Kitabı oku: «Göllerköy Çeşmeleri»
GÖLLERKÖY ÇEŞMELERİ
Eh Deliorman, Deliorman! Dağını ve taşını yeşile bürüyen nice güzel baharların da oluyor, insan boyu kar yığan kışların da! İp gibi uzayıp giden yolların da var, bir zamanlar yolcuların kayboldukları ve aylarca içinden çıkamadıkları ormanların da! Yazın bir kaşık su vermeyen ırmakların da var, kışın insan geçirmeyen derelerin de! Kızılcık gibi iri buğday doğuran toprakların da var, ambar gibi geniş yürekli, milleti, dili ve dini için hayatını feda eden oğulların da! Sokakta kalmış olan her kimseyi sevine sevine evine misafir eden insanların da var, buz gibi soğuk suyu olan çeşmelerin de! Hele o çeşmelerin!
BİRİNCİ BÖLÜM
-1-
Başkentten hayli uzakta, Deliormanın ta göbeğinde bulunan ve bugüne kadar ayak basmayi bırakın, adını bile işitmediği bir köye gitmesi gerekiyordu. Şafak sökmeye başlar başlamaz yola çıktı. Otomobili devamlı yüksek süratte tutuyor ve trafik yoğunlaşmazdan ve yaz sıcağı etrafı kasıp kavurmaya başlamazdan önce yolun daha büyük kısmını katedebilmeye çalışıyordu.
Başardı da. Güneş doğmazdan önce Ruse kentini arkada bıraktığında sonu görünmeyen bir düzlük serildi önüne. Etrafı büyük bir zevkle seyrederken güneş çok uzaklarda, yerin nerede bittiğini, göğün nerede başladığını fark edemediği bir yerde belirdi ve “Hoş geldin Deliormana!” der gibi ışınlarını ona doğru uzattı. Bu diyarı terennüm eden şarkının “Deliormandan gece geçtim, karlı buzlu sular içtim!” diyen beyti takıldı diline ve alçak sesle kimbilir kaç defa tekrarlayıp durdu onu.
Otomobili hep öyle maharetle sürürken ve dilinden düşmeyen o beyti tekrarlayıp dururken “Göllerköy 1 km sağda!” diyen bir levha dikildi karşısına. Hemen o tarafa kırdı. İki dakika sonra köy ortasında dört sokağın birleştiği bir alandaydı. Durdu ve etrafı gözleriyle süzdü. Tek bir kimse bari olsaydı görünürlerde! Yanı başındaki salkım söğütün gölgesinde iki köpek ve bir kedi yatıyordu. Yanlarına bir köpek daha geldi ve ona dikkat ayırmadan kendi bildikleri bir oyuna başladılar.
“İşine giden gitmiş, köy kedilerle köpeklere kalmış!” diye geçirdi aklından.
Karşı tarafta kapısı açık ve duvarında iri harflerle “KAHVEHANE” diye yazılı bir levha takıldı gözüne. Taraçasında bir masa, iki-üç sandalye ve şemsiyeye benzeyen büyücek bir gölgelik vardı. Otomobili salkım söğütün gölgesine değiştirdi, birkaç günden beri yanında gezdirdiği gazeteyi koltuğuna kıstırdı ve oraya gitti.
Ardına kadar açık olan kapıdan içeriye bir göz attı, fakat kimseyi göremedi. Tam geri dönüyordu ki, alaca karanlık içindeki tezgâh tarafından bir ses geldi:
“Bir şey mi arzu ediyorsunuz?”
Sesin geldiği tarafa doğru bakarak cevap verdi:
“Bir kahve isteyecektim.”
“Taraçaya oturun. İki dakika sonra geliyorum!”
Gölgeliğin altına oturdu ve derin derin göğüs geçirdi. Yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü bu günlerde bu ıssız ve yabancı köyde değil, deniz boyunda olmalıydı!
Kahveci iki kahveyle geldi, karşısındaki sandalyeye yerleşti ve heyecan dolu sesle konuştu:
“Hoş geldiniz! Bunca yıldan sonra tekrar birlikte kahve içmemiz nasip oldu yani!”
Karşısındakinin çehresine dikkatle baktı, fakat tanıdık tek bir iz göremedi. Nerede ve ne zaman karşılaştıklarını tam soracaktı ki köyün alt tarafından gelen sokağın başında göklere kadar gürültü kaldıran büyük ve eski bir yük kamyonu belirdi. Sustu ve yerleri titreten kamyon yanlarından geçip gerektiği kadar uzaklaşmasını bekledi. Kamyonun arkasından bakıp kalan kahveci ondan önce davranarak konuştu:
“Bizim Bostancı kamyonu yine tıka basa doldurmuş ve yine uzak yola çekilmiş. Bu adam hakikaten de dur otur ne demek bilmiyor… E-e? Ne zaman ve nerede karşılaştığımızı hep daha hatırlayamadınız mı?”
“Hatırlayamadım.”
“Beş yıl öncesi köyümüze ilk defa ayak bastığınızda tarım kooperatifi bunca yıldan beri nasıl oluyor da ayakta durabiliyor? sorusunun cevabını arayordunuz.”
Bir şey demedi. Öteki sormaya devam etti:
“Yedi Gün gazetesinde çalışıyorsunuz değil mi?”
“Ben gazeteci değilim.”
Kahveci bu defa gücenik bir sesle konuştu:
“Bugünkü gibi hatırlıyorum. Kentten gelen otobüsten indiniğinizde ben durakta dikiliyordum. Yanıma geldiniz ve tarım kooperatifi başkanını nasıl bulabileceğinizi sordunuz.”
“Sonra ne oldu?”
“Ben de sizi aradığınız kimsenin yanına götürdüm.”
“Siz o zaman kendinizi öğretmen diye takdim etmediniz mi?“
“Tam öyle! Hatırladınız yani! O yıl hakikaten de okulda öğretmendim!”
“Öğretmenlik çok iyi meslek. Niçin terk ettiniz?”
Kahveci bıyık altından gülümsedi ve gururla konuştu:
“Ben lise tahsilliyim. O yıl beden terbiyesi öğretmeni hastanelik oldu ve okulun müdürü beni onun yerine beş altı ay için işe davet etti. Benim elimden gelmeyen hiçbir şey yok! Nerelerde çalışmadım! İtfaiyeci de oldum, otomobil tamircisi de. Traktör de sürdüm, veznedarlık da yaptım. İki yaz deniz boyunda acemi yüzücüleri boğulmaktan kurtarma işiyle bile meşgul oldum. Hattâ muhtarlıkta kalemci de oldum ve köy muhtarı kurslara gittiğinde üç ay onun sandalyesinde de oturdum!.. Oraya buraya atılırken bir emeklilik cüzdanı doldurdum ve ikincisine başladım. Emekliye ayrılma günü gelene kadar üçüncüsünü de çalıma getiririm inşallah… Burada her şeyi bana soracaksınız! Bu köyde olan biten hadiselerin hiçbiri benden gizli kalamaz!”
“Bu işi en iyi berberler beceriyorlarmış diye işittiğim var.”
“O-hoo, berberlik de yaptım! Fakat o işte artık ekmek kalmadı. Herkes şimdi sakalını kendi kazıyor. Bazı kimseler ise aylarca ne tıraş oluyor, ne de saçını kestiriyor. Senin anlıyacağın, on dokuz yılda yirmi meslek değiştirdim. En nihayet işte şu lokantayı kiraladım ve üç yıldan beri geçimimi bu işle sağlıyorum.”
“Duvarda KAHVEHANE diye yazıyor.”
“O yazı gösteriş için. Sorumlu makamlar kahvehane açmak için daha kolay izin veriyorlar. Benim yanımda kahveden başka her çeşit içki ve mezelik bulunuyor. Karnını doyurmak isteyenlere öyle güzel ızgara yapıyorum ki!”
Muhatabının bayağı konuşkan bir kimse olduğunu artık anlamıştı ve sohbetin yönünü değiştirmeye acele etti:
“Az önce bir bostancıdan söz ettinizdi…”
“Buradan kulakları sağır edici gürültü kaldırarak geçen kamyonuun sürücüsünü mü soruyorsun? Adı üstünde Bostancı! Yani Bostancılar sülalesinin en büyük bostancısı! Gece gündüz durmadan ve hırsla çalışıyor! Dur, otur ne demek bilmiyor. Şehirde yaşıyordu, lakin on yıl öncesi köye döndü, babasından miras kalan ve köyün en uzak semtinde bulunan elli dekar bir tarlayı elma fidanıyla doldurdu. Sonra gitti, boş kalmasın diye fidanların arasını karpuz ve kavunla doldurdu. O zamandan beri bunu her yıl tekrarlayıp duruyor. İtiraf etmem lâzım ki, erken ve bol ürün yetiştiriyor. On yıl içinde karpuz, kavun ve elmadan yaptığı paranın haddi hesabı yok. Evde yalnız kış mevsiminin en soğuk günlerinde kalıyor, fakat o zaman da aylak durmuyor, yaz aylarında kazandığı parayı tekrar tekrar saymakla meşgul oluyor. Bahar yaklaşır yaklaşmaz yine kuduruyor. Kahvehane ve lokanta kapıları nasıl açıldığını bilmez. Hiçbir kimseyle oturup iki söz etmez. Kendisiyle birlikte karısını da esir gibi çalıştırır. Bir oğlu ve bir kızı var, sağ olsunlar, onlar da babalarından göresiye iş kuduzu oldular. Dört yıldan beri Varna kentinde hem yüksek tahsillerine devam ediyorlar hem de kiraladıkları bir mağazada annelerinin ve babalarının yetiştirdikleri ürünü satıyorlar.”
“Çalışkan aile demek istiyorsunuz.”
“Çalışmak iyi şey canım. Amma velakin bütün yıl durmaksızın, kendini öldüresiye uğraşmak ne demek? O da, eşi de, gece gündüz çalışmaktan bir deri bir kemik kaldılar. İkisini de, hele Bostancıyı güz gelip kır işleri sona erdiğinde bir görseniz, karşınızda insan değil, bir hayalet var diye düşüneceksiniz.”
“İş insanın aynasıymış.“
“Ayna… O kendini aynada bir görse hem bu öcü nereden çıktı diye soracak, hem de korkudan dokuz köy uzağa kaçacak. Neyse… Yani beş yıl önceki karşılaşmamızı hatırladın en nihayet. Hatırlayacağını da biliyordum. Ben daha yaşlı olmama rağmen o gün ne konuştuğumuzu, nereye gittiğimizi bire bir hatırlıyorum. Sen ise benden daha gençsin ve unutmayacağını çok iyi biliyordum! Köyümüzü ikinci defa ziyaret etmenin de bir sebebi olmalı. Herhangi bir bilgiden, herhangi bir yardımdan ihtiyacın varsa söyle! Derhal gerekeni yapmaya hazırım!”
“Eğri oturalım, doğru konuşalım. Ben hakikaten de gazeteci değilim.”
Kahveci büyük bir kırgınlıkla onun sözlerini kesti:
“Benimle alay etmek mi istiyorsun? Tam öyle tatlı bir sohbete dalmıştık!..”
“Gerçeği konuşuyorum. Gazeteci olan kişi benim ikiz kardeşim. Ben mimarım. Gazeteci Beyhan Boyacının ikiz kardeşi Mimar Behçet Boyacı.”
Kahveci hep aynı kırgın sesle sordu:
“Ya beş yıl öncesi öğretmen olduğumu nerden biliyorsun?”
“Kardeşim söyledi. Sizin köyü ziyaret etmek istediğimi öğrenince bana her şeyi iğneden ipliğe kadar anlattı. Onun tavsiyesi üzere köyünüze ayak basar basmaz ilk işim sizi arayıp bulmaktı. Hem onun gönderdiği selâmları iletecektim, hem de önümde duran vazifeyi başarıyla icra edebilmek için bana yardımcı olmanızı rica edecektim. Kısmet işte, vazifemin ilk kısmını çok çabuk ve kolay icra edebildim.”
“Kardeşin bu anda…”
“Aynı gazetede çalışıyor. İki yıl öncesi başyazar yardımcısı oldu ve şimdi daha seyrek yolculuk ediyor.”
Kahvecinin çehresinde söylenenlere hep daha inanamadığını ifade eden bir tutum vardı. Buna rağmen sakin ve teşvik edici sesle devam etti:
“Burada bana herkes Kahveci Veli diyor. Derdini derhal anlatabilirsin! Senin için elimden geleni yapmaya hazırım!”
“İlkin bir köydeşinizle karşılaşmak istiyorum.”
“Kimmiş o?”
“Kadir Kadiroğlu.”
“Hatırlayamadım. Soyadı?”
“Bilmiyorum.”
“Kadir dediğin bu kimsenin mesleği ne?”
“Bilmiyorum.”
“Onu nereden tanıyorsun?”
“Yedi Gün” gazetesine bir yazı göndermiş.”
“Yazı mı? Ne yazısı?”
“Sizin köyün çeşmeleri için.”
Elindeki gazetenin gereken sayfasını açtı ve muhatabının önüne sürdü. O da dudaklarının ucu ile okudu:
“Göllerköy Çeşmeleri. Köyümüzün suyu çok boldur. Adı köyün kuzey-doğusunda bulunan ve kırk dekardan fazla sahası olan Kocagölden gelmektedir… Köy içinde, ve tarlalar, otlaklar ve ormanlar arasında yüzyıllar devamınca birçok çeşme inşa edilmiştir. Bu anda onların sayısı on beşten fazladır. Her birinin suyu birbirinden farklı ve soğuktur. Her birinin ilgi çekici, dilden dile ve nesilden nesile anlatılan hikâyesi ve efsanesi var… Son yıllarda, hele her eve su getirildikten sonra yüzyıllardan beri akıp duran, gelip geçen yolcuya ve hayvana soğuk su sağlayan çeşmelere kaygı gösterilmez oldu… Muhtarlık bu sorunu… Kadiroğlu… Kadir Bu yazıyı yazan bizim köyden değil. Bizim köyde böyle bir kimse yok!”
“Ne diyorsun Veli ağabey? Adam ayan beyan “köyümüz” diye yazmış!?”
“Dedim ya, bu köyde benim bilmediğim, tanımadığım tek bir kişi yok! Bu kimse bizim köyden olamaz! Köyümüzde şimdiye kadar gazeteye yazı gönderen yoktur!”
Durdu, misafirin gözlerine dikkatle baktı ve sordu:
“Bana derdini gerektiği gibi anlatırsan sana bu Kadir dediğin kimseden daha fazla yardım edebilirim!
“Üniversitenin Mimarlık Fakültesini bitirdim ve şimdi aynı fakültede ders veriyorum. Birkaç yıldan beri eski çeşmeleri araştırıyorum ve onlar için her çeşit bilgi topluyorum. Şimdiye kadar böyle büyük gölü ve bu kadar çok çeşmesi olan başka bir köy işitmediğim için bu yazı beni çok ilgilendirdi. Bu anda önümde duran en mühim vazife sizin köyün çeşmeleri için bilgi edinmek. Bu vazifeyi başarıyla yerine getirebilmem için bana rehberlik edecek bir kimseden ihtiyacım var.”
Kahveci Veli dirseklerini masa üzerine dayadı ve gururla dolu bir sesle konuştu:
“Bu vazifenin icrası için sana elimden gelen yardımı esirgemeyeceğim! Rica ederim, ne yapmak istediğini bana teferruatlı bir şekilde anlat!”
“İlk önce sizin köy topraklarında bulunan çeşmelerin ve su kuyularının listesini yapmam gerekiyor.”
“Bu vazifeyi kahvelerimizi içerken de halledebileceğiz. Köyümüze sadece bir o liste için gelmedin ya! Sonra ne olacak?”
“Çeşmeleri ve su kuyularını birer birer ziyaret edeceğim ve fotoğraflarını çekeceğim. İlginç olanların krokilerini de çizeceğim. Çeşmelerin ve su kuyularının inşaatıyla ilgili herhangi bir bilgi veyahut belge sahibi olan, öykü, efsane veyahut rivayet bilen kişilerle karşılaşacağım ve anlattıklarını yazacağım.”
“Bizim köyün çeşmeleriyle ilgili öykü veyahut rivayet yok! Olsaydı ben nasıl nice işitirdim. Şimdiye kadar hiçbir kimseden böyle bir şey dinlemedim.”
“Her birinin bir tarihi vardır. Hangi çeşmeyi kim, ne zaman ve niçin inşa etmiş… Sen de biliyorsun, yıllar öncesi Deliormanda birçok köy susuzluk çekiyormuş. Bu sebepten herhangi bir yerde su belirir belirmez insanlar emeklerine acımadan ve masrafa bakmadan onu çeşmeye, yahut su kuyusuna dönüştürüyorlarmış. Yüzlerce, binlerce metre künk dizerek köy ortasına, yol boyuna, veyahut başka uygun bir yere su getirilmiş. Bununla ilgili olarak onlarca çeşme ustası yetişmiş. Her ustanın mahareti diğerinden farklı olduğu için birçok çeşmenin mimarisi de diğerlerinden farklı. Her birinin inşaatıyla, suyunun keşfiyle ilgili değişik öykü, efsane ve rivayet yaratılmış. Her ustanın hayatı ve maharetiyle ilgili öykü ve söylentiler de dilden dile aktarılıyor.”
“Bu hususta bir bilgim yok.”
“Bu hususta bilgisi olanlar vardır. Köyün en yaşlı insanlarıyla karşılaşarak onlarla konuşmak için bana yardımcı olur musun?”
“Olurum! Bütün yaşlıları yakalarından tutarak birer birer senin yanına getiririm!”
Mimar Behçet bıyık altından gülümsedi:
“Hayır. Ben onları birer birer ziyaret edeceğim ve anlattıklarını yazacağım.”
“Öyle olsun. Sır değilse, elde ettiğin bilgiler ne işe yarayacak?”
“Önümde duran sorunu gerektiği gibi icra edebilirsem, Göllerköy çeşmeleri ve su kuyuları için bir kitap hazırlamak istiyorum.”
Kahveci Velinin çehresinde belli bir gurur belirdi. Göğsünü gererek sandalyenin arkalığına dayandı ve canlı canlı konuştu:
“Demek bizim köy çeşmelerinin tarihini yazmak istiyorsun? Köyümüz için şimdiye kadar gazetelerde iyi şeyler yazılmadı. Bugünden sonra ise kitap bile olacak yani. “
“Göllerköy gazetelerde hakikaten de hiçbir defa iyilikle anılmadı mı?”
Kahveci Velinin dudaklarında esrarengiz bir gülümseme belirdi, lakin hemen sonra onun yerini üzgün bir ifade aldı ve elini salladı:
“Neyse!.. Çıkar defteri, kalemi ve yaz!”
Birkaç dakika sonra ak kâğıt üzerine bir sürü çeşme adı dizildi.
“Kaç tane oldular?” diye sordu Kahveci Veli.
“On yedi.”
Kahveci Veli parmaklarıyla bir şeyler hesapladı, dudaklarını hayli kıpırdattı ve tekrar heyecanla konuştu:
“En büyük ve en uzakta olanı kaçırmışık! Yaz! On sekiz: ‘Kayacık Çeşmesi!
“Tamam… Yazdım… Başka?”
“Başka yok. Sekiz numaraya kadar olanlar köy içinde bulunuyor.”
“Köyünüzün topraklarında su kuyuları da var değil mi?”
Kahveci Veli eliyle ‘Dur azıcık! der gibi işaret etti ve lokanta kapısı ardında kayboldu. Az sonra iki bardak bira ile döndü:
“Konuşmamız uzayacak. Boş masada oturmakla sohbet gitmez. Bu sıcakta kendimizi azacık bari serinletmemiz gerekiyor… Şimdi sıra pınarlara geldi, öyle mi?”
“Su kuyuları dedim.”
“Biz onlara pınar diyoruz.”
“Tamam. Öyle olsun. Şimdi onları da sıralayacak mısın?”
“Yaz! Bir- Değirmenciler Pınarı; iki- Kazancılar Pınarı; üç- Bekleme Pınarı: dört- Çayır Pınarı; beş:… dur, beşinciyi yazma. O bizim köy topraklarında değil… Önünde duran bu vazifeyi kaç günde halletmeyi düşünüyorsun?”
“İki gün, üç gün… Ne kadar gerekirse.”
“On sekiz çeşmeyi ve dört pınarı üç günde katiyyen gezemezsin. Evvelsi her çeşmenin önüne geniş yol gidiyordu. Şimdi yolları da, birçok çeşmenin etrafını otlar, çalılar bürüdü. Burada en azından bir hafta bari kalman gerekecek.”
“Çeşmeleri ve su kuyularını nasıl ziyaret edebileceğim?”
“Senin otomobil burada bir yerde kalması gerekecek. Onunla sadece köy içindeki çeşmeleri gezebilirsin. Lakin onların yanına yaya gidersen daha iyi olacak, çünkü birbirilerine çok yakın bulunuyorlar ve otomobile binince ve sonra ininceye kadar diğerinin yanına yaya varmış olacaksın. Köy dışında olanların her birini nasıl nice yaya ziyaret etmen gerekecek.”
“Sırt çantası arkamda kırda bayırda gezmeye alışığım. Bana kılavuzluk edecek, beni her çeşmenin ve su kuyusunun yanına götürecek bir kimseyi bulmak için yardım edersen memnun olacağım.”
“Bu işi en iyi ben yapabilirdim, lakin bu anda lokantada benim yerime bir hafta bari çalışacak insanım yok. Olsaydı, bizim köyün bütün semtlerini ikimiz birlikte gezecektik ve bir hafta devamınca güzel bir seyahat çıkarmış olacaktık. Kısmet değilmiş… Bu işi köyümüzün kır bekçisi çok iyi başarabilir. Adam kırk yıldan beri vaktini hep kırda bayırda gezmekle geçiriyor. Muhtarla konuşuruz ve kır bekçisi sana bir hafta devamınca refakat etmesi için izin vermesini rica ederiz.”
“Gecelemek için köyünüzde otel gibi bir şey…”
“Burası şehir olmasın. Otel motel ne arayacak burada? Yatıp kalkacağın yer için düşünme, bir yolunu buluruz.”
“Bulunmasa da sorun değil. Şimdi yaz mevsimi. Uyku tulumu içinde her ağacın altında geceleyebilirim.”
“Kırda gecelemeyi aklına bile getirme! Bu köyde seni misafir etmek istemeyen hane yoktur. Benim evim de çok büyük, otel gibi. Bir değil, beş misafir kabul etmeye imkânım var. Gündüzleri çeşmeleri geziyorsun, akşamları ise bana misafir oluyorsun.”
“Muhtarı ne zaman görebileceğiz? Eğer razı gelirse, kır bekçisiyle daha bugün konuşalım. Emeğini gerektiği gibi ödeyeceğim.”
“Sakın! Böyle bir iş için paradan söz etmek yasak! Kır bekçisinin biricik vazifesi zaten kırları gezip dolaşmak! Hem kendi işini icra edecek, hem de seni arzu ettiğin çeşmenin yanına götürecek. Böyle bir iş için bu köyde kimse senden para almaz. Köyümüz için koskocaman bir kitap yazmayı düşünüyorsun. Bu şaka mı? Haydi, kalk, muhtarın yanına gidelim!”
-2-
Muhtarlık binası kapısına dayandıklarında içeriden hayli yüksek ve dargın bir ses geliyordu. Behçet Boyacı girsin mi, girmesin mi diye tetikledi kaldı. Kahveci Veli hemen izah etti:
“Aldırma. Yürü! Muhtar yine yanlışlık kaçırmış olan bir komşuya nasihat veriyor!”
Muhtar masasının ardında iri yapılı, çehresi yaz güneşinden hayli kararmış orta yaşta bir erkek oturuyordu. Açık kapı önünde Kahveci Veliyle birlikte dikilen kişiyi görünce çehresi daha da karardı ve kaşları çatıldı. Yanındaki kimseyi hemen serbest bıraktı ve sakin olmaya çalışarak yarım ağızla kapıdakilere döndü:
“Buyurun, girin!”
Girdiler. Muhtar kapıya doğru uzanan masanın etrafındaki sandalyeleri gösterdi:
“Buyurun, oturun. Ayakta durmayın!”
Kahveci Veli ona kaş altından baktı ve azarlayıcı bir sesle sordu:
“Muhtar, bana herhangi bir dargınlığın varsa, misafire de mi dargınsın? Benimle birlikte ona da mı hoş geldin demeyeceksin?”
“Gazetede çıkan ve tarım kooperatifinin işini altüst eden o yazıdan sonra hoş geldin demeye dilim mi tutuyor!”
Mimar Behçet gülümsedi ve sordu:
“O yazıdan sonra ne oldu?”
“Doğrusunu söylemem gerekirse, köydeşlerimiz gazetede çıkan o yazıyı okuyunca haklı olarak gurur duydular. Fakat köyümüzün bazı yeni siyasetçileri tarım kooperatifini eski dönem kalıntısı diye addetiler ve faaliyetini baltalamaya başladılar. Yani o yazı ile kaş yakmaya çalışırken az kala göz çıkaracaktınız. Kooperatifi yok olmaktan kurtarıncaya kadar az başağrısı çekmedik. Neyse. Yine de hoş geldiniz! Oturun! Ayakta dikilip durmayın!”
Kahveci Veli muhtarın somurtkanlıktan vazgeçmeyeceğini anladı ve onu sakinleştirmeye çalıştı:
“Sakin ol muhtar, Misafir senin bildiğin gazeteci değil!”
Muhtarın kaşları daha da çatıldı:
“Konuşmamıza alay etmekle mi başlamak istiyorsunuz?”
Bu defa Mimar Behçet izah vermek gereğinde bulundu:
“Veli ağabey doğru söylüyor. Ben o yazıyı yazan gazetecinin ikiz kardeşiyim ve o yazıyla alakam yok. Köyünüze başka bir vazifeyle geldim.”
“Haydi, oturun en nihayet!” dedi muhtar hep aynı tutnuk sesle.
Yine Kahveci Veli konuştu ve ziyaretlerinin sebebini kısaca izah etmeye çalıştı. Hep daha son sözünü söylememişti ki, muhtar, masasının yanı başındaki zile bastı ve kapı önünde beliren hademeye sordu:
“Bu sabah kır bekçisini gördün mü? Hangi semte gitti acaba?”
“Az önce mavzeri ve yemek torbasını omuzuna vurmuş, Yukarı Mahalleye doğru gidiyordu. Bugün “Kayacık” semtinde olacağını söyledi.”
“Yani bütün gün kırlarda olacak. Akşama beni görmeden eve gitmesin!”
Muhtarın ayağa kalktığını görünce Behçet Boyacı onu alâkadar eden diğer soruna geçmeye acele etti:
“Köyünüzde kaldığım günlerde Kadir Kadiroğlu adında bir köydeşinizi bulup konuşmak arzusundayım. Veli ağabey burada böyle bir kimse olduğunu hatırlayamadı.”
“Veli yalnız lokantaya girenleri biliyor. Senin sorduğun kişi ise on altı yaşında bir lise öğrencisi. Yani henüz Velinin müşterileri sırasına girmemiş. İkiniz de bana vurulmuş gibi bakmayın! Kadir oğlan köy çeşmelerini sizden önce gezmiş ve gazeteye çok iyi bir makale göndermiş. Eh, beni de azıcık tenkit ediyor, ama o kadarolur. Galiba büyüyünce gazeteci olacak kerata!”
“Onu nasıl bulabilirim?”
“Bulsan da ne konuşacaksın onunla? Çeşmeler için onun sana vereceği bilgiyi Kahveci Veli de verebilecek. Oturun ve onunla uzun uzun konuşun!“ dedi muhtar lâkayt dolu sesle. Sonra ne düşündü o bilecek, kapıda dikilmeye devam eden hademeye döndü:
“Kara Mahmutun Kadiri bul ve söyle, oğlu yarın sabah yanıma gelsin. Hem korkacak bir şey yok diye ikisini de tenbihle! Muhtar acaba niçin çağırıyor diye boşu boşuna telâşlanmasınlar. Veli, bugün misafire köy içindeki çeşmeleri sen göstermeye başla. Ben belediyeye gitmek için acele ediyorum. Sohbete ve kahveye vakit yok. Akşama senin yanında buluşuruz. Misafire hem gerektiği gibi bir “hoş geldin” deriz, hem de sakin sakin konuşuruz. Anladın değil mi?”
Muhtarlıktan çıktıklarında Behçet Boyacı sormadan olamadı:
“Muhtar ‘Anladın değil mi? derken sana bambaşka bir şekilde baktı. Bundan hiçbir şey anlamadım.”
Kahveci Veli gülümsedi:
“Akşama anlarsın. Şimdi lokantaya dönelim, daha birer soğuk bira içelim ve köy içindeki çeşmeleri gezmeye başlayalım. Muhtar da zaten öyle emretti değil mi?”