Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hürrem», sayfa 6

Yazı tipi:

Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri özel törenlere bağlıydı. Onlar, o taç sahibi hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi uluorta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz gelişmemişse de, gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule göre hünkâr, kalbî olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince haremağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçim törenini tamamlardı.

Süleyman, bu geleneğe saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini gösterme düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, gelenekten de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.

“Allah,” dedi, “safa-yı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”

İşte o sırada Mahidevran, haremağalarıyla dil kavgası yapıyor, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü, hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek derdine düşmüş oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu. Vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.

O hırçın Hasekiyi oradan uzaklaştırmak, yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne uygun oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve gelenek, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.

Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken, Süleyman da Hürrem’in karşısına geçmiş, derin bir kendinden geçmeyle onu izliyordu.

Gerçekten kendinden geçmiş gibiydi; içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında el pençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.

Süleyman, uzun ve pek uzun bir an bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda beliren âlemin gelişimini safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı.

“Kız,” dedi, “sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”

Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemiş, “güzelsin” dememişti. Birlikte olduğu kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri oluştururdu. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanakları mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlar; gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.

Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi.

“İnsanın,” dedi, “ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum, Efem.”

Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi.

“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”

“Buna imkân var mı, Efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”

“Aşka düşersen kullanabilirsin!”

“Aşk nedir, Efem? Yeni işitiyorum bunu!”

Süleyman, ne şaşırdı ne de kızdı. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber, yapılan şu somdan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu.

“Aşk,” dedi, “bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler, şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o gülde koku neyse, birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”

Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr, yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek yeteneğinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti.

“Yıldızlar,” dedi, “niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir? Aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”

Hürrem, ellerini Hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi.

“Hayır!”

Süleyman, hayretle karışık bir isyanla iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu.

“Hayır mı?”

“Evet, Efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”

Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın bir tür yaratılış hastalığı olduğuna inananlardandı. Fakat aşkın sütte, şekerde, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak konularını nasıl anlatabilirdi?

Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşme yolunu açabilmek için her şeyden önce yar-ı canına aşkı anlatmak ve tattırmak lâzımdı. Şu gereklilikle işin ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.

Süleyman, yaradılışındaki hükmetme meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı zaman bütün güçlüklerin, hatta bir an içinde, sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek yeterdi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuştüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle yetinmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir sertlik göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı mevkiden ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için, Hürrem’in o mevkii yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan sertliğinden mutlu oluyordu. Ona aşkı anlatmayıysa zaten istiyordu. Bu sebeplerle mutlu bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.

“Gündüz,” dedi, “her yanda ne görürsün?”

“Aydınlık!”

“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”

“Hayır!”

“Aşk da böyledir, çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır, hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür, fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”

Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti.

“Güzel buyuruyorsunuz ama, Efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür?”

Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü.

“Bak,” dedi, “iyi bak. Ne var orada?”

“Cariyeniz Hürrem!”

“Yani bir güneş.”

Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı.

“İşte,” dedi, “aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”

Birbirlerini gözbebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli öpüşlerin açıklığıyla, ve kulaktan değil dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın gözbebeklerinde beliren kendi yüzünü görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yan yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!

Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoş edici saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı; açık bir kızgınlıkla Hünkârı süzüyordu. Onda, henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın gözbebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini hayal ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek demleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahlûk olduğu için, kalbine çöken sızıyı sezdirmemeyi başardı, tabii bir duruma bürünerek sordu.

“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi Efem?”

Hünkâr, çılgın bir acele içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı.

“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”

Biraz sonra, Rus bozkırlarından gelen küçük Halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın gözbebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli Hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağını anladığı için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle, Hünkârın duygusal durumunu çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi gösterirken de samimî davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten yararlanmak ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren Padişahı o kuruntu ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.

Tabiatın olgun bir çırağı olarak hayata gözlerini açmış bu çok hassas ve çok işvebaz kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi bir öpücüğe çevirip kendine aşk ilân eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse, dünyanın hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.

Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la yaşadığı ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini koruyan Hünkârı o güçten uzaklaştırmayı planına temel yaptı. Sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin sersemliğini henüz gideremeyen erkeğe yanaştı.

“Aşk,” dedi, “rüyaymış, Efem!”

“Neden?”

“Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”

“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”

“Orada tatlı bir sızı var, Efem.”

“İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”

“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”

Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamış, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu haliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.

Hünkâr gerçekten sarhoşlaşıyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat özel bir zekâ, özel bir hassasiyet ve bir cilvekârlıkla karşılaştığına inanmıştı. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini, hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla; gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyor, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.

Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu özelliği, Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı aniden bir yangına çevirip ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştah, bir haykırış olup Padişahın dudaklarında titredi.

“Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç, Hürrem, kalbime iyi bak. O yanıyor, senin için yanıyor!”

Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını Hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.

Oyuncu zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç Hükümdarı bozgundan bozguna uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu.

“Ben sizin nenizim, Efem?”

“Aşkım.”

“Ya siz benim nemsiniz, Efem?”

“Aşkın!”

“Valide Sultan Efendimiz, Hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”

Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar büyüleyen şu oynak kadına evet diyemezdi, çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, sınırsız bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak sağlar, ne de kendisine bir görev verebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa, sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.

Süleyman bu hakikati düşünerek susuyordu, fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi.

“Sana hünkârın gözdesi, gözbebeği diyecekler, yavrum.”

“Başkalarına da öyle diyorlar, Efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”

“Sevgi!”

“Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”

Süleyman tepeden tırnağa kadar sarsıldı; kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha değinen Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil, tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meşhur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla savaş aşığı bir adamdı; bu aşk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!

Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu konu üzerinde durmayı şanına lâyık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi.

“Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”

“Ne yapacaklar, Efem?”

“Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”

“Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”

Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün aklını kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten, zihnine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı.

“Aşk,” dedi, “dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”

* * *

O gece sarayda mumlar yorulup uyudu, nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu, dört kişi uyumadı. Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran!

Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı. Yüreklerini kanat yaparak kendinden geçme âlemine yükselmişler, bin bir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhî bir yükseliş sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına dönüşüp koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.

Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir arzuya kapıldı.

“Hürrem,” dedi, “gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”

O, mahmur mahmur gülümsedi.

“Benim günüm dünden doğdu Efem, bir dahi kararmaz o!”

“Senin günün ne çeşit şey?”

“Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”

“Aşk mı bu?”

“Sizsiniz Efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”

“Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”

“İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi Efem.”

“Sevincini bana da tattır öyleyse!”

Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissî inceliklerinden damla damla haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri sahip olduğu gizli amaçlardan da vazgeçmedi. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman hayatı kâinatı unuturken, o bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti.

“Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız, değil mi Efem?”

“Odana gideceksin, fakat akşama yine gelmek için!”

“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”

“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”

“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”

“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”

“Beni avutuyorsunuz Efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”

“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”

“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”

“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”

“Buna inanamıyorum, korkuyorum Efem.”

“Seni nasıl inandırayım. Onu da söyle, sıkılma.”

“Beni onlardan ayırt ederek!”

“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”

“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”

“Nasıl gösterelim bunu?”

“Kimseye yapmadığız lütfü bana yaparak.”

Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu.

“Beni halayık adından kurtar Efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”

Kız, kendini azat ettirmek istiyordu; halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek Padişah, onun bu dileğine uluorta onay veremezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkiinde kalması mümkün değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise, meşhur medrese tabirini kullanalım, odalık yapılmaları caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.

Hünkâr, tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini ret de edemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir gelenek yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!

Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vaat eden kadını oyalamak istedi.

“Yavrum,” dedi, “telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”

Hürrem, ayak dirediği hâlde Hünkârı hiç olmazsa üzeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı.

“Sizi,” dedi, “sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, hâşâ, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”

Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu açıklamada bulunuyordu.

“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız. Sizden sonra sarayda söz, Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”

Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu.

“Hürrem sıraya da girecek mi?”

“Hayır, valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”

“Ya Mahidevran?”

“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”

Hafsa gülümsedi.

“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o kul cinsi! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür Aslanım.”

Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı.

“Valide,” dedi, “sen Havva anamızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem babamızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”

Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden, yine kendi iktidarı için tehlike sezinledi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu.

“Aman Aslanım, bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”

Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı.

“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”

Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği ilginin binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan eski gözde ve güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç Hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.

Şimdi Valide Sultan, emeklerinin ödülünü Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına verilebilecek mutlulukların en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu belli etmek ve aynı zamanda, gözde olmakla Valide Sultana halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.

Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Rus Halayığın daha önce edilen davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?

Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşır ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi.

“Efem,” dedi, “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”

Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı; “it dişi, domuz derisi,” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi.

“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol. Böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”

Ve kız çıkarken sert bir sesle ilâve etti.

“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”

Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi; Hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı.

“Git,” dedi, “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”

Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret ve hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti. Ancak davete Haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.

Valide Sultan bu durumda gururunu değil, merakını tatmin etmeyi tercih etti. Her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak, hadisenin iç yüzünü öğrenme çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu, orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı.

“Ne o Sümbül,” dedi, “dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”

Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi.

“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim Sultanım.”

“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”

“Hürrem densizlik etti, Haseki Efendimizi kızdırdı.”

“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar. Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”

“Öyle demeyin Sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”

“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana.”

Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti.

“Bu sabah,” dedi, “erkenden Haseki Efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire, Pepe Kamer, Sırık Hurşit, Gökgözlü Dilruba, Çakır Mehpeyker vardı. Biz de bu halayıkların karşısına sıralandık.

Haseki Efendimiz çok titiz görünüyordu. Boyuna homurdanıyordu. Neden sonra yüzünü halayıklarla bize çevirdi.

‘Siz,’ dedi, ‘benimsiniz. Canınız elimdedir. Sizi istersem yaşatırım, istersem öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.’

Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu.

‘Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?’

Kimimiz tınmadı, duymazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir ‘evet’ çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu; bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.”

Hafsa heyecan gösterdi.

“Sonra?”

“Sonra Sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Ama ne geliş… Cenabın da görse dayanamazdı, celâllenirdin.”

“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”

“Salına salına!”

“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”

“Yalnız salınmıyordu Sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki Efendimizi önemsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”

“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”

“Evet, Sultanım. Hürrem, sanki Haseki Efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin,’ dedi.”

“Sahi, böyle mi dedi, Sümbül?”

“Evet, Sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”

“Mahidevran ne yaptı?”

“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı; sonra gazaba geldi, köpürdü. ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun. Gözünü iyi aç, terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”

“Hürrem ne dedi ona?”

“Ne diyecekti, Sultanım? Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin,’ dedi; ‘Hoşt murdar,’ dedi; ‘Halt etmişsin kepaze,’ dedi; ağzına geleni söyledi.”

“Sonra?”

“Sonra, Sultanım, Haseki Efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nâra savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”

“Siz put gibi duruyor muydunuz?”

“Hürrem, Haseki Efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi, Sultanım.”

“Haseki dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”

“Dövülmedi amma sövüldü, Sultanım.”

“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, Aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”

Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı.

“Haydi, git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı açık etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”

Valide Sultan, Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi.

“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım, Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”

Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirip, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in Hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.

* * *

Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi mutluluğunu kısa bir cümleyle müjdeledi.

“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”

Ve şu cümlenin ima ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir hayal dakikası geçirdi. Sonra şen bir gülümsemeyle başını doğrulttu.

“Şimdi,” dedi, “sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”

Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺89,54

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
ISBN:
978-625-8068-35-1
Telif hakkı:
Maya Kitap