Kitabı oku: «Sefiller I. Cilt»
Victor Hugo, 26 Şubat 1802’de Fransa’nın Besançon kentinde Joseph Leopold Sigisbert Hugo ve Sophie Trebuchet’nin oğlu olarak dünyaya geldi. O ve iki ağabeyi, Abel ve Eugène, anneleriyle Fransa’nın Paris kentinde yaşarken bir general ve Avellino Valisi olan babaları ise İtalya’da yaşıyordu. Hugo’nun annesinin, Fransız hükûmetinin düşmanı olan General Victor Fanneau Lahorie ile özel bir dostluğu vardı. Onun, evlerinde saklanmasına izin vermişti. Bu sırada o da ailenin erkekleri için öğretmenlik yaptı. Çocuklar babalarını görmek için sık sık seyahat ediyordu. Bu seyahatler onların eğitimlerinde kesintilere neden oluyordu. Küçük bir çocuk olan Hugo, şiir yazmaya özel bir ilgi duyuyordu. On iki yaşındayken Victor ve erkek kardeşleri Pension Cordier’de bulunan bir okula gönderildi. Orada farklı ekolleri inceleme fırsatı buldular, boş zamanlarını şiir ve oyun yazarak geçirdiler.
Victor on beş yaşındayken Académie Française tarafından düzenlenen şiir yarışmasını kazandı ve ertesi yıl da Académie des Jeux Floraux’un yarışmasında yine birinci oldu. Şair olarak ünü hayatının erken dönemlerinde gelişti.
1822’de Hugo, annesinin vefatıyla sarsıldı. Bundan bir buçuk yıl sonra ise çocukluk aşkı Adéle Foucher ile evlendi. Çiftin dört çocuğu oldu. Paris’teki apartmanları, romantizm akımının hırslı yazarlarının buluşma yeri hâline geldi. 1822’de Hugo da ilk imzalı kitabını yayımladı.
1824’te Hugo’nun birkaç arkadaşı Muse Française adlı bir grup kurdu. Hepsi neoklasizmden (mantıklı, açık ve düzenli yazıya değer verilen Antik Yunan ve Roma stillerine dayanan bir yazı stili) sıyrılmaya çalışan genç yazarlardı. 1826’da Hugo, neoklasizmi reddeden bir kitap yayımladı.
1826 ve 1827 yılları, Hugo ve onun şiirinin destekçisi olan bir grup genç romantiğe verilen isim olan Cénacle için başarılı yıllardı. Ona “şairlerin prensi” demişlerdi. Arkadaşlarının desteği ve tavsiyeleri ile Hugo, romantizmin temellerini attı. Bu inançla, Ekim 1827’de yayımlanmayan oyununa Cromwell’in ön sözünde yer verildi. İncil, Homeros ve William Shakespeare onun benimsediği yeni edebiyat akımının ilham kaynakları oldu.
1831’de Hugo, Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok tanınan eseri, Notre Dame’ın Kamburu romanını yayımladı. Bunda, Notre Dame Katedrali’ni ve karakterlerini yaratarak geç Orta Çağ’ın gerçek ruhunu aktarmayı hedefledi. 1831’de Hugo, en güzel şiir koleksiyonlarından biri olan Les Feuilles d’automne’yi yayımladı. Hugo bir kez daha özel konular hakkında yazdı. Onu depresyona sokan sadece yaşlanıyor olması değildi. Şairin muazzam bencilliğinden ve çocuklarından bıkmış karısı da Hugo’yu oldukça yıpratıyordu.
Hugo, karısının onu reddetmesinden kaynaklanan yalnızlığı nedeniyle, genç oyuncu ve aynı zamanda bir hayat kadını olan Juliette Drouet’ye âşık oldu. Onu kurtarmayı kendine görev bildi. Borçlarını ödedi ve tüm hayatını tamamen ona odaklanmış olarak geçirmeye çalıştı.
Temmuz monarşisinin gelişiyle, Hugo zengin ve ünlü oldu; on beş yıl boyunca Fransa’nın resmî şairi sayıldı. Bu dönemde, üç oyun da dâhil olmak üzere çeşitli yeni eserler ortaya koydu.
Önceleri kralcı düşünceyi destekleyen Hugo, Fransa’daki 1848 Devrimi’nin başını çektiği olaylar sırasında Katolik, kral yanlısı eğitime başkaldırıp cumhuriyetçiliği ve özgür düşünceyi desteklemeye başladı.
1870’te Paris’e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popülaritesine rağmen 1872’de Ulusal Meclis’e giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868’de ölmüştü. Victor Hugo, 22 Mayıs 1885’te seksen üç yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hâkim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebî figür değil, aynı zamanda Fransa’da üçüncü cumhuriyete ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Gömüleceği Panthéon’a kadar götürüldüğü Paris’teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı.
Hugo, Panthéon’da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa’da önemli olan pek çok yere onun adı verildi.
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).
ÖN SÖZ
Toplum tarafından ilan edilen, dünya medeniyetinin ortasında yapay cehennemler yaratan ve ilahi kadere insan yazgısı unsurunu ekleyen, hukuka, örf ve âdetlere göre durumları lanetleme kararlarının alınması var olduğu sürece; yüzyılın üç büyük sorunu olan, yoksulluk neticesinde erkekliğin yozlaşması, kadınların açlıktan düşkünlüğe uğraması, çocukların cehalet yüzünden gelişememelerine dair sorunlar çözülmediği sürece; dünyanın herhangi bir yerinde sosyal olarak boğulma mümkün olduğu sürece; başka bir deyişle, dünyada cehalet ve sefalet var olduğu sürece, elinizde tuttuğunuz Sefiller gibi eserlerin büsbütün faydasız olabileceği düşünülemez.
HAUTEVILLE EVİ, 1862
FANTINE
Birinci Kitap
Sadece Adil Bir Adam
I
Bay Myriel
Yetmiş beş yaşlarında, yaşlı bir adam olan Bay Charles François Bienvenu Myriel; 1815 senesinde Digne’nin piskoposuydu, 1806’dan bu yana Digne’deki bu görevinde bulunmaktaydı.
Bu ayrıntının hikâyemizle doğrudan bağlantısı olmasa dahi, sırf tüm hususlarda doğru açıklamalar yapabilmek adına bazı detayları burada zikretmek, onun burada piskoposluğa geldiği zaman hakkında çıkan söylentileri belirtmek faydalı olacaktır. Doğru ya da yanlış, insanlar hakkında söylenenler, yaşamlarında ve her şeyden önce kaderlerinde ne yaptıkları kadar önemli bir yer tutmaktadır. Bay Myriel; Aix Parlamentosu Meclis Üyesi olan, saygın bir din adamının oğluydu. Parlamenter ailelerde yaygın bir gelenek olduğu üzere, babası; vârisi olarak oğlunu on sekiz ya da yirmili yaşlarında evlendirmişti. Ancak bu evliliğin yanı sıra, Charles Myriel’in kendisinden söz edilmesini sağlayacak başka şeyler yaptığı da söylentiler arasındaydı. Oldukça kısa boylu olmasına rağmen düzgün yapılı, zarif, kibar ve zeki bir adamdı; hayatının ilk bölümünün tamamını dünyevi işlere ve çevresindekilerle arkadaşlık etmeye adamıştı.
O dönem devrim ortaya çıktığında olaylar birbiri ardını kovalamış; parlamentoya mensup aileler kovulmuş, köşeye sıkıştırılmış, aileleri dağıtılmıştı. Devrimin en başında, Bay Charles Myriel; İtalya’ya göç etti. Orada, karısı uzun süredir mücadele ettiği göğüs hastalığından dolayı vefat etti. Çocukları yoktu. Acaba, bundan sonrasında Bay Myriel’in başına neler geldi? Eski Fransız toplumunun yıkılışı, ailesinin dağılması, uzaktan dehşet içinde bakan mültecilere daha da yıldırıcı gelen 1793 senesinin trajik sahneleri, belki de ona çok daha endişe verici görünmüş; onda, dünyadan elini eteğini çekerek yalnız başına yaşama isteğini doğurmuş olabilir miydi? Yoksa o gizemli ve korkunç darbelerden biri servetine ve varlığına inse hiçbir suretle sarsılmayacak bir adamı bir anda altüst eden şey, eğlenceli ve sevgi dolu hayatını sürdürürken bunların başına gelmesi olabilir miydi? Bu konuda kimse bir fikir yürütemezdi ancak bilinen tek bir şey vardı, o da İtalya’dan döndüğünde bir rahip olduğuydu.
1804 senesinde Bay Myriel, Brignolles’in rahibiydi. Geçen yıllar içerisinde oldukça olgunlaşarak yaş almıştı ve hâlâ yalnız yaşıyordu.
Taç giyme dönemiyle ilgili olarak, göreviyle alakalı bir mesele nedeniyle (bunun tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyordu) Paris’e gitti. Cemaatine yardım istemek için gittiği diğer güçlü kişiler arasında Kardinal Fesch de vardı. Bir gün İmparator, amcasını ziyarete geldiğinde holde beklemekte olan saygıdeğer rahip, onunla karşılaştı. Kendisini büyük bir merakla izleyen ihtiyar adamı fark eden Napolyon, hemen yanındakilere dönerek şöyle dedi:
“Bana dikkatle bakan bu ihtiyar adam da kim?”
“Efendim.” dedi Bay Myriel. “Siz ihtiyar bir adama bakıyorsunuz, bense büyük bir adama bakıyorum. Her ikimiz de bundan faydalanabiliriz.”
O akşam İmparator, Kardinal’e bu yaşlı rahibin kim olduğunu sormuşken bir süre sonra Bay Myriel, Digne’ye piskopos olarak atandığını öğrenince duruma şaşırıp kalmıştı.
Acaba, Bay Myriel’in daha önceki hayatına dair anlatılan hikâyelerde ne derece hakikat payı vardı? Bunu kimse bilemiyordu. Devrimden önce, çok az aile Myriel ailesi ile tanışma fırsatı bulmuştu. Bay Myriel, konuşanın çok ancak düşünenin az olduğu küçük bir şehre yeni gelen insanların başına gelenlerin aynısını yaşamak zorunda kaldı. Piskopos olmasına rağmen tüm yaşanılanlara da katlanmak zorundaydı. Ama sonuç olarak, kim ne derse desin onun hakkında anlatılanların tümü gevezelik, söylenti, tahmin ve Güneylilerin ifade ettiği gibi palavralardan ibaretti.
Bununla birlikte, dokuz yıllık piskoposluk görevi ve Digne’de ikamet etmesinin ardından, başlangıçta küçük şehirlerdeki, bu küçük insanları meşgul eden tüm hikâyeler ve rivayetler tamamen unutulmaya yüz tutmuştu. Hiç kimse ne onlardan bahsetmeye ne de hatırlamaya cesaret edebiliyordu.
Bay Myriel, Digne’ye; kendisinden on yaş küçük ve yaşlı bir kız kurusu olan, kız kardeşi Matmazel Baptistine ile birlikte gelmişti.
Daha öncesinde Bay Myriel’in hizmetçisi olan, şimdi ise hem Matmazel Baptistine’in oda hizmetçiliğini hem de piskoposun kâhya kadınlığını yapan, yalnız başına yaşayan Madam Magloire da onlarla birlikte yaşıyordu.
Matmazel Baptistine; uzun boylu, solgun, zayıf ve narin bir kadındı. “Saygıdeğer” kelimesinin tabiri caizse tam anlamıyla vücut bulmuş hâliydi. Ancak yine de bir kadının “saygıdeğer” olması için anne olması gerekiyordu. O hiçbir zaman güzel bir kadın olmamıştı ancak sürekli olarak gerçekleştirdiği bir dizi dinî faaliyetten ibaret olan yaşamı, sonunda ona bir tür nur ve ışıltı kaplı bir yüz bahşetmiş; yıllar içerisinde yaşı ilerledikçe iyiliğin güzelliği denilebilecek bir ifadeye sahip olmuştu. Gençliğinde zayıflık olarak nitelendirilen, yaşlılığında saydamlığa dönüşmüştü ve bu saydamlık, onun bir melek gibi görünmesini sağlıyordu. O, bir bakireden çok daha yüksek bir ruha sahipti. Bedeni sanki bir gölgeden yapılmış gibiydi, gövdesi ancak cinsiyetini ortaya koyabilecek kadar dikkat çekiciydi; sanki bir tür nurla çevrelenmiş küçücük bir maddeydi, iri gözleri sürekli olarak önüne bakardı ve ruhu sanki sadece onun yeryüzünde kalmasını sağlayan bir vesile niteliğindeydi.
Madam Magloire; ufak tefek, şişman, akça pakça bir kadındı. Şişman olmasına rağmen oldukça hareketliydi. Bir an olsun yerinde durmaz, bir taraftan koşuşturmaktan diğer taraftan astımı yüzünden sürekli nefes nefese kalırdı.
Buraya geldiğinde Bay Myriel, resmî kararnamelerin gerektirdiği biçimde büyük bir tantanayla karşılanarak piskoposlar için ayarlanmış büyük konağa yerleştirilmişti. Belediye başkanı ve başkan, onu ilk ziyaret edenler olmuştu. O da ilk olarak kumandan ve valiyi ziyaret etmişti.
Yerleşme işleri bittikten sonra küçük şehir, yeni gelen piskoposlarının neler yapacağını beklemeye başlamıştı.
II
Bay Myriel, Monsenyör Bienvenu Oluyor
Digne’nin piskoposluk konağı, hastane ile bitişikti. Konak oldukça büyük ve güzel bir yapıydı. Geçen yüzyıl başlarında, Paris İlahiyat Fakültesinden mezun olan ve 1712 senesinde Simore rahipliği ve Digne şehrinin piskoposluğunu yapan Bay Henri Puget tarafından inşa edilmişti. Bu konak tam anlamıyla piskoposlara yakışır bir ikametgâhtı. Piskoposun yaşadığı daireler, oturma odaları, diğer odalar; hepsi eski Floransa tarzında kemerler altında, etrafını saran yürüyüş yollarıyla çok geniş ana avlu, muhteşem çiçeklerle süslenmiş bahçeleri ve ağaçlarıyla görkemli bir havaya sahipti. Zemin katta yer alan ve doğrudan bahçeye açılan muhteşem yemek odasında Bay Henri Puget, 29 Temmuz 1714’te büyük bir ziyafet vermişti. Bu ziyafete Başpiskopos Charles Brulart de Genlis, Embrun Prensi, Grasse Piskoposu, Kapuçin Antoine de Mesgrigny, Saint Honore de Lerins Rahibi, Fransa Vaizi Philippe de Vendôme, Venedik Piskoposu François de Berton, Glandeve Piskoposu Cesar de Sabran de Forcalquier ve Kral’ın din görevlisi olan Senez Piskoposu Jean Soanen katılmıştı. Bu yedi muhterem şahsiyetin portreleri konağın duvarlarını süslüyordu ve unutulmaz bir tarih olan 29 Temmuz 1714, beyaz mermerden bir masanın üzerine altın harflerle kazınmıştı.
Hastane; küçük bir bahçesi olan, tek katlı, alçak ve dar bir binaydı. Gelişinden üç gün sonra Piskopos, hastaneyi ziyaret etti. Ziyaret sona erdiği sırada, Müdür’den gelip kendisine evine kadar eşlik etmesini rica etti.
“Sayın Hastane Müdürü.” dedi ona. “Şu anda burada kaç hastanız var?”
“Yirmi altı, efendim.”
“Evet, ben de öyle saydım.” dedi Piskopos.
“Yataklar.” diye devam etti Müdür konuşmasına. “Birbirine çok yakın.”
“İşte, bunu ben de fark ettim.”
“Odalarımız maalesef oldukça küçük ve içeriyi havalandırmak da oldukça güç.”
“Ben de aynı şeyi düşündüm.”
“Ayrıca, güneşli havalarda dışarı çıkan hastalarımız için bahçemiz de oldukça küçük.”
“Ben de kendi kendime aynı şeyi söylüyordum.”
“Salgın durumunda, mesela bu yıl ateşli tifüs salgınını ve iki yıl öncesinde de başka bir salgın hastalığı yaşadık. Bazen burada hasta sayısı yüze kadar çıktı. Bu durumlarda ne yapacağımızı bilemiyoruz.”
“Bu durum benim de aklıma takıldı.”
“Ne yapmamızı önerirsiniz, efendim?” dedi Müdür. “Başımızın çaresine bakmak zorunda kalıyoruz.”
İkili arasındaki bu konuşma, zemin kattaki muhteşem yemek odasında gerçekleşmişti. Piskopos bir anlığına sessiz kaldı, sonra birden Hastane Müdürü’ne dönerek şöyle dedi:
“Beyefendi, sizce bu salon tek başına kaç yatak alır?”
“Bu yemek odası mı efendim?” diye haykırdı Müdür şaşkınlıkla. Piskopos yemek salonuna şöyle bir göz attı, sanki gözleriyle ölçüp biçiyor ve kendince hesaplamalar yapıyordu.
Kendi kendine konuşuyormuş gibi, “Burası en az yirmi yatak alır.” dedi. Sonra sesini yükselterek:
“Durun, Müdür Bey, size söyleyeceklerim olacak. Belli ki burada bir yanlışlık var. Siz otuz altı kişi, beş-altı küçük odası olan bir yerde kalıyorsunuz. Biz üç kişilik bir aile ise altmış kişinin rahatlıkla sığacağı bir evdeyiz. Size söylüyorum, bu işte kesinlikle bir yanlışlık var. Bu evde sizin, sizin bulunduğunuz yerde ise bizim kalmamız lazım. Siz bana kalacak yeri gösterin ve hepiniz buraya geçin.”
Ertesi gün otuz altı zavallı hasta Piskopos’un konağına, Piskopos ise doğrudan hastaneye taşınmıştı.
Devrim yüzünden bütün hayatı altüst olan Bay Myriel’in hiç malı mülkü yoktu. Kız kardeşinin kişisel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için, yıllık beş yüz franklık bir geliri vardı. Bay Myriel’e ise, “piskopos” sıfatı karşılığında devlet tarafından on beş bin frank maaş ödeniyordu. Bay Myriel, hastaneye geçtiği günden itibaren gelirinin nasıl harcanacağını, bir daha değişmemek üzere şöyle belirledi. Burada size kendi el yazısı ile yazmış olduğu notları aktarıyoruz:
EVİMİN GİDERLERİNİN DÜZENLENMESİ HAKKINDA ALDIĞIM NOTLAR:
Küçük Papaz Okulu için ............................... 1.500 frank
Cemaat toplantıları için ................................ 100 frank
Montdidier Lazaristleri için ........................... 100 frank
Paris’teki yabancı cemaatler için seminer ....200 frank
Kutsal Ruh Toplantısı için ............................. 150 frank
Kutsal Topraklar’ın dinî kurumları için .........100 frank
Hayırsever annelik dernekleri için ................ 300 frank
Arles’teki için ekstra ...................................... 50 frank
Cezaevlerinin iyileştirilmesi için ................... 400 frank
Mahkûmların kurtarılması ve yardım edilmesi için .......................................... 500 frank
Borçları nedeniyle hapsedilen aile babalarını kurtarmak için ................................ 1.000 frank
Cemaatime mensup yoksul öğretmenlere yardım için ................................................ 2.000 frank
Alpler’deki halka açık tahıl ambarları için ....100 frank
Digne ‘deki Monosque ve Sisteron’daki yoksul kızların eğitimi için Kadınlar Birliğine ................ 1.500 frank
Yoksullar için ................................................ 6.000 frank
Kişisel harcamalarım için ............................. 1.000 frank T
OPLAM ........................................................ 15.000 frank
Gördüğünüz üzere, harcama listesini yukarıdaki şekilde hazırlayan Bay Myriel, onu “evimin giderleri” olarak adlandırmıştı ve Digne’de görev yaptığı süre boyunca bu listeyi hiçbir zaman değiştirmedi.
Bu düzenleme Matmazel Baptistine tarafından tam bir boyun eğişle kabul edildi. Bu dindar kadın, Bay Myriel’i hem ağabeyi hem de piskoposu olarak görüyordu; onun açısından tabiatı bakımından hamisi, kilise açısından ise üstü konumundaydı. Onu sadece seviyor ve ona büyük saygı duyuyordu. Bay Myriel onunla konuştuğunda başını eğerek her şeyi kabul ediyor, harekete geçtiği zaman ise tam bağlılığını göstererek ona yardım ediyordu. Bu konuda küçük de olsa homurdanan tek kişi, hizmetçileri Madam Magloire idi. Bay Piskopos ona gelir olarak sadece bin frank ayırmıştı, bu da Matmazel Baptistine’in yıllık bin beş yüz frank gelirine ek olarak bin frank gelir elde etmelerini sağlıyordu. Bu iki yaşlı kadın ve Piskopos, işte bu gelirle yaşamlarını idame ettiriyorlardı.
Ve yine de bir köy papazı Digne’ye geldiğinde Madam Magloire’ın katı kuralları ve Matmazel Baptistine’in akıllı ev idaresi sayesinde Piskopos, hanesinde misafirini ziyadesiyle düzgün ağırlamanın yollarını bulabiliyordu.
Piskopos, Digne’ye gelmesinden yaklaşık üç ay sonra şöyle dedi:
“Yine de bütün bunlara rağmen herkesten çok daha sıkışık durumdayım!”
“Ben öyle düşünmüyorum!” diye hemen araya girdi Madam Magloire. “Monsenyör, şehirdeki arabasının masrafları ve piskoposluğa bağlı çevre illere yolculukları için bakanlığın kendisine borçlu olduğu ödeneği bile talep etmedi. Eski günlerde bunu almak, piskoposlar için bir gelenekti.”
“Doğru!” diye haykırdı Piskopos. “Çok haklısınız Madam Magloire.”
Böylece talebini yaptı.
Bir süre sonra bakanlık konseyi, bu talebi dikkate alarak ona şu başlık altında yıllık toplam üç bin franklık ödemeyi kabul etti: Bu ödenek, taşıma masrafları, pastoral ziyaret masrafları için Piskopos Myriel’e verilecektir.
Bu elbette ki kasabalılar arasında büyük bir infial yarattı. İmparatorluğun bir senatörü ve Beş Yüzler Konseyi’nin eski bir üyesi olan, Digne şehrinin yakınlarında kendisine muhteşem bir senatörlük ofisi sağlanmış eski Din Bakanı Bay Bigot de Preameneu’ye hemen konuyla ilgili oldukça öfkeli ve gizli bir not içeren mektup yazdılar. Bu özgün satırları aşağıda sizler için alıntılıyoruz:
Taşıma masrafları için ödenek mi? Nüfusu dört bin kişiden az olan bu küçük şehir için böylesi bir masrafa gerek var mı? Yolculuk masrafları mı? Bu yapılacak geziler, kimin işine yarayacak ki? Sonra, bu dağlık kısımlarda nasıl bir gezi yapılabilir ki? Yol bile yok. Burada at haricinde kimse başka türlü yolculuk yapamaz. Durance ile Chateau-Arnoux arasındaki köprüden ancak kağnılar geçebiliyor. Bu rahiplerin hepsi paragöz ve açgözlüdür. Bu adam ilk geldiğinde üzerimizde iyi bir intiba bırakmıştı. Şimdi tıpkı diğerleri gibi davranıyor; illa onun da bir arabası ve faytonu olmalı, tıpkı eski piskoposlar gibi lüks eşyalara sahip olmalı. Ah, tıpkı tüm yobazlar gibi, bu da aynı! İmparator bizi bu siyah şapkalı hergelelerden kurtarana kadar, hiçbir şey yolunda gitmeyecektir, Bay le Comte. Kahrolası Papa! (Bu sırada Roma ile işler de karışmak üzereydi.) Şahsen ben, tam anlamıyla Kayzer yanlısıyım vesaire vesaire…
Öte yandan, Madam Magloire bu duruma çok seviniyordu. “Çok iyi.” dedi Matmazel Baptistine’e. “Monsenyör sonunda aklını başına topladı, ne de olsa kendisini de düşünmek zorunda. Bütün gelirini zaten hayır işlerine adamış durumda. Şimdi en azından bizim için ayırabileceği üç bin frank olacak! Nihayet!”
Aynı akşam Piskopos, kız kardeşine aşağıdaki ödemeleri içeren bir not daha yazdı:
TAŞIMA VE GEZİ MASRAFLARI
Hastanedeki hastalara et suyuna çorba ikram etmek için ...................................................................... 1.500 frank
Aix’teki yardımseverler için .......................... 250 frank
Draguignan’daki Anneler Derneği için ..........250 frank
Sokakta kalanlar için ................................... 500 frank
Yetimler için .................................................. 500 frank
TOPLAM ........................................................ 3.000 frank
Bay Myriel’in bütçesi işte bu şekilde düzenlenmişti.
Piskoposluk ödenekleri, dinî idareler, özel vaftizler, vaazlar, kutsanmalar, kilise veya şapellerde kıyılan nikâhlar ve diğer masraflar konusuna gelince bunları da zenginlerden aldığı bağışlardan karşılıyordu ve bu hususta kendisi yoksullara karşı ne kadar hakkaniyetli davranıyorsa zenginlerden para alma hususunda da aynı itinayı göstermekten kesinlikle geri kalmıyordu.
Bir süre sonra, parasal olarak yapılan bağışlarda artışlar olmaya başladı. Parası olanlar da olmayanlar da Bay Myriel’in kapısını çalıyordu. Kimi ona para bağışlarken kimi de istemeye geliyordu. Bir yıldan kısa bir süre içerisinde Piskopos; her türlü derdin dermanı, her sıkıntıyı çözüme ulaştıran iyilik eli oldu. Elinden hatırı sayılır miktarlarda paralar gelip geçiyordu ama hiçbir şey onu mütevazı hayatını sürdürmekten alıkoymuyor, yaşam tarzında en ufak bir değişiklik gözlemlenmiyordu. İhtiyacı olandan daha fazlasına elini sürmüyordu.
Dünyevi isteklerden öylesine uzaktı ki! Aşağı tabakalarda, yukarıdakilerin kardeşliğine karşılık çok daha büyük sefalet yaşandığından her gelen bağış, tabiri caizse daha alınmadan önce yerini bulmuş oluyordu. Kurak topraklarda ortaya çıkan bir su kaynağı gibiydi; eline ne kadar çok para geçerse geçsin, kendisine ait hiç parası olmuyordu. Çünkü başkalarına yardım edebilmek için her zaman kendi ceplerini bile boşaltıyordu.
Piskoposlar için özel olarak seçilmiş vaftiz adları ve pastoral mektuplarının başlıklarında kullanacakları bir lakapları olurdu. Kırsal kesimlerdeki yoksullar ona karşı besledikleri büyük sevgiden ve onun şefkatli tavırlarından dolayı, aralarında Piskopos için özel bir isim belirlemişlerdi ve ona, Monsenyör Bienvenu (Hoş geldiniz) dışında başka bir şekilde hitap etmiyorlardı. Biz de onları örnek alıp bundan sonrasında kendisini bu şekilde anacağız. Üstelik Piskopos da kendisine bu şekilde hitap edilmesinden dolayı çok mutlu oluyordu.
“Bu ismi beğendim.” diyordu. “Bienvenu, Monsenyör kelimesinin anlamını daha da yüceltiyor.”
Burada tasvir etmeye çalıştığımız portrenin gerçekliği hususunda herhangi bir iddiamız olamaz ancak orijinaline benzediğini söylemekle yetineceğiz.