Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Doksan Üç», sayfa 6

Yazı tipi:

II
AURES HABET, ET NON AUDIET 12

Yaşlı adam kıpırdamadan duruyordu. Düşünmekten ziyade hülyalara dalmıştı. Barış, güven, huzur ve yalnızlık ile sarılmıştı etrafı. Gece karanlığı ormanın üstüne düşmüştü. Aşağıdaki vadiye ise tam olarak karanlık çökmemişti. Kum tepesi ise hâlâ aydınlıktı. Ay, batıda yükseliyordu ve yıldızlar soluk mavi gökyüzüne birer iğne gibi ilişmişti. Her ne kadar derin düşüncelere dalmış olsa da yaşlı adam kendini doğanın tarifsiz huzuruna bırakıvermişti. Şafağın ışıkları ile kendi umutları da yükseliyordu sanki. Bu umudu iç savaşa karşı bir umut olarak da düşünebiliriz. Bir an için denizin acımasızlığından kaçıp bütün tehlikeleri gerisinde bırakmış gibi hissetti kendini. Adını bilen kimse yoktu, yalnızdı. Ardında hiçbir iz bırakamadan düşmanı atlatmıştı. Deniz hiçbir izi saklayamaz. Her şey denizle kaybolur, gözden kaçırılır, hatta en ufak bir şüphe bile silinir gider. Kelimelerle tarif edilemeyecek bir sakinlikti adamın hissettiği. Neredeyse uyuyakalacaktı.

Yeri göğü kaplamış bu derin sessizlikte ince bir çekicilik vardı. Öyle ki içten ve dıştan bir sürü sıkıntıyla kuşatılmış bu adamı bile yumuşatmıştı.

Denizden esen rüzgâr dışında bir ses duyulmuyordu. Ama bu ses de uzun bir süre devam ederse kulak alışır ve onu ses olarak algılamamaya başlar.

Adam birden ayağa kalktı.

Bir şey dikkatini çekmişti. Ufuktaki bir şeye gözlerini dikmişti.

Baktığı yer vadinin öteki ucunda, Cormeray tarafındaki çan kulesiydi. Çan kulesinde tuhaf bir şeyler oluyordu.

Kulenin karanlık silueti gökyüzünde apaçık belli oluyordu. Kule tepelerin üzerinde uzanıyordu. Ve kulenin arasında çan için yapılmış dört tarafı açık, kare bir kafes vardı. Breton çan kulelerinin modasına göre yapılmıştı. Şimdi bu kafes düzenli bir şekilde bir açılıp bir kapanıyordu. Bir an için tamamen beyaz görünüyordu ve bir sonraki an simsiyah. Ardındaki gökyüzü bir görünüp bir kayboluyordu. Bir çekicin düzenli aralıklarla örse vurması gibi sürüp gidiyordu bu düzen.

Cormeray’daki bu çan kulesi, yaşlı adama iki kilometre kadar uzaktaydı. Sağ tarafta ufka karşı dümdüz yükselen diğer bir çan kulesi Baguer-Pican’a doğru baktı. O çan kulesinin kafesi de Cormeray’ın çan kulesi gibi açılıp kapanıyordu. Sol tarafa, Tanis’in çan kulesine doğru baktı. Tanis’in kafesi de Baguer-Pican’ınki gibi açılıp kapandı. Ufukta birbiri ardına bütün çan kulelerini inceledi. Sağ tarafta Courtils, Précey, Crollon ve Croix-Avranchin çan kuleleri vardı. Solunda ise Raz-sur-Couesnon, Mordray ve Pas vardı. Önündeki ise Pontorson çan kulesi idi. Hepsinin kafesi dönüşümlü olarak kararıp aydınlanıyordu.

Bu ne anlama geliyordu?

Bu, tüm çanların çaldığı anlamına geliyordu. Işığın bu kadar hızlı değiştiğine bakılırsa birileri onları şiddetle çalıyordu.

Neden peki? Tehlike çanıydı bunlar, şüphesiz. Bütün çan kulelerinden, her cemaatten ve her köyden çılgınca çalıyorlardı ama seslerini duyuramıyorlardı.

Bunun nedeni, çanların oldukça uzak olmasındandı. Ayrıca ters yönden esen rüzgâr, sesleri kıyıdan ufkun ötesine taşıyamazdı. Çılgın çalan çanlara rağmen değişmeyen sessizlik oldukça ürperticiydi.

Yaşlı adam baktı ve dinledi.

Yardım çığlıklarını duyamıyordu ama görebiliyordu. Yardım istendiğini görmek oldukça garip bir duyguydu.

Bu öfke kime karşıydı?

Bu tehlike çanları kimin için çalıyordu?

III
BÜYÜK HARF KULLANMANIN FAYDALARI

Birileri hiç şüphesiz kapana kısılmıştı.

Kim olabilirdi ki?

Çelik gibi adam ürperdi.

Kendisi için çalıyor olamazdı. Geldiğinden kimsenin haberi yoktu. Temsilcilerin öğrenmiş olması imkânsızdı çünkü karaya yeni ayak basmıştı. Hem korvetin mürettebatla beraber battığından da emindi. Adını da Boisberthelot ve Vieuville dışında bilen yoktu zaten.

Çanlar acımasız oyununa devam ediyordu. Yaşlı adam mekanik bir şekilde hareketleri sayıyordu. Kendini güvende hissetmek ve dehşete kapılmak arasındaki ince çizgide, oradan oraya dolanıyordu düşünceleri. Hem bu tehlike çanlarının birçok sebebi olabilirdi. En sonunda kendine şunları tekrarladı, “Uzatmamak lazım. Kimse benim buraya geldiğimi bilmiyor, adımı bilen de yok.”

Birkaç dakikadır başının üstünde ve arkasında bir ses duyuyordu. Bu daha çok titreyen bir yaprağın hışırtısı gibiydi. İlk başlarda önemsememişti ama bu ses ısrarla devam edince arkasını dönüp kolaçan etti. Bu gerçekten de bir yapraktı ama kâğıt yaprağı. Rüzgâr, başının üzerindeki kilometre taşına yapıştırılan büyük bir afişi sökmeye uğraşıyordu. Afiş duvara yapıştıralı çok zaman geçmiş olamazdı çünkü henüz kurumamıştı. Bu yüzden rüzgârın kurbanı olmuş ve bir kenarı duvardan sökülmüştü.

Yaşlı adam bunu fark etmemişti çünkü kum tepesine diğer taraftan tırmanmıştı.

Oturduğu taşın üzerine çıktı ve afişin sökülmüş köşesini eliyle tuttu. Gökyüzü durgundu. Haziran aylarında alaca karanlık oldukça uzun sürerdi. Kum tepesinin etekleri karanlığa gömülse de tepesi hâlâ aydınlıktı. Gözü afişte büyük harflerle yazılan kısma takıldı ve yazılanları okumak için yeteri kadar ışık vardı. Okuduğu şey şuydu:

BİR VE BÖLÜNMEZ FRANSIZ CUMHURİYETİ

Biz, halkın temsilcisi ve Cherbourg kıyısındaki ordunun komutanı Prieur de la Marne olarak şunu bildiriyoruz:

Kendisine Breton prensi diyen, Lantenac’ın Markisi ve Fontenay Vikontu, Granville sahilinde gizlice karaya çıkan adam kanun kaçağı ilan edilmiştir. Başına bir ödül konulmuştur. Onu ölü ya da diri yakalayan, altmış bin frank alacaktır. Bu meblağ kâğıt para olarak değil altın olarak ödenecektir. Cherbourg sahil güvenlik ordusundan bir tabur, eski Lantenac Markisi’nin yakalanması için derhâl gönderilecektir. Mahalle sakinlerine gerekli yardımı vermeleri emredilmiştir.

Haziran 1793’te Granville Belediye Binasında yayımlanmıştır.
İmza: PRIEUR DE LA MARNE.

Bu ismin altında, küçük harflerle yazılmış başka bir imza daha vardı ama azalan ışık nedeniyle tam olarak seçilemiyordu. Yaşlı adam şapkasını gözlerinin üzerine kadar indirdi. Kabanını da çenesine kadar çekerek aceleyle kum tepesinden aşağı indi. Duruma bakılırsa bu ışıl ışıl zirvede oyalanmak güvenli sayılmazdı.

Belki de orada zaten çok uzun süre durmuştu. Her yer kararmışken, kum tepesinin zirvesi görünür durumda kalan tek noktaydı.

İnmeye devam ediyordu. Kendini karanlıkta bulduğunda hızını yavaşlattı. İzini sürdüğü çiftlik yoluna girmişti. Belli ki bu yönde güvende olduğuna inanıyordu. Ortalık ıpıssızdı, yoldan geçen kimsecikler yoktu. Bir çalı yığınının arkasında durarak kabanını çıkardı. Tüylü tarafı içeriye gelecek şekilde yeleğini ters yüz etti. Kabanını bir ip yardımıyla bağlayıp sırtlandı ve yolculuğuna devam etti.

Parlak bir mehtap vardı.

İki yolun çatallandığı bir yol ağzına ulaştı. Taştan eski bir haç kaidesi üzerinde beyaz bir kare görünüyordu. Şüphesiz bu, son okuduğu afiş gibi bir afişti. Oraya yaklaşırken bir ses duydu.

“Nereye gidiyorsunuz?”

Dönüp baktığında, kendisi gibi bir adam gördü. Uzun boylu, ak saçlı ve kendisinin yaşlarındaydı. Üzerindeki giysileri de onunkiler gibi eskimişti. Neredeyse aynaya bakıyor sanacaktı.

Adam uzun bir asaya yaslanmış olarak duruyordu.

“Size nereye gittiğinizi soruyorum.” diye tekrarladı.

Kibirli bir soğukkanlılıkla “İlk önce bana nerede olduğumu söyleyin.” dedi yaşlı adam.

Diğer adam cevap verdi:

“Tanis senyörlüğündesiniz. Ben buraların dilencisiyim ve siz de lortsunuz.”

“Ben mi?”

“Evet, siz. Monsenyör Lantenac Markisi.”

IV
CAIMAND

Lantenac Markisi, artık ismi açığa çıkmıştı, usulca cevapladı:

“Evet. Beni ele verebilirsiniz artık.”

Adam devam etti:

“İkimiz de burada kendi yuvamızdayız. Siz kalenizde, ben ise çalılıklarda.”

“Daha fazla uzatmayalım. Ne yapacaksanız yapın. Beni yetkililere teslim edin.”

Adam konuşmayı sürdürdü:

“Herbe-en-Pail çiftliğine gidiyordunuz, öyle değil mi?”

“Evet.”

“Oraya gitmeyin.”

“Neden?”

“Çünkü Maviler orada.”

“Ne zamandır oradalar?”

“Üç gündür.”

“Çiftlik ahalisi köy ve çiftlik için direndi mi?”

“Hayır. Kapıları sonuna kadar açtılar.”

“Ah!” dedi Marki.

Adam parmağıyla ağaçların ardından uzakta görünen bir yere işaret etti. Burası çiftliğin çatısıydı.

“Çatıyı görüyor musunuz, Marki?”

“Evet.”

“Peki üstündekini?”

“Bir şeyler dalgalanıyor gibi.”

“Evet.”

“Bu bir bayrak.”

“Evet, üç renkli.” dedi adam.

Kum tepesinin zirvesinde otururken Marki’nin dikkatini çeken şey de buydu.

“Tehlike çanları çalıyor değil mi?”

“Evet.”

“Kimin için?”

“Kuşkusuz sizin için.”

“Fakat kimse duyamıyor.”

“Rüzgâr duyulmasını engelliyor.” dedi ve devam etti:

“Sizin için olduğunu fark etmiş miydiniz?”

“Evet.”

“Sizi arıyorlar.”

Çiftliğe gelişigüzel bir bakış attıktan sonra konuşmayı sürdürdü.

“Yarım tabur kadar adam var.”

“Cumhuriyetçiler mi?”

“Parisliler.”

“Peki.” dedi Marki, “Hadi devam edelim.”

Ve çiftlik tarafına doğru bir adım attı. Adam onu kollarından tuttu.

“Oraya gitmeyin!”

“Nereye gideyim istiyorsunuz?”

“Benimle gelin.”

Marki dilenciye baktı.

“Beni dinleyin, Marki. Benim evim size layık değil ama en azından güvenlidir. Mahzenden daha alçak bir kulübe; zemini yosundan, sütunu çimenden, çatısı da dallardandır. Gelin. Çiftliğe giderseniz sizi vururlar. Yorgun olmalısınız, evimde uyuyabilirsiniz. Yarın Maviler tekrar yola koyulurlar ve siz de istediğiniz yere gidersiniz.”

Marki adamı sorgulamaya başladı.

“Siz hangi taraftansınız? Kralcı mı yoksa cumhuriyetçi mi?”

“Ben bir dilenciyim.”

“Yani kralcı ya da cumhuriyetçi değilsiniz?”

“Taraf tutmuyorum.”

“Kral’ın yanında mısınız, karşısında mı?”

“Bu gibi şeyler için düşünecek vaktim olmadı.”

“Olan bitenler hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Ben sadece hayatta kalmaya çalışıyorum.”

“Yine de benim yardımıma koşuyorsunuz.”

“Kanun kaçağı ilan edildiğinizi öğrendim. Bu kanun denen şey her ne ise, demek birileri ondan kaçabiliyor. Pek anlamıyorum. Kanundan kaçıyor muyum, kaçmıyor muyum onu bile bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Açlıktan ölmek kanun kaçağı olmak demek midir?”

“Ne kadar zamandır bu durumdasınız?”

“Tüm hayatım boyunca.”

“Ve beni kurtarmaya çalışıyorsunuz?”

“Evet.”

“Neden?”

“Çünkü kendime şöyle dedim: İşte benden daha kötü durumda birisi, nefes almaya bile hakkı yok.”

“Doğru. Bu yüzden mi beni kurtarıyorsunuz?”

“Kesinlikle. İşte şimdi kardeşiz, lordum. İkimiz de dilenciyiz; ben ekmeğimin peşindeyim, siz ise hayatınızın.”

“Ama benim başıma ödül konulduğunu biliyor musunuz?”

“Evet.”

“Nasıl?”

“Afişte okudum.”

“Okuyabiliyorsunuz demek.”

“Evet, yazabiliyorum da. Cahil olduğumu mu düşündünüz?”

“Okumayı bildiğinize ve afişi okuduğunuza göre beni teslim edene altmış bin frank verileceğini de biliyorsunuzdur.”

“Biliyorum.”

“Hem de kâğıt para olarak değil.”

“Evet biliyorum, altın olarak.”

“Beni teslim edenin başına talih kuşu konacağının farkında değil misiniz?”

“Farkındayım.”

“Beni teslim eden bir servete sahip olacak.”

“Evet, ne olmuş?”

“Bu bir servet!”

“Ben de aynen bunları düşündüm. Sizi gördüğümde dedim ki kendime, ‘Bu adamı birisi yakalarsa eğer altmış bin frank kazanacak ve başına talih kuşu konacak. Öyleyse acele edeyim de bu adamı saklayayım.’ “

Marki, dilenciyi takip etti.

Bir çalılığa girdiler. Dilencinin kulübesi buradaydı. Büyük ve eski bir meşe ağacının altında adamın oturması için bir tür oda vardı. Köklerinin altında oyulmuş ve dallarla kaplıydı bu yer. Karanlık, alçak, gizli ve esasen görünmez bir alandı. İçinde iki kişilik yer vardı.

“Bir misafirim olabileceğini tahmin etmiştim.” dedi dilenci.

Bretonya’da bu tür yer altı barınağına karnihot denir. Bu barınaklar tahmin edebileceğinden daha nadir görülür. Kalın duvarlar içine inşa edilen saklanma yerlerine de aynı isim verilmektedir. Yerde birkaç güğüm vardı. Saman veya yıkanıp kurutulmuş, kaba deniz otundan yapılmış bir yatak, kalın yünlü bir battaniye ve birkaç mum yağı kandili, gerektiğinde ateş yakmak için kibrit olarak kullanılacak bir çakmak taşı, bir parça çelik ve ince dallar ile döşenmişti.

Eğildiler, bir süre emeklediler ve ağacın kalın kökleriyle garip bölmelere ayrılan bir odaya girdiler. Yatak görevi gören kuru deniz yosunu yığınının üzerine oturdular. İçinden girdikleri ve bir kapı görevi gören iki kök arasındaki boşluk, belli bir miktar ışık geçiriyordu. Gece bastırmıştı ancak insan gözü kendini ışığın değişimine alıştırır ve karanlıkta bile bazen gün ışığı varmış gibi görür. Ay ışığının yansıması girişi aydınlatıyordu. Köşede bir testi su, bir somun karabuğday ekmeği ve biraz kestane vardı.

“Haydi yiyelim.” dedi dilenci.

Kestaneleri bölüştüler. Marki cebinden çıkardığı sert galetayı adama verdi. Kara somunu bölüp yediler ve sohbet ederken aynı testiden sırayla su içtiler.

Marki adamı sorgulamaya devam etti:

“Öyleyse ne olursa olsun, hepsi sizin için aynı.”

“Hemen hemen. Bu tür işlerle ilgilenmek siz lortların görevidir.”

“Ama örneğin şu anda ne olanlar…”

“Bütün bu olanlar beni aşıyor.”

Dilenci ekledi:

“Ayrıca, daha mühim olan şeyler var; güneş doğuyor, ay da büyüyüp küçülüyor. Beni ilgilendiren türden şeyler bunlar.”

Testiden bir yudum aldı:

“Güzel ve tatlı su!”

Sonra devam etti:

“Suyu nasıl buldunuz lordum?”

“Adınız nedir?” diye sordu Marki.

“Benim adım Tellmarch ama bana Caimand derler.”

“Anlıyorum. Caimand buralara özgü bir kelimedir.”

“Ve dilenci anlamına gelir. Bir de Le Vieux13 derler bana.”

Dilenci devam etti:

“Kırk yıldır Le Vieux olarak anılıyorum.”

“Kırk yıldır! Ama o zamanlar genç olmalısınız!”

“Ben hiç genç olmadım. Siz hâlâ gençsiniz, Marki. Yirmi yaşında bir adamın bacaklarına sahipsiniz. Ben zorlukla yürüyebiliyorken siz büyük kum tepesine tırmanabiliyorsunuz. Biraz yürüyeyim hemen yoruluyorum. Aynı yaşta olsak dahi zenginlerin bize göre avantajları vardır. Her gün yemek yerler mesela. Yemek insanın gücünü korur.”

Bir an sessizlikten sonra dilenci devam etti:

“Zenginlik ve yoksulluk. Ne fena! Bana öyle geliyor ki tüm felaketlerin nedeni bu. Yoksullar zengin olmak istiyor, zenginler yoksullaşmak istemiyor. Bence her şeyin temelinde bu var. Ama bu tür konulardan yana bir rahatsızlığım yok. Ne olursa olsun, ben ne alacaklıdan ne de borçludan yanayım. Bildiğim bir şey varsa o da bir borç varsa ödenir. Kral’ı öldürmemiş olmalarını isterdim ama bunu neden istediğimi açıklamak zor. Ama böyle deyince bana şunu söylüyorlar: ‘İnsanları bir hiç uğruna nasıl astıklarını bir düşünün! Kral’ın geyiklerinden birine yapılan sefil bir atış için, bir keresinde bir adamın asıldığını gördüm. Bir karısı ve yedi çocuğu vardı.’ Her iki tarafın da söyleyecek bir şeyleri var.”

Tekrar sustu, sonra devam etti:

“Elbette bunları biliyorsunuz. Olup biteni biliyormuş gibi yapmıyorum çünkü bilmiyorum. Birileri gelip gidiyor, bir şeyler değişiyor. Ben ise yıldızların altında yaşamaya devam ediyorum.”

Tellmarch yine düşüncelere daldı. Sonra sürdürdü:

“Kırık çıkık ve ilaç hakkında bir şeyler bilirim. Otlara ve bitkilerin kullanımına aşinayım. Köylüler beni onların anlamadıkları işlerle uğraşan biri olarak görüyor. Ve bana büyücü diyorlar. Çünkü hülyalar görüyorum diye beni âlim sanıyorlar.”

“Buralardan mısınız?” diye sordu Marki.

“Evet, buralardan hiç gitmedim.”

“Beni tanıyor musunuz?”

“Elbette. Sizi son gördüğümde, İngiltere’ye giderken buralardan geçiyordunuz. İki yıl önce olsa gerek. Şimdi de kum tepesinde bir adam gördüm, uzun boylu. Buralarda uzun erkek pek olmaz. Bretonya kısa boylu adamların ülkesidir. Daha yakından baktım; afişi okumuştum ve kendi kendime, ‘Bak sen şu işe!’ dedim. Ve siz aşağı indiğinizde, ay ışığı size vurdu ve sizi tanıdım.”

“Ama ben sizi tanımıyorum.”

“Siz bana baktınız ama beni hiç görmediniz.”

Dilenci Tellmarch ekledi:

“Sizi gördüm. Yoldan öylece geçen birileri gibi öylesine bakmaz dilenciler.”

“Sizinle daha önce hiç rastlaştık mı?”

“Tabii çünkü ben sizin dilencinizim. Yolda, kalenin altında yalvarırdım. Bazen bana sadaka verirdiniz. Veren adam fark etmez ama alan adam endişeyle bakar ve iyi gözlemler. Dilenciler doğuştan casustur. Ama ne kadar kötü durumda olsam da kötü niyetli bir casus olmamaya çalışıyorum. Eskiden elimi uzatırdım ve siz bundan başka bir şey görmezdiniz. Bazen sabahleyin attığınız sadaka beni gece açlıktan ölmekten alıkoyardı. Yirmi dört saat ağzıma tek bir lokma koymadan günlerimi geçirdiğimi bilirim. Öyle anlar olur ki bir metelik hayatınızı kurtarır. Size bir hayat borçluyum ve şimdi de borcumu ödüyorum.”

“Doğru, benim hayatımı kurtarıyorsunuz.”

“Evet, hayatınızı kurtarıyorum, Monsenyör.”

Tellmarch’ın sesi ciddileşti:

“Ama bir şartla.”

“Nedir o?”

“Eğer buraya zarar vermek için gelmediyseniz.”

“Buraya iyi şeyler yapmak için geldim.”

“Öyleyse uyuyalım.” dedi dilenci.

Yosundan yatağa yan yana uzandılar. Dilenci başını koyduğu gibi uykuya daldı. Marki her ne kadar yorgunluktan tükenmiş olsa da bir süre ayık kaldı. Doğrularak karanlığı izledi ve biraz düşündü. En sonunda geri uzandı. Bu yatağın üstünde yatmak, toprağın üstünde yatmaktan farksızdı. Fırsattan istifade, kulağını yere dayadı ve dinledi. Bu yer altı oyuğundan sesler geliyordu. Seslerin toprağın içinde yayıldığını herkes bilir. Duyduğu sesler aslında çan sesleriydi.

Tehdit çanları çalmaya devam ediyordu.

Marki uykuya daldı.

V
UYANDIĞINDA GÜN DOĞMUŞTU

Dilenci ayakta bekliyordu. Kulübesinde değildi tabii çünkü orada dik durmak imkânsız. Dışarıda eşikte duruyordu. Asasına yaslanmıştı ve yüzüne güneş ışığı vuruyordu.

“Monsenyör.” dedi Tellmarch. “Tanis çanına dört kez vuruldu. Sesleri duydum. Rüzgâr yönü değişti, rüzgâr karadan esiyor. Başka da ses duymadım. Tehlike çanları kesilmiş olmalı. Çiftlikte ve Herbe-en-Pail köyünde her şey sessiz. Maviler ya uyuyor ya da köyü terk ettiler. Tehlikenin büyüğünü atlattık. Ayrılmak bizim için ihtiyatlı olacak. Benim için dışarı çıkma zamanı.”

Ufukta bir noktayı gösterdi.

“Ben bu tarafa gidiyorum.” Sonra ters yönü göstererek, “Siz de o tarafa gideceksiniz.” dedi.

Dilenci ağır bir şekilde Marki’yi selamladı.

“Acıktıysanız şu kestaneleri de yanınıza alın.” diye ekledi akşam yemeğinin kalıntılarını işaret ederek.

Bir süre sonra da dilenci ağaçların arasında kayboldu.

Marki ayağa kalktı ve Tellmarch’ın belirttiği yöne gitti.

Eski Norman köylülerinin dediği gibi “Gün ağarıyordu.” İspinozların ve çalı serçelerinin cıvıltısı duyuluyordu. Marki, bir gün önce geçtikleri yolu takip etti. Çalılıktan çıktıktan sonra kendisini taş haçla işaretlenmiş yol ağzında buldu. Afiş hâlâ oradaydı, yükselen güneşte göz alıcı bir beyazlıkla duruyordu. Bu bildirinin altında, azalan ışık yüzünden dün akşam okuyamadığı küçük harflerle yazılmış bir yazı olduğunu hatırladı. Haç kaidesi üzerine çıktı. Bildiri, “PRIEUR DE LA MARNE” imzasının altında, küçük harflerle yazılmış aşağıdaki satırlarla bitirilmişti:

Lantenac Markisi’nin kimliği tespit edildiğinde vakit kaybetmeksizin idam edilecektir.

İmza: GAUVAIN, Keşif Kolu Komutanı Tabur Şefi.

“Gauvain!” dedi Marki.

Durdu, derin düşüncelere daldı. Gözlerini afişin üzerinden çekmemişti.

“Gauvain!” diye tekrarladı.

Yürüdü, kaidenin etrafında döndü, haça baktı, geri geldi ve afişi yeniden okudu.

Sonra yavaşça uzaklaştı. Yanında biri olsaydı, onun kendi kendine bir şeyler mırıldandığını duyabilirdi:

“Gauvain!”

Solundaki çiftliğin çatıları, yürüdüğü yolların çukurunda görünmüyordu. Sarp bir tepenin eteklerine tırmanmaya başladı. Tepenin etekleri dikenli karaçalı olarak bilinen türlerin çiçekleriyle kaplıydı. Tepenin zirvesi “tilki başı” denen noktalardan biriydi. Tepenin eteklerindeki ağaçlar ise manzarayı kapatıyordu. Ağaç yaprakları ışıl ışıl parlıyordu. Doğa, sabahın derin neşesi içindeydi.

Birdenbire bu manzara berbat oldu. Bir pusu kurulmuş gibiydi. Tarlalardan ve sabah ışığında parıldayan ormanlardan feryat figan çığlıklar ve tüfek sesleri yükseldi. Ortalık alev alevdi. Sanki yanan köy ve çiftlik değildi de yanan bir saman demetiydi. Parlak alevlerle karışan yoğun bir duman etrafı kaplamıştı. Sadece şaşırtıcı değil, aynı zamanda korkutucuydu da. Huzuru gazaba dönüştüren bir korkunçluk. Şafağın tam ortasında bir anda cehennem patlaması yaşanıyordu sanki. Çatışma, Herbe-en-Pail yönünde devam ediyordu. Marki durdu.

Böyle bir durumda herkes aynı şeyi hissederdi; merak korkudan daha güçlüdür. İnsan yaşam tehlikesi altında bile neler olup bittiğini öğrenme güdüsüne karşı koyamaz. Dibinde çukur bir patika bulunan tepeye tırmandı. Birilerinin onu görme ihtimaline rağmen neler olduğunu görebilmek için izlemeye koyuldu. Birkaç dakika içinde durup etrafına baktı. Aslında hem yaylım ateşi hem de yangın vardı. Biri rahatlıkla çığlıkları duyabilir ve ateşi görebilirdi. Çiftlik belli ki bazı gizemli felaketlerin merkezindeydi. Ne olmuş olabilirdi? Çiftlik saldırıya mı uğramıştı? Ve eğer öyleyse kim tarafından? Bu bir savaş olabilir miydi? Yoksa askerî bir infaz olması daha olası mıydı? Belki de Maviler devrimci bir kararnamenin emriyle dayanıklı çiftlikleri ve köyleri ateşe vererek onları cezalandırıyordu. Mesela yasanın öngördüğü şekilde ağaçları kesmeyi ihmal eden ve cumhuriyet süvarilerinin geçişi için yol açmayan her çiftlik ve mezra yakılmış olabilirdi. Ernée yakınlarındaki Bourgon cemaati de bu şekilde cezalandırılmıştı kısa bir süre önce. Herbe-en-Pail için de durum aynı mıydı? Kararnameyle emredilen yerlerin açılması için, ne çalılıklarda ne de Tanis ve Herbe-en-Pail çevresindeki ağaçların kesilmediği aşikârdı. Bunun cezası bu muydu? Çiftlik, yetkili muhafızdan emir alınarak işgal mi edilmişti? Bu yetkili muhafız, keşif kolunda “cehennem kolonileri” olarak adlandırılan ekipten miydi?

Marki’nin tünediği zirve, Herbe-en-Pail korusu adı verilen vahşi ve tüylü bir çalılıkla çevrilmişti. Burası bir orman kadar genişti ve tüm Bretonya ormanlarında olduğu gibi dağ geçitleri, patikaları ve çukur yolları vardı. Cumhuriyet orduları bu labirent gibi yerde sık sık yolundan sapıyordu.

Eğer bu bir infazsa acımasız bir infazdı. Çünkü oldukça hızlı olmuştu. Tüm acımasız işler gibi bu da çabucak olup bitmişti. İç savaş bu vahşi eylemleri de beraberinde getirmişti. Marki, tüm olanları kafasında atıp tutarken ve aşağı inip inmemek konusunda tereddüt ederken, çatışma sesleri kesilmişti. Daha doğrusu yok olmuştu. Marki, koru boyunca dağılan azgın ve coşkun birliği görebiliyordu. Ağaçların altında ürkütücü bir koşuşturma vardı. Birlik, çiftlik tarafından ormana girdi. Trampet sesleri devam etmesine rağmen artık ateş açan yoktu. Ortalık mahşer yerine dönmüştü. İz sürüyorlardı. Belli ki birisini arıyorlardı. Velvele alabildiğine yayılmıştı. Öfke ve zafer çığlıkları birbirine karışmıştı. Kopan yaygara yüzünden hiçbir ses anlaşılmıyordu. Birdenbire, bir duman bulutu içinden ortaya çıkan bir hat gibi bu yaygarada da bir ses net bir şekilde duyulmuştu. Bu bir isimdi. Binlerce kişi aynı şeyi tekrarlıyordu. Marki bu sefer açıkça duyuyordu:

“Lantenac, Lantenac! Lantenac Markisi!”

Onu arıyorlardı.

12.(Lat.) Kulakları vardır ama işitemezler. (ç.n.)
13.(Fr.) İhtiyar. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺36,25

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-90-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,7, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 4,8, 31 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 3,7, 3 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,5, 10 oylamaya göre