Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Mrs. Dalloway», sayfa 3

Yazı tipi:

“Yıldızlara mı bakıyorsunuz?” dedi Peter.

Karanlıkta koşarken yüzünü mermer bir duvara çarpmak gibiydi! Korkunçtu, dehşet vericiydi!

Kendisi için değil. Yalnızca Sally’nin nasıl ezildiğini, nasıl kötü muamele gördüğünü hissediyordu; Peter’ın düşmanlığı hissediyordu; kıskançlığını; arkadaşlıklarını bozmaya kararlı olduğunu. Bütün bunları birinin şimşeğin ışığında aydınlanan manzarayı bir anlığına gördüğü gibi gördü -ve Sally (Hiç bu kadar hayranlık duymamıştı ona!) cesurca davranmış, yenilmemişti. Gülmüştü. İhtiyar Joseph’a bütün yıldızların isimlerini söyletmişti, ki Joseph da bu işi ciddiye alarak yapmayı severdi. Durmuştu orada: dinlemişti. Yıldızların isimlerini dinlemişti.

Ah, bu korku! dedi kendi kendine, sanki başından beri bir şeyin bu anı böleceğini, bu mutluluk anını acılaştıracağını biliyor gibi…

Yine de sonrasında, Peter Walsh’a ne kadar şey borçluydu. Onu düşündüğünde nedense hep tartışmaları gelirdi aklına -çünkü onun kendisi hakkında güzel şeyler düşünmesini çok istiyordu muhtemelen. Ona borçlu olduğu kelimeler vardı: “Duygusal”, “uygar” gibi; hayatının her günü Peter’ın kanatları altında korunaklı başlıyordu. Bir kitap duygusaldı; hayata karşı bir tavır duygusaldı. Geçmişi düşündüğü için Clarissa “duygusal”dı belki de. Geri döndüğünde ne düşünecek acaba diye merak etti Clarissa.

Kendisinin yaşlandığını mı? Bunu söyler miydi Peter, yoksa kendisinin yaşlandığını düşünürken mi görecekti onu? Doğruydu. Hastalığından beri teninin rengi neredeyse solmuştu.

Yaka iğnesini masaya koyarken ani bir kasılma geldi; sanki düşünürken buzdan pençeler içine saplanma fırsatı bulmuşlardı. Henüz ihtiyar sayılmazdı. Daha yeni basmıştı elli iki yaşına. Dokunulmamış pek çok ay vardı önünde. Haziran, temmuz, ağustos! Her biri neredeyse bir bütün hâlinde duruyordu, âdeta düşen damlayı yakalayıp, anın tam yüreğine sapladı, kazığa oturttu -bütün diğer sabahların baskısını taşıyan bu haziran sabahındaki anı; aynayı, tuvalet masasını ve bütün şişeleri yeniden görüyordu sanki, bütün benliğini bir noktada toplayarak (aynaya bakarken), o gece bir parti verecek olan kadının zarif, pembe yüzünü gördü; Clarissa Dalloway’in yüzünü; kendi yüzünü.

Kaç milyon kere bakmıştı yüzüne ve hep aynı belli belirsiz kasılmayla! Aynaya baktığında dudaklarını bükerdi. Yüzünü sivri göstermek için. Böyle biriydi çünkü -sivri; ok gibi; keskin. Bir çabayla, onu kendisi olmaya çağıran bir davetle, parçalar birleştiğinde böyle biri oluyordu, ne kadar farklı ne kadar benzersiz ve serinkanlı biri olduğunu yalnızca kendisi biliyordu; dünyayı; bir merkezde, bir elmasta, salonda oturan, kuşkusuz donuk hayatlara ışık saçan bir buluşma noktası, yalnızların geldiği bir sığınak yaratan bir kadında topluyordu; gençlere yardım ederdi, ona minnettar kalırlardı; hep aynı olmaya çalışırdı, başka yanlarını hiç göstermemişti -kusurlarını, kıskançlıklarını, kibrini, kuşkularını, Leydi Bruton’ın kendisini öğle yemeğine davet etmeyişinde olduğu gibi mesela; ki ne adilik, diye düşündü (en son saçını tararken)! Şimdi, elbisesi neredeydi acaba?

Gece elbiseleri dolapta asılıydı. Clarissa, elini yumuşaklığa usulca daldırıp yeşil elbisesini pencereye götürdü. Yırtılmıştı. Biri eteğine basmıştı. Elçilikteki partide belindeki kıvrımların arasında bir yerin yırtıldığını hissetmişti. Yapay ışıkta pırıl pırıl parlıyordu yeşil renk ama şimdi, güneş ışığında rengini yitirmişti. Tamir edecekti. Hizmetçilerin yapacak çok işi vardı zaten. Bu gece bunu giyecekti. İbrişimlerini, makaslarını, şeyini -neydi adı- yüksüğünü tabii, alıp salona inecekti, zira aynı zamanda da yazması gerekiyordu, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için.

Tuhaf diye düşündü sahanlıkta duraksayarak, o elmasa, o benzersiz olma niteliğine bürünerek, tuhaftı evin sahibesinin, evin her anını, her huyunu biliyor oluşu! Merdiven boşluğundan yukarı doğru hafif sesler döne döne yükseldi; paspastan çıkan ses; tıkırtılar; kapının vuruluşu; ön kapı açılırkenki gürültü; bodrumda bir buyruğu tekrarlayan bir ses; tepsideki gümüşlerin şıngırtısı; parti için temizlenen gümüşler. Her şey parti içindi.

(Ve Lucy, elinde tepsiyle salona girip şöminenin üstüne dev şamdanları koydu, gümüş kutuyu ortaya, kristal yunusu saate doğru çevirdi. Geleceklerdi, burada duracaklardı; kendisinin de taklit edebildiği çıtkırıldım sesleriyle konuşacaklardı, hanımefendi ve beyefendiler. Hepsinin içinde kendi hanımı en güzelleriydi -gümüşlerin, ketenlerin, porselenlerin hanımı; çünkü güneş, gümüşler, menteşelerinden çıkarılmış kapılar; Rumpelmayer’ın adamları Lucy’ye mektup açacağını kakmalı masaya koyarken bir başarı hissi veriyordu. Bakın, bakın, diyordu fırındaki eski arkadaşlarıyla konuşurken, ilk çalıştığı yer olan Caterham’da, camekâna gözlerini dikerken. Kendisi Leydi Angela’ydı şimdi, Prenses Mary ile ilgileniyordu, tam o sırada Mrs. Dalloway girdi içeri.)

“Ah Lucy!” dedi, “Gümüşler çok hoş görünüyor!”

Kristal yunusu dik durması için çevirirken, “Peki…” dedi, “Dün akşamki oyun hoşunuza gitti mi?” “Ah, oyun bitmeden gitmek zorunda kaldılar!” demişti. “Saat onda evde olmaları lazımmış! Yani sonunda ne olduğunu bilmiyorlar.” dedi. “Şanssızlık!” dedi (Zira kendi hizmetçileri eğer izin isterlerse daha geç saate kadar kalabilirlerdi.). “Yazık olmuş gerçekten!” dedi, kanepenin ortasında duran tüyleri dökülmüş eski yastığı Lucy’nin eline tutuşturduktan sonra onu hafifçe itip “Al şunu! Mrs. Walker’a benden selam ilet. Haydi al şunu!” diye haykırdı.

Lucy salonun kapısında, elinde yastığıyla durdu; utana sıkıla, kızararak elbiseyi tamir etmesine yardım edip edemeyeceğini sordu.

Ama, dedi Mrs. Dalloway, yeteri kadar işi yok muydu zaten, epeyce hem de buna sıra gelmezdi ki…

“Ama teşekkür ederim Lucy, ah gerçekten teşekkür ederim!” dedi Mrs. Dalloway ve teşekkür ederim, sağ ol diye mırıldanmaya devam etti (dizlerinin üstünde elbisesi, makasları ve ibrişimleriyle kanepeye otururken), teşekkürler, teşekkürler, demeye devam etti; hizmetkârlarına bunu genelde içtenlikle söylerdi, böyle biri olmasına, istediği kişi olmasına yardım ettikleri için, böyle nazik, cömert, iyi yürekli. Hizmetçileri onu severlerdi. Şu elbise -neredeydi yırtık? İpliği iğneye geçirmesi lazımdı şimdi. En sevdiği elbiselerden biriydi bu, Sally Parker’ın diktiği son elbiselerden biri, yazık ki Sally emekli olmuştu, Ealing’de yaşıyordu; eğer zamanım olursa, diye düşündü Clarissa (ama zamanı hiç yoktu artık), gidip onu Ealing’de görmeliyim. Zira harika bir kişiliği var, diye düşündü Clarissa, gerçek bir sanatçı. Ufak tefek şeyler eklemeyi severdi ama yine de hiç tuhaf değildi elbiseleri. Hatfield’da giyebilirdin; Buckingham Sarayı’nda da. Clarissa Hatfield’da da giymişti onları; Buckingham Sarayı’nda da.

Bir sessizlik çöktü üstüne, bir sakinlik, bir huzur, iğnesini ipeğe usulca sabitledikten sonra yeşil kırmaları bir araya getirip hafifçe kemere tuttururken. Bir yaz günü toplanan, dengelerini yitirip dağılan dalgalar gibi toplanıp dağılan ve sanki bütün dünya “hepsi bu” der ağır ağır, öyle ki sahilde uzanmış bedendeki yürek bile “hepsi bu” deyinceye kadar. Korkma artık, der yürek. Korkma artık, der yürek ve yükünü, tüm acılar için bir of çeken denize boşaltır ve yenilenir, doğar, toparlar, dağılır. Ve beden bir başına kulak verir geçen bir arıya, kırılan dalgaya, havlayan köpeğe, uzaklarda havlayıp duran köpeğe.

“Tanrı aşkına! Kapı çalınıyor!” diye haykırdı Clarissa, iğneyi bıraktı. Doğruldu, kulak kabarttı.

“Mrs. Dalloway benimle görüşür.” dedi holdeki orta yaşlı adam. “Evet, benimle görüşür.” diye tekrarladı, Lucy’yi kibarca kenara itti ve hızla yukarı koştu. “Evet, evet, evet…” diye mırıldanıyordu yukarı doğru koşarken. “Benimle görüşecek. Hindistan’da geçen beş yıldan sonra benimle görüşecektir.”

“Kim o, bu saatte?” dedi Mrs. Dalloway (Parti vereceği gün, saat on birde rahatsız edilmesinin rezillik olduğunu düşünüyordu.), basamaklardaki ayak seslerini duyduğunda. Kapının tokmağının üzerinde bir el olduğunu hissetti. Mahremiyete saygı duyan, bekâretini koruyan bir bakire gibi, elbisesini saklamaya çalıştı. Pirinç kapı kolu çevrildi. İşte kapı açıldı ve içeri -bir anlığına adını hatırlayamadı karşısındakinin! Onu gördüğü için çok şaşırmış, çok sevinmiş ve kızarmıştı, Peter Walsh’ın böyle beklenmedik bir şekilde sabah sabah evine gelmesi onu resmen afallatmıştı (Mektubunu okumamıştı.)!

“Nasılsın bakalım?” dedi Peter Walsh, sevinçle titreyerek, iki elini avcunun içine aldı, öptü. İhtiyarlamış diye düşündü otururken. Ona hiçbir şey söylememeliyim bu konu hakkında diye düşündü, çünkü gerçekten ihtiyarlamış. Beni inceliyor diye düşündü, ani bir utanma geldi üstüne, ellerini öpmesine rağmen. Elini cebine sokup büyük bir çakı çıkardı ve yarıya kadar açtı.

Hiç değişmemiş, diye düşündü Clarissa; aynı tuhaf görünüş; aynı ekose takım, yüzü biraz çökmüş, biraz daha ince, biraz kurumuş belki de ama korkunç derecede iyi gözüküyor, tıpkı eskisi gibi.

“Seni tekrar görmek ne kadar güzel!” diye haykırdı Clarissa. Çakısını çıkarmıştı Peter. Tam onun yapacağı bir hareket diye düşündü.

Daha dün gece gelmiş, öyle demişti; hemen sayfiyeye gitmesi gerekiyordu; herkes nasıldı -Richard? Elizabeth?

“Peki bunlar da ne?” dedi, çakısıyla yeşil elbiseyi göstererek.

Çok şık giyinmiş, diye düşündü Clarissa; yine de beni hep eleştirir.

İşte elbisesini onarıyor, her zamanki gibi elbisesini onarıyor, diye düşündü; ben Hindistan’dayken o burada oturarak vakit geçirmiş; elbisesini tamir etmiş; dolaşmış, davetlere gitmiş, Meclis’e gidip gelmiş falan; düşündükçe daha rahatsız oluyor, öfkesi artıyordu, zira bu dünyada bazı kadınlar için evlilikten daha kötüsü yoktur, diye düşündü ve siyasetten ve “muhafazakâr” bir kocaya sahip olmaktan, şu hayranlık uyandıran Richard gibi mesela. Evet öyle, evet öyle, diye düşündü çakısını bir çırpıda kapatırken.

“Richard gayet iyi, bir toplantıda.” dedi Clarissa.

Ve makasını eline aldı, elbisesinin işini bitirmeye devam etmesinde bir sakınca var mıydı, çünkü akşama bir partisi vardı da…

“Seni çağırmayacağım bir parti tabii…” dedi. “Peter’cığım!” dedi.

Onun ağzından bunu duymak nefisti -Peter’cığım! Kuşkuşuz her şey çok nefisti- gümüşler, sandalyeler; hepsi enfesti!

Neden kendisini partiye çağırmayacaktı ki?

Tabii ki çok çekici, diye düşündü Clarissa! Kusursuz bir çekicilik! Şimdi hatırlıyorum onunla evlenmeme kararını vermenin ne kadar güç olduğunu, niye öyle bir karar vermiştim ki diye merak etti, o korkunç yazda.

“Ama bu sabah gelmiş olman olağanüstü!” diye haykırdı elbisesinin üzerinde ellerini kavuştururken.

“Hatırlıyor musun…” dedi, “Bourton’daki panjurlar nasıl da pencereye çarpardı?”

“Çarparlardı.” dedi ve Clarissa’nın babasıyla baş başa kahvaltı ettiğini hatırladı garip bir şekilde; vefat etmişti babası ve Clarissa’ya yazmamıştı. İhtiyar Parry’yle zaten hiç geçinemezlerdi, o aksi, dizleri tutmayan, zayıf karakterli yaşlı adamla, Clarissa’nın babası Justin Parry ile.

“Keşke babanla daha iyi anlaşsaydım derim sık sık…” dedi Peter.

“Ama o benimle -yani benim arkadaşlarımdan hiç hoşlanmazdı ki!..” dedi Clarissa; Peter’a kendisiyle evlenmek istediğini hatırlattığı için dilini ısırmış olabilirdi.

Tabii ki istemiştim, diye düşündü Peter; kalbim kırılmıştı, diye düşündü; batan günün dehşetli ışığında terastan bakıldığında yükselen bir ay gibi alt etti kederi onu. Bir daha hiç öyle mutsuz olmadım, diye düşündü. Ve sanki o terasta oturuyormuş gibi Clarissa’ya doğru yaklaştı; elini uzatı; kaldırdı; bıraktı. Orada, tepelerinde asılı duruyordu ay. Clarissa da orada, ay ışında, terasta kendisiyle oturuyor gibi duruyordu.

“Herbert kalıyor şimdi.” dedi Clarissa. “Ben hiç gitmiyorum artık.”

Sonra, tıpkı ay ışığında terasta dururken sıkılan birinin yaptığı gibi; nasıl ki karşıdaki sessizce oturup, ayı seyreder ve konuşmazken; şimdiden sıkıldığı için çekinerek, ayağını kıpırdatır, boğazını temizler, masanın ayağındaki metal kıvrımlara bakınır, bir yaprağı kımıldatır ama hiçbir şey söylemez -Peter Walsh da öyle yaptı. Zira neden böyle geçmişi kurcalayalım ki, diye düşündü. Neden bunu düşünmesini sağlamıştı ki? Bunca cehennemî işkenceden sonra neden böyle acı çektiriyordu?

“Gölü hatırlıyor musun?” dedi, kalbini sıkıştıran, boğazındaki kasları geren ve “göl” dediğinde dudaklarının büzülerek kasılmasına yol açan bir duygunun baskısıyla, kısık bir sesle. Hem ördeklere ekmek atan bir çocuktu hem de gölün kıyısında duran annesiyle babasına yaklaştıkça, kollarında gitgide büyüyen hayatı, bütün hayatı duruyordu, onların yanına bırakıp “İşte bunu yaptım! Bunu!” diyordu. Ve ne yapmıştı hayatıyla? Ne yapmıştı hakikaten? Oturmuş Peter’ın yanında dikiş dikiyordu bu sabah.

Peter Walsh’a baktı; bakışı, onca zaman, onca hissin içinden geçerek kuşku içinde ulaştı ona; ağlamaklı bir şekilde çöktü yüzüne; bir kuşun dala konup kanat çırparak uzaklaşması gibi, dokunup uzaklaştı. Gizlemeden sildi gözlerindeki yaşı.

“Evet.” dedi Peter. “Evet, evet, evet…” dedi, sanki yüzeye doğru çıkarken onu çok incitecek bir şey söylemiş gibi. Dur! Dur! diye haykırmak geldi içinden. Çünkü yaşlı değildi; hayatı bitmiş değildi; kesinlikle bitmiş değildi. Ellisini daha yeni geçmişti. Söylesem mi acaba, söylemesem mi diye düşündü. Ama çok soğuktu, dikiş dikerken böyle makaslarıyla falan; Daisy, Clarissa’nın yanında çok sıradan kalırdı. Ve benim tamamıyla bir başarısızlık abidesi olduğumu düşünecek ki Dalloway’lerin bakış açısına göre öyleyim, diye düşündü. A tabii, ondan hiç şüphesi yoktu; bir başarısızlık örneğiydi, bütün bunlara kıyasla -şu kakma masaya, şu kakma mektup açacağına, şu yunusa ve şamdanlara, sandalye kılıflarına ve eski, İngiliz baskısı değerli resimlere kıyasla- bir başarısızlık örneğiydi! Bütün bu kendini beğenmişlikten tiksiniyorum, diye düşündü; Richard’ın işleri; Clarissa’nın değil; onunla evlenmek dışında bir suçu yok onun (O sırada Lucy elinde gümüşlerle girdi içeri, daha fazla gümüş; alımlı, zarif, ince birine benziyor, diye düşündü, gümüşleri bırakmak için eğilirken.). Ve bu hep böyle sürüp gidiyor olmalı diye düşündü; haftalar boyunca; Clarissa’nın hayatı; oysa kendisi -ansızın yaşadığı her şey içinden dışarı saçılıyormuş gibi oldu; serüvenler, geziler, tartışmalar, maceralar, briç partileri, aşklar, iş, iş, iş! Ve çakısını çıkardı -eski boynuz saplı çakısı, Clarissa otuz yıl önce taşıdığı aynı çakı olduğuna yemin edebilirdi- avcunda sıktı.

Ne tuhaf bir alışkanlık bu, diye düşündü Clarissa; hep böyle çakıyla oynaması. İnsana kendini hep önemsiz biri gibi hissettiriyordu; boş kafalı, geveze, eskiden yaptığı gibi. Ama ben de diye düşündü iğnesini alırken eline, uyuyakalmış muhafızları yüzünden korumasız bırakılmış bir kraliçe gibi (bu ziyaret onu afallatmıştı -üzmüştü) -böğürtlen çalılarının altında yatarken herhangi biri gelip onu rahatlıkla görebilirdi- yaptığı şeyleri yanına çağırdı; sevdiği şeyleri; kocasını, Elizabeth’i, kendini, kısaca, Peter’ın artık hiçbir şey bilmediği kendisini korumak ve düşmanı defetmek istiyordu.

“Peki, sen neler yaptın bakalım?” dedi Clarissa. Savaş başlamadan önce atlar toprağı eşeler böyle; başlarını sallarlar; böğürleri ışıldar; boyunları kavislenir. İşte Peter Walsh ve Clarissa, mavi kanepede yan yana otururken böyle meydan okudular birbirlerine. Peter’ın içindeki ordusu kızışıp çalkalanıyordu. Çeşitli mevzilerden pek çok şey yardıma geliyordu; övgüler, Oxford’daki kariyeri, evliliği ki Clarissa evliliği hakkında hiçbir şey bilmiyordu; nasıl âşık olduğunu, işini nasıl yürüttüğünü…

“Milyonlarca şey!” diye haykırdı, artık yüzlerini göremediği insanların omuzları üzerinde hızla taşınıyormuş gibi hem korkutan hem de heyecanlandıran birleşmiş güçlerinin bir o yana bir bu yana yüklenmesiyle elini alnına götürdü.

Clarissa dimdik oturuyordu; soluğunu tuttu.

“Âşığım.” dedi, Clarissa’ya değil tabii fakat yükselen, elle dokunulamayan birine söylüyordu; onun için getirdiğiniz çelenginizi karanlıkta kalan çimenlerin üzerine bırakmak zorundaydınız.

“Âşığım.” diye tekrarladı Clarissa Dalloway’e şimdi kuru bir sesle; “Hindistan’da bir kıza âşığım.” Çelengini sunmuştu. Clarissa dilediğini yapabilirdi.

“Âşıksın demek!” dedi. Demek bu yaşta, o küçük papyonuyla suyun altına çekilmişti o canavar tarafından! Üstelik boynu bir deri bir kemik, elleri kıpkırmızı, hem benden altı ay büyük! Gözleri kendisine kaydı ama yüreğinde hissediyordu; âşıktı Peter. Öyleydi, hissediyordu; âşıktı Peter.

Ama karşısına çıkanları ezip geçen boyun eğmez bencilliği, hadi hadi diyen, amaçsız olduğunu itiraf etmesine rağmen bize hadi hadi diyerek sürükleyen ırmak; bu boyun eğmez bencillik yanaklarını renklendirmişti; gencecik yapmıştı onu, pembecik; elbisesi dizlerinde otururken gözleri parlıyordu, yeşil ipeklinin ucuna iliştirilmiş iğnede hafif bir titreme oldu. Kendisine değil. Daha genç birine âşıktı tabii.

“Peki, kim bu kadın?” diye sordu.

Şimdi bu heykelin yükseklerden indirilip aralarına konması gerekiyordu.

“Maalesef evli bir kadın…” dedi Peter, “Hint ordusundaki bir binbaşının karısı.”

Ve sevdiği kadını Clarissa’nın gözünün önünde böyle gülünç bir vaziyete düşürdüğü için buruk bir tatlılıkla gülümsedi.

(Ne de olsa âşık, diye düşündü Clarissa.)

“Onun iki çocuğu var.” diye devam etti Peter, ciddi bir şekilde, “Biri kız, biri oğlan; boşanmak için avukatlarımla görüşmeye geldim.”

Al işte, diye düşündü. Canın ne istiyorsa yap onlarla! Al işte! Her geçen saniye, Clarissa onlara baktıkça; Hint ordusundaki binbaşının karısı (Daisy’si) ve iki çocuğu ona daha güzel geliyordu; sanki bir döşemenin üstündeki gri topağı aydınlatmış ve yakınlıklarının -eşsiz yakınlıklarının- deniz tuzu kokan havasının içinde güzel bir ağaç serpilmişti (çünkü birçok yönden kimse onu Clarissa gibi anlayamıyordu veya duygularını paylaşamıyordu).

Peter’ı pohpohlamıştır o, enayi yerine koymuştur onu, diye düşündü Clarissa; kadını, Hint ordusundaki binbaşının karısını, bir bıçağın üç darbesiyle şekillendirerek. Ne büyük kayıp! Ne budalalık! Peter’ın bütün hayatı böyle budalalıklarla geçmişti zaten; önce Oxford’dan atılması; sonra Hindistan’a giden gemideki bir kızla evlenmesi; şimdi de bir binbaşının karısı -şükür ki kadın onunla evlenmeyi kabul etmemişti! Yine de âşıktı; eski dostu, Peter’cığı âşıktı.

“Ne yapacaksın peki?” diye sordu. Ah, avukatlar uğraşacak, dedi Peter, Lincoln’s Inn’deki Messrs Hooper ve Grateley. Ve çakısıyla tırnaklarını törpülemeye koyuldu.

Tanrı aşkına, bırak şu çakıyı, diye bastıramadığı bir rahatsızlıkla içinden haykırdı; onun bu iflah olmaz ciddiyetsizliği, zayıflığı, başkalarının duygularını önemsemeyişi, Clarissa’yı sinirlendiriyordu, bu yaşta olacak iş mi bu?

Başıma gelecekleri biliyorum, diye düşündü Peter; karşımdakini biliyorum, diye düşündü, parmağını çakısının üzerinde gezdirirken, Clarissa Dalloway’i ve geri kalan hepsini; ama göstereceğim Clarissa’ya -ve aniden kendisini de şaşkınlık içinde bırakan, sanki dizginlenemeyen güçler tarafından boşluğa fırlatılmışçasına gelen bir gözyaşı selinin içinde buldu kendini; ağladı; en ufak bir utanç duymadan ağladı; kanepede otururken; yaşlar süzüldü yanaklarından.

Clarissa öne doğru eğilmiş, elini tutmuş, kendine doğru çekip öpmüştü; Peter’ın yüzünü yüzünde hissettiğinde göğsündeki tropik bir fırtınanın içinde kalmış gibi olan hanımpüsküllerine benzer tuğların gümüş parıltılarının savruluşu duruldu; Peter’ın elini tuttu, dizini okşadı ve arkasına yaslanırken, onunla o kadar huzurlu ve hafif hissediyordu ki kendini, ansızın içinde bir şey uyandı, onunla evlenmiş olsaydım, diye düşündü, bu sevinç bütün gün sürerdi!

Her şey bitmişti oysa. Çarşafı gergin, yatağı dardı. Kuleye bir başına çıkmış ve onları, böğürtlenlerle baş başa bırakmıştı. Kapı kapanmıştı, dökülen sıvaların tozu ve kuş pisliklerinin arasından ne kadar uzak görünüyordu manzara; sesler, cılız ve soğuk; bir seferinde (Leith Hill’deyken), diye hatırladı Clarissa; Richard, Richard diye haykırmıştı uykusundan uyanarak, karanlıkta elini uzatarak yardım isteyen biri gibi. Leydi Bruton’la öğle yemeğinde olduğu aklına geldi. Beni terk etti; sonsuza kadar yalnızım, diye düşündü, ellerini dizinin üstünde kavuşturdu.

Peter Walsh ayağa kalkıp pencerenin kenarına gitmiş, sırtını dönmüş, elindeki mendili iki yana doğru sallamaktaydı. Mükemmel, sert ve perişan görünüyordu, sıska omuzları ceketini hafifçe yukarı kaldırıyordu. Beni de götür, diye düşündü içgüdüsel olarak, sanki Peter büyük bir yolculuğa çıkacakmış gibi ama sonra, sonraki anda, sanki bir tiyatro oyununun çok heyecanlı ve duygu yüklü beş perdesi bitmiş ve sanki tüm hayatını o oyunun içinde geçirmiş, Peter’la kaçmış ve onunla sürdürmüştü ömrünü ve şimdi her şey sona ermişti.

Artık kıpırdama zamanıydı; paltosunu, eldivenlerini, opera dürbününü alıp, operadan sokağa çıkmaya hazırlanan bir kadın gibi kalktı kanepeden ve Peter’ın yanına gitti.

Çok tuhaf, diye düşündü Peter; gücün hâlâ onda oluşu, tıngır mıngır, hışırtılarla gelirken ona doğru, güç hâlâ ondaydı; kendisinin nefret ettiği ayı Bourton’daki terasta göğe yükselten de onun o gücüydü.

“Söyle bana…” dedi Clarissa’yı omuzlarından yakalayarak. “Mutlu musun Clarissa? Richard seni…”

Kapı açıldı.

“İşte benim Elizabeth’im!” dedi Clarissa, hisli bir şekilde hatta biraz fazla duygusallaşarak.

“Nasılsınız?” dedi Elizabeth onlara yaklaşırken.

Big Ben’in buçuğu duyuran sesi aralarında olağanüstü bir güçle yayıldı, sanki umursamaz, kayıtsız, güçlü genç bir adam, var gücüyle gülleleri bir o yana bir bu yana savuruyordu.

“Merhaba, Elizabeth!” diye bağırdı Peter, mendilini cebine sokuştururken hızla kızın yanına gitti, Clarissa’ya dönüp bakmadan “Hoşça kal, Clarissa!” dedi ve odayı aceleyle terk etti, aşağı doğru koşarak indi; holün kapısını açtı.

Onun ardından koşarken “Peter! Peter!” diye haykırdı Clarissa, “Partim! Partim bu gece! Unutma!” diye bağırdı, dışarının gürültüsünü bastırmak için sesini yükseltmek zorunda kalmıştı; trafik, saatlerin gürültüsü sesini bastırdı, “Geceki partimi unutma!” Peter Walsh arkasından kapıyı kapatırken cılız ve narin sesi gittikçe uzaklaşıyordu.

Partimi unutma, partimi unutma, diye söyleniyordu Peter sokağa çıkarken, Big Ben’in buçuğu vuran keskin sesine uyarak, aynı tempoda tekrarlıyordu (Kurşuni halkalar havada eridi.). Ah şu partiler, diye düşündü; Clarissa’nın partileri! Neden bu partileri verir sanki, diye düşündü. Ne onu ne de yakasında karanfil ve frakıyla ona doğru gelen o erkek bozuntusu suçluyordu. Dünyada yalnız tek bir kişi kendisinin durumunda olabilirdi, yani âşık. Ve işte oradaydı, Victoria Sokağı’nda bir otomobil imalatçısının vitrinine yansıyordu yüzü; o şanslı adam, kendisiydi; Hindistan arkasında kalmıştı; ovalar, dağlar, kolera salgınları, İrlanda’nın iki katı büyüklüğünde bir alan; kendi başına almak zorunda kaldığı kararlar; Peter Walsh, yani kendisi hayatında ilk defa âşıktı. Clarissa katılaşmış, duygusallığından da bir şey kaybetmemiş, diye düşündü otomobillere bakarken -mil başına kaç galon benzin yakarlar acaba? Zira mekaniğe ilgisi vardı; Hindistan’da oturduğu bölgede değişik bir saban üretmişti, İngiltere’den el arabaları getirtmişti ama yerlilere kullandırtmamıştı, bütün bunlardan Clarissa’nın hiç haberi yoktu.

“İşte benim Elizabeth’im!” deme şekli rahatsız etmişti Peter’ı. Neden basitçe “İşte Elizabeth!” dememişti ki? Samimiyetsizdi. Hem Elizabeth’in de hoşuna gitmemişti (Buçuğu vuran müthiş sesin son titreşimleri etrafını kuşatan havayı hâlâ sarsıyordu; erkendi daha; saat on bir buçuktu.). Peter gençleri anlardı; onları severdi. Clarissa eskiden beri hep soğuktu. Genç kızken bile çekingendi; orta yaşa gelince resmiyete dönüşen cinsten, sonra hepsi biter, hepsi biter, diye düşündü, vitrinin derinliklerine ümitsizce bakarken, acaba o saatte gitmekle ayıp mı etmişti, Clarissa’yı rahatsız mı etmişti; budalalığından utanç duydu aniden; ağlamış, duygusallaşmış, her şeyi anlatmıştı yine, her zamanki gibi.

Bir bulutun güneşi ardında bırakışı gibi çöker sessizlik Londra’ya ve zihinlere. Çabalar durur. Zaman direklere çarpar. Orada dururuz; orada kalırız. Kaskatı; alışkanlığın iskeleti yeter ayakta tutmaya insan gövdesini. O da bomboştur, dedi kendi kendine Peter; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu. Clarissa reddetti beni, diye düşündü. Orada dururken, Clarissa beni reddetti, diye düşündü.

Ah, diyordu St. Margaret’ın çanı, tam vaktinde salona girip konuklarının çoktan gelmiş olduğunu gören bir ev sahibesi gibi. Geç kalmadım ki! Saat tam on bir buçuk, diyordu. Yine de tamamıyla haklı olmasına rağmen, ev sahibesi olduğu için kişiliğini gizleme gereği duyuyor. Geçmişin kimi kederleri; şimdinin kimi tasaları onu durduruyor. On bir buçuk diyordu, St. Margaret’ın sesi yüreğinin kovuklarına kayıyor ve kendini sesin halkalarına gitgide gömüyordu, âdeta içini dökmek isteyen, açılmak isteyen, zevkten titreyerek huzurda olmak isteyen canlı bir şey gibi -tıpkı Clarissa gibi, diye düşündü Peter Walsh, tam vaktinde beyazlar içinde merdivenlerden inen Clarissa gibi. Clarissa gibi, diye düşündü derin bir duygusallık ve olağanüstü bir netlik içinde Clarissa gözünde canlanarak, sanki bu çan yıllar önce samimi bir şekilde otururlarken bal toplamış bir arı edasıyla bir oraya bir buraya savrulup, yaşanılan anı yüklenip terk etmişti odayı. Ama hangi oda? Hangi an? Ve neden çan çalarken derin bir mutluluk içindeydi? Sonra, St. Margaret’ın sesi usulca durgunlaşırken, hasta olmuş diye düşündü, çanın sesi bitkin ve acı geldi. Kalbiydi, hatırladı ve çanın son vuruşunun ani gürültüsü hayatın ortasında şaşırtarak gelen ölüm için çaldı, Clarissa oturma odasında olduğu yere yığılıyordu. Hayır, hayır, diye haykırdı Peter. Ölmedi! Ben yaşlı değilim, diye haykırdı ve sanki geleceği, o Whitehall’a doğru ilerlerken kendisine doğru gayretle, sonsuz bir şekilde geliyordu.

Yaşlı değildi, ne yapmacıktı ne de kurumuş. Dalloway’lerin Whitbread’lerin kendisi hakkında ne söylediklerine gelince, umurunda bile değildi (gerçi bir ara Richard’a ona bir iş bulup bulamayacağını soracaktı ama). Uzun adımlarla yürürken göz alıcı Cambridge dükünün heykelini seyretti. Oxford’dan atılmıştı -doğru. Sosyalistti, bir bakıma başarısızdı -doğru. Yine de medeniyetin geleceği böyle gençlerin elinde, diye düşündü; tıpkı kendisinin bir zaman olduğu gibi; onların soyut ilkelere olan aşkı; Londra’dan Himalayalar’ın tepesine kitaplar getirten, bilim okuyan, felsefe okuyan. Gelecek işte böyle gençlerin elinde, diye düşündü.

Arkasından ormandaki yaprakların pıtırtısını andıran bir ses geldi, bu ses düzenli, tok bir hışırtıyla birleşince düşüncelerinin önüne geçti, Whitehall’dan yukarı doğru çıkarken ister istemez bu seslere uydurdu adımlarını. Üniformalı, silahlı gençler gözleri ileride yürüyorlardı, kolları dümdüz ve dik, yüzlerinde ödev duygusu, minnettarlık, sadakat ve İngiltere sevgisi gibi bir anıtın dibine kazınmış kelimelerin harfleri okunuyordu.

Onlara ayak uyduran Peter Walsh, ne güzel bir eğitim alıyorlar diye düşündü. Çoğu sıskaydı, on altı yaşında gençler, belki yarın pirinç kavanozlarıyla, sabun kalıplarıyla dolu tezgâhların arkasına geçeceklerdi. Şimdi duygusal zevklerden veya gündelik meşguliyetlerden uzak bir vaziyette Finsbury Pavement’tan boş mezara götürdükleri çelengin ciddiyeti vardı üstlerinde sadece. Ant içmişlerdi. Trafik saygı gösteriyordu buna; kamyonlar durdurulmuştu.

Ayak uyduramıyorum onlara, diye düşündü Peter Walsh, Whitehall’a doğru adım atarlarken, yanından geçtiler, herkesin yanından geçtiler, uygun adımlarıyla, âdeta bir güç onların bacaklarının ve kollarının aynı şekilde hareket etmesini sağlıyor ve hayat, çeşitliliği ve gürültüsüyle anıtlardan ve çelenklerden oluşan bir kaldırımın altına konmuş, uyuşturulmuş katı ama dik dik bakan bir cesede dönüştürülmüştü. Saygı duyulmalıydı; belki gülebilirdiniz ama saygı duyulması gerekiyor, diye düşündü. İşte gidiyorlar, diye düşündü Peter Walsh, kaldırımın kenarında duraksayarak; bütün asil heykeller, Nelson, Gordon, Havelock, büyük askerlerin görkemli imgeleri, kapkara, gözlerini karşıya dikmişlerdi, onlar da aynı özveriyi göstermiş gibi (Peter Walsh kendisinin de aynı özveriyi gösterdiğini düşünüyordu.), aynı içgüdülerle ezilmiş ve mermer bakışlara kavuşmuşlardı. Böyle bir bakışa asla sahip olmak istemiyordu Peter Walsh; yine de başkalarında olmasına saygı duyuyordu. Gençlerde olmasını saygıyla karşılıyordu. Tenin dertlerinden bihaberlerdi daha, diye düşündü, adım atan gençler Strand yönünde gözden kaybolurken -tüm başımdan geçenlerden, diye düşündü karşıdan karşıya geçip Gordon heykelinin altında dururken, çocukken taptığı Gordon; bir bacağı havada, kolları kenetlemiş, yapayalnız duran Gordon- zavallı Gordon, diye düşündü.

Londra’da olduğunu Clarissa dışında kimse bilmiyordu, yolculuğundan sonra yeryüzü hâlâ bir adayı andırıyordu onun için, tek başına, hayatta, tanınmadan, on bir buçukta Trafalgar Meydanı’nda durmanın tuhaflığı alt etti onu. Ne bu? Neredeyim ben? Ve neden devam eder insan böyle, diye düşündü, boşanma işi saçma gelmeye başladı. Zihni bir bataklık gibi dümdüz oldu, üç büyük duygu kabardı içinde; anlayış, büyük bir insan sevgisi ve son olarak, diğerlerinin bir sonucu olarak, bastırılamaz, eşsiz bir zevk; sanki başka birinin eliyle, beyninin içinde ipler çekiliyor, kepenkler kaldırılıyordu ve olanlarla kendisinin hiçbir alakası olmamasına rağmen, bitmeyecek caddelerin başında durup keyfince yürüyebilecekti, isterse. Yıllardır bu kadar genç hissetmemişti kendini.

Kurtulmuştu! Tamamen özgürdü -alışkanlıklar yıkılırken insan zihni, tedbirsiz bir alev gibi, kıvrılıp bükülür ve sahibinden kopacak gibi olur ya, öyle. Yıllardır bu kadar genç hissetmemiştim kendimi, diye düşündü Peter kendinden (tabii sadece bir saatliğine filan) kaçarken, dışarıya koşarak çıkarken dadısının yanlış pencereden el salladığını gören bir çocuk gibiydi. Trafalgar Meydanı’ndan Haymarket’a doğru ilerlerken bir kadın çıkıverdi karşısına, olağanüstü derecede çekici bir kadın diye düşündü; Gordon heykelinin yanından geçerken tüllerini bir bir atıyordu sanki (pek de şıpsevdiydi), hep düşlediği kadının ta kendisi oluveriyordu; genç ama görkemli; neşeli ama mütevazı; siyahi ama büyüleyici.

Kendine çekidüzen verip cebindeki çakıyı çaktırmadan yokladı ve kadını takip etmeye koyuldu, sırtı dönükken bile ikisini birbirine bağlayan ışığın heyecanı, sanki trafiğin gelişigüzel uğultusu ağızları örten eller arasından kendi adını fısıldıyordu, Peter değil ama düşüncelerinde kendine taktığı özel adı. “Sen” dedi kadın, sadece “sen”, beyaz eldivenleri ve omuzlarıyla söyledi bunu. Cockspur Sokağı’ndaki Dent mağazasının önünden geçerken rüzgârın kımıldattığı ince uzun paltosu zarafetle uçuştu, hüzünlü bir hassasiyetle kaplıyordu insanı, yorgun düşene açılmış bir çift kol gibi.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺90,16

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
230 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-803-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 2,7 на основе 3 оценок
Ses
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,6 на основе 12 оценок
Metin
Средний рейтинг 4 на основе 4 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок