara hevesim olmadığı için susuyorum.
–Siz de Gaziantep’ten mi geldiniz?
–Hayır, Antalya’dan.
Kimin, hangi yollarla Kıbrıs’a gelişi söz konusu. Galiba suskunluğum ona da etki ediyor. Kalkıp gidiyor ve yerini yine “bizim” genç kızlara veriyor. Doğrusu güzel kızlar, ancak sanki boyahane küpünün içinden çıkmışlar.
–Nereden geldiniz, Tahran’dan mı?
–Hayır, Tebriz’den.
Adresine bakıyorum, bayram mesajları yollamışlar…
…Telefon eden arkadaşımızdı. Şiir ve sanat yorumcusu, edebiyatçı Muzaffer Bey. Edebî mahlası Kerbelayı Muzaffer’dir. O da bizimle aynı uçakla Kıbrıs’a geldi, ancak o başka şehirdedir, Magosa’da. Akil Abbas’a, ne zaman görüşelim-diyor. O da bana soruyor.
–Lefkoşa’ya gidelim mi?
–Hayır, yorgunum. Bugün dinlenelim, akşama davetliyiz zaten. (Hiç yapmadığım şey, ancak gece ateşim zirveye vurduğunda durumun ne olduğunu bileceğim, müthiş soğuk almışım.)
TANRIÇA
Kumsalda bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor, karmakarışık düşüncelerimi toparlamaya çalışıyorum. Uzaklardan, bir tepenin üzerinde yapılan Atatürk’ün heykeli görünüyor. Deniz, beyaz köpüklü dalgaları kovalayarak sahile sürüyor. İlah kabul edilenlerle insanların birlikte yaşadığı dönemlerde bu köpüklerin içinde bir güzel dünyaya gelmiş. Nemfler güzellik tanrıçasını sürükleyerek sahile getirmişler. Troya savaşlarına sebep olan Paris nifak elmasını ona vermiş. Bu tür bir hile ile güzellik tanrıçası da ilan edilmiş. Hileyle mi? Of be, ne farkı var, becerebilmiş mi? Güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit. “Afros” köpükten meydana gelen ve Kıbrıs’ı aşk adası yapan kadın. Olimpos dağındaki on iki yarı tanrıdan biri. Âşık olamayanları cezalandıran, aşkı ve güzelliği için cezalandırılan. Şu kayanın üzerinde çırılçıplak uzanarak gelip gidenlerin aklını başından alan güzel…
Uzaktan tepelerin üstünde Atatürk’ün heykeli göze çarpıyor. Heykelin orada bulunuş sebebi siyaset mi, yoksa sevgi mi?
***
…Sayın Milletvekili burada da tanıdıklarını buldu. Salon Milli Futbol Takımımızın eski teknik direktörü Fazıl Karayev ailesi ile birlikte Akapulka’da. Akşam bizi “Savoy” otelde ağırlayacak.
Cahilliğimi bağışlayın çünkü ilk defadır bir gazinoya ayak basıyorum. En önemlisi ise kumar masasında oturan insanların yüz ifadelerini, gözlerinde yansıyan duyguları, ihtirası görüyorum. Yaşı belki de yetmişi geçen kadınlara bakıyorum. Tanrım, bu dünyada bilmediğim, tatmadığım ne zevkler varmış meğer!?
…Kıbrıs’ta kapalı alanlarda sigara içmek yasaklanmış, gazinolarda ise serbest. Buralarda insanların streslerini atmak (kazanmak dolayısıyla mı?) için ortam oluşturulduğundan dolayı bu yasak rafa kaldırılmış. Of, ne güzel…
Gerçekten güzel bir akşam oldu. Sporcuların içinde de ilginç insanlar var. Masamıza yaklaşarak Rusça hitap eden kızı gördüğümde sanki en yakınım olan birini görüyorum gibi sevinç duyuyorum. Bizlerden biridir, ancak burada yaşıyor.
…Geceyi alev alev ışık saçarak aydınlatan gazinoların arasından geçerek otelimize yöneliyoruz. Holde oturup sağı solu, “bizimkileri” izliyorum. Gecenin bu saatinde danslar gırla gidiyor. Rio karnavalındaymışım gibi geliyor. İp konusu…
–Hiç iyi değilim.
–Odamıza çıkalım.
O gece ateşimin yükselmesi ve öksürük sebebiyle göz kırpamadım. Sayın…sevgili eşim de sabaha kadar benimle ilgilendi. Uff, ne de özenişli imiş? Benim için bu da yeni bir buluş oldu. İlahem, senin adanda hastalanmak bir başka oluyor! Amanın, galiba putperestliğe meylediyorum…
***
—Kalk, hava çok güzel. Kahvaltımızı yapıp Lefkoşa’ya gideceğiz.
–Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kendimi güçsüz hissediyorum.
–Hayır, kalk bir dışarı çıkalım, durumun düzelir.
…Apaçık bir hava var, güneş insanı ısıtıyor, içine işliyor. Gidiyoruz… Lefkoşa’ya. Otelden Girne’ye, oradan da Kıbrıs’ın başkentine. Tahminen 30-40 dakikalık uzaklıkta. Kocaman bir meydanın ortasında büyük harflerle yazılan “Cemil Ramadan Meydanı” yazısını şimdi görüyorum. Şoföre;
–Cemil Ramadan Kim? Savaş kahramanı falan mı? diye soruyorum.
–Hayır abla, zenginin birisi. Girne’ye büyük meblağlarda bağış yaptı.
–Aaaa…
Sen de putperestlikten ürküyorsun. Baksana, insanlar binlerce yıldır altına tapıyorlar. Bu gelenek asla değişmiyor…
ÜNİVERSİTE
Bora Bey, Sayın Milletvekili’nin Kıbrıs Turizm Bakanı ile görüşmesini rica etmiş. Önce oraya gidiyoruz. Bakanla görüşecek, sırada başkaları da var. Hangi tv’den olduklarını biliyorum, bizim grupla gelmişler. Ancak pek önemsemedim, doğrusunu isterseniz onlar da beni önemsemediler. Tahmin ediyorum, onlar beni milletvekilinin aksesuarı olarak görüyor. Doğal olarak hazıra konmak çok kolay bir iş… Turizm bakanı konukları içeri davet ediyor. Ben salonda kalıp çay içmeği tercih ediyorum. Gürültülü ve tumturaklı sohbetleri dinleyecek durumda değilim.
…Lefkoşa’nın eski, tahminen İçerişehir’e benzeyen sokaklarını dolaşarak taksi arıyoruz. Burada taksilerin özel durakları var, onları ancak oralarda bulabilirsiniz. Toplu taşım araçları da yok gibi. Kerbelai1 Muzaffer bizleri Yakın Doğu Üniversitesi’nin kampında bekliyor. Üniversite yerleşkelerini beğeniyorum. Şehir içinde şehir gibiler. Kendi marketleri, kafeleri, otobüsleri, sinemaları, kütüphaneleri, eğlence merkezleri var. 8. binayı soruyoruz. Tanıyan bilen yok. Bu yerleşkenin Lefkoşa’dan büyük olduğu izlenimi oluşuyor.
..Hıı, bu da dostumuz, yanında da bir delikanlı.
–Neden geciktiniz?
–Taksi bulamıyorduk.
–Bu delikanlı iş arkadaşımın oğlu, burada okuyor. Deminden beri şikâyetlerini dinliyorum. Pek memnun değil, Bakü’ye dönmek istiyor.
–Kaçıncı sınıfta okuyor?
–Birinci.
–Sebep belli, burada az bulunmuş. Gelecek yıl alışırsın. Benim oğlum da Ankara’da okurken önceleri her gün telefon açar ve “Beni Bakü’ye aldırın.” derdi.
Çocuğun suratı bir anda allak bullak oluyor. Bizden destek alamadığı için pek memnun olmuyor.
–Hayır be, hanım, burada ne biçim kavgalar oluyor biliyor musunuz?
–Gençlerin olduğu her yerde bu tür kavgalar olur. Kimselere karışmayın ve derslerinizle meşgul olun.
–Okumamıza engel oluyorlar…
–Cavanşir Kuluyev’i tanıyor musun? Burada öğretim üyesi.
–Bestekâr mı? Evet, burada öyle birisi var.
–Telefon bulabilir misin?
–Araştırırım.
…Bu genç pek aklıma yatmadı. Kendim bulurum. Öğlen yemeğinin vakti çoktan geçmiş. Çocuk sahilde bir yemekhaneye gitmeği teklif ediyor. Yolda ilerledikçe Girne’ye döndüğümüzü anlıyorum. Buraları tanımaya başladım.
Sahildeki yemekhane… Hmmm… Hoşlanmıyorum. Yemek listesine bakınca hayrete düşüyorum. Fiyatlar Türkiye’dekilere kıyasla iki, üç kat daha pahalı. Kıbrıs genelde pahalı.
Ne fiyatlara, ne de şu fukara yemekhaneye bakma. Denize bak! Deniz muhteşem, beyaz köpüklerle sahile vuruyor. Tanrıça burada!
…Muzaffer gayrimemnun arkadaşıyla kendi mekânına geri dönüyor. Yerini bulup bulamayacağı konusu ise belirsiz.
HÜRREM SULTAN’IN YÜZÜĞÜ
Biz de Girne’de biraz dolaşmaya karar verdik. Sahilden yukarı doğru gidiyoruz. Burası sokak ticaretinin en yoğun yaşandığı yer, ancak görünüşü son derece yoksul. Eski görünüme sahip iki, üç katlı binalar Yunan mimarisinin güzelliğini yansıtıyor. Şimdi bir tane bile Rum bulamazsınız, ancak taşlar onları anımsatıyor. Hediyelik eşya satanlara yaklaşıp göz gezdiriyorum:
–Sizlerde Afrodit heykelciği bulunur mu?
Bir şey anlamamış gibi yüzüme bakıyorlar. İşe bak be, Hanım’ın vatanında onu tanımıyorlar, ama başka şeyler de gördüm. Kuyumcuların vitrinlerinde büyük harflerle yazılan levhalar dikkatimi çekiyor. Hemen hemen her adımda onları görebilirsiniz. Tebessüm ediyorum. Birinin karşısında duruyorum.
–Ne oldu, orada ne var?
–Bak bakalım ne yazmışlar?
–Ne, nerede, bunu mu diyorsun?
“Hürrem Sultan’ın yüzüğü geldi”.
–Görüyor musun, giyim kuşamını güzelleştirmişler. Kendini haremin bir üyesi olarak hissetmek isteyen kadınları baştan çıkarmak için güzel bir reklam.
–Sana da alayım mı?
–Hayır canım, benim o tür hayallerim yok. O yüzük ne seni Süleyman, ne de beni Hürrem yapar. Bu tarafa gel…
***
Otelin holünde kavga olmuş. Bu da ne? Otello’nun gölgesi mi buralarda geziniyor ne? Destemona’nın başörtüsü birilerinde mi bulundu? Mavr2 Yapacağını yapmış mı?
Şu davetkâr bakışların bir sonucu olmalıydı elbette…
–Yahu, geri döner dönmez herkese buranın ne menem pis bir yer olduğunu yayacağız. Şunlara bak.
Öbür bizimkiler de Farsça bir şeyler konuşuyorlar. Galiba Rio Karnavalı kavgayla sonuçlanıyor. Yahu beni ne ilgilendirir? İlgilendiriyor elbette… Hepsi genç, ancak yanlarındaki kızların gözü yaşlı erkeklerdedir, çünkü para onlarda.
…Ressam Terlan Gorçu’ya mesaj atarak Cavanşir’in Kıbrıs’ta kullandığı telefon numarasını soruyorum. Biraz sonra cevap geliyor. Yarın ilk işim bestekârı aramak olacak, ancak sabahı nasıl edeceğim bilmiyorum. Ateşim çıkmış, öksürük ise bütün kaslarımı sızlatıyor, üstelik tansiyonum da yükselmiş. Sayın Milletvekili, bu gece de size uyumak haram!
CAVAN ŞİR
…Yine Yakın Doğu Üniversitesi kampındayız, ancak bu seferkinin nedeni farklı. Bestekârı ziyaret edeceğiz. Galiba biraz tumturaklı oldu. Sade bir dille anlatayım. Bestekâra, tam yirmi yıldan fazladır “sen” diye hitap ediyorum.
Hâlâ beni görmüyor, arabanın penceresinden kafasını uzatıp bakan kadına dönüp bakmıyor. Her zamanki neşeli tavrıyla aceleyle arabaya yaklaşıyor. O beni görmese de ben onu görüyorum. Biraz kilo almış, saçları da beyazlaşmış, ancak yürüyüşü değişmemiş, aynı çeviklikle yaklaşıyor. Gözleri gülüyor… Gülmesine gülüyor, ancak gözlerinden yağan yalnızlık aynen yerli yerinde. Her bir şahsın sanatı kendi ruh hâlinin ifadesidir. Besteleri de gözlerine benziyor – Gam penceresi.
Arabanın yanında öpüşüp görüşmeler bittikten sonra pencereye doğru çekine çekine şöyle bir bakıyor. Laf olsun diye… Ve sonra gözleri kocaman kocaman açılmış hâlde kapıyı açıyor:
–İradeee!
–Eveeet!
–Sizinle burada görüşeceğimi asla ummazdım, ne iyi oldu.
–Ancak biz seni bulacağımızı önceden kararlaştırmıştık.
–Ne iyi oldu…
Şehrin merkezine doğru giderken arabada oradan buradan, yaşamdan, gurbetten, siyasetten konuşuyoruz. Bir taraftan dinliyor, diğer taraftan düşünüyorum, neden böyle oldu, niçin? Altmış yaşını geçen, müzik dünyamızda kendine has yeri olan ve sevilen büyük bir bestekâra vatanımızın (Vatanımız bu adadan kat kat büyük) bir köşesinde rahatça yaşayacağı bir yer bulunabilirdi elbette. Başka hiçbir eseri olmasa bile, “Asker Marşı”nın bestecisi olması yeterdi.
–Şimdi size şehri gezdireceğim. Küçük bir yer.
Arabadan iniyoruz. İki, üç gün önce gezip dolaştığımız Lefkoşa’ya başka yönden bakıyoruz.
–Burada şaşaalı, tantanalı yapılar bulamazsınız.
–Nasıl yok, gazinolar ışık seli yayıyor.
–Gazinoları geç. Geçen Kurban Bayramı’nda Ramiz Melikaslanov bayramı geçirmek için İstanbul’dan kalkıp buraya geldi. Gazinoya götürdüm, biraz eğlendi. Biliyor musunuz, bu insanların içinde yaşayınca, bağımsız ülke olmanın üstünlüğünün ne olduğunu anladım. Kendi pasaportun ve üzerinde kendi mührün. Herkes burada bağımlı ve yeterince tanınmamış bir coğrafya olmasının kompleksini yaşıyor. Bize gıpta ile bakıyorlar.
–Cavanşir, burada antik çağa ait tarihî eserler yok mu?
–Şimdi göstereceğim. Karşıda bir sütun var ve Romalılardan kalma olduğunu söylüyorlar. Bir de, dört yüz yıl burada hüküm süren Osmanlı Devleti’nden kalanlara antik abide denir mi?
–Neden İstanbul’da veya Türkiye topraklarında da yok?
–Oralara takılıp kalma, burada yönetim çok sık değişiyor.
Cavanşir’in Şeki ağzına biraz da Kıbrıs şivesi karışmış. Bir tür sentez. Onun söylediklerini dinleye dinleye, Cavanşir’in gençlik dönemlerinde sık sık televizyon programlarında boy gösterip güzel, akıcı ve mantıklı sohbetleri ile bestecilerin de Azerbaycan Türkçesiyle konuşabileceğini, düşüncelerini karşıdakine aktarabileceğini bize inandırmıştı. Hafif müzikte sazın da kullanılabileceğini kabul ettirmişti. Cavanşir her anlamda sentezi seven birisi…
–Bakın, şu aradan geçelim ve Rum Tarafı ile olan sınır bölgesini göreceksiniz.
–Sınır açık mı?
–Hıı, buradan oraya gidiyorlar, onlar buraya geliyor, ancak Kıbrıs vatandaşı olmalısın.
Akil Abbas:
–Diplomatik pasaportumla geçemem mi? diye sordu.
–Olur, ancak böyle olur. Ercan havalimanından İstanbul’a, oradan Atina’ya uçacaksın ve Atina’dan da Kıbrıs Rum Kesimi’ne dönebilirsin, böyle olur ancak.
…Sınır (Sınır deyince de küçücük bir kapı, gümrük memurları mı yoksa askerler mi bilemiyorum oturmuş pasaportları inceliyorlar, o kadar.) hayli kalabalık. Galiba iki tarafa da fayda sağlayan bir ticari ilişki var, çünkü herkes alışverişle meşgul. Buradan ne alıyorlar, anlamıyorum…
–Siyaseti bir kenara bırakalım, ancak insanların kendi problemleri var. Herkes iyi bir yaşam istiyor. Politikacılar bıraksa her şey başka türlü olurdu diyorlar. Ta baştan beri. Hayat…
…Hayat… O zaman biz de bir gün olup geçenleri yeniden unutarak bir yerlerden bir kapı açabiliriz. Zaten erkeklerimizin Ermeni kadınları ile ilişkileri destanlaşmış, geriye kalıyor biz kadınlarınki. Problem değil…
Sınırdan ayrılıp küçücük bir kafede akşam yemeğini yiyoruz. Erkeklerin politik sohbetleri devam ediyor. Ben de politika yapıp susuyorum. Dinliyorum, bakıyorum, düşünüyorum…
Ey iğneleyici sözleri dile getiren, inat, sert, merhametli, hiçbir kimse karşısında eğilmeyen, mert Cavan Şir! Galiba biraz yumuşamışsın. Değişiyorsun belli. Bunun sebebi ne? Yıllar mı, gurbet mi? Değişmeyen ne? Yalnızlığın mı? Bestelediğin o şarkı nasıldı –
Bakü’deki iki oda bir salon evini hatırlıyorum. Stüdyoya döndürdüğü evini. Karmakarışık, düzensiz, bir kadın eline ihtiyaç duyulan ev. İşini gücünü bırakıp benim filmlerimle ilgilendiğini de unutmadım. Üç filmimin müziğini düzenlemişti. Üstelik sesini de istismar etmiştim. Gururlanmayayım mı? Cavanşir Guluyev’in kendisi, şahsen…
Kendisi, şahsen… Konuşuyor ve dinledikçe buralarda sıkıldığını anlıyorum. Hasret duyuyor bu adam. Hepimiz gibi.
–Sizler oralarda yazı yazarken yalnızca buraları övün. Acıyorum, bırakın gelip gidenler fazlalaşsın, çoğalsın, diyor.
(Bakü’ye geldikten sonra orada çekilen resimlere bakınca, Ada’da birlikte çektirdiğimiz yegâne fotoğrafı Cavanşir’in çektiğini anladım.)
…Üniversite yerleşkesine dönüyoruz. Girişte Cavanşir arabadan iniyor, ayrılıyoruz. Karanlıkta gözden kayboluyor. Araba dönünce başımı çevirip geriye bakıyorum. Burada – Sevgi Adası’nda takdir ettiğim, beğendiğim besteciyle tekrar görüşme fırsatını buldum. Hayatta her şey güzel! Hayatta her şey güzel! Hayatta her şey güzel!
LA İSLA BONİTA
…Hayır, bugün ne olursa olsun, ayaklarımı bile olsa Akdeniz’in sularına daldıracağım. Hava da güzel. Hafif bir meltem esiyor. Başımı arkaya doğru atarak saçlarımı rüzgârlara teslim edeceğim. Madonna gibi, “La isla bonita” şarkısını söyleyeceğim. Onun sesi güzel, benim de hitabım. Ha Madonna, ha İrade… Ancak sevgi olmayınca kelimeler de üşür…
…Dur bir hele, bu ne naz? Çayırların üzerinde iki kedi mart olayının koynundalar. Sarışın olan (yani dişisi) o tarafa bu tarafa yuvarlanıp duruyor. Kara olan da (erkeği) sabırla hanımın işvelerini seyrediyor. Onların biz insanlardan daha duygusal olduğunu anlıyorum. En azı aralarında karşıdakinin kalbini yaralama olayı yok…
Bu Sevgi Adası’nı da insanlar yaralayarak ikiye bölmüşler. Güneş bir, sema bir, ancak toprak bir … değil. Afrodit’in gönlünü yaralamışlar. Afrodit’in kalbi kırık…
Su soğuk. Yazık, çok yazık. Bir vakitler Tanrıça her yeni sevgilisiyle buluştuktan sonra bu sularda yıkanarak bakire oluyormuş. Tanrıça, bakire kalplere acı biraz!
Madonna nasıl söylüyordu: La isla bonita… Sanki bir rüya idi, bu Ada da hayalden ibaretti. San Pedro’da gurub vakti, mutluluk adası. Hülya…
***
—Yarın gidiyoruz. Ama yazık, hastalandım ve istediğim gibi gezip dolaşamadım. Baksana, yine üşüttüm galiba. Yarın uçakta ne yapacağım?
–İyi olur canını sıkma. Güzel bir seyahat oldu.
–Evliliğimizin bir yılını da kutlayarak yolcu ettik…
–???
–Rum Tarafı’nı da görmek istiyorum.
…Kaç gündür gözüme takılan İngiliz çift yanımızdan geçip gidiyor. Belki de sekseni geride bırakmışlar, ancak el ele dolaşıyorlar. Gözlerinden mutluluk akıyordu. Ne farkı var, bir yıl, otuz yıl veya yüz yıl. Önemli olan yıllar değil, o yılların anlamıdır. Bu sızı…
Masanın üstündeki içkinin cazibesine bak hele. NE GÖRDÜ BADEDE Kİ, BİLMEM, OLDU BADEPEREST… KÖNLÜM…
***
Kıbrıs – Afrodit’in başka bir adıyla Kiprida. Bir etimolojisi de var. Kipr, yani kiparisler – servi ağaçları ülkesi. BEN BİR SERVİ AĞACIYDIM SEVGİ ADASINDA. NE SEN BUNUN FARKINDASIN…
***
Ercan havalimanında genelde diğerlerine kıyasla alıştığımız şaşaalı hiçbir şey yok. Hatta alışveriş mağazaları bile düzensiz. Parfümle kurabiye aynı yerde satılıyor.
…Sınırdakiler çok sertler galiba. Ciddi ve herkese aynı gözle bakıyorlar, hatta pek nazlı Milletvekili’nin diplomatik pasaportuna da önem vermiyorlar. Kanuna ve kurallara kendi talimatları doğrultusunda uyuyorlar. O da sinirlenerek kemerini çıkarıp plastik kabın içine fırlatıyor, geri dönüp almıyor bile. İçimden biraz da gülmek geliyor.
–Neden sinirleniyorsun? Tanınmayan devletin memurları. Ayda yılda bir diplomatik pasaport görüyorlar. Ne bekliyordun?
…Uçakta yeniden bir hafta önce gördüğümüz aşina simaları görüyorum. Biraz sonra havalanacağız. Kalbimde parçalanmış bu toprağın sahibesinden son ricamı ediyorum…
İLAHE, KALBİME BİR SEVGİ YOLLA
TANRIÇA, BENİ SEVENLERE ACIYORUM…
Girne-Lefkoşa-BaküMart-Nisan, 2011
YAKIN SAHİLLERDE…
İLK GÜN
Gürcistan yeşildir, yemyeşil. Nereye gidersen, nerede dolaşırsan bu gerçek değişmez… Hele dağların arasıyla kıvrıla kıvrıla giden yolda ırmak vadisini de buna eklersen…Hele insanların simasına yansımış manevi dinginliyi de buna ilave edersen.
…Burası Karadeniz sahilinde bir liman kenti ve büyük turistik bölge. Orta çağlarda Lazika’nın, sonra da Gürcistan’ın bir parçası olmuş. Sonraları Megrel prensleri yönetmiş. 1547 yılında Osmanlı yönetimine geçerek tam üç yüz yıl onların elinde kalmış. 1878 yılında Ruslar geliyor ve… Bugün ülkenin kültürel, ekonomik hayatında önemli rol oynuyor. Tarihçilerin şehirle ilgili bilgileri tarihin ilk çağlarına kadar gidip çıkıyor. O vakitler buraya Batus diyormuş. Aristo, Plini ve Flavi Arria’nın eserlerinde de Batus olarak anılıyor. Tarihin sonraki dönemlerinde buraya hâkim olanlar hanedanları ve dinleri değiştirmiş, ancak elden ele geçmiş olsa da güzelliğini olduğu gibi muhafaza etmiş. Şehirde yaşayan halkın oluşturduğu mozaik bu tarihi gerçeği yansıtıyor. Yirminci yüzyılın başlarında kendini gösteren siyasi değişiklikler yine çehrede bazı değişimlerin oluşmasına sebep oluyor ve Osmanlı Devleti şehri tekrar ele geçiriyor. Sonrası ise malum. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiye uğraması ve Sovyetler Birliği’nin saldırarak Gürcistan’ı işgali. Müslüman Gürcülerin kendileri Gürcistan’a bağlanmak için ricacı oldukları yazılıp çiziliyor. Büyük devletlerin küçük halkların ricalarını nasıl da harfi harfine yerine getirdiğini görüyor musunuz!!!? Ooof, tarihte neler olmuş, neler bitmiş farkı ne? Asıl olan ben buradayım. BATUM’dayım… …Otele yerleştikten sonra Büyük Deniz’in sahiline giderek onu selamlayacağım, Karadeniz’i. Beni görsün ve görünce de heyecanlanarak biraz çırpınsın… Beni görür görmez hava da neden suratını böyle birdenbire astı anlamıyorum, yağmur çiseliyor. Hava da tıpkı ben, anı anına uymuyor… Eee, ne ise odur işte. Caddelerde asfaltı sökerek yerine taş döşüyorlar. Görüntü olarak güzel. Şehir yirmi yıl öncesinde böyle değildi, zıtlıkları görebiliyorsunuz… Eveeet, yirmi yıl öncesinde çok şey farklı idi, ben de başka idim. İlginç, Karadeniz beni umursamadı bile… Ner çırpındı, ne çabaladı. Kıvrıla kıvrıla sahile doğru aktı, sonra da sırtını dönüp gitti… Denize küseyim mi… Yok be kız, belki de yirmi yıl önceki SEN’i hatırlıyor … Bugünkü BEN’i tanımadı. Resul Rıza’nın dediği gibi – Külekler9 de sığallamır10 çiçekleri…Oralarda ezilip büzülmeden oturup bir bardak çay içilebilir, ya da… SİGARAMIN DUMANINA SARSAM, SAKLASAM SENİ… Yarın güneş çıksın artık…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.