Kitabı oku: «Hawaii Mitleri», sayfa 2
II
Maluae ve Ölüler Diyarı
Bu hikâye Honolulu’nun arka kesimlerinde bulunan Manoa Vadisi’nde geçer. Bir zamanlar vadinin üst kısımlarında, en yüksek dağların eteğinde, Maluae adında bir adam yaşardı. Maluae bir çiftçiydi. Bu bölgede yaşamayı seçmişti, çünkü dağlara bol bol yağmur yağar, oluşan akıntılar, kurumuş ağaçların ve parçalanmış kayaların olduğu yerlerden verimli toprakları sürüklerdi; böylece bitkiler daha verimli olurdu.
Burada muz, gölevez ve tatlı patates yetiştirirdi. Muzları dere kenarında hızla büyür, ağaç benzeri gövdelerinde büyük meyve salkımları yetişirdi. Gölevezleri, çitle çevrili gölcükleri doldurur ve suyun içinde, kökleri olgunlaşıp da yemek yapmak için koparılarak kaynatılana kadar nilüferler gibi büyürdü. Tatlı patatesleri (kadim Yeni Zelandalılar tarafından ku-maru olarak bilinen bu sebze Hawaii’den gelmiş olmalıdır) ise daha kurak olan üst bölgelere ekerdi.
Böylece hiç durmadan yetişen birçok yiyeceği olurdu, her biri zamanı geldiğinde olgunlaşırdı. Ne zaman yetiştirdiği ürünleri toplasa bir kısmını aile tapınağına getirir, Kane ve Kanaola adındaki tanrıların önündeki sunağa koyardı. Geri kalan kısmını ise ailesine götürürdü.
Kaa-lii (gürültücü şef) adında çok sevdiği bir oğlu vardı. Bu oğlan, umursamaz ve gürültücü biriydi.
Bir gün oğlan, çok yorulmuş, acıkmıştı. Tapınağın yanından geçerken tanrıların önündeki küçük sunakta olgun ve tatlı muzlar gördü. Bunun üzerine muzları alıp hepsini yedi.
Tanrılar, yiyecek bir şeyler bulma beklentisiyle sunağa baktılar, fakat bütün yiyecekler gitmiş, onlara da hiçbir şey kalmamıştı. Bunun üzerine çok sinirlenip oğlanın peşinden gittiler. Oğlan muzları yerken onu yakalayıp öldürdüler. Oğlanın cansız bedenini ağaçların altında bıraktılar, ruhunu ise alıp Ölüler Diyarı’na fırlattılar.
Baba, saatlerce toprağını işledi, yorgun düştüğünde evine döndü. Evine giden yolda iki tanrıyla karşılaştı. Tanrılar, oğlunun kendilerine verilen yiyecekleri nasıl çaldığını ve sonunda onu nasıl cezalandırdıklarını anlattılar. “Ruhunu Ölüler Diyarı’nın en diplerine gönderdik,” dediler.
Bunları duyan baba, boş kalan evine dönerken kederli ve üzgündü. Bir süre oğlunun cansız bedenini aradı, en sonunda buldu. Oğlanın ağzında, ölümüne neden olan yarı çiğnenmiş muzları görünce o da tanrıların anlattığı hikâyenin doğru olduğunu anladı.
Oğlunu, ağaç kabuklarından yapılan kapa kumaşına8 çok dikkatli bir şekilde sardı. Daha sonra odaya taşıyarak yatağa yatırdı. Bir süre sonra kendisi de oğlunun yanına yatıp yemek yemeyerek onun yanında ölmeye karar verdi. Eğer ölüp kendi bedeninden çıkabilirse oğlunun hayaletinin gönderildiği yere gidebileceğini düşündü. Hayaletini bulabilirse onu alıp Ölüler Diyarı’nın diğer kısmına, birlikte mutlu olacakları yere götürebileceğini umdu.
Tanrıların sunağına hiçbir şey bırakmadı. Hiç dua etmedi. İkindi ve akşam usulca geçti. Tanrılar, kullarının gelmesini bekledi fakat çiftçi gelmedi. Sunağa doğru kafalarını eğdiler, fakat hiçbir şey yoktu.
O gece ve ertesi gün de böyle geçti. Babası oğlunun yanında yatıyordu. Ne yiyor ne de içiyordu, sadece ölümünü bekliyordu. Evin her yeri kapalıydı.
Bunun üzerine tanrılar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Kane, “Maluae, hiçbir şey yemiyor. İçmek için awa9 hazırlamıyor, yanında su da yok. Ölüler Diyarı’na gitmesine ramak kaldı. Eğer ölürse suçlusu biz oluruz,” dedi.
Kanola, “Her zaman iyi biri olmuştur, fakat şu an bize dua etmiyor. Bize inanan birini kaybediyoruz. Bir anlık sinirle oğlunu öldürdük. Bize inanmasına karşılık bu yaptığımız doğru muydu? Sabah akşam dua ederken bize seslenirdi. Sunaklarımıza balık, meyve ve sebze getirirdi. İçmemiz için her zaman sarı kava kökünden awa içeceği hazırlardı. Bu ilgiye karşılık onu iyi mükâfatlandırmadık,” dedi.
Bunun üzerine babanın yanına gidip onu tekrardan canlandırma, ruhunun Po’ya (karanlık topraklara) gidip oğlunun ruhunu geri getirmesine izin verme kararı aldılar. Böylelikle Maluae’nin yanına gidip yaptıklarından dolayı üzgün olduklarını söylediler.
Baba, açlıktan dolayı çok bitkindi, ölmeyi bekliyordu ve onları güçbela dinleyebiliyordu.
Kane, “Oğlunu seviyor musun?” dediğinde “Evet. Onu sonsuza kadar seveceğim,” dedi. “Karanlık topraklara gidip oğlunun ruhunu aldıktan sonra bu ruhu tekrardan yanında yatan cansız bedene döndürebilir misin?”
“Hayır,” dedi baba. “Hayır, yapabileceğim tek şey burada ölüp onunla yaşamaya başlamak ve onu daha iyi bir yere götürerek mutlu etmek.”
Bunun üzerine tanrılar, “Sana oğlunun peşinden gidecek gücü vereceğiz, hayaletler diyarının tehlikelerinden kaçman için de yardım edeceğiz,” dediler.
Baba bunları duyunca bir umutla kalkıp yiyecek ve içecek aldı. Çok geçmeden yola çıkacak kadar güçlü hale gelmişti.
Tanrılar, adama bir hayalet bedeni bahşederek ona içinde yemek, savaş aleti ve ateş yakması için lav parçası koydukları bambuya benzer oluklu bir değnek hazırladılar.
Honolulu’dan çok uzak olmayan bir bölgede güzel yolları, gölleri, şırıl şırıl akan dereleri olan ve sıradağlara kadar ulaşan vadilere sahip bir yer vardır. Burası çok eski zamanlardan kalma Moanalua (iki göl) ismiyle anılır. Bu bölgenin okyanus kıyısı, adaların en meşhur hayalet muhitlerinden biriydi. Hayaletler, Oahu Adası’nda dolanıp durduktan sonra gerçek evlerine, yani Hawaiililerin Po dedikleri Ölüler Diyarı’na geçmek için bir yol arardı.
Burada, Lei-walo adında bir ekmek ağacı10 vardı. Ağacın isminin anlamı “sekiz çelenk” veya “sekizinci çelenk”ti. Sekizinci çelenk, dünyada yer alan, ölen kişinin görebileceği son çelenkti.
Hayaletler, kırılana kadar üzerinde oturabilecekleri, sonra da onları altlarında uzanan karanlık okyanusa savuracak kurumuş bir dal bulana kadar bu ağacın dallarına atlar, uçar veya onlara tırmanırdı.
Maluae, ekmek ağacına tırmandı. Bazı hayaletler bir dalın üzerine oturmuş, kırılmasını bekliyorlardı. Kendi ağırlığı diğerlerininkinden o kadar fazlaydı ki dal, Maluae bastığı anda kırıldı ve hepsi birden Po’ya düştü.
Yeniden canlanıp güçlenmesi için değneğin içindeki yiyecekten biraz tatması yetiyordu. Ağaca tırmandığı sırada da bunu yapmıştı. Böylece yaşayanların dünyasında bulunan, hayaletlerin yolunda yer alan meşhur muhafızları geçebilecek kadar güçlenmişti. Ölüler Diyarı’na girdiği sırada tanrıların verdiği yiyecekten biraz daha yedi ve gitgide daha çok güçlendiğini hissetti.
Tanrıların verdiği değneğin içinden bir savaş topuzu ve mızrak aldı. Hayalet savaşçılar, karanlık bölgenin farklı kısımlarına girmesini engellemeye çalıştı. Ölü şeflerin ruhları, Maluae evlerinin yanından geçerken ona karşı koydu. Cenk ardına cenk edildi. Sihirli savaş topuzu savaşçıları yere serdi ve mızrağı onları bir kenara savurmasını sağladı.
Kimi zaman kibar ruhlar onu sıcak bir şekilde karşılayıp yardım etti. Böylece oğlunu arayarak diyar diyar dolaştı. En sonunda onu, Hawaiililerin “papa-ku’nun aşağısında” (Po’nun temelinde) dediği yerde, durmadan ağzına tıkmaya mecbur bırakıldığı muzlar nedeniyle tıkanıp boğulmak üzereyken buldu.
Baba, oğlunun ruhunu alıp tekrardan dünyaya doğru gitmeye başladı, fakat hayaletler etrafını sardı. Onu yakalayıp oğlunun ruhunu elinden almaya çalıştılar. Baba, yeniden tanrıların verdiği bir parçayı yedi. Bir kez daha savaş topuzunu savurdu, fakat düşman ordusu fazla kalabalıktı. Etrafındakiler gittikçe çoğaldı ve muazzam sayılarıyla adamı ezmeye başladılar.
Adam en sonunda sihirli değneğini kaldırıp kalan son yiyeceği içinden çıkarttı. Sonra da tanrıların kendisine verdiği lavın bir kısmını etrafa saçtı. Lav, Ölüler Diyarı’nın kuru zeminine düştü. Alevler, etraftaki ağaçları ve çalıları sardı. Yangından dolayı yerde çukurlar açıldı, içlerinden lavlar fışkırmaya başladı.
Hayalet kalabalığı geri çekilmeye başladı. Baba, oğlunun ruhunu, boşalan sihirli değneğine hızla koyarak alelacele evine koşturdu. Oğlunun ruhunu, evde boylu boyunca uzanan bedene getirerek ait olduğu yere dönmesini sağladı.
Her şeyin ardından baba ve oğlu, tanrıların sunağına yemek götürmeye, hayatları boyunca onlara en içten ve sadık bir şekilde dua etmeye devam etti.
III
Bir Dev ve Bir Kaya
Oahu Adası’nın kuzeybatı kısmındaki bir bölge, “Kaena Burnu” anlamına gelen Ka-lae-o-Kaena ismiyle bilinir.
Okyanusun, bu burundan çok da uzak olmayan açıklarında Pohaku-o-Kauai, yani Kauai kayası adını taşıyan büyük bir kaya bulunur. Kauai, Oahu’nun kuzeybatısında bulunan büyük bir adadır. Kauai kayası ise küçük bir ev büyüklüğündedir.
Oahu Adası’nda, burna ve kayaya verilen isimlerin neden nesiller boyunca birbiriyle ilişkilendirildiğini açıklayan ilginç bir efsane vardır. Anlatılana göre çok uzun yıllar önce Kauai Adası’nda Hau-pu adında çok güçlü bir adam yaşarmış. Doğduğunda evinin üzerinde ve etrafında onun yarı tanrı olduğuna dair işaretler varmış. Gökyüzünde şimşekler çakmış, gök gürültüleri dağın yamaçlarında yankılanmış.
Gök gürültüsü ve şimşek Hawaii Adaları’nda çok nadir görülen hava olaylarıydı. Bu olaylar, biri doğduğunda, öldüğünde veya bir şefin hayatında olağandışı durumlar yaşandığında gerçekleşirdi.
Çok şiddetli yağmurlar yağmış, dağın yamaçlarında dereler akmış. Yağmur, vadiye öylesine çok kızıl toprak taşımış ki ırmaklar ve şelaleler kırmızı akmış. Yerliler de buna kanlı yağmur demeye başlamış.
Fırtına esnasında ve hatta güneş ışığı vadiyi doldurduktan sonra bile genç şefin doğduğu evin üzerinde gökkuşağı duruyormuş. Bu gökkuşağının, etrafındaki güneşten dolayı değil de kendiliğinden pırıl pırıl parlayan yeni doğan çocuğun olağanüstü güçlerinden ortaya çıktığı düşünülmüş. Yüzlerce yıllık Hawaii efsanelerinde, birçok şefin hayatları boyunca etraflarında bu gökkuşağını taşıdığı söylenegelmiştir.
Hau-pu, çocukluğunda çok güçlüydü, büyüdüğünde ise büyük bir savaşçı olarak ün saldı. Düşman ordularına kimsenin yardımını almadan saldırır, onları yenerdi. Kullandığı mızrak o kadar kuvvetli bir silahtı ki bazen düşmanlardan oluşan kalabalığı deler geçerdi, bazen ise Hau-pu onu düşman saflarına sapladığında hepsini bir kenara savururdu.
Eğer mızrağını fırlattıysa ve çıplak ellerle savaşmak düşmanlarını mağlup etmeye yetmediyse dağın yamacına doğru atlayıp bir ağaç bulup kökünden sökerdi. Sonra da sanki devasa bir süpürge tutuyormuş gibi önündekileri silip süpürürdü. Hawaii Adaları’nın tümünde bilinirdi, herkes ondan korkardı. Çok çabuk sinirlenir, sinirlenince de düşünmeden hareket ederdi.
Bir gece, dağın komşu ada Oahu’ya bakan yamacında bulunan evinde uyuyordu. İki ada arasında 50 km uzunlukta geniş bir kanal vardı. Bulutlar, okyanusun üzerini kapladığında bu iki ada birbirini görmez, fakat bulutlar gidince adanın birinde yer alan dağların engebeli vadileri, diğer adadan rahatlıkla görülebilirdi. Ayışığında bile gölgeleri belli olurdu.
O gece, bu kuvvetli adam uykusunda kımıldanmaya başladı. Evinin etrafını belli belirsiz sesler sarmış gibiydi. Adam, diğer yanına dönüp yeniden uykuya daldı.
Çok geçmeden ikinci kez uyandı, bu sefer birkaç adamın çok uzaklardan gelen bağrışmalarını duydu. Dalgaların uğultusuna karışan sesler yükseldi ve adam, seslerin okyanustan geldiğini anladı. Bunun üzerine kendini ayağa kalkmaya zorlayarak sendeleye sendeleye kapıya doğru gitti.
Oahu’ya doğru baktı. Uykulu gözlerle okyanusun üzerinde birçok defa şimşek çaktığını gördü. Bir sürü farklı sesin az işitilen mırıltısı dans ediyormuş gibi duran ışıkların olduğu yerden geliyordu. En sonunda bunların Oahu’dan, halkına saldırmaya gelen bir düşman ordusu olduğunu anladı.
Hızla, karanlıkta hiçbir şey göremeden, kanalı yukarıdan gören yüksek bir uçurumun kenarına gitti. Aşağıya bakınca birçok geminin ve insanın okyanustan geldiğini gördü.
Güldü, öne eğilip yerden büyük bir kaya parçası kopardı. Kendi olağanüstü gücünü de katarak iyice hızlanmasını sağlayana kadar kayayı öne arkaya sallamaya başladı ve sonra okyanusa doğru fırlattı. Kaya, sanki kuvvetli bir rüzgâr uçuruyormuşçasına kocaman bir bulut gibi gökyüzünde yükseldi ve hızlandı.
Oahu kıyılarında ise Kaena adındaki şef, halkını o gece balık tutmaya çağırmıştı. İnsanlar, kıyının her bir köşesinden küçüklü büyüklü kanolarla geldi. Sayısızca meşale yakılarak kanolara yerleştirildi. En büyük balık ağlarını da yanlarında getirmişlerdi.
Sessiz kalmaya gerek yoktu. Ağlar, okyanusun en iyi kısımlarına atılmıştı. Her türden balık oraya gelip ağlara takılıyordu. Meşaleden gelen ışıklar, okyanusa girip çıkan kürekler ve yüzlerce insanın gürültüsü ağların etrafında yankılanıyordu.
Kanolar, gittikçe merkeze yaklaşmaya başladı. Bağrışmalar arttı. İnsanlardan gelen neşeli sesler, dalgaların uğultusunu bastırdı.
Kanalın diğer tarafında, Kauai dağlarının tepesinde balık tutanların sesi yayılıyordu. Uykulu Hau-pu, bu sesleri gittikçe daha fazla duyuyordu. Coşkulu balıkçıların, yaptıklarının Kauai’de nasıl bir etki bırakacağından haberleri yoktu.
Hau-pu’nun fırlattığı büyük kaya parçası gelince kanolar parçalanıp sular altında kaldı.
Şef Kaena ve kanosu, bu enkazın tam ortasındaydı. Kendisiyle birlikte birçok insan orada yaşamını yitirdi.
Dalgalar, uzun bir kara parçası oluşana kadar kumları kıyıya sürükledi. Ölen şefin sağ kalan halkı o bölgeye “Kaena” adını verdi.
Hau-pu tarafından fırlatılan kaya, okyanusun derinliklerine gömüldü. Fakat ucu, şiddetli fırtınalar kocaman dalgalarla kendisine vurduğunda bile suyun üzerinden görünecek şekilde dışarıda kaldı. Yerliler, bu ölümcül kayaya “Kauai Kayası” adını verdi.
Böylece dev kadar güçlü olan bu adamın yaptığı şey ve burun ile kayanın isimlerini nereden aldığı Oahu’da nesillerce anlatılageldi.
IV
Ürkek Gölevez Kalo-Eke-Eke
Mitler, tamamen hayal ürünü olan hikâyelerdir. Efsanelerse içinde biraz olsun gerçeklik payı bulunan hikâyelerdir. Masallar, ahlaki değerleri temel alır. Geleneklerse nesilden nesle aktarılan mitler, efsaneler veya gerçeklerdir.
Kadim Hawaii halkı sıklıkla mitler oluşturmuştur. Adaların farklı bölgeleriyle ilgili birçok peri masalı kurgulamışlardır. Bu hikâyelerin oldukça ilginç olduğu söylenebilir. Hawaii’nin Güney Kona bölgesine ait, iki gölevez bitkisi hakkındaki mit, Hawaiililerin hayal gücünü çok iyi yansıtan bir örnek olarak verilebilir. Hikâye çok farklı biçimlerde anlatılsa da yazarın kulağına şu haliyle gelmiştir:
Hookena sahilinin üstünde uzanan dağlarda bir şef yaşardı. Oradaki insanlar gölevez eker, kapa kumaşı yapar, kano yapımı için koa ağaçlarının gövdelerini keserdi. Bu şefin gölevezlerle dolu güzel bir gölcüğü vardı. Gölevezleri hızla ve güzelce büyüdükleri için gururlanırdı.
Gölevezlerin yetiştirildiği gölcüğün bir tarafında yan yana duran, diğerlerinden daha iyi, daha güçlü ve daha güzel iki gölevez vardı. Sapları daha bir güzel kıvrılmıştı, yaprakları daha zarifti. İki gölevezin de kalpleri birbirlerine karşı hayranlıkla doluydu, bu da ebedi bir sevgi yemini etmeleriyle sonuçlandı.
Günlerden bir gün şef, festival için yemek hazırlanması konusunda hizmetkârlarıyla konuşuyordu. Bu iki güzel gölevezin kopartılmasını emretti. Hizmetkârlardan biri, birbirine âşık bu iki gölevezin yanına gelip onlara şef tarafından kopartılmalarının istendiğini anlattı.
Gölevezler, birbirlerine karşı duydukları büyük sevgilerinden dolayı ellerinden geldiğince hayata tutunmaya karar verdi. Bu yüzden gölcüğün diğer tarafına taşınarak kendileri yerine kopartılmaları üzere komşularını geride bıraktılar.
Fakat şef çok geçmeden onların yaşadıkları yeni yeri bularak kopartılmaları için yeniden emir verdi. Gölevezler bir kez daha kaçtı. Kızgın şef, gölcüğün neresinde olurlarsa olsunlar kopartılmalarını emredene kadar bu durum birkaç kez yaşandı.
İki gölevez de kaçmanın en iyisi olacağını düşünerek kendilerine birer kanat bulup komşu gölevez gölcüğüne doğru kısa bir yolculuk yapıp uçtular. Düşmanları onları orada da buldu. Onlar da bu sefer ikinci kez Güney Kona’nın başka bir yerine uçtu. Sonra da başka bir yere kaçtılar derken bütün Kona halkı durmaksızın devam eden bu kovalamacayı merak etmeye başladı. En sonunda Kona’nın hiçbir yerinde saklanamayacak hale geldiler. Nereye gitseler kızgın şefin bir arkadaşı saklandıkları yeri söylüyor, kendi arkadaşları ise onları gelenler konusunda uyarıyordu. Onlar da bir gün tümüyle yorulana kadar uçup Waiohinu topraklarına indiler. Fakat bu bölgenin şefi çoktan fırının (imu) hazırlanmasını emretmişti. Bir yere kondukları anda onları yakalamak için hızla koşmaya başladı. Fakat gölevezlerin kanatları adamın ayaklarından daha hızlı hareket ediyordu, bu yüzden adam yeni evlerine gelene kadar dinlenecek vakit buldular. Ardından yine uçmaya başladılar. Rüzgâr da onların yanındaydı. Böylece Güney Kona’dan komşu bölge Kau’ya kadar büyük bir yol katettiler. Burada, kibar bir şefin bölgesinde kendilerine yeni bir ev buldular ve Kalo-eke-eke yani “Ürkek Gölevezler” adıyla yıllarca yaşadılar. Büyük bir aile kurup mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürdüler.
Bu güzel hikâyenin; bir şefe bağlı şahısların, bulundukları bölgeden ayrılıp komşu bölgeye giderek oradaki komşu şefe bağlılık yemini etmelerine izin veren Hawaii’nin antik çağdaki yazılmamış hukuk kurallarından doğmuş olabileceği söylenir.
V
Efsanevi Kano Yapımı
Bazı Hawaii ağaçları kesildiğinde çok güzel ve damarlı odunlar elde edilir. Bunlar günümüzde mobilya yapımında ve iç dekorasyonda çok değerlidir. Koa ağacı, muhtemelen bu ağaçlar arasında en iyi olanıdır. Hawaii maunu olarak da bilinir. Bu ağacın damarları iyi, kıvrımlı ve dalgalıdır. Çokça cila yapılabilecek kalitededir. Koa ağaçları hâlâ uçurumlarda ve Hawaii’de bulunan tüm adaların yüksek dağlarında bol miktarda yetişir. Dayanma gücü çok yüksektir. Çakıl taşlarından ve kumlardan kolayca yıpranmaz, aynı zamanda okyanusun şiddetli dalgalarından kolaylıkla çatlamaz veya kırılmaz. Bu nedenle o zamanlardan bu yana koa ağacı, Hawaiililer tarafından kano ve sörf tahtası yapımında kullanılır. Devasa ağaç gövdeleri kohi-pohaku (kesme taşı veya marangoz keseri) yardımıyla yontularak uzun ve geniş kanolar yapılır. Bazen bu kanolara öyle olağanüstü hareket kabiliyetleri verilirdi ki denizlerde en hızlı köpekbalığından bile daha hızlı ilerleyebilirlerdi. Yüce şeflerden birine özel bir dikkat gösteren rüzgârların tanrısı genellikle onu bir adadan diğerine kanoyla götürürdü. Bu kano rüzgâr başladığında dinlenmez, şiddetli dalgalar geldiğinde bile durmazdı; bunun yerine şefi hızla, hata yapmadan istenen limana ulaştırırdı.
Hawaii’nin en kuzeyindeki ada olan Kauai’ye giden bir şef hakkında çok güzel bir hikâye anlatılır. Hikâyeye göre şef bir gün ada yerlilerinin bir ziyafet düzenlediğini ve vahşi yaşamı terk etmenin sevincini yaşadıklarını gördü. Birçok spor dalında etkinlikler düzenliyor ve oyunlar oynuyorlardı. Bütün günü böyle eğlenerek geçirdiler. Fakat sabah gün doğarken okyanus kıyısında baş gösteren olağandışı hareketlilik çok önemli bir etkinliğin gerçekleştiğine işaret ediyordu. Bu hareketlilik, yeni şefin ilgisini pek çekmemişti. Adanın kralı bundan birkaç zaman önce, kendisine ait kraliyet mücevherlerinden birini Kauai kıyılarından birkaç kilometre uzaklıktaki küçük bir adaya göndermişti. O kadar güzel bir kızı vardı ki bütün bekâr şefler onunla evlenmek istiyordu. Babası, kıskanç taliplerin hanesiyle kendi hanesini karıştıracak sorunlardan uzak durmayı umarak kızını, uzaktaki adada bulunan kraliyet mücevherini alıp getirecek kişiye vereceğini açıkladı. Böylelikle ödülü evlilik olan bir kano yarışı yapılması kararlaştırıldı.
Genç şefler, yarış saatinin gelmesini bekliyordu. Koa ağacından yapılma iyice cilalanmış kanoları, kumsalda sıra sıra dizilmişti. Yabancı şef, hiçbir hazırlık yapmamıştı. Şeflerin birbirleriyle dalga geçip sataşmalarını sessizce izleyerek keyfini çıkardı. Kendi kendine gülerek yarışmaya katılmak için izin istedi ve isteğine karşılık olarak şefin etkileyici kızından onay aldı.
Laf ağızdan çıkmıştı artık. İçinde birkaç kişi bulunan kanolar kıyıdan ayrılarak köpüklü dalgaların arasında ilerlemeye başladı. O telaşın içinde kanolardan bazıları birbirine çarptı; bazıları sular altında kaldı, bazıları ise diğerlerinden sağ salim uzaklaşarak diğer adaya doğru gözden kayboldu. Bu olanlara rağmen yabancı şef, ödülü kazanmak için hâlâ bir telaş içinde değildi. Şefin kızının yüzündeki hayal kırıklığı belli oluyordu.
Yabancı, en sonunda güzelce cilalanmış kanosunu suya indirip kendi halkından birisinin kanoya gelmesini istedi. Ödülü kazanmayı hayal etmek bile tamamen imkânsız görünüyordu. Fakat kano, sanki yanında hızlı bir kuşun kanatları veya dünyadaki en hızlı balığın yüzgeçleri varmış gibi ilerlemeye başladı. İşin aslı, yabancı kendisine eşlik etmesi için okyanus rüzgârlarını kontrol eden tanrılardan birini (put halini) sihirli kanosuyla birlikte yanında getirmişti. Adaya ilk ulaşan o oldu. Ardından hızla gelininin yanına döndü. Yeni arkadaşlarının arasında kendine yeni bir ev yaptı.
Hawaiililerin, bir ağaç bulup o ağaçtan kano yapma süreçleriyle ilgili birçok enteresan töreni vardı.
1840’lı yılların yazarlarından Hawaiili David Malo, “Kano yapımı, dini bir meseleydi,” der. Bir adam, güzel bir koa ağacı bulduğunda uzmanlık alanı kano yapımı olan bir rahibe gidip “Güzel ve büyük bir koa ağacı buldum,” derdi. Bunu öğrenen rahip, uyumak için tapınağına giderdi. Eğer uykusunda, karşısında çıplak birini görürse koa ağacının çürük olduğunu anlar, o ağacı kesmek için ormana gitmezdi. Eğer başka bir ağaç bulunursa ve karşısında iyi giyimli bir adam veya kadının durduğunu görürse, uyandığında o ağaçtan iyi bir kano yapılabileceğini anlardı. Dağlara gitmek ve koa ağacından kano yapmak için bütün hazırlıklar yapılırdı. Adak olarak yanlarında bir domuz, birkaç hindistancevizi, balık ve biraz awa götürürlerdi. Ağacın olduğu yere gelince o gece dinlenip tanrılara adaklarını sunarlardı.
Kraliyet ailesi için bir kano yapılacağı zamanlarda bazen adak olarak insanların getirilip ağacın dibinde öldürüldüğü söylenir. Bu kurbanların yamyamlıkla bağlantılı olduğuna dair bir kanıt yoktur. Domuz ve balıklar ağacın dibinde kurban verildiğinde genellikle ağacın yakınlarında bir çukur kazılır ve orada kano üreticilerine sabah yiyecekleri et ile sebzelerin pişirildiği bir fırın hazırlanırdı. Ağaç, dikkatli bir şekilde incelenir, işaret ve alametlere bakılırdı. Küçük bir kuşun ötmesi yaptıkları işi tamamen değiştirmelerine sebep olurdu.
Ağacı kesme zamanı geldiğinde rahip, taş baltasını çıkarır, kano yapımından sorumlu erkek ve kadın tanrılara dua eder, baltasını gösterip, “Şimdi baltanın sesini dinleyin. Bu balta kano yapmak için bir ağacı kesecek,” derdi.
David Malo, “Ağaç çatırdayıp düşecek gibi olduğunda seslerini alçaltırlardı; kimsenin karışıklık çıkarmasına izin verilmezdi. Başrahip, ağaç düştüğünde, ağacın gövdesinin üzerine çıkıp, ‘Baltalarınızı vurun, kano için oyun,’ diye bağırırdı. Bu cümle, düşen ağacın yanında yürüyerek istedikleri kanonun uzunluğunu belirtene kadar birkaç kez tekrar edilirdi.”
Dr. Emerson, ağacın uzun gövdesinin yanında yürüyen bir rahibin ettiği dualardan birine örnek verir:
Balık kadar hızlı bir kano olsun ki,
Dalgalı denizlerde
Fırtına her yandan vururken yol alsın.
Kano, uçları sivri, tabanı yuvarlak hale getirildikten, kütüğün içinden bir kısım çıkartıldıktan sonra kabataslak şekillenirdi. Daha sonra insanlar kanoyu kumsala doğru aşağıya sürüklemek için sıraya girerdi. Hazır olduklarında rahip tekrardan, “Ey kano tanrıları! Bu kanoya göz kulak olun. Kano evine götürülene kadar ona baştan sona sahip çıkın,” diye dua ederdi.
Daha sonra kano, dağdaki bütün zorlu ve engebeli yerlerden geçip son rötuşlar için yere konulana dek önündeki insanlar tarafından aşağı çekilir veya arka taraftakiler tarafından tutulurdu. İş bittiğinde tanrılara yeniden domuz, balık ve meyve adanırdı. Bazen bu adakların arasında insanlar da olurdu.
Dua ve büyüler, bu törenin birer parçasıydı. Hiçbir karışıklık veya ses olmaması gerekirdi, yoksa kanoya sahip olacak kişinin, yeni kanosuyla okyanusa açılması tehlikeli olurdu. Rahip dışındakiler sessiz kalabildiyse kanonun güvenli olduğu salık verilirdi.
Kanoya uskundra11 yapılmasının çok büyük bir dini tören olduğu söylenir. Yüksek dalgaları aşma gücü, kanonun tersine dönmesini engelleyip dengeyi sağlayan uskundraya bağlı olduğundan konuya böyle bir ciddiyetle yaklaşıldığı belirtilir.
Laka ve perilerinin hikâyesi, kano yapımında yaşanan zorlukları anlatır. Günlerden bir gün Laka, güzel bir kano yapmak istedi, buna en uygun ağacı bulmak için ormanlarda dolaştı. Bütün gün taştan baltasını kullanarak ağaç düşene kadar çalıştı. Daha sonra dinlenmek için eve gitti. Sabah gittiğinde kütüğü bulamadı. Görünüşe göre ormandaki ağaçlar bir şeylerden rahatsız olmuştu. Yeniden bir ağaç kesti ve kestiği ağacı ertesi gün yine bulamadı. En sonunda yine bir ağaç kesip ne olacağını görmek için bütün gece bekledi. Geceleyin cücelerden oluşan bir kalabalığın gölgesini gördü. Cücelerin doğaüstü güçleri vardı. Ağacı yerden kaldırıp eski yerine oturtup diğer ağaçların yanında bulunan her zamanki yerine yerleştirdiler. Fakat Laka, cücelerin kralını yakaladı. Kral ona, cüce halkıyla karşı karşıya gelmektense onlardan nasıl yardım alacağını anlattı. Cücelerin de yardımıyla Laka’nın kanosu kıyıya getirilerek ileride yapacağı harika yolculuklar için kanoya güzel bir şekil verildi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.