Kitabı oku: «Sefiller I. Cilt», sayfa 15
VIII
Bir Atın Ölümü
“Edon’da akşam yemekleri, Bombarda’dakinden çok daha iyi.” dedi Zéphine.
“Bombarda’yı Edon’a tercih ederim.” dedi Blachevelle. “Burası daha lüks. Ayrıca daha Asyalı bir tarzı da var. Alt kattaki salonu gördün mü? Bütün duvarları aynalarla kaplı.”
“Ben tabağımdaki buzdan aynayı tercih ederim.” dedi Favourite.
Blachevelle ısrar ediyordu:
“Bıçaklara bakın. Bombarda’da onların kulpları gümüşten, Edon’da ise kemikten. Herhâlde gümüşün kemikten daha değerli olduğunu söylemeyeceksiniz.”
“Çenesi gümüşten olmadığı zaman elbette.” dedi Tholomyès.
Bombarda’nın pencerelerinden görünen Invalides’in kubbesine bakıyordu. Kısa bir duraksama oldu.
“Tholomyès!” diye haykırdı Fameuil, ortamdaki sessizliği bozarak. “Listolier ile tartışmaya başladık az önce.”
“Tartışmak iyidir.” diye yanıtladı Tholomyès. “Ama kavga daha iyidir.”
“Felsefe konusunda tartışıyorduk.”
“Öyle mi?”
“Sen hangisini seviyorsun, Descartes mı yoksa Spinoza mı?”
“Désaugiers.” dedi Tholomyès. Kadehinden bir yudum içki alarak yeniden konuşmaya başladı:
“Ben yaşama bağlı bir insanım. Aklın almadığı olaylar hâlâ olmaya devam ettiğine göre dünyada her şey bitmiş değil. Bunun için ölümsüz tanrılara inanırım ben. İnsanoğlu yalan söyler ve yalan söylerken gülmeyi de başarır. İnsanoğlu her şeyi onaylamalıdır ancak bir taraftan şüpheci de olmalıdır. Bu kıyastan, çok beklenmedik şeyler çıkar ve bu da iyidir. Aşağıda hâlâ paradoksun sürpriz kutusunu nasıl neşeyle açıp kapatacağını bilen insanlar var. Hanımlar; böyle sakin bir havada içtiğiniz, bu deniz seviyesinden üç yüz on yedi kulaç yükseklikteki Coural das Freiras Bağı’ndan gelen Madeira şarabıdır, bunu bilmelisiniz. İçerken dikkat edin! Üç yüz on yedi kulaç! Ve muhteşem yemekler sunan Mösyö Bombarda size üç yüz on yedi kulaçtan gelen bu şarabı dört frank ve elli sente veriyor.”
Fameuil yine onun sözünü kesti:
“Tholomyès, fikirlerin kanununu düzeltiyor. En sevdiğin yazar kim?”
“Ber.”
“Quin?”
“Hayır. Choux.”
Ve Tholomyès devam etti:
“Bombarda’nın şerefine! Bana Kızılderili bir dansöz bulabilseydi, Elephanta’nın Munophis’i ile yarışabilirdi; Yunan bir fahişe getirebilseydi, Chaeronealı Thygelion’a eşit olurdu. Ah, hanımlar! Eski Yunan’da ve Mısır’da da Bombardalar vardır. Bundan bize Apuleius bahsediyor. Ne yazık ki hep aynı şey oluyor, yaratıcının yaratışına ait bilinmedik başka bir şey kalmadı ki! ‘Güneşin altında yeni bir şey yok.’ yok diyor Süleyman. ‘Hepsine aynı sevgi.’ diyor Virgil ve Aspasia, Pericles ile birlikte, Samos donanması ile denizlere çıkıyor. Son bir sözüm daha olacak. Aspasia’nın ne olduğunu biliyor musunuz, hanımlar? Kadınların henüz ruhunun olmadığı bir çağda yaşamasına rağmen o bir ruhtu; pembe ve mor bir ruh, ateşten daha ateşli, şafaktan daha taze. Aspasia, kadınlığın iki ucunun buluştuğu bir yaratıktır; hem bir fahişe hem bir tanrıçaydı; Sokrates ile Manon Lescaut’nun birleşimiydi. Aspasia, Prometheus’a bir eşe ihtiyaç duyulması durumu için yaratılmıştı.”
Tholomyès bir kez konuşmaya başladığında susması zordu; tam o sırada sokaktaki bir at, çektiği arabadaki yükün ağırlığını kaldıramayarak düşmeseydi daha da konuşmaya devam ederdi. Bu olay, hem arabacıyı hem de bizim delikanlıyı şaşkına uğratmıştı. Bir Beauceron kısrağıydı, yaşlı ve çok zayıftı ve ağır bir arabaya koşulmuş olduğundan çok yorulmuştu. Bitap düşmüş bitkin yaratık, Bombarda’nın önüne geldiğinde daha fazla ilerlemeyi reddetmişti. Bu olay, büyük bir kalabalığın da dikkatini çekmişti. Arabacı ise bu duruma çok öfkelenmiş, küfürler ederek zavallı ölen hayvanı kamçılamaya devam ediyordu. Yoldan geçenlerin gürültüleri Tholomyès’in dinleyicilerinin başlarını da o tarafa çevirmesine neden olmuş, ona sözlerini şu kederli şiirle bitirme fırsatını vermişti:
Yük arabası ya da süslü fayton sürsün,
İkisi de aynı kaderi paylaşıp gittiler bu dünyadan.
Beygir bu zaman zarfında,
Aynı diğer beygirler gibi yaşadı.
“Zavallı at!” diye iç geçirdi Fantine, duruma çok üzülmüştü.
“Atlar için bile ağlamaya hazır olan Fantine! Bir insan nasıl bu kadar acınası bir aptal olabilir!” diye haykırdı Dahlia.
O anda Favourite kollarını kavuşturup başını arkaya atarak Tholomyès’e kararlılıkla baktı ve şöyle dedi: “Haydi ama ne oldu bizim sürprize?”
“Doğru diyorsunuz. Tam vakti.” diye yanıtladı Tholomyès.
“Beyler, bu hanımlara sürprizimizi açıklama zamanımız geldi.
Bizi biraz bekler misiniz hanımlar?”
“Bu sürpriz bir öpücükle başlamalı.” dedi, Blachevelle başta olmak üzere erkekler.
“Alınlarından!” diye ekledi Tholomyès.
Her biri, ciddi bir edayla sevgililerinin alnına birer öpücük kondurdu; sonra hepsi birden parmaklarıyla sus işareti yaparak koşa koşa kapıdan dışarı çıktılar. Onlar dışarı çıkarken Favourite, ellerini çırpıyordu.
“Şimdiden pek eğlenceli olmaya başladı.” dedi.
“Geç kalmayın.” dedi Fantine. “Sizi bekliyoruz.”
IX
Mutlular İçin Mutlu Bir Son
Genç kızlar yalnız kaldıklarında ikişer ikişer pencere pervazına yaslanarak sohbet ediyor, başlarını uzatıyor ve bir pencereden diğerine konuşuyorlardı.
Delikanlıların Bombarda’dan kol kola çıktığını görmüşlerdi. Sonra köşeye doğru yönelmişler, gülerek onlara el sallamışlar ve daha bir dakika bile geçmeden onları Champs-Élysées’yi pazar günleri işgal eden tozlu kalabalığın arasında gözden kaybetmişlerdi.
“Geç kalmayın!” diye bağırdı Fantine.
“Bize ne getirecekler acaba?” dedi Zéphine.
“Kesinlikle güzel bir şey olacaktır.” dedi Dahlia.
“Umarım altın olur.” dedi Favourite.
Dikkatleri, çok geçmeden büyük ağaçların dallarının arasından görebilecekleri ve onları büyük ölçüde başka yöne çeviren gölün kıyısındaki hareketlerle dağıldı. Posta arabalarının kalkış saati gelmişti. Güneye ve batıya giden yolcular, taşraya herhangi bir şey gönderecek olanlar, bulvarın diğer ucunda hızla gidip geliyorlardı. Çoğunluk rıhtımı takip ediyor ve Passy bariyerlerinden geçiyordu. Sarıya ve siyaha boyanmış ağır yükler, gürültülü koşumlu sandıklar, mektuplar, valizler, insan kafalarıyla dolu posta arabaları kalabalığın içinden geçiyor; arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak gözden kayboluyordu. Bu uğultulu karmaşa kızları pek mutlu etmişti.
“Ne kadar hızlılar! Uçup giden bir zincir yığını olduğu söylenebilir.” diye haykırdı Favourite.
Şans eseri kalın karaağaçların arasından güçlükle görebildikleri bu araçlardan biri bir an durdu, sonra tekrar dörtnala yola çıktı. Bu durum Fantine’i şaşırttı.
“Bu çok garip!” dedi şaşkınlıkla. “Posta arabalarının hiç durmadığını sanırdım.”
Favourite omuzlarını silkti.
“Şaşırtıcı olan sensin Fantine. Ben merakla sana bakıyorum. En basit şeylerden gözlerin kamaşıyor. Misal, ben bir yolcuyum ve arabacıya ‘Beni biraz ileriden alacaksın.’ dedim. Neden olmasın? Yola çıkar, beni görür, durur ve alır. Bu her gün yapılan bir şey. Sen gerçekten de hayata dair hiçbir şey bilmiyorsun, tatlım.”
Bu şekilde bir süre daha geçti. Favourite, sanki yeni uyanan biri gibi bir anda yerinden sıçradı.
“Eh.” dedi. “Sürprize ne oldu?”
“Evet, gerçekten.” diye katıldı Dahlia. “Şu ünlü sürpriz.”
“Gideli çok uzun zaman oldu.” dedi Fantine.
Fantine derin bir iç geçirdiği sırada, yemekte onlara hizmet eden garson içeri girdi. Elinde mektuba benzeyen bir şey tutuyordu.
“Nedir o?” diye sordu Favourite.
Garson cevap verdi:
“Bu, beylerin hanımlar için bıraktığı bir kâğıt.”
“Neden hemen getirmediniz?”
“Çünkü…” dedi garson. “Beyler, bir saat boyunca onu hanımlara teslim etmememi emrettiler.”
Favourite kâğıdı garsonun elinden kaptı; bu, aslında bir mektuptu.
“Durun!” dedi. “Üzerinde adres yok ama şöyle yazıyor: SÜRPRİZ BU.”
Mektubu aceleyle yırttı, açtı ve okuma bildiği için sesli olarak okumaya başladı:
Sevgililerimiz,
Bizim anne ve babalarımızın olduğunu biliyor olmalısınız. Kelime anlamı olarak anne ve babanın ne demek olduğunu sizler bilemezsiniz. Onlar, medeni kanuna göre anne ve baba olarak adlandırılırlar. Şimdi bu kişiler bizi çok özlemişler, yaşlı olduklarından onları görmemiz için bize yalvarıyor bu iyi yürekli adam ve kadınlar. Dönüşümüzü o kadar çok arzuluyorlar ki bizim gelişimiz şerefine en şişman domuzlarını keseceklerini söylüyorlar. Erdemli gençler olduğumuz için de bizler onlara itaat edeceğiz. Bunu okuduğunuz dakikalarda, bizler beş güçlü kuvvetli atın çektiği bir posta arabasıyla anne ve babalarımıza gideceğiz. Bossuet’nin deyimi ile konak yerimizi değiştiriyoruz. Gidiyoruz, hatta gittik bile. Laffitte’in kollarında ve Caillard’ın kanatlarında kaçıyoruz. Toulouse şehri, bizi büyük bir felaketten kurtarıyor ve bu felaket sizlersiniz, bizim küçük sevgililerimiz! Saatte altı kilometre hızla, dörtnala toplumdaki yerimize, ailelerimize dönüyoruz. Dünyanın geri kalanı gibi bizim de kaymakam, aile babası, polis ve devlet meclisi üyesi olmamız ülkenin menfaati için gereklidir. Bizim için dua edin. Kendimizi feda ediyoruz. Bizim arkamızdan ağlayabilirsiniz ama sonrasında gözyaşlarınızı silerek yerimize başkalarını bulun. Bu mektup sizi yaraladı ise karşılık olarak onu yırtıp atın. Elveda.
Yaklaşık iki yıl boyunca sizleri mutlu ettik. Bunun için bizlere sakın kin tutmayın.
İmzaBLACHEVELLEFAMUEILLISTOLIERFELIX THOLOMYÈS
NOT: Akşam yemeğinin ücreti ödendi.
Dört genç kadın birbirlerine baktılar. Sessizliği ilk bozan Favourite oldu.
“Eh!” diye haykırdı. “Hiç de fena bir sürpriz sayılmaz.”
“Çok saçma.” dedi Zéphine.
“Bu kesinlikle Blachevelle’nin fikri olmalı.” diye devam etti Favourite. “Şimdi ben ona âşıkmışım gibi oldu. O, beni bıraktı gitti ve bir maceranın sonu geldi.”
“Hayır.” dedi Dahlia. “Bence Tholomyès’in fikriydi. Bu apaçık ortada.”
“O zaman…” diye karşılık verdi Favourite. “Blachevelle’e ölüm ve çok yaşa Tholomyès!”
“Çok yaşa Tholomyès!” diye haykırdı Dahlia ve Zéphine. Ve ardından da kahkahayı patlattılar. Fantine de diğerleriyle birlikte gülüyordu.
Ancak bir saat sonra odasına geri döndüğünde ağlıyordu. Dediğimiz gibi bu, onun ilk aşkıydı. Ona kendisini kocasıymış gibi vermişti ve zavallı kızcağız, bir de Tholomyès’ten bir çocuk sahibi olmuştu.
Dördüncü Kitap
Güvenmek Bazen Bir İnsanın Kurtarıcısıdır
I
Bir Anne Başka Bir Anneyle Tanışıyor
Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Paris yakınlarındaki Montfermeil’de artık var olmayan, bir çeşit üstü han, altı meyhane olan bir mekân vardı. Bu mekânı, Thénardierler adında bir karı-koca işletiyordu. Boulanger hattı üzerinde yer alan mekânın kapısının üzerinde çivilenmiş, tahta bir resim vardı. Bu tahtanın üzerinde, bir generali sırtında taşıyan bir askerin resmi yer alıyordu. Kırmızı lekeler kanı temsil ediyordu, resmin geri kalanı dumandan oluşuyor ve muhtemelen bir savaşı tasvir ediyordu. Resmin altında ise şu sözler yazılıydı: WATERLOO ÇAVUŞU’NA.
Bir hanın kapısında, çoğunlukla araba ya da at resimleri görmeye alışık olan yolcuları şaşırtıyordu bu resim. Bununla birlikte, 1818 baharında bir akşam, oradan geçenler Waterloo Çavuşu’nun hanının önünde tekerlekleri yarı yarıya çamura gömülmüş, caddeyi tıkayan tenekeden bir bahçe arabası gördüklerinde, kendi kendilerine bunun ne işe yarayacağını soruyorlardı.
Ülkenin ormanlık arazilerinde kullanılan, kalın kalasları ve ağaç kütüklerini taşımaya yarayan bahçe arabalarından biriydi. Ağır bir şaft üzerine yerleştirilmiş, iki büyük tekerlek tarafından desteklenen, demir dingilli bir kasnaktan oluşuyordu. Sanki oraya büsbütün paslanması için bırakılmış gibiydi. Muazzam bir top arabası gibi görünecek kadar büyüktü. Yıpranmış tekerlekleri, katetmiş olduğu onca yolun izlerini taşır gibi sarımsı çamur tabakasıyla kaplıydı. Odundan yapılma kısmı çamur içerisindeyken demir kısımları pasın altında kayboluyordu. Aksının üzerinde sanki mahkûmları taşırken bağlamaya yarayan büyük bir zincir asılıydı. Bu zincir aslında taşıma görevi olan kirişlere değil, zamanında koşum takımlarına hizmet etmiş olmalıydı. Büyük bir geminin kadırgasından kopmuş büyükçe bir sandal görünümüne sahipti. Üzerindeki zincirlerle Homeros, Polyphemus’u; Shakespeare ise Caliban’ı bağlayabilirdi.
Sokağın resmen ortasına bırakılmış olan bu büyük bahçe arabası, orada ne işe yarayabilirdi ki? Ama çok geçmeden handan kucağında on sekiz aylık bir bebeği taşıyan iki buçuk yaşlarında bir kız dışarı çıkmış, arabaya tırmanmaya başlamıştı; çocuklar orada keyifle oynamaya koyulmuşlardı. Diğer yolcular, bu eski ve paslı arabanın onların oyuncağı olduğunu anlamışlardı. Güzel ve zarif giyinmiş iki çocuk, mutluluktan ışıldıyordu; eski püskü o paslı arabanın içinde, henüz açmış iki gül goncasına benziyorlardı. Gülüşüp neşeyle oynaşıyorlar, yanakları attıkları kahkahaların etkisiyle pespembe kesiliyordu. Biri sarışın, diğeri ise esmerdi. Masum yüzleri, tarlalardan gelen bahar kokusu onların nefesleriymiş gibi etrafa neşe saçıyordu. On sekiz aylık olan küçük, o bebeklere has saflığıyla bedenini saran küçücük elbisesini çıkarıp yere atmış; çırılçıplak hâlde oynamaya devam ediyordu. Bu iki masum çocuğun ışıl ışıl başları, cıvıltılı seslerinin yanında o eski bahçe arabası, kötü niyetli bir canavar gibi görünüyordu.
Birkaç adım ötede, hanın kapısının eşiğine oturmuş sert bakışlı bir kadın, anneliğe has o içgüdüsel koruma duygusuyla çocuklar düşmesin diye uzaktan onları izliyordu. Onlar arabanın üzerindeki zinciri her ileri geri salladıklarında, öfke dolu korkunç tiz sesiyle çocukları uyarıyordu. Küçük çocuklar neşe içinde oyunları sürdürüyor, batan güneş ise sanki onların eğlencesine eşlik ediyordu. Böylesi güzel bir manzara kesinlikle çok zor görülürdü.
Çocuklarını seyrederken sert bakışlı anneleri bir taraftan da oldukça bed sesiyle bir şarkı mırıldanıyordu:
Öyle olduğunu söylemiş, bir savaşçı.
Şarkısı ve kızlarının neşesi, sokakta olup biteni duymasını ve görmesini engelliyordu. Tam şarkısının sonuna vardığı sırada, ona doğru yaklaşan birisinin ayak seslerini duydu:
“Ne kadar güzel çocuklarınız var, Madam.”
“Peri kızı gibi güzel ve hassaslar.” diye yanıtladı kadın, bir taraftan şarkısını da sonlandırarak. Sonra başını çevirdi. Hemen birkaç adım ötesinde, kucağında çocuğunu taşıyan bir kadın duruyordu.
Ayrıca bir kolunda, oldukça ağır olduğu belli olan bir de çanta taşıyordu. Kucağında taşıdığı iki-üç yaşlarındaki kız çocuğu ise çok nadir görülebilecek, muazzam bir güzelliğe sahipti. Çok güzel ve temiz giyimliydi, fırfırlı elbisesi diğer iki çocuğun kıyafetlerinden çok daha güzeldi. Başında ince ketenden bir şapkası, belinde şirin kurdeleli kemeri, elbisesinin eteklerindeki zarif dantellerle öylesine şirindi ki! Eteğinin kıvrımlarının altından, bembeyaz tombul bacakları görünüyordu. Pembe yanaklarıyla çok sağlıklı bir ufaklıktı. Küçük güzelliğe bakan bir kişi, yanaklarından bir ısırık almamak için kendisini kesinlikle zor tutabilirdi. Çok iri gözleri ve muhteşem gür kirpikleri dışında, göz rengi hakkında hiçbir şey görünmüyordu. Çünkü o muhteşem ufaklık, uyuyordu.
Yaşına özgü o mutlak güven uykusuyla uyuyordu. Annelerin kolları şefkatten yapılma yumuşak bir yatak gibidir ve içlerinde çocuklar derin uykuya dalarlar.
Anneye gelecek olursak görünüşüne bakılacak olursa fazlasıyla üzgün ve yoksul biriydi. Köylü hayatına yeniden dönmeye hazır, bir işçi kadın hâli vardı üzerinde. Genç bir kadındı. Güzel miydi peki? Belki ama içinde bulunduğu kıyafetlerin arasında hiç belli olmuyordu. Altın gibi bukleli, gür saçları vardı ancak çene altından sıkıca bağlanmış çirkin, rahibeye benzemesine neden olan bir başlığın altına ciddi bir şekilde gizlenmişti. Bir gülümseme, güzel dişlere sahip olduğunu ortaya çıkarırdı ama hiç gülümsemiyordu. Uzun zamandan bu yana ağlamadan bir gün geçirmediği gözlerinden belli oluyordu. Fazlasıyla solgun, bitkin ve oldukça hasta bir görünümü vardı. Çocuğunu kendi emziren annelerin bakışıyla, kucağında uyuyan yavrusunu seyrediyordu. Üzerine takmış olduğu mavi bir önlük, vücudunun şeklini beceriksizce gizliyordu. Elleri güneşten kavrulmuş, üzerini çiller basmış, işaret parmağındaki nasırlardan sürekli olarak dikiş diktiği anlaşılıyordu. Kaba, kahverengi yünden bir pelerin, keten bir elbise ve kalın, kaba saba ayakkabıları vardı. Fantine idi bu genç kadın!
Gerçekten de Fantine idi ama öylesine değişmişti ki tanınması çok güçtü. Yine de onu dikkatlice incelediğinizde hâlâ o eski güzelliğini koruduğunu görebiliyordunuz. Hayatla alay eder gibi bir acının çizgisi belirmişti sağ yanağında. Danteller, ipek satenler, lavantalar içerisindeki Fantine değil de onun yerine tanınmayacak kılıkta, o göz kamaştırıcı güzelliği kaybolmuş, erkenden çökmüş genç bir kadın gelmişti. Üzerine eskiden kahkaha, neşe ve müzikten meydana gelmiş hissi yaratan; leylak kokulu, kurdelelerle süslü, muslin elbiselerinin yerine, eski püskü bir şeyler giymişti. O sözüm ona yaşanılan güzel sürprizin üzerinden on ay geçmişti.
Bu on ay içerisinde neler olmuştu? Buna biraz akıl yürütebilirsiniz.
Terk edilmelerinin ardından koşullar bir anda değişmişti. Fantine, kısa süre sonra Favourite, Zéphine ve Dahlia’yı kaybetmişti. Aralarındaki dostluk bağı erkekler tarafından bir kez koparıldıktan sonra, kızlar dostluklarını sürdürmeyi becerememişlerdi. İki hafta sonra onları yeniden gören bir kişi, kesinlikle onların eskiden sıkı dostlar olduğunu söyleyemezdi. Birlikte vakit geçirmeleri için artık bir nedenleri kalmamıştı.
Fantine büsbütün yalnız kalmıştı. Ne yazık ki! Çocuğunun babası onu terk etmişti. Böyle şeyleri değiştirmek mümkün değildi. Öylece gitmişti işte ve Fantine, kendisini kaybedilmiş bir oyunun ve alışılmış zevklerin ortasında buluvermişti. Tholomyès ile ilişkisini daha rahat sürdürebilmek için işinden ayrılmış, önüne çıkan fırsatları da hiçbir suretle değerlendirmemişti. Şimdi ise her şey ondan tamamen uzaklaşmış, kapılar yüzüne kapanmıştı. Kazanç kaynağı yok olmuştu. Çok zor okumayı becerebilir, yazmayı ise hiç bilmezdi Fantine. Çocukluğunda ona sadece adını yazması öğretilmişti. Tholomyès’e bir mektup yazdırdı. Cevap alamayınca tekrar, sonra üçüncü kez bir kez daha mektup yazdırdı. Ancak Tholomyès ona hiçbir zaman cevap vermedi.
Bir seferinde Fantine, yaşlı bir kadının, çocuğuna bakarak şöyle dediğini duydu: “Bu çocukları kimse dikkate almaz, onlara kalplerinde yer açmaz! Böyle çocuklara ancak omuz silkerler!”
İşte o zaman Fantine gerçekleri düşündü, çocuğuna omuz silken ve o masum varlığa sahip çıkmayan Tholomyès’i hatırladı ve yüreğinin ona adanmış olan kısmının karardığını hissetti. Peki, ne yapacaktı şimdi? Bu konuda kime akıl danışabileceğini bilmiyordu, kimsesi yoktu ki!.. Evet, bir hata yapmıştı ama hepimiz biliyoruz ki onun ruhunun derinliklerinde alçak gönüllülük ve fazilet vardı. Sıkıntıya düşmenin ve daha kötü bir duruma kaymanın eşiğinde olduğunun belli belirsiz bilincindeydi. Cesaretli olması gerekiyordu ve o, bu cesarete sahipti; bu yüzden içindeki duygularına sıkıca sarıldı. Doğduğu yer olan M. kasabasına geri dönmeyi düşündü. Orada, muhtemelen biri onu tanıyabilir ve iş verebilirdi. Ama sonra aklına işlemiş olduğu suç geldi, bu hatasını nasıl saklayacaktı? İleride mümkün olabilecek, ilkinden çok daha büyük acı verebilecek, yüreğini paramparça edebilecek bir ayrılık mecburiyeti onu ürkütmüştü.
Kalbi sıkışarak da olsa kararını verdi. İleride göreceğimiz üzere Fantine, güçlü bir hayat cesaretine sahipti. Yiğitçe hayatına sahip çıkarak süslenmekten vazgeçmiş; ipekli, süslü püslü elbiselerini bir kenara bırakarak üzerine olabildiğince basit kıyafetleri geçirmiş ve bundan sonrası için varını yoğunu sadece kızına adamıştı.
Sahip olduğu neyi varsa satmış, karşılığında iki yüz frank almıştı; bunlarla ilk olarak küçük borçlarını ödedikten sonra, eline sadece seksen frank kalmıştı. Yirmi iki yaşında genç bir anne olarak, güzel bir bahar sabahı çocuğunu kucağına alarak Paris’ten ayrıldı. O ikisinin şehirden ayrılışına şahit olanlar kesinlikle hâllerine acırdı. Zavallı genç kadının şu koca dünyada çocuğundan başka hiçbir şeyi yoktu ve aynı şekilde ufacık çocuk da annesinden başka kimseye sahip değildi. Fantine çocuğunu emzirmiş ve bu onu fazlasıyla yormuştu, öksürüyordu da.
Bundan sonrasında Bay Félix Tholomyès’ten bahsetmek için fırsatımız olmayacağından şimdi onun hakkında birkaç kelam edelim. Onun hakkında sadece, yirmi yıl sonra Kral Louis Philippe döneminde onun büyük bir eyalet avukatı, zengin ve nüfuzlu, bilge bir seçmen ve çok sert bir jüri üyesi sıfatıyla yine de zevkine düşkün bir adam olduğunu söylemekle yetinelim.
Gün ortasına doğru Fantine, Paris’in birkaç banliyö kesimini geçtikten sonra, her zaman yaptığı gibi dinlenmek için Montfermeil kasabasının, Boulanger Hanı’nın önünde durmuştu. Thénardier Hanı’nın önünden geçerken mutlu bir şekilde salıncakta sallanan iki küçük kızı görerek onların neşeli oyunlarını seyre koyulmuştu. Onların bu mutlu görüntüleri onu cezbetmiş, annelerine bir tür yakınlık hissettiğini fark etmişti.
Karmaşık duygular içerisinde bir süre çocukları izledi. “Meleklerin varlığı cennetin ilanıdır.” derlerdi. Bu hanın kapısının üzerinde, şehrin gizemi olan Burası yazısını okuduğunda aklından geçirdiği aynı şeydi. Bu iki melek kadar masum yavru da belli ki burada çok mutluydu. Onların görüntüsünden öyle duygulanmıştı ki işte sırf bu yüzden annelerine şarkının iki dizesi arasında nefes alırken dayanamayıp az önce okuduğunuz sözleri söyledi: “Ne kadar güzel çocuklarınız var, Madam.”
Dünyanın en vahşi yaratıkları dahi, yavrularının okşanmasıyla silahlarını bırakırlardı.
Anne başını kaldırıp Fantine’e teşekkür ederek yolcuya kapının önündeki sıraya oturabileceğini söyledi. Kendisi hâlâ kapının eşiğinde oturmaya devam ediyordu. İki kadın sohbet etmeye başladı.
İki küçük kızın annesi şu sözlerle kendini tanıttı: “Benim adım Madam Thénardier, bu hanı biz işletiyoruz.”
Sonra aklı az önce söylediği şarkıda kalmış gibi mırıldanmaya devam etti:
Öyle olmak zorunda;
Ben bir şövalyeyim;
Bu yüzden Filistin’e gidiyorum.
Madam Thénardier; zayıf, esmer, oldukça sağlam yapılı bir kadındı. Asık ve sert ifadeli yüz hatlarıyla bir asker karısı olduğu açıkça belli oluyordu ve roman okuyarak elde ettiği, oldukça çapkın bir edası vardı. Oldukça sade yapısıyla erkeksi bir duruşa sahipti. Eski romanlar, bu aşçı kadının hayal gücünü baskılayarak onun üzerinde bu etkiyi yaratmıştı. Hâlâ genç bir kadın sayılırdı aslında, henüz otuzlu yaşlarının başında olmalıydı. Yere çökmüş hâlde oturuyor olmasaydı, aslında heybetli yapısı ve geniş omuzları, belki oradan geçen yolcunun, onun nasırlı ellerinden kuşkulanmasına, güveninin sarsılmasına neden olabilirdi. Dik durmak yerine onun oturuyor olması, Fantine’in kaderini farklı bir şekilde geliştirmesine; böylece anlatmak üzere olduğumuz şeylerin başka türlü cereyan etmesine neden olmuştur.
Yolcu, hikâyesini küçük değişikliklerle anlatmak zorunda kaldı.
Çalışan bir kadın olduğunu, kocasının öldüğünü, Paris’teki iş yerinden çıkarılmak zorunda kaldığını ve bu yüzden de hayatını başka bir yerde kurabilmek için yaşadığı şehirden ayrılmak zorunda kaldığını, o sabah Paris’i yürüyerek terk ettiğini, yol boyunca çocuğunu kucağında taşımak zorunda kaldığından çok yorulduğunu, bir süre sonra çocuğun kucağında uyuyup kalması üzerine, dinlenmek için Montfermeil’e geldiğinde burada mola verdiğini anlattı.
Bu sözlerin ardından da kızına sımsıcak bir öpücük vererek onu uyandırdı. Bunun üzerine çocuk gözlerini açtı, tıpkı annesininki gibi kocaman mavi gözleri vardı, meraklı gözlerle etrafına baktı. Hiçbir şey, küçük çocukların o ciddi ve bazen sert havasıyla bizim erdemli alaca karanlığımız karşısında onların ışık saçan masumiyetlerinin gizemi kadar büyük anlam ifade edemezdi. Onların kendilerini melek gibi hissettikleri ve bizim insan olduğumuzu bildikleri söylenebilirdi. Sonra çocuk gülmeye başladı ve annesi ona sımsıkı sarılsa da koşmak isteyen küçük bir varlığın yenilmez enerjisiyle yere kaydı. Bir sonraki anda ise salıncakta sallanan diğer ikisini görerek duraksadı ve hayranlıkla dilini çıkarmıştı.
Anne Thénardier, şefkatle kızlarına bakarak onların salıncaktan inmesini sağladı ve sonrasında: “Haydi üçünüz birlikte oynayın.” dedi.
O yaştaki çocuklar birbirleriyle çok çabuk kaynaşırlardı, böylece bir dakikanın sonunda Thénardierler; yeni gelenle birlikte yere oturmuş, çukur kazarak büyük bir keyifle oynamaya başlamışlardı.
Yeni gelen çocuk gerçekten çok neşeliydi, annesinin iyi yüreği çocuğunun neşesine yansımıştı; küçük çocuk eline bir tahta parçası almış, enerjik bir şekilde ölmüş bir sineği gömmek için çukur kazıyordu. Mezarcının işi, bir çocuk tarafından yapıldığında çok eğlencelidir. İki kadın ise bu sırada sohbetlerini sürdürüyorlardı.
“Kızınızın ismi nedir?”
“Cosette.”
Aslında çocuğun adı Euphrasie idi ancak anne, Josepha’yı Pepita’ya ve Françoise’ı Sillette’ye dönüştürerek annelerin ve halkın o tatlı ve zarif içgüdüsüyle kızın ismini Cosette’e dönüştürmüştü. Bu, tüm etimologların bilimini karıştıran ve rahatsız eden bir türevdi. Eskiden, bir büyükannenin Theodore’dan Gnon ismini çıkardığına da tanık olmuştuk.
“Kaç yaşında?”
“Üç yaşının içinde.”
“Benim en büyük kızım kadarmış.”
Bu arada, üç küçük kız büyük bir keyif ve neşe içerisinde oynuyorlardı. Onlar açısından önemli bir olay olmuş, topraktan büyük bir solucan çıkmıştı ve bu durum onları hem son derece korkutmuş hem de çok heyecanlandırmıştı.
Üç kafadar baş başa vermiş solucanı seyrediyorlar, birlikte olmaktan da büyük keyif alıyorlardı.
“Çocuklar bir anda ne kadar kolay kaynaşabiliyorlar.” dedi neşeyle anne Thénardier. “Şu hâllerine bakarak insan onların üç kız kardeş olduğunu bile söyleyebilir!”
İşte bu söz de Fantine’in ne zamandan beri açmak istediği konunun fitilini ateşlemişti. Thénardier’nin elini tuttu ve doğrudan onun gözlerine baktı:
“Çocuğumu sizin yanınıza bıraksam, ona bakar mısınız?” diye sordu.
Madam Thénardier, ne kabul ne de reddettiğini belirten şaşkınlık hareketlerinden birini yaptı. Cosette’in annesi konuşmasını devam ettirdi:
“Görüyorsunuz, kızımı köye götürmeme olanak yok, orada çalışmam gerekiyor. Bir çocukla iş bulmak da imkânsız. İnsanlar bu konuda çok anlayışsız. Hanınızın önünden geçmeme kesinlikle Tanrı vesile oldu. Sizin bu kadar güzel, bu kadar temiz ve mutlu miniklerinizi gördüğümde ‘Burası doğru yer!’ diye düşündüm. Kendi kendime ‘İşte çok iyi bir anne. O, bu işi becerebilir; üç kız kardeş olarak yaşayabilirler.’ dedim. Zaten geri dönmem çok uzun sürmeyecek. Siz de bir annesiniz, bu süre zarfında çocuğuma bakar mısınız?”
“Bunu düşünmek zorundayım.” diye yanıtladı Thénardier.
“Bunun karşılığında size ayda altı frank verebilirim.”
Hanın içerisinden bir erkek sesi yükseldi:
“Yedi franktan aşağı olmaz. Altı aylık da peşin alırız.”
“Altı kere yedi kırk iki eder.” dedi Thénardier.
“Tamam, veririm.” dedi Fantine.
“Ve ön masraflar için de ayrıca on beş frank isterim.” diye ekledi içeriden yine adam.
“Toplam elli yedi frank eder.” dedi Madam Thénardier.
Sonra yeniden az önce söylediği şarkısının sözlerini mırıldanmaya başladı.
“Tamam, öderim.” dedi Fantine. “Seksen frank var elimde. Yaya olarak gitmek istediğim kasabaya yetecek kadar param da kalacak elimde. Orada hemen çalışmaya başlayacağım ve biraz para biriktirdikten sonra güzel kızım için geri döneceğim.”
İçeriden adamın sesi yeniden yükseldi:
“Küçüğün yeterince kıyafeti var mı?”
“O benim kocamdır.” dedi Madam Thénardier.
“Elbette var, zavallı küçük hazinem benim. Kocanız olduğunu hemen anlamıştım zaten. Ayrıca hepsi çok güzel kıyafetlerdir! Görünce siz de şaşıracaksınız, düzinelerce güzel elbisesi var. Tıpkı küçük bir hanımefendi gibi olur o kıyafetlerin içinde, işte orada, hepsi heybemin içinde.”
“Onları da bırakmalısınız.” dedi adam içeriden gür sesiyle.
“Elbette bırakacağım.” dedi Fantine. “Kızımı tamamen kıyafetsiz bırakmam tuhaf olurdu.”
Sonunda içerideki adamın yüzü ortaya çıkmıştı.
“Bu çok iyi.” dedi adam. “O zaman kalabilir.”
Pazarlık böylece sonuçlanmıştı. Fantine para vermesine gerek kalmadan o geceyi handa geçirdi, çocuğunu ve onun eşyalarını orada bırakacak olmasından dolayı heybesi de oldukça hafiflemişti. Ertesi gün de erkenden, kısa süre içerisinde geri dönmek üzere handan ayrıldı.
İnsanlar zihinlerinde bu tür gidişleri çok kolayca planlarlar ama umutsuzluğa da kapılırlar! Thénardierlerin bir komşusu ertesi sabah yola çıkan anneyle karşılaşmış ve hancıya şu sözleri söylemişti:
“Az önce sokakta ağlayan bir kadın gördüm. Onun görüntüsü kalbimi parçalamaya yetti.”
Cosette’in annesi yola çıktığında hanın sahibi, karısına şöyle dedi: “Bu aldığımız para yarınki ödememin halledilmesini sağlayacak. Elli frank eksiğim vardı. Tam zamanında geldi bu para; yoksa icra memurları kapımıza dayanacaktı, biliyor musun? Çocuklarla birlikte, çok hoş bir kapan kurdunuz kadına.”
“Hiç farkında olmadan.” dedi kadın.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.