Rus masalları

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Önsöz

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslen en rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

1. Bölüm
Giriş

“Halk Masalları”nın sözünü ettiği Periler Diyarı sakinleri arasında, kız kardeşlerinin küçümsemesi ve kıskançlığına maruz kalıp uzun zaman kimsenin dikkatini çekmeden ocağın başında oturan, ama günün birinde herkesten habersiz muhteşem bir sarayı ziyaret ettiğinde geç de olsa takdir gören, meziyetleri sayesinde hak ettiği konuma getirilen Külkedisi gibi ünlü, çok az kahraman vardır. İşte bu bölümdeki halk masallarının kendisi de Külkedisi’nin talihiyle benzerlik taşıyor. Bu masallar, yıllar boyunca sıradan halkın kalbinde yer etmesine rağmen, toplumun üst tabakalarındaki kişilerce tamamen göz ardı edilmişti. Sonra kültürlü dünyanın bu masalların varlığını tanıdığı bir dönem geldi. Fakat bunlara “çocuk masalları” ya da “kocakarı masalları”ndan daha yüksek bir değer atfedilmedi. Tabii ki bir akademisyenin lütfederek elit tabakaya ulaşabilmeleri için masalları güzelce süslediği ender durumlar hariç. Halk masalları, bir köylü kulübesinin alacakaranlığından gün ışığına çıktığında ve onları çirkin gösteren giysilerden kurtulduğunda nihai değişimi yaşamış oldu. Kral soyundan gelen ailelerin evladı sayıldılar. Öyle ki bazı aile üyeleri, masalların kökenini eski tanrılara kadar götürüyordu.

Günümüzde halk masalları gençlik ve cahilliğin dikkatsiz korumasına bırakılmak yerine, akademisyenlerin en yetkinlerince özenle ve büyük bir hürmetle ele alınmaktadır. Masalların kökeni konusundaki görüşler büyük farklılıklar gösterebilir. Halk masallarının çoğunun orijinal biçimleri korunarak yüzyıllar öncesinden günümüze geldiğine inanılmaktadır. Bir kısmının ise birbirini takip eden çağlardan geçerek tarih öncesi bir dönem boyunca kadim filozofların maddi ya da manevi dünyaya ilişkin fikirlerini ifade ettikleri o mitlere götürülebileceği düşünülmektedir.

Fakat her halk masalı, böyle soylu bir kökene sahip değildir ve halk masallarının orijinal anlamını keşfetmeye uğraşan mitoloji uzmanlarının önündeki engellerden biri, bunlardan hangilerinin hakikaten kadim ve dolayısıyla eleştirel analiz yapmaya değer olduğuna karar vermektir. Bir ülkenin masallarını ele alırken bunlardan hangilerinin o ülkenin kendi varlığı olduğuna veya hangilerinin ödünç alındığı ya da uyarlandığına karar vermek de güçtür. Çeşitli Avrupa halkları arasında mevcut masalların büyük bölümünün iki farklı hipotezle açıklandığını biliyoruz. Birinci hipoteze göre bu masalların büyük kısmı, “göç etmeden evvel Aryan kabilelerinin özünü oluşturan topluluğun ortak varlığıydı” ve dolayısıyla “bu gelenekler, tıpkı lisanları gibi atalarımızın ortak mirasının bir parçasıdır.” Diğer hipotez ise masalların büyük çoğunluğunun ithal olduğunu söyler. Buna göre bu masallar; çeşitli tercümeler vasıtasıyla, Doğu ve Batı’yı daima birbirine bağlamış olan gezginler ve tüccarlar, Haçlılar veya İspanya’yı yönetmiş Araplar yahut da eski zamanlarda Rusya’ya hâkim olmuş Tatarlar gibi savaşçı aktarıcılar sayesinde Avrupa’ya getirilmiştir. İlk görüşe göre, “dadıların neredeyse aynı sözlerle Thüringen ormanında ve Norveç köylerinde hâlâ anlattığı ve Hindistan’da pippal ağaçları altında kalabalık grupların bugün bile dinlediği bu masallar, Hint-Avrupa halklarının ortak mirasına ait”tir. İkinci görüşe göre ise Avrupa masallarının büyük bölümü, Avrupa’daki yabancılardan öğrenilmiştir ve tıpkı bugünkü sakinleri gibi bu masal ve fabllar da aynı mirası yansıtmaz. Bu masallar dolambaçlı bir yolla Hindistan’dan gelip Boccaccio veya La Fontaine’e ulaşmıştır.

Bu çelişkili hipotezlerin yol açtığı sorular üzerinde şimdilik durmayacağız. Şu an için Rus masallarını ele alırken bu hikâyelerin doğduğu yeri keşfetmek ya da orijinal anlamını ortaya koymaktan ziyade, bunların temel özelliklerini tanımaya ve böylelikle, bizimkiyle veya Rusya’ya göre daha çok aşina olduğumuz yabancı ülkelerde yaygın olan aynı türdeki masallarla hangi bakımlardan ayrıldığını görmeye çalışacağız.

Bir ülkenin ezgi ve masallarından, o ülkede yaşayan insanların iç dünyasına dair çok şey öğrenebileceğimiz sıkça söylenir. Ayrıca bu türden halk anlatıları, daima ulusal karakterin izini taşır, ulusal zihnin refleksini sunar. Halk şarkıları söz konusu olduğunda bu ifade doğru gözükmektedir ancak aynı durum Avrupa halk masalları söz konusu olduğunda pek de geçerli sayılmaz. Her ülke, kendi örf ve âdetlerine özgü göndermelerin olduğu bazı masallara sahiptir ve bu tür masalları toplayarak o ülkenin ulusal yaşamının tasvirine yaklaşan bir şey oluşturulabilir. Fakat bu sınıftaki masallar çoğu zaman eski ve yabancı temaların karşılaştırmalı uyarlamalarından öteye gidememektedir. Öte yandan bu masallar, ulusal bir resmi tamamlamak üzere malzeme sağlamaya yetecek kadar çok sayıda değildir. Bıraktıkları boşlukları doldurmak için başka iklime açıkça işaret eden masallardan birçok parçayı bir araya getirmek gerekir. Yabancı filiz ya da tohum yahut da kök salmış bitkinin yerinden taşındığından beri maruz kaldığı yeni etkiler sebebiyle bu boşluklara, fazlalık ya da gelişme şeklinde bakılabilir.

Rus halk masallarının ve bütün Hint-Avrupa uluslarının masallarının büyük çoğunluğu, sıradan erkek ve kadınlarla ilişkisi olmayan prens ve prenseslere, ayrıca yılanlar, devler ve ifritlerin maceralarına adanmıştır. Bu kahramanlar, yerli halklarla işgalciler arasındaki yıkıcı mücadelelerin sona ermesinden beri modern Avrupa’nın sakinleriyle uyumsuzdur. Kimi yorumcular bu mücadelelerin, halk masallarımızın kahramanları ile devler, troller, cüceler, yılanlar, ejderhalar ve diğer canavarlar arasındaki dövüşlerle temsil edildiğini düşünmektedir. Bu masallarda Periler Diyarı’nın havasını soluruz. Varlık koşulları, insan türünün hem maddi hem de manevi dünya ile arasındaki ilişki, şu an içinde bulunduğumuz ilişkilerle tamamen alakasızdır. Ölümlüler ve ölümsüzler, insanlar ve vahşi hayvanlar arasında sonsuz bir ilişki özgürlüğü vardır. Ayrıca daima dikkat edilmesi gereken bazı geleneksel kurallar olmasına rağmen bunlar, antropologlara göre insanlarca uygulanmış kurallar değildir. Tüm Avrupa’daki yaygın masallar hiç şüphesiz ki her ülkede farklılık göstermektedir; varyasyonlardaki içerik farklılığı, öğretici karakterden ziyade anlatıcıların coğrafi dağılımından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Bu masalların anlatılma şekli, anlatıcıların zihinsel kapasitesini gösteren bir test olarak alınabilir. Zira halk masalları seyahat ettikleri süre içinde büyük değişim gösterir. Bir ülkede kısa, öz ve eksiksiz anlatılan bir masal, başka bir ülkede belirsizlik veya laf kalabalığı nedeniyle anlaşılmaz hâle gelebilir. Bir millet tarafından şiir canlılığına yükseltilirken, bir diğeri tarafından sıkıcı bir hikâye şekline indirgenebilir.

Tarz söz konusu olduğunda “skazka”lar, yani “Rus halk masalları”nın Rus halkının özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz. Avrupa’daki tüm Aryan halklarına ait “alt sınıflar”ın birbirine oldukça benzediği pek çok nokta vardır ama Rus köylüsü, Slav kardeşleriyle benzer bir şekilde, kendisini daha uzak kuzenlerinden ayırt eden gerçek bir anlatım yeteneğine sahiptir. Rus köylüleri arasında yaygın olan masalların anlatımı genellikle oldukça etkileyicidir. Masalların, basit ve kulağa hoş gelen bir dili vardır. Bu hikâyelerdeki mizah unsuru, doğal ve mütevazıdır. Kişi veya olay tasvirleri ise çoğu zaman mükemmeldir. Rusya’da tiyatro zevki yaygındır ve buna uygun olarak Rus halk masalları da anlatıcının teatral yeteneklerini sergilemesine olanak veren pek çok dramatik unsur içerir. Arada sırada hikâye anlatıcısı tarafından masala samimi bir komedi unsuru eklenmiştir ki, anlatının orijinal şeklinde bu unsur muhtemelen eksiktir.

 

Dolayısıyla, Rus masallarına bakarak Rus köylüsünün zihinsel özelliklerine dair bir fikir edinmek mümkün olabilir. Elbette bu, eksik bir fikir olacaktır ama dar sınırları içinde yeterince doğrudur. Ayrıca bu masallarda Rus köylüsünün yaşamına dair verilen tasvirler konusunda da aynı ifade geçerlidir. Bu masallar doğaldır ve Rus köylülerinin örf ve âdetlerine yabancı bir kişiye ilettikleri fikrin hatalı olması muhtemel değildir; ancak hikâyeler bu denli ileri gitmemektedir. Bir yabancı için büyük ilgi kaynağı olacak kimi sorulara hiç değinmemektedir. Mesela, insanların dini görüşleri hakkında çok az bilgiye rastlanırken, serflik döneminde efendi ve köleler arasındaki ilişkiye dair bir fikir edinmek de mümkün değildir masallardan. Fakat masal diyarının tasvirleri ve kahramanların maceralarının geçtiği hikâyelerde zaman zaman ortaya çıkan gerçek olay ve sıradan mesleklere yapılan atıflardan -kimi zaman yenilmez prensler ve dayanılmaz prenseslerin idealleştirilmiş portreleri arasına iliştirilmiş gerçekçi görüntülerden-, bir Rus köyünün genel görünümü ve sakinlerinin her zamanki davranışı hakkında bir fikir edinmek mümkün olabilir. Bu tesadüfi tasvirlerin birinden diğerine geçtiğimizde, kendine özgü bir cazibesi olan zihinsel bir resim yaratırız yavaş yavaş. Düz tahıl tarlasının geniş arazisini, uçsuz bucaksız ormanın kasvetini, yavaşça kıvrılan nehrin ışıltısını görürüz. Köyün tek caddesi boyunca yürür ve ahırı andıran ahşap kulübelere bakarız. Pencereleri sarmaşıklarla çevrili ve verandasındaki güllerle bizi karşılayan ideal İngiliz köy evinden çok farklıdır burası. Bahar zamanı bir keder bataklığı etrafındaki alanını, yaz mevsiminde sonsuz yeşil denizini, hasat zamanı altın ışıltısını, kışın ise ayak basılmamış geniş kar denizini görürüz. Pazar ve tatil günlerinde köylülerle birlikte beyaz duvarlı, yeşil kubbeli kiliseye gideriz; sonrasında kızların neşeyle dans edişlerini seyreder ve şarkılarını dinleriz ya da uzun kış gecelerini canlandıran toplantıların eğlencesine katılırız. Bazen de bir köy düğününün hoş lirik eğlencesi gözlerimizin önünde cereyan eder; kimi zaman Rus köylülerinin ölülerini koyduğu o kasvetli ve tenha kuytulara yönelmiş bir cenaze alayının peşinden gideriz. İş günlerinde sabah erkenden at arabalarını tarlaya götüren ve akşama dek toprağı sürmek, tırpanlamak yahut da orak veya balta vurmakla meşgul olan köylüleri görürüz. Yaz zamanı hafifçe dalgalanan çay ya da gölet kenarında kızların neşeli şarkılarını ve kahkahalarını işitiriz. Fakat kış mevsiminde köyün kadın ve kızlarının sık sık uğradığı ve dev örtüsü içinde bir “buz çukuru”na dönüşmüş yer haricinde hayat belirtisi görülmez. Geceleri köylülerin sade evlerinin, gün ışığı altında yabancı oldukları bir manzaraya büründüğünü görürüz; sert hatları, yaz gecelerini süsleyen ayın tatlı güzelliğiyle yumuşamış ya da biçimsiz yapıları, yıldızların aydınlattığı kış karı ile ortaya çıkmıştır esrarengiz bir şekilde. Hepsinden önemlisi, masalların birçok göndermede bulunduğu köy evlerinin içiyle tanışırız. Bazen sıkça zikredilen kapılardan geçerek etrafını çitlerin sardığı daha üst tabakaya ait çiftlik evlerini görürüz. Ahırlara ve hayvan kulübelerine, ayrıca aile için sebze ve meyve yetiştirilen bahçeye (Çiçekler! Ne yazık ki kuzey bölgelerinde çiçeklere az yer verilmiştir.) bir bakıp birçok gelenekçe kutsanan eşiği geçeriz ve daha gösterişli evlerde antre denilebilecek bölümden geçerek “oturma odası”na ulaşırız. Odanın düzenlemesini, ahşap zemin altındaki kileri, “kutsal resimler”in konulduğu “şeref köşesi”ni ve gündüzleri evin kalbi gibi işleyen, geceleri ise onun üzerinde ailenin huzurunun yok olduğu ve masallarda büyük yer kaplayan ocağı görürüz. Bazen yoksul köylünün kulübesini ziyaret ederiz. Burası, daha ziyade bir ahıra benzer, her yer kerpiçle sıvanmıştır ve delik çatısından duman sinsice yol alır. Bu yoksul evlerde çok acı çekildiğine şahit oluruz ama bunlara sabır ve tevekkülle katlanılmasına saygı duymayı öğreniriz. Misafir olduğumuz mütevazı evlerin çoğunda, birçok ailevi değer ve erdemin varlığının farkına varırız; aile şefkati ya da kardeş saygısı ve anne baba sevgisinin birçok örneğini görürüz. Gece vakti köy sokağında yürürken yoksul hanelerde bile “kutsal resimler” önünde bir mumun yandığını gösteren soluk huzmenin zifiri karanlıkta ışıdığına şahit oluruz. Bu fakir toprak işçilerinin, çoğu zaman cahil ve görgüsüz olsalar bile yaşamak zorunda kaldıkları sıkıcı ve zor hayatlarının düşük seviyesini, yüce düşünceler ve asil tutkularla yükseltebileceklerini hissederiz.

Bu bölümdeki masallar, Rus köy hayatına dair en açık tasvirleri içeren ya da Rus hissiyatı ve mizahını bilhassa ortaya çıkaran hikâyeler arasından seçilmiştir. Bunların aktarabileceği her bilgi, hâliyle bölük pörçük olacaktır ama doğru bir izlenim vermeyi başarabilir. Çoğu kez, bir ressamın kabaca aldığı notlar ve yaptığı karalamalar, aslına resmin son hâlinden daha sadık olabilmektedir.

Skazka kelimesi, yani halk masalı, Rus masallarında çok sık karşımıza çıkmaz. Yine de ortaya çıktığı durumlar da vardır. Bir prensesin skazkalardaki kadar güzel olduğunun söylenmesi gibi, skazkalara yapılan göndermeler genelde dolaylıdır. Ama bazen doğrudan ifade edilir. Mesela, bir masalda bir çocuk Baba Yaga (bir tür cadı) tarafından kaçırılmıştır. Kız kardeşi onu kurtarmaya geldiğinde çocuk bir koltukta oturmaktadır. Kedi Jeremiah ise ona skazkalar anlatıp şarkılar söylemektedir. Bir diğer masalda bir Durak, yani bir “budala” veya “sersem”, anne babalarının yokluğunda köy çocuklarına bakmakla görevlendirilir. “Bütün çocukları bir evde topla ve onlara skazkalar anlat,” talimatını alır. Çocukları toplar ama “hepsi çok pistir.” Bu yüzden çocukları temizlemek üzere kaynar suya atar ve ölümlerine sebep olur.

Uzun kış akşamlarında Rus köylerinde sosyal hayat canlıdır ve toplantıların bazılarında skazkalar anlatılır. Gerçi sadece gençlerin katıldığı toplantılarda şarkılar, oyunlar ve danslar daha popülerdir. Aşağıdaki skazka, giriş bölümünde bir vechernitsa ya da köy suaresini ve köylerde nasıl flört edildiğini tasvir etmesi sebebiyle seçildi. Masalın geri kalanı, modern hayata sadakati bakımından önemli değil ama ait olduğu masal sınıfına, yani genellikle Doğu kaynaklarına götürülebilecek kötü ruhlar hakkındaki masallara iyi bir örnek teşkil edecektir.

İfrit

Ülkenin birinde yaşlı bir çift yaşardı. Maruşya (Mary) adlı bir kızları vardı. Yaşadıkları köyde, İlk Çağrılan Aziz Andrew2 gününü (30 Kasım) kutlamak âdetti. Kızlar bir köy evinde toplanıp pampuşki3 pişirir ve bir hafta, hatta bazen daha uzun bir süre doya doya eğlenirlerdi. Bayram günü gelip çattı ve kızlar yine toplanıp çeşit çeşit yiyecek ve içecekleri hazırlamaya koyuldular. Akşamları ise delikanlılar gelip müzik yapıyor, dans ediyorlardı. Yanlarında içki de getirmişlerdi. Bütün kızlar çok güzel dans ediyordu; ama içlerinde en iyi dans eden Maruşya’ydı. Bir zaman sonra çok hoş bir delikanlı geldi köy evine. Hem de ne delikanlı! Akıllara ziyan türden. Ay parçası gibi, üstelik iki dirhem bir çekirdek giyinmiş.


“Merhaba, güzel kızlar!” dedi.

“Merhaba, delikanlı!” diye cevap verdiler.

“Eğlenceniz mi var?”

“Evet, haydi sen de katıl bize.”

Bunun üzerine delikanlı cebinden altın dolu bir cüzdan çıkararak içki, biraz yemiş ve zencefilli kek istedi. Dilediği şeyler çabucak getirildi ve delikanlı, oradaki genç kız ve erkeklere ikramda bulundu. Ardından dansa başladı. Onu izlemek ne büyük zevkti! Delikanlının en çok hoşuna giden kız, Maruşya’ydı. Bu yüzden daima onun yakınında durdu. Nihayet eve gitme vakti geldi.

“Maruşya,” dedi, “haydi, gel de beni uğurla.”

Kız, delikanlıyı geçirmeye gitti.

“Maruşya, tatlım!” dedi delikanlı, “Benimle evlenmek ister misin?”

“Arzun buysa, memnuniyetle evlerinim seninle. Ama söyle bakalım, nereden geliyorsun?”

“Şöyle şöyle bir yerden geliyorum. Bir tüccarın yanında kâtibim.”

Birbirlerine veda edip ayrıldılar. Maruşya eve döndüğünde annesi sordu:

“Anlat bakalım kızım! Eğlendin mi?”

“Evet, anneciğim. Ama sana söylemek istediğim güzel bir şey var. Yakınlardan gelen bir delikanlı vardı. Çok yakışıklı, üstelik çok parası var ve benimle evleneceğine söz verdi.”

“Beni iyi dinle, Maruşya! Yarın kızların yanına giderken yanına bir top ip al, bir ilmik at ve delikanlıyı uğurlarken düğmelerinden birine ilmiği takıp ipi yavaşça açmaya başla. Böylelikle genç adamın nerede yaşadığını öğrenebilirsin.”

Ertesi gün Maruşya yine toplantıya gitti ve annesinin tavsiyesine uyarak yanına bir top ip aldı. Delikanlı da eğlenceye gelmişti.

“İyi akşamlar, Maruşya!” dedi delikanlı.

“İyi akşamlar,” dedi kız.

Oyun ve danslar başladı. Delikanlı, öncekinden de çok yaklaştı Maruşya’ya. Öyle ki kızdan bir adım bile uzaklaşmıyordu.

Sonra eğlence bitti ve eve dönme vakti geldi.

“Haydi, gel de beni uğurla, Maruşya!” dedi yabancı.

Kız dışarı çıktı ve delikanlıya veda ederken ipe attığı ilmiği belli etmeden gencin bir düğmesine taktı. Delikanlı yola çıktı. Maruşya ise olduğu yerde kalıp ipi yavaşça açmaya başladı. Bütün ipi açtıktan sonra nişanlısının nerede yaşadığını öğrenmek için ipin peşinden koşturdu. Önce bütün yolu gitti, sonra çitleri ve hendekleri aştı. İpi takip eden Maruşya, sonunda kiliseye yönelerek verandaya gitti. Kapıyı açmayı denedi ama kilitliydi. Sonra kilisenin etrafını dolaştı ve pencerenin yanında bir merdiven buldu. İçeride neler olduğunu görmek için hemen merdivene çıktı. Kiliseye girince, nişanlısını bir mezarın yanı başında, bir cesedi hapur hupur yerken gördü. Cenaze o geceliğine kilisede bırakılmıştı.

Maruşya, sessizce merdivenlerden inmek istedi; ama korkudan tedbiri elden bırakarak biraz gürültü yaptı. Sonra hemen eve koşturdu. Tanık olduğu dehşet yüzünden kendini kaybetmiş, yol boyunca takip ediliyormuş hissine kapılmıştı. Eve vardığında ölüden farksızdı. Ertesi sabah annesi sordu:

“Söyle bakalım, Maruşya! Delikanlıyı gördün mü?”

“Gördüm, anne,” diye cevap verdi. Ama gördüğü diğer şeyleri annesine anlatmadı.

O sabah Maruşya oturmuş eğlenceye gitsem mi gitmesem mi diye düşünüyordu.

“Git,” dedi annesi. “Gençsin! Eğlenmek, gülmek hakkın!”

Bunun üzerine kız eğlenceye gitti. İfrit çoktan gelmişti. Yine oyunlar başladı. Dans edildi, eğlenildi. Diğer kızlar, Maruşya’nın başına gelenlerden henüz haberdar değildi. Vedalaşıp eve gitmek üzere hazırlandıklarında İfrit seslendi:

“Haydi, Maruşya! Gel de beni uğurla.”

Kız çok korkuyordu, yerinden kımıldayamadı bile. Bunu fark eden diğer kızlar Maruşya’nın başına üşüştü:

“Ne düşünüyorsun? Ne oldu da birden bu kadar utangaç oluverdin? Haydi, git de geçir delikanlıyı.”

Çaresi yoktu. Maruşya, başına neler geleceğini bilmeden dışarı çıktı. Biraz ilerleyince İfrit, kızı sorgulamaya başladı:

“Dün gece kilisede miydin?”

“Hayır.”

“Peki, orada ne yaptığımı gördün mü?”

“Hayır.”

“Çok güzel! Yarın baban ölecek!”

Bu sözleri söyleyip ortadan kayboldu.

Maruşya çok üzgün ve düşünceli bir hâlde eve döndü. Sabah uyandığında babası can vermişti!

Bütün aile zavallı adam için ağlayıp sızladı. Sonra onu tabuta koydular. Akşam olunca Maruşya’nın annesi rahibin yanına gitti; Maruşya ise evde kaldı. Sonunda evde tek başına olduğu için korkuya kapıldı. “Arkadaşlarımın yanına gideyim,” diye düşündü. Öyle de yaptı. Ne var ki İfrit de oradaydı.

“İyi akşamlar, Maruşya! Hiç neşen yok, neden böylesin?”

“Nasıl neşeli olayım? Babam öldü!”

“Ah! Zavallı şey!”

Herkes Maruşya’nın durumuna çok üzüldü. Lanetli İfrit bile üzüldü, sanki bütün bu olanlar onun başının altından çıkmamıştı.

Yavaş yavaş veda zamanı geldi ve herkes eve gitmek üzere hazırlandı.

“Maruşya, haydi beni uğurla!” dedi İfrit.

Kız gönülsüzdü.

“Ne düşünüyorsun, çocuk?” diye ısrar etti kızlar. “Neden korkuyorsun? Git, uğurla onu.”

 

Maruşya, delikanlıyı uğurlamak üzere yerinden ayrıldı. Birlikte dışarı çıktılar.

“Söyle bakalım, Maruşya. Kilisede miydin?”

“Hayır.”

“Ne yaptığımı gördün mü?”

“Hayır.”

“Peki öyleyse! Yarın annen ölecek.”

Sözlerini bitirir bitirmez ortadan kayboldu. Maruşya, hiç olmadığı kadar kederli bir hâlde eve döndü. Sabah oldu ve uyandığında annesini ölü buldu! Bütün gün ağladı ama güneş batıp etraf kararınca Maruşya yalnızlıktan korkuya kapılıp arkadaşlarının yanına gitti.

“Ne oldu, neyin var? Suratından düşen bin parça!” dedi diğer kızlar.

“Nasıl neşeli olmamı bekliyorsunuz? Dün babam öldü, bugün de annem.”

“Zavallı seni! Zavallı bahtsız kız!” diye üzüldüler Maruşya’nın hâline.

Sonra yine veda vakti geldi. “Beni uğurla, Maruşya,” diye bağırdı İfrit. Kız da onu uğurlamak için dışarı çıktı.

“Söyle bakalım, kilisede miydin?”

“Hayır.”

“Peki, ne yaptığımı gördün mü?”

“Hayır.”

“Pekâlâ! Yarın sen öleceksin!”

Maruşya geceyi arkadaşlarıyla geçirdi. Sabah uyanınca ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Büyükannesi aklına geldi. Çok yaşlı bir kadındı büyükannesi ve uzun yıllardır da gözleri görmüyordu. “En iyisi gidip büyükannemden öğüt isteyeyim,” diye düşündü kız. Sonra yaşlı kadının evine gitti.

“İyi günler, büyükanne!” dedi.

“İyi günler, güzel torunum! Ne haberler getirdin bakalım? Annen, baban nasıl?”

“Öldüler, büyükanne,” diye cevap verdi kızcağız ve ardından başına gelenleri anlattı.

Yaşlı kadın her şeyi dinledi ve dedi ki:

“Ah canım! Benim bahtsız çocuğum! Hemen papazın yanına git ve şunu rica et: Eğer ölürsen, bedenini kapıdan çıkarmasınlar. Eşikten itibaren bir çukur kazılsın ve seni oradan çekip alsınlar. Bir de dört yolun birleştiği bir kavşakta gömülmeyi iste.”

Maruşya papazın yanına gitti, gözyaşları içinde başına gelenleri anlattı ve büyükannesinin talimatlarının izleneceğine dair söz aldı. Sonra eve döndü, bir tabut satın aldı ve içine yattı. Hemencecik can verdi.

Papaza haber verildi. Papaz önce kızın babasını ve annesini, ardından da kızı gömdü. Ama Maruşya’nın bedeni eşiğin altından geçirilerek bir kavşağa gömüldü.

Bundan kısa bir süre sonra bir derebeyinin oğlu, Maruşya’nın mezarının yanından geçti. Mezarın üzerinde muhteşem güzellikte bir çiçek açmıştı. Böyle harikulade bir çiçek görmemişti ömründe. Genç derebeyi uşağına emretti:

“Git, o çiçeği kökünden sök. Eve götürüp saksıya dikeceğiz. Belki orada filizlenir.”

Çiçeği söküp eve götürdüler, bir saksıya dikip pencere kenarına yerleştirdiler. Çiçek iyice büyüdü ve daha da güzelleşti. Bir gece uşak henüz uyumamış, pencereye bakıyordu ki mucizevi bir olay gerçekleşti. Çiçek birden titremeye başladı, sonra köküyle beraber yere düştü ve güzeller güzeli bir kıza dönüştü. Çiçek güzeldi ama kız çok daha güzeldi. Odadan odaya geçip çeşitli yiyeceklerden atıştırdı, içeceklerden içti. Sonra yere yatıp eskisi gibi çiçeğe dönüştü. Pencereye çıkarak saksıdaki yerini aldı. Ertesi gün uşak, gece şahit olduğu mucizeyi efendisine anlattı.

“Ah, kardeşim!” dedi genç adam, “Niçin beni uyandırmadın? Bu gece ikimiz birlikte nöbet tutacağız.”

Gece oldu. Uyumayıp nöbet tuttular. Saat on ikiyi vurunca, çiçek filizi yine titremeye başladı. Oradan oraya savrulup nihayet yere düştü ve güzeller güzeli kız ortaya çıktı. Kendine yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurdu. Genç derebeyi, ileri fırlayıp güzel kızı pamuk ellerinden tuttu. Karşısındaki öyle bir güzellikti ki genç adam ona bakmaya dahi kıyamıyordu!

Ertesi sabah anne babasına gidip dedi ki: “Lütfen evlenmeme müsaade edin. Kendime bir eş buldum.”

Anne babası gencin bu dileğini kabul etti. Maruşya ise şöyle dedi:

“Yalnızca bir şartla seninle evlenirim. Dört sene boyunca kiliseye gitmeyeceğim.”

“Pekâlâ,” dedi genç adam.

Bunun üzerine gençler evlendi ve birlikte iki sene yaşadıktan sonra bir oğulları oldu. Günlerden bir gün, evlerinde misafir ağırlıyorlardı. Misafirler yiyip içtikten sonra eşleriyle övünmeye başladılar. Birinin karısı güzeldi, diğerininki hepsinden güzeldi.

“İstediğinizi söyleyin,” dedi ev sahibi, “ama benimkinden güzel bir eş dünyada bulunmaz!”

“Güzel olmasına güzel ama,” diye cevap verdi misafirler, “dinsizin teki.”

“O da ne demek?”

“Ne demek olacak, hiç kiliseye gittiğini görmedik.”

Maruşya’nın kocası bu sözleri pek nahoş buldu. Pazar gününe kadar bekledi. Sonra kiliseye gitmek üzere hazırlanmasını istedi karısından.

“Ne söyleyeceğin umurumda değil,” dedi kocası. “Git, hemen hazırlan.”

Hazırlandılar ve kiliseye gittiler. Önce kocası içeri girdi, dikkatini çeken bir şey görmedi. Ama Maruşya etrafına bakınca pencere kenarında oturan İfrit’i gördü.

“Aha! Nihayet geldin!” diye bağırdı İfrit. “Eski zamanları hatırlayalım. O gece kilisede miydin?”

“Hayır.”

“Orada ne yaptığımı gördün mü?”

“Hayır.”

“Pekâlâ! Yarın kocan ve oğlun ölecek.”

Maruşya hemen kiliseden dışarı fırlayıp büyükannesinin yanına gitti. Yaşlı kadın ona iki küçük şişe verdi. Birinde kutsal su, diğerinde ise ölümsüzlük suyu vardı. Sonra torununa ne yapması gerektiğini anlattı. Ertesi sabah, Maruşya’nın kocası ve oğlu öldü. Ardından İfrit uçarak yanına gelip sordu:

“Söyle bakalım, kilisede miydin?”

“Evet.”

“Peki, ne yaptığımı gördün mü?”

“Bir cesedi yiyordun.”

Maruşya bu sözleri söyleyip İfrit’in üzerine kutsal sudan serpti. Canavar, anında toz ve küle dönüşüp rüzgârla beraber savrulup gitti. Ardından Maruşya, kocası ve oğlunun üzerine ölümsüzlük suyundan serpti. Bunun üzerine genç adam ve oğlu hemen canlandı. O günden sonra üzüntü ve ayrılık uğramadı hayatlarına, birlikte mutlu mesut yaşadılar.

1Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.
2Hz. İsa tarafından papaz olarak çağrılan ilk kişi olması dolayısıyla dini ünvanı “İlk Çağrılan” olmuştur. (e.n.)
3Pampuşki: Mayasız ekmekten yapılan ve sarımsakla tatlandırılan hamur işi. (ç.n.)