Kitabı oku: «Hayatımızın Kış Ayları», sayfa 2
-5-
Fabrika kapısından girdiklerinde her ikisi de heyecanlıydılar. Gözlerine çarpan ilk şey etraftaki temizlikti. Aydın etrafına bakınarak sordu:
“Bu gün Almanya’nın milli bayramı mı var, yoksa fabrikaya yüksek yerden mısafirler mi gelecek?”
“Bugün bayram yok, lakin fabrikaya hakikaten de çok mühim mısafirler geliyor.Nasıl anladın?”
“Etrafta çok büyük bir temizlik var. Her yer silip süpürülmüş.”
“Bizim memlekette olduğu gibi yani?”
“Evet. Ziyarete kimler gelecekmiş?”
“Bulgaristandan iki şahıs.”
“Öyle mi?! Adlarını biliyor musun?”
“Hasan ve Aydın. Fabrika bugün onları karşılıyor!”
Mümün bunu öyle ciddi bir sesle söyledi ki, alayı ilk anda ikisi de sezemediler. Nihayet Aydın yerinde mıhlandı kaldı:
“Yabancı yerde acemi ve korkak korkak davrandığımızı gördün ve bizimle her adımda alay etmeye başladın değil mi?”
Mümün gülümseyerek izah etti: ”Burada temizliğe her zaman dikkat edilir, yani fabrika içi daima temiz tutulur… Karşımızdaki kişi bizim ustabaşı. Buyurun, onun yanına gidelim.”
Gittiler.
“Guten morgen! Sie sind die neuen Arbeitern!”1 dedi Mümün.
“Guten Morgen!” diye cevap verdi karşılarındaki. Sonra ilave etti: “Wilkommen Sie! İch bin Hans!”2
“Er ist Hasan und er ist Aydın.”3
“Danke!”4
Ustabaşı bir daha tekrarladı:
“Wilkommen Sie!”
“Hoş geldiniz!” diyor” diye izah etti Mümün. “Dan-ke!” diye cevap verin”
“Danke! Danke!” diye tekrarladılar hep bir ağızdan Aydın ile Hasan.
“Wie geht es İhnen?”
“Nasılsınız’ diye soruyor. “Danke, Gut!” deyin bu defa.
“Danke, Gut!” dedi Hasan. Ardından Aydın da aynisini tekrarladı.
“Olmayacak sözler söylettirmeyesin bize hey!” dedi Aydın Mümün’e. “Sonra rezil oluruz!”
“Was sagt er?”5 diye sordu ustabaşı Mümün’e. O, sözü değiştirmeye çalıştı:
“Nerede çalışacaklarını soruyor.”
Ustabaşı daha birşeyler dedi ve yürüdü. Mümün hemen tercüme etti:
“Yürüyün ardımdan!”
Yürüdüler. Az sonra:
“Şurada bekleyin!”dedi ve bir kapı ardında kayboldu. Çok geçmedi, iki kat iş elbisesiyle döndü.
“Giyin şunları.”
Verilen iş elbiselerini giydiler.
Ustabaşı iki metal cilalama aletiyle geldi ve onları tekrar ardına takarak fabrikanın cila bölümüne götürdü. Elindeki aletle nasıl çalışılması gerektiğini uzun uzun izah etti ve pratik şekilde gösterdi. Nihayet aleti Hasan’ın eline tutuşturdu ve çalışmasını dikkatle izledi. İki dakka sonra Mümün’e döndü:
“Aleti eline sefte almıyor. Şimdiye kadar gözlük ve eldiven kullanmasını küçümsemiş. Acele etmesin, hele gene gözlüklere alışıncaya kadar!”
Aydın’la da aynı şekilde hareket etti. Birkaç dakka sonra aletlerin çıkardığı gürültüyü bastırabilmek için Mümün’ün kulağına haykırdı:
“Acele etmesinler! İşlerini yakından izle! Az sonra yine geleceğim!”
Yarım saat sonra hakikaten de geldi. Aletleri durdurmalarını işaret etti ve cilaladıkları kısımları dikkatle gözden geçirdi. Nihayet Mümün’e döndü:
“İkisine de izah et, acele etmesinler. Orada burada pürüzler kalmış. Dikkat etsinler. Daha iyi cilalamaları gerekiyor.”
Mümün başustanın sözlerine biraz da kendinden ilave etti:
“Bulgaristan’da olduğu gibi çalışmanızı istemiyor. Dikkatle çalışın, kaliteye büyük dikkat ayırın. Usta, her geçtiğiniz yer cam gibi yalabık olsun diyor!”
O bunları söylerken Aydın derin derin pufladı, ceplerini karıştırdı ve sigara kutusunu çıkardı. Mümün hemen ihtarda bulundu:
“Kutuyu hemen cebine sok! Burada her yerde ve her zaman sigara içilmiyor. Bu, yalnız dinlenme zamanında ve hususi ayrılmış yerlerde oluyor!”
Aydın isteksizce kutuyu cebine çevirdi ve burnu altından hımırdandı:
“Gözlerim kararmaya başladı artık. Nezaman gelecek bu sigara vakti?”
O anda Hasan da ceplerini karıştırıyordu. Aydın’ın ne yaptığını görünce sigara kutusunu çıkarmaktan vazgeçti. Mümün saate baktı:
“Gelecek… Sigara zamanı da gelecek. Kırk üç dakka sonra zil çalacak.”
Aydın gevezeliğine devam etmekten kendini alamadı:
“Gözlerim iyice kararacak o zamana kadar! Hem kırk dakka değil, elli dakka değil. Tam kırk üç dakka sonra! Bu kadar da tam hesap tutmak…”
“Korkma. Ne gözlerin kararır, ne gene başka bir şey olur…”
“Hem ‘zil çalacak’ dedin. Yahu, biz okulda öğrenci miyiz yoksa!”
“Fazla söz değirmende yakışır! Başustanın dediği gibi, geri dönün ve şimdiye kadar geçtiğiniz yerleri bir daha güzelce cilalayın.”
“Böyle yavaş çalışırsak normları hiç bir zaman dolduramayız!”
“Burada norm yok, lakin durmak da yok. Kalite ve sekiz saat iş var. Belli bir zaman öğrenci gibi çalışacaksınız. Yani emeğiniz öğrenci gibi ödenecek. Bu süre içinde sizden makinelerle çalışmayı öğrenmeniz, kaliteli iş vermeye alışmanız isteniyor. Öyle ki, dikkat edin, işinizi beğendirmeye çalışın.”
Az daha çalıştıktan sonra Mümün ikisini de omuzlarından dürterek işi durdurmalarını işaret etti. Aydın’ın yine canı sıkılmıştı:
“Ne var, yine mi yanlışlık kaçırdık işimizde?”
“Zil çaldı! Mola istiyordun ya! Gidelim, hem kahve içelim, hem de sigaralarınızı dumanlatın! Kararmış olan gözleriniz belki açılır!”
“Oh be! En nihayet!” diye haykırdı sevinçle Aydın ve aleti hemen bıraktı. Sigara içilen yerde sigarasını tatlı tatlı dumanlataraktan konuştu lakırtıya devam etti, durdu:
“Burada okul öğrencilerinden beteriz. Sinyalle işe başlamak, sinyalle dinlence, herhalde öğle yemeğine gitmek de sinyal verilmeden olmuyor.”
Mümün gülümsedi:
“Tam öyle! Yemeğe de sinyal verildikten sonra gideceğiz… Sen yemeğe kim ne zaman isterse ozaman gidiyor diye mi düşünüyordun?.. Nasıl, işi beğendiniz mi? Çok yoruldunuz mu?”
Hasan çok sakindi. Dudak bükerek cevap verdi:
“Yorucu değil. Gürültü çok. Bakıyorum, bizden başka daha sekiz kişi aynı işi icra ediyor. Hepimiz birden canavarları çalıştırınca çok büyük gürültü kalkıyor. Kulaklıkları takmasak sağır olmak işten değil.”
“Akşam söyledim, işimiz hem yorucu, hem gürültülü, hem de etrafımızda fazlaca toz kalkıyor. Lakin böyle olmasa bu iş bize değmezdi.”
Hasan ve Aydın ikinci sigaraları yakmışlardı ki, zil yine çalmaya başladı. Mümün hemen hatırlattı:
“Haydi iş başına! Atın sigaraları!”
Aydın tekrar gevezelenmeye başladı:
“Tam şimdi yaktım be Mümün! Daha yarı olmadı. Sigaranın ise sonu en datlı. Sabret, bitireyim. Ondan sonra çok daha büyük hamleyle çalışırım.”
“At!”
“Şu mereti sadece iki defa asılabildim! Tam en tatlı yerine varmıştım…”
“At, dedim!”
İsteksiz isteksiz sigaraları attılar ve canavarları tekrar kavradılar.
İs günü sona erip eve döndüklerinde Aydın üzerinde çok ağır bir şey varmış gibi ikide bir kollarını silkip duruyordu. Aynısını Hasan da tekrarlıyordu, ama daha seyrek.
Mümün sordu:
“E, ne diyeceksiniz? İşe alışabilecek misiniz?”
“Telaşlanacak bir şey yok,” diye cevap verdi her ikisi de.
“Kollarınızı neden öyle sık sık silkip duruyorsunuz?”
“O canavar mereti bukadar ağır olduğunu bilmiyordum.” Dedi Hasan ve gülümsedi. Aydın’ın ise hiç de gülümseyecek hali yoktu:
“Hakikaten de ağır. Hep daha ellerimde bulunuyor ve kulaklarımda uğuldayıp duruyor gibi hissediyorum.”
“Canavarla işlemeye de alışacağız, disiplini korumaya da. Öğrencilerin okulda geçirdikleri saatler gibi.” diye hımırdandı Hasan
“Daha beter!” dedi Aydın. ”Daha beter! Asker usulü!”
Mümün ikisini de sakinleştirdi:
“Burada nizam ve intizam var. Bizde olduğu gibi iş zamanında sohbet etmek ve sigara içmek yok.Bunları hiç bir vakit unutmayın.”
Hasan bir dakka sonra sigara kutusunu kavradı ve kendini yatak üzerine attı:
“Şimdi artık sakince ve istediğim kadar sigara içebilirim!”
“Tam öyle!” diye ilave etti Aydın. Mümün gülümsedi:
“İçin içebildiğiniz kadar. Lakin yatak üzerinde değil, taraçada!”
“Sen galiba bize mangabaşı tayin edilmişsin. Lakin bu vazifeye iş saatinden sonra da mı devam etmek istiyorsun?” diye hımırdandı Aydın.
“Mangabaşı değilim, ama sizi yaşam ve çalışma kaideleriyle, nizam ve intizamla tanıştırmakla görevliyim. Günde yirmi dört saat emrime amadesiniz. Örneğin, biraz dinlendikten sonra, sizi şehrin merkeziyle tanıştırmam gerekiyor. Arzu etmiyor musunuz yoksa?”
“Cevap veremiyeceğim. Şimdi dinlenmek zamanı!” dedi Aydın ve sigara elinde taraçaya çıktı.
Şehirin merkezinde bayağı gezindiler. Merkez meydanı ve etraftaki binaları büyük bir ilgiyle seyrettiler. Eve dönerek yataklara uzandıklarında Hasan’ın aklına ilk gelen şey ona her akşam kızı Ece’nin “Yiğin geceler, tatlı rüyalar babacığım!” demesiydi. Artık üçüncü akşam oluyor, beş yaşındaki Ece’nin sesi çınlamıyordu kulağında. Gülümsedi ve kendi kendine fısıldadı:
”Bir süre böyle olacak kızım. Gereken parayı biriktirir biriktirmez annenle ikinizin yanına döneceğim. Arzu ettiğimiz gibi bir ev yükselteceğiz. Sonra bir otomobil alarak taksicilik mi yapacağım, yoksa başka bir işle mi meşgul olacağım, ama sizden bir gün bile uzak kalmamaya bakacağım....”
Böyle sayıklarken uykuya daldı gitti.
Uyandığında etraf iyice aydınlanmış, güneş doğmak üzereydi. Saate baktı. Bakarken de Aydın’ın sesi duyuldu:
“Uyandın mı Hasan?”
“Uyandım.”
Saat kaça vardı acaba?”
“Altı oluyor.”
Üçüncü yataktan Mümün’ün sesi geldi:
“Saatlerinizi ayarlayın. Beş olması gerekiyor. Burada vakit Bulgaristan’a bakarak bir saat geri. Yani uyku için daha altmış dakka vaktimiz var.”
“Ben artık uyuyamam.” dedi Hasan ve akşam gece lambasının yanında bıraktığı sigara kutusunu el yordamıyle aradı. Bu defa Mümün’den daha evvel Aydın sesini çıkardı:
“Sigara içeceksen, taraçaya! Ben de sigaracıyım, ama yattığım odanın acı tütüne kokmasından hiç hazetmem!”
“Taraçaya sigara içmeye karısından korkan kimseler gidermiş.”
“Sen korkmadığın için mi karından af dileyip duruyordun az öncesi?”
“Aydın, boşuna lakırdayıp durma!”
“Hiç de lakırtı değil. Uyanmazdan önce rüya mı gördün, yoksa sayıklıyor muydun bilmem, ama karına seni af etmesi için yalvarıp duruyordun. İyi ki seni hemen uyandırdım. Başka türlü kimbilir daha neler konuşacaktın.”
“Uydurup durmasan ya Aydın!”
“Ne uydurması. Düşün bakayım, rüya görmedin mi?”
“Gördüm, ama karımla değil, kızımla konuştum.”
“Yalan söyleme. Mümün de işitti ne dediğini!”
“Ben hiç bir şey işitmedim! Rica ederim, susun, ben az daha uyumak istiyorum!” dedi Mümün, battaniyeye sarılarak diğer tarafına döndü.
Ustabaşı birinci gün olduğu gibi ikinci sabah da iş saati başlar başlamaz yanlarına geldi ve çalışmalarını birkaç dakka seyretti. Sonra Mümün’e bir şeyler söyledi ve uzaklaştı. O gitti, on dakka sonra bir başkası geldi. O da iş elbiseleriyle ve korunma gözlükleri boynunda asılıydı. Beş-altı adım uzakta durdu ve çalışmalarını bir hayli seyretti. Sonra Mümün’ü omuzundan dürttü ve ardından gelmesini işaret etti. İlkin Aydın’ın yanına gittiler. Yeni gelen kişi makineyi onun elinden aldı ve maharetle cilalamaya başladı. Sonra yine Aydın’a iade etti ve bir şeyler dedi. Mümün tercüme etti:
“Makineyi işte böyle, benim gibi kullanacaksın,” diyor. “Başla! Şimdi nasıl çalışacağını görmek istiyor!”
Aydın makineyi tekrar çalıştırdı. Gelen az sonra Hasan’ın yanına geçti, onun çalışmasını da bir kaç dakka izledi ve diğer işçilerin yanına geçti.
Tanımadıkları o kimse uzaklaşır uzaklaşmaz Aydın yüksek sesle sordu:
“O ne istiyor? O da mı ustabaşı yoksa?”
“Hayır! Daha büyük!”
“Daha büyük mü? Ne yani?”
“Müdür! Şimdi çalış! Sonra konuşacağız!”
Mola zamanı gelip sigara yerine doğru giderken Aydın gücenik sesle Mümün’e hımırdandı:
“Bizimle alay etmeye devam edip duruyorsun!”
“Nasıl yani?”
“Az önce yanımıza geleni müdür ilan ettin ya…”
“O hakikaten de müdür!”
Bu defa Aydın elini salladı:
“Haydi, yeter artık!”
“Nesini beğenmedin adamın?”
“Müdür böyle mi olurmuş!?”
“Ya nasıl olur?”
“Memlekette hiç müdür görmedik değil mi…”
“Müdür yanımıza ak entariyle ve kıravatla gelmesini mi bekliyordun? Burada müdür, her işi başkalarından daha iyi icra edebilen oluyor. Anlamazsa çalışanları nasıl kontrol edebilir? Bu adam bizim gibi işçiymiş, sonra başusta olmuş. Üç yıl öncesi ise müdür olmuş. Her gün her işçinin yanına en az bir defa gitmeden olmuyor. Bu günkü gibi. Müdür böyle olur işte!”
Eve döndüklerinde Hasan ile Aydın tekrar yataklara uzandılar. Mümün mutfağa kahve hazırlamaya gitti. Döndüğünde onların uykuya dalmış olduklarını görünce gülümsedi ve fincanını alarak taraçaya çıktı. ‘Yabancılar İçin Almanca’ ders kitabını önüne açtı. Bir aydan beri elinden düşürmüyordu onu. Yalnız dün akşam misafirleri yüzünden bu işi suistimal etmişti.
Hasan uyandığında Aydın’ı uyandırmamak için ayak uçlarına basarak taraçaya çıktı ve onun karşısına oturdu.
“Ne okuyorsun?”
Mümün kitabın kabını gösterdi.
“Harfler latince, ama sözlerden bir şey anlamadım.” Dedi Hasan.
“Yabancılar İçin Almanca Ders Kitabı.”
“Sen Almanca biliyorsun ya. Ustabaşı ile çatır çatır konuşuyorsun işte.”
“Benim Almancam kahvehanelerde öğrendiğim yarım yamalak bir şey.”
“Yani?”
“Yani bu dili daha iyi öğrenmek niyetindeyim. Okumayı ustabaşının yardımıyle öğrendim. Bir aydan beri de bu kitapla meşgul oluyorum.”
“Bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedebildin mi?”
“Zaman gösterecek… Bir kulüpte yabancılar için dil kursları var. Benim gibi acemiler için kurs bir buçuk ay sonra başlayacak. Gittim ve yazıldım.”
“Boş iş.” Dedi Hasan ve elini salladı.
“Neden?”
“Yabancı dil öğrenmek kolay iş mi? Öğrenciyken altıncı ve yedinci sınıfta Fransız’ca okuduk. Kaç söz öğrenebildim, biliyor musun?”
“Nereden bileyim? Sen söyle, kaç söz öğrenebildin?”
“İki yılda tam dört söz kalmış aklımda: “Jurnal mural”– duvar gazetesi demekmiş. Bir de “La kloş zon”– zil çaldı demekmiş. Bu hesapla burada altı ay kalırsam bir söz kalacak aklımda. On iki ayda ise iki söz.”
“Bunu da zaman gösterecek.”
Aydın da çıktı taraçaya, yanlarına oturdu ve sordu:
“Hımır hımır konuşurken uyandırdınız beni. Ne yapacağız şimdi?”
“Ne yapalım?” diye soruya soruyle cevap verdi Mümün.
“Ben acıkır gibi oldum.”
“Şimdi oturur hem birer bira içeriz, hem bir şeyler yeriz.”
“İşe hep daha alışamadık. Eve geldiğimizde kendimizi bayağı yorgun hissediyoruz. Lakin hafta sonunda bir lokantaya gitsek kötü olmaz diyorum.”
“Olur.” Diye cevap verdi Mümün ve esrarengiz bir şekilde gülümsedi.
Akşam yemeğine oturduklarında Hasan konuşmayı Mümün’ün dil kurslarına yazılmasına yöneltti. Aydın hemen kestirip attı:
“Beni öyle bir sorun ilgilendirmez. Niyetim burada altı ay çalışarak ikinci el bir araba almak ve iki-üç bin Mark kuru para biriktirebilmek.”
“Sonra?” diye sordu Mümün.
“Eve döneceğim ve taksici olacağım. Bizde şimdiki taksiler rus malı. Eski ve hantal. Ben Batı arabasıyle piyasada çabucak ad yapacağım.”
“Ondan sonra?”
“Sonrası ne?”
“İkinci el bir araç taksi işine en çok iki yıl dayanacak. Ondan sonra?”
“O zamana kadar yenisi için para biriktirmiş olacağım.”
“Başarabilirsen, ne ala! Hasan, ya sen ne düşünüyorsun?”
“Bir yıl öncesi ev inşaat etmek fikrine girdim. Arsa ve proje hazır. Tuğla için param var. İlkin inşaat için gereken parayı biriktirmem gerekiyor.”
“Memlekette enflasyon var diyorlar. O parayı neden elinde tutuyorsun?”
“Ne yapayım?”
“Derhal malzemeye dönüştür. O para ile bugün on bin tuğla alabileceksen bir ay sonra beş bin alırsın. Dört ay sonra ise okadarını da alamazsın.”
“Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?”
“Sen söylediklerimden değil, enflasyondan kork.”
Hasan gece yarısından sonra yatağa sokulduğunda Mümün’ün sözlerini bir türlü zihninden çıkaramadı. Ertesi gün çalışırken bile hep şu tuğla meselesiydi aklında. Öyle düşünürken bir defasında cilaladığı makine kısmının başında gereğinden çok daha fazla oyalandı. Öğleyin Mümün onun kulağına fısıldadı:
“Ustabaşının dikkatini çekmiş, bu gün işlerken dalgınlık göstermişsin. ‘Hasan’a söyle, dikkatli olsun. Bir bela olursa ne yaparız!’ dedi.”
“Anladım,” dedi Hasan alçak sesle ve iş günü sonuna kadar bu enflasyon konusuna dönmemeye çalıştı. Eve döner dönmez kağıt ve kalem alarak masa başına geçti. Leyla ile bugüne kadar da ayrı düşmemişlerdi ve birbirilerine mektup yazmak icabetmemişti. Nasıl başlasın, ona nasıl hitap etsin diye bayağı bir düşündü. Bir çeşit başladı, olmadı. Kağıdı yırtıp attı, başkasını aldı. Birkaç satır sonra onu da yırttı. Üçüncüde en nihayet gereken sözleri bulmuştu herhalde ki, kağıt üzerine bayağı bir şeyler döktü.
Mektubu tam bitiriyordu ki, Aydın uyandı ve gözleriye ötekileri aradı. Mümün’ü yine kitap üzerine düşmüş, Hasan’ı ise köy muhtarlığındaki katip gibi tükenmez elinde durmadan yazıp çizerken görünce narayı bastı:
“Ohoo!. Memleketten dışarı çıkar çıkmaz öğrenci oldunuz gittiniz! Ne bu yazıp çizmekler yahu! Doktor mu olacaksınız yoksa!”
Hasan kağıttan başını kaldırmadığını görünce dırıltısına az daha devam etti:
“Ne o, dargınlık mı var yoksa?”
Hasan yazmasını yarıda bırakmayınca Aydın meraktan patlayacak oldu. Usulcacık kalktı, arkasına geçti ve kağıda bir göz attı. Hemen sonra da yine yaygarayı bastı:
“O-hoo, daha dün geldik ve bugün hemen mektup yazmaya koyulduk!”
Hasan mektubun son noktasını koydu, kağıdı dörde katlayarak bir zarf içine soktu ve ta ozaman sakince konuştu:
“Azıcık bari kültürlü olan bir kimse başkasının işine burnunu sokmamaya çalışır. Hele gene karı koca mektuplarına hiç göz atmaz. Öyle değil mi? Mümün, mektubu memlekete adreslemek için bana yardım edecek misin?”
Mümün zarfı aldı, üzerine “Für Bulgarische Repüblik”6 diye yazdı. Sonra zarfı gene Hasan’a çevirdi.
“Burdan ötesini Bulgaristan’da yazdığın gibi yaz.”
Aydın kabahatlı kabahatlı oturuyor, gözleriyle Hasan’ı izliyor ve sahiden gücenip gücenmediğini anlamaya çalışıyordu. Nihayet dayanamadı:
“Afedersin Hasan. Sen de Almanca öğrenmeye başladın diye düşündüm ve onun için önündeki kağıda bakmış oldum. Buraya yetişeli daha üç gün oldu, mektup için hep daha erkendir diye düşünmüştüm.”
“Evde acele bir iş varsa mektup geç bile kalmış demektir.”
Aydın başını önüne eğdi:
“Bir daha af dilerim. İstemeden küstahlık ettim.”
Mümün hırdı zırdının önünü kesmek için hemen araya girdi:
“Aydın, sen de bugün olmazsa yarın eve mektup yazsan iyi olur. Evdekiler nerede bulunduğunu, işe başlayıp başlamadığını öğrensinler ve sakinleşsinler. Başa gelmesin, acele bir sorun yüzünden seni aramaları gerekirse hangi adrese baş vuracaklarını bilsinler. Haklı değil miyim?”
“Haklısın… Daha şimdi yazacağım. Bizimkiler Hasan’dan mektup geldiğini öğrenince ben neden yazmadım acaba diye telaşa düşmesinler.”
Yarım saat sonra hep birlikte postane yolunu tuttular.
“Buraya kadar gelmişken bir lokantaya girsek iyi olur. Size birer içki söylemek geliyor aklıma.” Diye konuştu Aydın.
“Lokantaya başka defa gideriz. Bu akşam şurada bira içmekle yetinelim.” Dedi Mümün.
“Dedim ya, size birer içki söylemek geliyor içimden!”
Mümün durdu ve sakin sesle izah etti.
“Buradaki lokantalarda fiyatlar çok yüksek. Ben buraya geleli artık bir buçuk yıl oluyor, lokantaya yalnız bir defa girdim.”
“Biz okadar mı fakiriz canım?”
Mümün birkaç adım ilerlemişti. Yine durdu, yine izah etmeye çalıştı:
“Senin kadar maaş alan bir Alman işçisi lokantaya yılda bir, en çok iki defa giriyor, o da mühim bir hadise varsa. Örneğin bayram, doğum günü, herhangi bir jübile… Lokantaya uğrayanlar çoğunlukla iş adamları. Daha fazla herhangi bir sorun üzerine konuşmak için oturuyorlar. Hem bu elbiselerle lokantaya girdiğimizde oradakiler bize hayretle bakacaklar! Yürüyün ardımdan!”
Yürüdüler. Yüz adım sonra dar bir sokağa kırdılar. Daha on adım gittiler gitmediler, Mümün bir kapıyı açtı:
“Girin!”
Girdiler. Bayağı genişçe bir salon, uzun uzun masalar…
“Oturun!” Dedi Mümün, onlara bir masa gösterdi ve uzaklaştı. Büfeye gitti ve üç kadeh bira ve kızartılmış patates ile dolu üç tabakla döndü.
“Şerefimize!” dedi ve kadehini kaldırdı.
“Şerefimize!” diye tekrarladılar diğerleri. Aydın sabredemedi:
“İyi bir lokanta işte. İçerdekilerin elbiseleri de bizimkilerden pek farklı değil. Neden olmayacak şeyler konuştun bize az önce, anlamıyorum.”
“Anlamıyacak ne var? Burası lokanta değil, birhane!”
“Farkı ne?”
“Fark fiyatlarda ve hizmette. Müşterilerin çoğu ayakta içiyor içkisini.”
“Neden?”
“Neden olacak, sandalyelere oturup garson bekleyen müşterilerin içkileri ayakta olanlara kıyasen üç defa daha pahalı.”
“Nasıl olur?”diye sordu Hasan.
“Neden olmasın?”
“Büfede çalışanın kaç birayı alçak fiyattan, kaçını yüksek fiyattan verdiğini nasıl hesap tutabilirsin?”
“Buna ne gerek var ki?”
“Hepsini alçak fiyattan harcadım diyerek farkı cebine indiremaz mi?”
“Ya büfede duran kişi birhanenin sahibiyse?”
“…Haklısın. Biz hep bizim memleketteki gibi büfelerin devlet malı olduğu düşüncesiyle yaşıyoruz… Burada daha çok farklı şeyler göreceğiz.”
-6-
Hasan ve Aydın haftanın sona ermesine en çok sevindiler. Her ikisi de çalıştıkları bu dört gün içinde hiç bir defa terlemediler. Buna rağmen yine de kendilerini bayağı yorgun hissediyorlardı. Cila makinesiyle günde sekiz saat çalışmak hiç de kolay değilmiş meğer! Kendilerini okadar çok saldılar ki, Cumartesi öğleye kadar yataklarda tekerlenip durdular.
“Haydi kalkın!” diye haykırdı en nihayet Mümün, “Öğle oldu artık! Akşama nasıl uyuyacaksınız!”
İlkin Hasan açtı gözlerini. Hep daha uykusu var gibiydi, ama kalktı, taraçaya doğru giderek hımırdandı:
“Evde olsaydık dinlence gününde böyle eşek gibi yatmayacaktık. Tütünle boğuşan ihtiyarlara yardım etmek için hemen köye koşacaktık.”
“Haklısın.” Diye cevap verdi Aydın ve esneyerekten sordu:
“Ne yapacağız? Vaktimizi taraçada oturup sigara içmekle mi geçireceğiz?”
“Benim teklifim hazır.” Dedi Mümün.
İkisi de soru dolu bakışlarla ona doğru baktılar.
“Bizim fabrikanın işçi kulübü yakında bir yerde bulunuyor. Canı sıkılan oraya koşuyor. İsteyen iskambil oynuyor, isteyen televizyon seyrediyor. Bazen başka fabrikalarda çalışanlar da geliyor. Oraya gidelim. Bazı soydaşlarla karşılaşır ve tanışırsınız.”
Ötekiler ne demek istediğini anlayamamışlardı. Mümün izah etti:
“Burada yabancı yalnız biz miyiz? Başka fabrikalar var, onlarda çalışan Bulgaristan’dan, Türkiye’den ve başka devletlerden gelenler var.”
“Bu aklımıza gelmemişti!” dedi Aydın. “Kalkın, gidelim!”
Yarım saat sonra kulübün kapısından girdiklerinde Mümün sağa ve sola bakındı, bir boş masa gösterdi:
“Oturalım. Memeleketten kimseyi görmüyorum. Yakında gelirler.”
Aydın dayanamadı. Büfeyi görür görmez gidip üç çay aldı.
Mümün etrafı tekrar gözden geçirdi ve izah etti:
“Duvar boyunda, televizyonun sağındaki masada iskambil oynayanlar bizim Kuzey Bulgaristan’dan. Temizlikçi şirketinde çalışıyorlar.”
“Yani sokak süpürgecisi demek istiyorsun.” Dedi Aydın alayımsı bir sesle ve gülümsedi. Mümün çok ciddi bir sesle devam etti:
“Biz onların emeğini doğru şekilde değerlendirmiyoruz. Çünkü bizde bu işle hiç bir ihtisası olmayanlar, hiç bir yerde iş bulamayanlar meşgul oluyor. Burada ise temizlikte çalışanların emeği çok iyi ödeniyor.”
“Ne kadar çok alıyorlar canım!?”
“Benim aldığım maaşın iki katından daha fazlasını. Kötü mü?”
“…Hiç de kötü değil,” dedi Hasan.
Aydın teslim olmak istemiyordu:
“Nesi kötü değil Hasan? Sokak süpürgecisi işte. Maaşlarının yüksek olmasına rağmen gidip onların yanında çalışmaya hazır mısın?”
“Bu anda sana ‘evet’ cevabı veremem. Bir gün gelir, belki ben de gider ve o şirkette çalışırım?”
“Yani kendine ‘sokak süpürgecisi’ dedirtmeye razısın?!”
“Yavaş yavaş işte buna alışmam lazım. Biz umumiyetle bu işi çok küçümsüyoruz. İnsanı elbisesine göre karşılıyoruz, lakin aklına göre uğurlamıyoruz! Sokakları temizleyenler olmasa, çöpler her gün toplanmasa, o şehir neye benzeyecek? Orada yaşayanların durumu ne olacak?”
“Ne olacağını düşünmek bana mı kalmış? Bunları düşünmek ve halletmek için maaş alan sorumlu kimseler var. Hiç bir iş bulamasam, yine de o şirkette çalışmam. Kendime sokak süpürgecisi dedirtmem. Burada öyle bir işte çalıştığımı öğrenen tanıdıklar ‘Aydın okadar beceriksiz ki, koskoca Almanya’da başka iş bulamamış ve gitmiş, sokak süpürgecisi olmuş’ demeyecekler mi?”
“Aydın, büyük lokma yut, büyük söz söyleme!”
“Bütün yıl işsiz dursam, yine de o şirkette çalışmam!”
“Bu sözlerinden bir gün gelir de utanırsın.” Dedi Hasan.
“Hiç bir zaman!”
“Yine konuşacağız. Biz beş günden beri buradayız, ama bu beş gün içinde süpürgeyle sokak süpüren görmedim. Fakat sokakları süpüren araç gördüm.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sen temizlik işlerinde çalışanları o kadar çok küçümsüyorsun ki, bu anda düşünemez duruma düşmüşsün… Anladığıma göre sokakların temizlik işleri için adamlar teknik araçlar kullanıyorlar. Yani Temizlik Şirketi’nde çalışanlar işlerin daha fazlasını makinelerle icra ediyorlar. Sadece makinenin sokulamadığı yerlere bir-iki süpürge vuruyorlar. Yalnız bizim memlekette temizlikçiler ellerine birer kocaman süpürge alarak bütün gün sokaklarda göklere kadar toz kaldırıyorlar, çöp dolu çuvalları yüzlerce metre uzaklara taşıyorlar. Kış mevsiminde ise günlerce kar kürüyorlar… Demek istiyorum ki Aydın, Batı bazı işlerde bizden çok ileri gitmiş.”
Aydın artık teslim olmaya hazır gibiydi, ama hep daha inatlığından vazgeçemiyordu. Kati olmayan bir sesle konuştu:
“Hasan, sen de ben gibi dün sefte çıktın memleketten dışarı, ama Batı’da yıllarca yaşamış gibi konuşuyorsun. Fantazin de çalışıyor galiba…”
“Fantazimi işletmiyorum, etrafıma bakınıyorum ve gazeteleri izliyorum.”
Mümün Aydın’ı dürttü:
“Teslim ol artık. Hasan haklı.”
“Öyle konuşma Mümün. Sen olsan sokak temizlikçisi olur musun?”
“Bu sorunun cevabını Hasan sana çoktan verdi.”
Aydın en nihayet sustu. Soğumaya yüz tutmuş çaydan bir yudum aldı. Sonra etrafına bakınarak hımırdandı:
“Daha bir kişi olsa da biz de iskambil oynasak.”
Cevap veren olmadığını görünce yerinden kalktı:
“Ben karşıki masada oynayanları seyretmeye gidiyorum.”
Mümün, Aydın’ın ne yapmak istediğini anlayamadı ve soru dolu gözlerle Hasan’a baktı. O, ‘bilmiyorum’ der gibi omuzlarını kıst ve gülümsedi:
“Madem oynayanlar var, seyirci de olması gerek. Her spor yarışmasında olduğu gibi. Bazı kimseler oynamaktan zevk duyar, diğerleri seyretmekten.”
Mümün dudak büktü kaldı.
On dakka geçti geçmedi Aydın geri döndü. Sandalyesine çöktüğünde çehresi bayağı allanmış gibiydi.
“Ne oldu, oynayanları mı beğenmedin, yoksa oyunlarını mı?” diye sordu Hasan. Aydın önüne baktı:
“Hiç.”
“Niçin okadar çabuk döndün? Bu gün sol tarafına mı kalktın, ne yaptın bilmem, ama rahatsızsın gibime geliyor. Az önceki sohbetimiz hoşuna gitmedi ve masadan kalktın. Şimdiyse iskambilcilerin oyununu beğenmedin, öyle mi?”
“Beğenmedim.”
“Acemicesine mi oynuyorlar?”
“Başımı ağartıp durmasan ya Hasan! Dibine darı ekecekmiş gibi sorup duruyorsun! Madem bilmek istiyorsun, söyleyeyim: Beni yanlarından kovdular! Seyirci istemezlermiş! Bu cevap yeterli mi?”
“Kovduklarını nasıl anladın? Türkçe mi konuşuyorlar?”
“Bulgarcaya benziyor, ama çok bozuk. Ne konuştuklarını anlamadığımı düşünerek içlerinden biri benim için olmayacak bir şey dedi. Hemen kafasını eziverecektim, lakin sabrettim. Çünkü onlar çoğunluk. Ama o konuşanın suratını belledim. Bir akşam bir köşede elbette ki yalnız kıstıracağım onu!”
“Sırp olmalılar. Oyunlarına karışacak oldun değil mi?” diye sordu Mümün.
“Hayır…”
“İyi ki karışmamışsın. Sakın bunu yapma! Hiç bir zaman! Burası bizim kent değil. Durup dururken aralarında kavga çıkarırlar, lakin anlayıp dinleyinceye kadar birleşirler ve onları ayırmaya gelenlere adamakıllı bir sopa atarlar. Az öncesi ne yapmak istediğini anlasaydım, oynayanların yanına sokulma diyecektim. Kart oynayanlar etraflarında seyirci olmasını istemezler.”
Aydın onlara hakikati söylememişti. Oynayanların birine “o kartı değil, diğerini at!” demişti alçak sesle ve bul-garca, lakin hepsi işitmişti. Oynayanlardan biri ağız dolusu küfretmiş ve cebinden bir bıçak çıkararak masa üzerine bırakmıştı. Aydın da derhal oradan uzaklaşmaya mecbur kalmıştı.
Kulübün giriş kapısında büyük bir grup belirdi. Bayağı şendiler.
“İşte size Bulgaristanlı bir grup!” Dedi Mümün.
“Nasıl anladın?”
“Yüksek konuşmalarından… Oho, Şumnulu’nun grupu!”
Kapıdan girenler Mümün’ü görünce yanına geldiler ve onunla eski dost gibi tokalaştılar. İçlerinden biri Aydın’a ve Hasan’a dikkatle baktıktan sonra sordu:
“Bunlar kimler oluyor Mümün? Bizden mi?”
“İkisi de Rodoplardan. Yeni geldiler. Tanışın! Hasan ve Aydın.”
Onlarla da tokalaştılar. Kim oldukarını sormuş olan izah etti:
“Bana Şumnulu derler! Bunlar da dostlarım: Deli Veli, Yavaş Sabri, Çakıldak Ahmet!”
Masaya yerleştiler ve sohbet derinleşti, çaylar bir kaç defa tekrarlandı. Ayrı ayrı yörelerden olsalar da, şimdi vatandan uzak bir yerde oldukları için kendilerini çok yakın hissediyorlardı. Geç vakitlere kadar oturdular. Nihayet ertesi akşam yine buluşmak dileğiyle kalkarken Şumnulu yine izahta bulundu:
“Bunların adları yerinde olduğunu derhal anladınız değil mi? Sabri ağzını açıp şap veya şeker deyinceye kadar mağazalar kapanıyor. Ahmet konuşmaya başladığında kimse durduramıyor. Çok geçmez Veli de ıspatlar adını.”
Ertesi gün Aydın daha öğle yemeğindeyken ‘kulüp’ sözünü sayıklamaya başladı. Eve geldiğinde de kulübe gitmek için diğerlerinin kafalarını şişirmeye başladı. Mümün ise Almanca kitabı elinde yine taraçaya atmıştı kendini.
“Sabırlı ol!” Dedi en nihayet. “Şurada yarım saatlik işim kaldı. Daha beş-altı alıştırmanın da cevaplarını yazdıktan sonra kalkıyorum.”
Lakin Aydın bir türlü durduğu yerde duramıyordu. Üç-dört defa kapıdan başını uzatarak Mümün çalışmayı hep daha bitirmedi mi diye baktı durdu.
Mümün de en nihayet önündeki kitabı kapadı ve ayağa kalktı:
“Hasan, kalk. Beklerken Aydın’ın canı çıktı. Taraça kapısından başını sık sık uzatmasına ben yoruldum, o yorulmadı.”
Şumnulular kulübe çoktan yerleşmişlerdi. İçlerinden biri elini salladı ve:
“Haydi be Rodoplular! Çok geç kaldınız!” diye narayı bastı. Elbette ki Çakıldak Ahmet’ti. Mümün gülerek Hasan’ın kulağına fısıldadı:
“Bir yerde yüksek sesle konuşanlara rasgeldiğinde bilmelisin ki, ya Sırbiya’dan, yahut gene bizim diyardan. Biz Balkanlıların kalabalık olduğumuz yere yerliler sokulmak istemiyorlar. Yüksek konuştuğumuza daima kavga ediyoruz gibilerine geliyor adamların.”
Çağırıldıkları masaya gittiler. Çok geçmedi, Şumnululardan biri sordu:
“Aranızda İskambil meraklısı yok mu?” hasan cevap verdi:
“Ben sohbeti yarıda bırakmak istemiyorum. Aydın’ı davet edin.”
Aydın’ın ise kulakları çoktan kabarmıştı. Hemen ayağa fırladı:
“…Dördüncü insan ararsanız ben hazırım!”
Üç Şumnulu ve Aydın başka bir masaya değiştiler.
Birinci masada Şumnulu konuşuyor, diğerleri dikkatle dinliyorlardı:
“…Burada daha bir yıl kalmayı düşünüyorum. Kısmetse dört yılı tamamlamaya bakacağım. Kardeşim, geçen gün yola çıktı. Yakında aldığımız minibüsle otomobil tamirhanesine lazım olan aletlerin yarısını götürdü. Geri kalanı da hazır, yani elimizin altında bulunuyor. Onları ve en lüzumlu makineleri bir yıl sonra memlekete dönerken ben kendim götüreceğim. Tamirhaneyi kardeşle ikimiz yolunca yordamınca çalıştırırız.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.