Kitabı oku: «Kore Masalları», sayfa 2
Kore’nin Atası Prens Sandalağacı
Bay Kim’in ikisi kız ikisi erkek olmak üzere dört küçük çocuğu vardı. Kızların adı Şeftali Baharı ile İnci, erkeklerinki ise Sekiz Kat Kuvvetli ile Ejderha idi. Büyükanneleri, torunlarına ülkelerinin kahramanları ve perilerine dair masallar anlatmaya bayılırdı.
Baba Kim bir akşam hükümet sarayındaki işinden eve döndüğünde elinde iki küçük kitap vardı. Bunları Büyükanne’ye uzattı. Biri küçük bir almanaktı. Kırmızı, yeşil ve mavi renkteki parlak kapağıyla düğünler için hazırlanan pasta ve şekerlemelere benziyordu. Bilindiği üzere, Kore düğünlerinde gelinin arkadaşları için hazırlanan tatlılar rengârenktir.
İkinci küçük kitapta Törenlerden Sorumlu Kraliyet Bakanlığı’nın Kore’nin Atası Prens Sandalağacı onuruna düzenlenecek festivale ilişkin gönderdiği yönerge vardı. Senede iki kez Ping Yang şehrinde Prens Sandalağacı şerefine et ve başka yiyecekler sunulurdu. Yalnız bunların pişirilmemiş olması gerekiyordu.
“Yaşlı Sandalağacı kimdi?” diye sordu iki kızdan büyüğü olan Şeftali Baharı.
“Ne yapmıştı?” diye sordu büyük oğlan Yongi (Ejderha).
“Ben anlatayım size,” dedi Büyükanne, torunları yanına sokulurken. Odanın en sıcak yerine oturmuşlardı. Halının hemen altından geçen baca borusu evi güzelce ısıtmış ve çocuklara kışı unutturmuştu. Oysa aralık ayının başıydı ve dışarıda kış rüzgârı uğulduyordu.
“Şimdi size neden ayının iyi, kaplanın kötü olduğunu anlatacağım,” dedi Büyükanne ve masalı anlatmaya koyuldu:
“Çok ama çok uzun zaman önce, Şafak Ülkesi’nde kibar insanların bulunmadığı sadece kaba saba insanlarla vahşi hayvanların yaşadığı zamanlarda bir ayı ve kaplan karşılaşmış. Ormandaki Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’ın güney yamacında olmuş bu olay. Bu vahşi hayvanlar, dünyadaki insanlardan hiç memnun değillermiş ve daha iyilerini istiyorlarmış. Kendileri insan olabilseler, insanlığın niteliğini geliştirebileceklerini ve ülkelerini daha güzel bir yer haline getirebileceklerini düşünüyorlarmış. İşte bu vatansever hayvanlar, yani ayı ile kaplan, Göklerin ve Yerin Ulu Tanrısı Hananim’in huzuruna çıkmaya karar vermişler. Ondan şekil ve tabiatlarını değiştirmesini, en azından bunun için bir yol göstermesini isteyeceklermiş.
Ama onu nerede bulacaklarını bilmiyorlarmış. Bu yüzden kibarlıklarını göstermek için başlarını eğip patilerini uzatmışlar ve uzunca bir süre bu meseleyi çözmek için beklemişler.
Sonra bir ses duymuşlar: ‘Bolca sarımsak yiyip yirmi bir gün boyunca bir mağarada yaşayın. Bunu yaptığınız takdirde insan olacaksınız.’
Bunun üzerine karanlık bir mağaraya gidip sarımsak yemişler ve uykuya dalmışlar.
Mağara soğuk ve kasvetliymiş, yiyecek ya da avlayacak hiçbir şey yokmuş. Bu durum kaplanı çok yormuş. Her gün suratını asarak, şikâyet edip duruyor ve arkadaşına pek kaba davranıyormuş. Ama ayı, kaplanın bütün hakaretlerine katlanıyormuş.
Nihayet on birinci gün gelip çattığı halde çizgilerinin, tüylerinin, pençeleri ve kuyruğunun yerli yerinde durduğunu gören ve elleri ya da ayaklarında insan parmağı çıkacağına dair hiç umudu olmayan kaplan, insan olmaya çalışmaktan vazgeçmeye karar vermiş. Mağaradan dışarı fırlayıp avlanmak için ormanlara gitmiş ve böylelikle eski hayatına geri dönmüş.
Fakat sabırla patilerini emmekte olan ayı, yirmi bir gün tamamlanana kadar beklemiş. Sonra tüylü kürkü ile pençeleri birden üzerinden dökülüvermiş. Burnu ve kulakları bir anda kısalmış. Üstelik ayı, insanlar gibi ayakta durabiliyormuş. Mükemmel bir kadına dönüşmüş.
Sonra mağaradan dışarı çıkıp bir dere kenarına oturmuş. Su yüzeyinde yüzünün yansımasını ve ne kadar güzel olduğunu görmüş. Şimdi ne olacak diye beklemeye koyulmuş.
Bütün bunların yaşandığı sırada göklerde de ilginç şeyler yaşanıyormuş. Göklerin Ulu Efendisi’nin oğlu Whanung, babasından dünyada bir krallık istemiş. Bu istekten pek memnun kalan Göklerin Efendisi, oğluna Ejderin Sırtı Ülkesi’ni yani Kore’yi vermeyi uygun bulmuş.
Herkes bilir ki ülkemiz, yani Ebedi Şafak Ülkesi, yaratılışın ilk sabahında denizden bir ejder şeklinde yükselmişti. Omurgası, beli ve kuyruğu, güzel ülkemizin sırtını oluşturan büyük dağ sırasıdır. Başı ise kuzeydeki sonsuz Beyaz Dağ şeklinde göğe yükselir. Kar ve buzla kaplı zirvesinde tertemiz bir mavi göl vardır. Sınırımızı oluşturan nehirler işte bu gölden çıkar.”
“Bu gölün adı ne?” diye sordu Yongi.
“Ejderha Havuzu,” diye cevap verdi Büyükanne Kim. “Uzun zaman önce bir gece ejderha öyle şiddetli ve uzun bir nefes üflemiş ki, gökler bulutlarla dolmuş. İşte Göklerin Yüce Efendisi, oğlunun dünyaya inişi için bu şekilde hazırlık yapıyormuş.
İnsanlar deprem oldu sanmışlar ama sabah uyanıp Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’a bakınca, göklerde bulutların yükseldiğini görmüşler. Bulut, parlak güneş ışığıyla pembe, kızıl ve sarıya boyanmış. Doğunun gökleri öyle güzel gözüküyormuş ki! İşte ülkemiz ismini böylece almış: Sabah Işığı Ülkesi.
Göklerin Kutsal Prensi Whanung, rengârenk bulutundan dağ tepesine inmiş, sonra yer yüzüne ayak basmış. Büyük ormana girince dere kenarında oturan güzel bir kadın görmüş. Bu, aslında çok güzel bir kadına dönüşmüş olan dişi ayının ta kendisiymiş.
Göklerin Prensi bu işe pek sevinmiş. O kadınla evlenmiş ve kısa bir süre sonra çocukları olmuş.
Annesi, bebeği için yumuşak yosundan bir beşik yapmış ve çocuğunu ormanda büyütmüş.
O günlerde dağ eteğinde yaşayan insanlar pek kaba ve görgüsüzmüş. Şapka takmazlarmış, beyaz elbiseleri de yokmuş. Kulübelerde yaşar ve evlerini nasıl ısıtacaklarını bilmezlermiş. Okumayı yazmayı da bilmiyorlarmış. Ping Yang eyaletinde Tabak adlı küçük bir dağ varmış. İşte bu dağ üzerinde yer alan bir sandalağacının dibi, onların kutsal yeriymiş.
Ejderha Havuzu’ndan yükselen rengârenk bulutu görmüşler. Bulut güney yönünde ilerliyor ve onlara doğru yaklaşıyormuş. Sonunda kutsal sandalağacı üzerinde durmuş. Üzerinden beyaz kaftanlı biri inmiş.
Ah, bu peri mavi gökyüzünde ne de hoş gözüküyormuş! Ne var ki ağaç pek uzaktaymış, oraya varmak için uzun bir yol gitmek gerekiyormuş.
‘Haydi, kutsal ağaca gidelim,’ demiş insanların lideri. Böylelikle, tepeyi ve vadiyi aşıp kutsal yere ulaşmışlar. Ağacın etrafını sarmışlar.
Çok hoş bir manzara varmış karşılarında. Ağacın altında prenslere has bir kıyafetle çok yakışıklı bir delikanlı oturmaktaymış. Genç yüzüne rağmen delikanlının soylu ve ihtişamlı bir tavrı varmış. Gençliğine rağmen bilge ve saygıdeğermiş.
‘Evlatlarım! Göklerdeki atalarım sizi yönetmem için gönderdi beni,’ demiş herkese merhametli gözlerle bakarak.
İnsanlar hemen diz çöküp saygıyla eğilmiş ve şöyle haykırmışlar: ‘Siz bizim kralımızsınız. Sizin hükümdarlığınızı tanıyor ve size sadakatle itaat edeceğimizi ilan ediyoruz.’
İnsanlar, krallarının ne söyleyeceğini merak ediyormuş. Bunu anlayan Kral, onlara pek çok şey öğretmiş ve kurallar koymuş. Mesela, evlerini nasıl düzenlemeleri gerektiğini göstermiş. Ayrıca hikâyeler anlatmış. İlk olarak halkına niçin ayının iyi ve kaplanın kötü olduğunu açıklamış.
İnsanlar, krallarının bilgeliğine hayran kalmış. O günden sonra kaplandan nefret etmişler, ayıyı ise çok sevmişler.
‘Ona uygun şekilde hitap edebilmemiz için kralımıza bir isim vermemiz gerek. Hangi ismi seçmeliyiz?’ diye sormuşlar yaşlılara. ‘Onu ilk defa kutsal ağacımızın altında gördüğümüze göre unvanı Soylu ve Saygıdeğer Sandalağacı olsun.’ Bunun üzerine krallarını bu isimle selamlamışlar. O da kendisine verilen şerefli unvanı kabul etmiş.
İnsanların kaba ve bakımsız olduklarını gören Prens Sandalağacı, onlara saçlarını nasıl toplayacaklarını göstermiş. Erkeklerin uzun saçlarını topuz yapmalarını emretmiş. Erkek çocuklarının ise saçlarının örülmesi gerekiyormuş. Hiçbir delikanlı, evlenmedikçe erkek sayılamazmış. Sadece evli erkekler saçlarını topuz yapıp şapka takabilir ve uzun beyaz kaftan giyebilirmiş.
Kadınlara gelince onlar da saçlarını örgü yapıp boyun hizasında toplamalıymış. Düğün ve benzeri önemli törenler haricinde bu kural geçerliymiş. Ama özel günlerde saçlarını bir pagoda gibi tepelerine yığıp uzun saç tokaları, mücevherler, ipek ve çiçekler kullanabilirlermiş.
İşte böylece Kore medeniyeti başlamış. Kralımızın koyduğu şapka ve saç kuralı, bugün bile bizi diğer halklardan ayırıyor,” dedi Büyükanne. “Hâlâ Soylu ve Saygıdeğer Prens Sandalağacı’nı anıyoruz. Haydi, artık uyku vakti. İyi geceler, yavrularım.”
Tavşanın Gözleri
Balıkların denizler altındaki dünyasında bir sorun vardı. Yüzgeçleri ve kuyruğu olan her balık üzüntü içindeydi çünkü krallarının ağzı feci şekilde acıyordu. Kral’ı bu hale getiren olay işte şöyle olmuştu:
Günlerden bir gün, sarayının hemen dışındaki sularda yüzmekte olan Balıkların Kralı suda bir şey gördü. Yiyebileceği bir şeye benziyordu bu. Majesteleri, bu şeyi hemen mideye indirdi. Bir de ne olsa beğenirsiniz? Meğer yuttuğu şey bir olta iğnesiymiş! İğne, solungaçlarına takılıp kalmıştı. Teknelerinde oturmuş balık avlayan birkaç balıkçının tuzağıydı bu. Balıkların Kralı ağzındaki o korkunç şeyi görünce hemen kendini oltadan kurtarmaya çalıştı. İp kopmuştu ama iğne ağzında kaldı. İşte Kral bu yüzden ateşler içinde kıvranıyordu.
Şimdi bütün balıklar demir iğneyi çıkarıp Majesteleri’ni iyileştirmenin bir yolunu düşünüyordu. Kaplumbağadan kayabalığına, sardalyeden balinaya kadar okyanusun tüm bilge yaratıkları ne yapılacağını görüşmek üzere saraya çağırıldılar. Deniz doktorları toplantıda meseleyi konuşurken pek çok bilge balık başını sallayıp gözlerini kırptı ve yüzgeçlerini savurdu. En bilgili ve uzman deniz canlısının kaplumbağa olduğunda herkes hemfikirdi. Doktor Kaplumbağa, Kral’ın nabzını defalarca dinleyip boğazını inceledikten sonra sorunun ne olduğunu anlayabildi. Nihayet yüzgeçleri, kuyrukları ya da pulları olan öteki doktorlara da danıştıktan sonra tavşan gözünden yapılmış bir lapanın olta iğnesini gevşetip Majesteleri’nin derdine çare olabileceğine karar verdi.
Bunun üzerine Doktor Kaplumbağa, deniz kıyısına gi dip bir tavşanı deniz altına davet etmekle görevlendirildi. Böylece tavşanın gözlerinden sıcak lapa yapıp kralın boğazına sürebileceklerdi.
Deniz kenarında yüksek bir tepenin eteğine varan Kaplumbağa, başını kaldırınca çukurundan çıkmış, orman kenarında yürüyüş yapan Bay Tavşan’ı gördü. Kaplumbağa derhal sahilin karşısına ilerleyip nefes nefese tepeyi çıktı. Neyse ki Tavşan Kardeş’e günaydın diyebilecek kadar nefesi kalmıştı. Tavşan da selamına nezaketle karşılık verdi.
“Çok sıcak bir gün,” dedi Doktor Kaplumbağa, sert alnını silip pençelerindeki kumları temizlemek için mendilini çıkarırken.
“Evet ama manzara o kadar güzel ki! Doktor Kaplumbağa, eminim siz de denizden çıkıp bu güzel dağları görebildiğiniz için çok mutlu olmalısınız. Kore çok güzel bir ülke, öyle değil mi? Dünyada bizim ülkemiz kadar güzel bir yer yok. Dağlar, nehirler, sahiller, ormanlar, çiçekler…”
Doktor Kaplumbağa, Tavşan’ın ülkesini övmeye devam etmesine müsaade etseydi, asıl görevini unutacaktı. Ağzındaki o lanet iğneyle acı içinde kıvranmakta olan Balıkların Kralı aklına gelince Doktor Kaplumbağa Tavşan’ın sözünü kesti:
“Evet, Tavşan Kardeş, haklısınız. Ülkenin her yeri pek güzel ama bu manzarayı denizler altındaki mücevherler ve incilerle, ağaçlar ve çiçeklerle, tatlı kokularla karşılaştıramazsınız bile.”
Bunun üzerine tavşan kulaklarını dikkatle kaldırıp dinlemeye başladı. Bütün bu duydukları onun için yepyeni şeylerdi. Deniz altında sıradan balıklar ve yosunlar haricinde bir şey olduğunu işitmemişti hiç. Üstelik çürüyüp sahile vuran yosunları ve balıkları bilmiyor değildi. Bunlar hiç de güzel kokmazdı. Ama şimdi bambaşka bir hikâye dinliyordu. Merakı iyice artmıştı. “Bu anlattıklarınız pek ilginç, dostum. Devam edin lütfen.”
Bunun üzerine Doktor Kaplumbağa denizin derinliklerindeki harika dağlar ile vadilerden, nadir su bitkilerinden, rengârenk ve hoş kokulu çiçekler ile kızıl, turuncu, yeşil, mavi, beyaz renkli altın ve gümüş yapraklı ağaçlardan bahsetti.
“Bu söylediklerin çok şaşırtıcı,” dedi Tavşan Kardeş, ilgisi daha da artmıştı.
“Evet, her türden enfes yiyecek ve içecekler vardır orada. Sonra, eğlence ve dans hiç bitmez. Güzel hizmetçi kızlar ve daha neler neler… Haydi, benimle gel de misafirimiz ol. Kralımız seni davet etmem için gönderdi beni.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Tavşan Kardeş, pek sevinmişti bu duyduklarına.
“Tabii, hemen gidebiliriz. Sırtıma bin de seni götüreyim.”
Böylece tavşan koşarak, kaplumbağa ise paytak paytak yürüyerek su kenarına vardı.
“Şimdi sıkı tutun,” dedi Doktor Kaplumbağa, “suyun altına gidiyoruz.”
Mavi dalgaların altında ilerlediler ve sonunda saraya vardılar. Tavşan, Kaplumbağa’nın anlattıklarının doğru olduğunu gördü. Hakikaten rengârenk bir dünya, birbirinden parlak mücevherler vardı her yanda.
Doktor Kaplumbağa, Tavşan Kardeş’i krallıktaki bazı prens ve prenseslere takdim etti. Hep birlikte misafirlerine sarayın manzaralarını ve hazinelerini gösterdiler. Bu esnada Doktor Kaplumbağa ise görevinden başarıyla döndüğünü haber vermek için diğer doktorların yanına gitti.
Fakat Bay Tavşan, burasının dünyanın en güzel yeri olduğunu düşünüp eğlenirken Kaplumbağa ve arkadaşlarının konuştuklarına kulak misafiri olmuştu. Onu neden saraya getirip ağırladıklarını anladı. Gözlerini kaybetmek düşüncesiyle dehşete düşmüştü. Bu yüzden gözlerini kurtarmaya ve Kaplumbağa’ya bir oyun oynamaya karar verdi. Tabii, bundan kimseye bahsetmedi.
Kraliyet görevlileri tarafından nazikçe bilgilendirilip Kral’ın iyileşmesi için gözlerini vermesi gerektiği söylenince Tavşan Kardeş aynı nezaketle üzüntüsünü belirtti:
“Majesteleri’nin hastalığına hakikaten pek üzüldüm ama kendisine yardım edemeyeceğim için beni affetmenizi rica ediyorum. Zira gözlerim hakiki göz değildir, camdandır. Deniz suyu gözlerimi acıtır diye normal gözlerimi çıkarıp kuma gömmüş ve yerlerine bu cam gözleri takmıştım. Tozlu veya yağmurlu havalarda bu cam gözleri takarım.”
Bunu işiten kraliyet görevlilerinin yüzleri asıldı. Majesteleri’ne haberi nasıl vereceklerdi? Kral çok büyük hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Tavşan Kardeş pek üzgün gözüküyordu. Şöyle dedi:
“Ah, lütfen üzülmeyin. Sahile dönmeme müsaade ederseniz, gömdüğüm yerden gözlerimi çıkarıp lapa yapmanız için tam vaktinde getiririm.”
Böylece Tavşan Kardeş yeniden Doktor Kaplumbağa’nın sırtına binip yola çıktı. Çok geçmeden karaya vardılar.
Tavşan bir anda yere atlayıp oradan sıvıştı ve hızla koşturarak ormana kaçtı. Arkasından bakakalan Kaplumbağa, bir tek pamuk kuyruğunu görebiliyordu. Ama kısa süre sonra Tavşan tamamen gözden kaybolmuştu.
Doktor Kaplumbağa gözyaşları içinde saraya dönüp Tavşan'ın onu nasıl alt ettiğini anlattı.
Topuzlar ve Çömlek Şapkalar
Çok uzun zaman önce, hatta büyük Konfüçyüs henüz doğmamışken, Çin’de Kija adında bilge ve âlim bir adam yaşardı. Saraydaki baş vezirdi. Adaleti ve iyiliği sayesinde herkesin saygısını kazanmıştı. Ayrıca çocuklara daima iyi davranırdı.
Fakat günün birinde büyük bir savaş patlak verdi. Bunun üzerine yeni bir aile iktidarı ele geçirdi. İşte Kija bu yeni hükümdara hizmet etmeyi kabul etmeyerek doğuya göç etti. Burada yaşayan kaba insanlara görgü kurallarını öğretecek ve medeniyeti götürecekti.
Yeni kral, Kija’nın gitmesine pek üzülmüştü çünkü onun karakter ve bilgeliğine büyük saygı duyuyordu. Gelgelelim, pek çoğu Kija’nın takipçileri olan en iyi beş bin adamını, efendilerine eşlik etmeleri ve doğudaki yaban insanları eğitmesine yardımcı olmaları için gönderdi. Göçmenlerin çiçekli Çin ülkesinden ayrılıp doğunun karanlık bataklıklar ve ormanlarla dolu vahşi topraklarına doğru bilinmez bir yolculuğa çıktığını gören insanlar, ağlamaktan kendilerini alamıyordu. Kija yolların, çiftliklerin veya evlerin olmadığı, ormanların ise insanları yemeye bayılan koca ayılar ve korkunç kaplanlar gibi vahşi hayvanlarla dolu olduğu bir yere gidiyordu. Hatta söylentilere göre bu yerde kanatlı yılanlar ve pençelerinden şimşek çıkan leoparlar vardı.
Kija ve ordusu, Mançurya’nın geniş ovalarında, gökyüzünde yükselen güneşe doğru yürüyordu. Nihayet bizim Yalu dediğimiz Yeşil Ördek Nehri’ni aştılar. Birkaç gün sonra Büyük Doğu Nehri’ne (Ta Tong) ulaştılar. Burada arazi çok güzeldi. Kija, buraya yerleşip bir şehir kurmaya karar verdi. Gün doğarken bulutların gül pembesi, altın sarısı ve kızılın her tonuna boyandığı bu yeni ülkeye Cho-sen yani Sabah Işığı Ülkesi ismini verdiler. Güneş, batı yönüne yani vatanının olduğu yere doğru ilerlerken Kija bu alameti çifte nimet olarak kabul etti. Yeni ülkesindeki ilk günün sükûneti, yeni krallık ve eski imparatorluk arasında iyi niyetin devam etmesi için üç kat daha fazla kararlılık olduğunu göstermekteydi. Bu, Kija’nın Çin İmparatoru’na olan bağlılığının Tanrı tarafından onaylandığına ve Ebedi Beyaz Dağ ruhunun iyi dileklerinin kazanıldığına işaret ediyordu.
Krallığının başkenti olacak şehri kurduktan sonra Kija bir sur yaptırmaya koyuldu. Ayrıca şehre Kuzey Kalesi anlamındaki Ping Yang adını verdi.
“Yolculuğumuzu sağ salim sonlandırdığımıza göre şehrimiz bir tekne şeklinde olmalı,” dedi Kija. “Can sıkıcı delikler tekneyi batırabilir. İşte bu yüzden şehrimizin surları içinde kuyu kazılmayacak. Surların dışında, batı yönünde ise tekne şehrimizin sonsuza dek demirleneceği bir kaya sütun duracak.”
Edebiyat, şiir, müzik, tıp ve felsefe alanlarında yetenekli adamları Kija’ya yardım ediyordu. Beraber krallığın sekiz büyük kanununu hazırladılar:
1. Erkeklerin tarımla uğraşması
2. Kadınların kumaş dokumayla uğraşması
3. Hırsızların cezalandırılması
4. Katillerin idam edilmesi
5. Ülke topraklarının dokuz kareye bölünüp merkezdeki toprağın devlet yararına sürülmesi
6. Herkes için rahatlık ve refah dolu bir hayat
7. Evlilik kanunu
8. Kötü kalpli insanların köle yapılması
Kija yolları yaptırdı, ölçüleri ve uzaklıkları belirledi, nezaket kurallarını anlattı. Yabani insanlara güzel evler yapmayı öğretti. Böylece insanlar evlerine sazdan veya kiremitten çatı yapmayı, zeminin altına borular döşeyerek evlerini ısıtmayı öğrendiler. Evlerin bir ucunda şömine, öteki ucunda baca vardı. İnsanlar, sabahları ve akşamları olmak üzere günde iki kez kazanları veya mutfaklarındaki ocakları yakıyordu. Borulardan geçen alevler, ısı ve duman, odaları sıcacık yapıyordu. Bu sayede kış ortasında dahi insanlar evlerinde rahatça oturabiliyordu. Her gün ocaklardan çıkan duman şehrin üzerini kaplıyordu. Hınzır ve neşeli peri Tokgabi, en büyük yaramazlıkları işte bu borular ve ocakların etrafında yapardı. Fanilerle eğlenip onlara musallat olmaktan daha fazla sevdiği bir şey yoktu.
Eski zamanlarda bu toprakların insanları pek kaba ve görgüsüzdü. Sürekli kavga edip duruyor, birbirlerini öldürüyorlardı. Bu yüzden Kija onları daha barışçıl insanlar hâline getirmek amacıyla bir şeyler yapması gerektiğini anladı. İlk önce yumuşak yöntemler denedi. Kaba adamların uzun saçlarını dağınık bırakmış olduklarını gördü. Ayrıca bu adamlar son derece bakımsızdı. Üstelik saçlarını asla taramıyor ve yıkanmıyorlardı.
İşte bu yüzden Kija, iki topuzlu dağ ruhu Dan Kun’ın kanununu yeniden yürürlüğe soktu. Her evli adamın saçlarını başının üzerinde topuz yapmasını emretti. Böylece Kore halkına özgü topuz saç şekli, kanunen belirlenmişti. Gençlere gelince, onların saçlarını tek örgü yapmaları gerekiyordu. Bir delikanlı, evlenene dek erkek sayılmayacaktı ve büyüklerinin yanında dilini tutması gerekiyordu. Evlenme den önce saçını topuz yapmaya kalkışan delikanlılar cezalandırılacaktı.
Ne var ki kaba insanlar Kija’nın iyi niyetini anlayamamıştı. Topuzu, sokaklarda kavga ederken birbirlerini yakalayabilmek için kullandılar. İri yarı adamlar, ufak tefek olanları topuzlarından kavrayıp zalimce sürüklüyordu. Dahası sopalarla birbirlerinin kafalarına vuruyorlardı. Bu yüzden sokaklarda bir sürü ölü adam vardı. Bu kavga ve cinayetlere bir son vermek isteyen Kija, kavgacıları en az bir metre uzakta tutacak türden bir şapka icat etti.
“Artık kimse kavga etmeyecek,” dedi Kija. “Bu eğlenceleri hepsine pahalıya mal olacak. İki kabadayı her kavga ettiğinde, bir çömlek parası ödeyecekler.”
Kija, kocaman kil şapkalar yaptırdı. Genişliği bir, boyu yarım metre olan bu şapkaların her biri, iki üç kilo ağırlığındaydı. Taş gibi sertleşene kadar bu şapkaları ocakta pişirtti. İşte böylece ters çevrilmiş lapa kâselerine benzeyen şapkalar ortaya çıkmıştı.
Asabi ya da kavgacılığıyla meşhur adamlar, bu ağır çömlekleri başlarına takmak zorundaydı. Ne zaman bir grup erkek bir araya toplansa, ayaklı mantarlara benzeyen bir manzara çıkıyordu ortaya.
Erkekler kavga ettiklerinde başlarındaki çömlekleri kırıyorlardı. Bu sayede Kija, yasayı çiğneyenleri kolayca tespit edip cezalandırabiliyordu. Sonra adamlar çömlekçiye gidip yeni şapka almak zorunda kalıyordu. Bu iş pek pahalıya mal oluyordu; bir şapka için koca bir yıl kazandıkları paranın neredeyse yarısını vermeleri gerekiyordu.
İşte bu şapka fikri sayesinde Kija’nın bilgeliği kanıtlanmış oldu. Çömlek şapkalar, kutsal topuzlar için iyi bir korumaydı ve erkekler bu şapkaları pek sevmişti doğrusu.
Kavgacı adamlar artık birbirlerinin saçlarını çekip kafalarına vurmayı bırakmıştı. Bundan böyle, birbirlerinin yüzüne yumruk atıp kafataslarını kırarak dindirmeyeceklerdi öfkelerini. Bunun yerine alaycı ya da azarlayıcı sözler söylüyor, kızgın kızgın bakıyor ya da gözlerini deviriyorlardı. Tabii bu şekilde hiç kan akmıyordu. En korkunç mimikleri yapıp dişlerini en vahşi şekilde gıcırdatan ve canavar gibi gözükmeyi başaran adamlar, ülkenin en cesur adamları sayılıyordu.
Sokak kavgaları, çirkin surat ifadeleri ve berbat mimiklerden oluşan benzersiz bir mücadeleye dönüşmüştü artık. İlk başta kanlı biteceği sözü verilen bir dövüş, sessiz bir düello veya sağır dilsiz insanlar arasındaki bir tartışma halini almıştı. Bu sayede şiddet eylemleri yalnızca sert bakışlar ve diş gıcırdatmakla sınırlanmıştı. Bu kavgalarda çıkan ses, kaynayan bir çaydanlıktaki buharın sesi kadardı ancak. Zamanla büyük bir sükûnet ve nezaket tüm ülkeye hâkim oldu.
Çömlek şapkalar çok moda olmuştu artık. Hatta kadınlar bile kullanışlı olduğu için bu şapkalardan takmak istiyordu. Mesela ters çevrildiğinde bunları çamaşır leğeni olarak kullanmak mümkündü. Bu yüzden pek çok ev kadını kocalarının eski çömlek şapkasını ödünç alıp çamaşır yıkamak için kullanıyordu. Ayrıca atlar, eşekler ve diğer hayvanlar için yemlik ve yalak olarak da kullanışlıydı bu şapkalar.
Kadınların çömlek şapka giymelerine izin verilmemişti. Yine de Kija’nın onlara muamele tarzından çok memnundular. Çünkü kaba adamların artık ihtiyaç duymadıkları sopalarını ellerinden alıp çamaşır dövmek ve ütülemek üzere kullanmaları için kadınlara vermişti. Bu sayede Koreli kadınlar, ailenin erkek üyelerinin kolalı kıyafetlerini parlatmayı öğrendi. Özellikle de evin babasının giydiği uzun beyaz kaftanı özenle temizliyorlardı. Kija, eskiden birbirlerinin kafalarını kırmak için kullandıkları sopaları çamaşır sopasına dönüştürerek kabadayıları da beyefendilere dönüştürmüştü. İşte o zamandan beri Koreliler nezaketleriyle tanınır olmuştur.
Ne mutlu ki erkekler daha da görgülü hale gelmiş ve eşleri ile kızlarına kibar bir şekilde davranmaya başlamıştı. Çünkü bembeyaz giysileri görünce kadınların onlar için ne kadar çok emek harcadığını anlıyorlardı. Yaz geldiğinde beyefendiler sıcak havadan şikâyet etmeye başlamıştı. Çok terledikleri için giysilerinin bozulacağından korkuyorlardı. Bunun üzerine Kija, bambudan içlik yapmalarına izin verdi. Bunlar ip gibi incecik giysilerdi. Böylece Koreli beyefendiler, omuzlarından bir etek gibi dökülen içlik üzerine dış giysilerini giymeye başladı. Bambudan yapılmış bu iç çamaşırları öyle rahattır ki bunları giyince insan sanki kendi derisini çıkarıp atmış ve sırf kemikleri varmış gibi hisseder.
Kija’nın yönetimi sayesinde insanların görgüsü yavaş yavaş arttı. Kamıştan yapılmış bu rahat giysilere de alıştılar. Dolayısıyla, o ağır çömlek şapkalardan artık vazgeçtiler. Bunun yerine topuzlarının üstüne at kılından yapılmış “kuş kafesleri” takmaya başladılar. Dışarıda ise toplumdaki mevkilerine göre saman, kamış, sepet ipi veya siyah cilalı kâğıttan “çatılar” takıyorlardı. İşte Kore’nin şapkalar ülkesi diye anılmasının nedeni budur.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.