Kitabı oku: «Kestaneler Altında», sayfa 4
“Kuşlar uçup gitti mi Hayri? Kaldın mı yalnız?” Baktım. Bizim komşulardan biri.
“Misafirim vardı, Hasan ağabey.” dedim.
“E, bugün misafir, yarın gelin. Bir defa gelmiş, gene gelir. Ama ikinci defa geldiğinde kaçırma. Salma!”
“Okul arkadaşlarım Hasan ağabey. Uzaklardan. Bizim buraları görmeyi merak ettiklerini söylüyorlardı ikide bir.”
“Evet, evet.”
Hem sigarasına asılıyor hem uzaklara bakıyor, hem de bıyık altından gülümseyip duruyor. ‘Ah Hasan ağabey, ah Hasan ağabey. Ne şeytansın sen, ne şeytan!’ dedim içimden ve şakalarına devam edemesin diye sordum: .
“Ne var ne yok? Gençler bu sıcaklarda tütün toplamayı yetiştirebiliyorlar mı?”
“Tütün onların. İster başarsınlar ister başarmasınlar. Benim işim ayrı. İki inek bana yetiyor da artıyor. Zaten işte o iki ineğin hatırı için bir parça ekmek koyuyorlar önüme.”
“Ya aldığın emekli maaşı? Onun hatırı yok mu? Hep daha sen onlara yardım ediyorsun galiba?”
“Ne yapacaksın. Şimdi yeni, kanun çıkmış Hayri.”
“Nasıl kanun?”
“İhtiyarlar ölünceye dek bakacaklar oğullarına, oğullar da kendi oğullarına. Geride olan nesillere doğru dönüp bakmak yok.”
“Sen uydurmuşsun bu kanunu Hasan ağabey!”
“Ben değil, hayat. Şimdiki devrin kanunu bu.”
“..............?!”
Hiçbir şey anlamamış gibi gözlerine baktım. Ciddi ciddi duran yüzünde şaka, alay izi aradım, fakat bulamadım.
“Gel Hayri, gel de şu lokanta taraçasında birer kahve içelim seninle.”
Gittik, oturduk. Kahveler gelir gelmez başladı: “Hayri, sana bir hakiki masal anlatayım.” “Anlat Hasan ağabey.”
“Leylekler, bilirsin, başka yerlerde yaşar. Buraya sadece yavru yetiştirmeye gelirler. Bir yıl leylek yine gelmiş, yuvasını tamir edip yavru yetiştirmiş. Bütün yaz onlarla uğraşmış. Beslemiş, büyütmüş, onlara uçmaya öğretmiş. Güz gelince yine uzak yol görünmüş. Koca leylek yavrularını arkasına takıp yola çıkmış. Uça uça denizin kenarına varmışlar. Yavru leyleklerin kanatları hala iyice kuvvetlenmediği için dururmuş. Baba leylek onları arkasına birer birer alıp denizden geçirmesi gerekiyormuş. Birincisini almış ve çekilmiş. Suyun ortasına geldiğinde sormuş: ‘Ee, oğlum, seni bütün yaz besledim, büyüttüm. Bu hale getirdim. Şimdi de kanatların sağlam olmadığı için arkama alıp sudan geçiriyorum. Gün gelip ihtiyarladığımda sen de beni böyle taşıyacak mısın?’ ‘Evet, baba. Taşıyacağım, taşımaz olur muyum?’ diye cevap vermiş yavru. Leylek baba usulcacık bir tarafına eğilip yavru leyleği arkasından indirmiş. Geri dönüp ikincisini almış. Suyun ortasına geldiğinde aynı soruyu ona da sormuş. Ondan da aynı cevabı almış. ‘Evet baba. Seni arkama bindireceğim ve denizden geçireceğim.’ Leylek baba onu da usulcacık arkasından indirmiş, yine geri dönmüş. Üçüncüsünü de denizin ortasına kadar götürdükten sonra aynı soruyu ona da sormuş: ‘Oğlum, kanatların daha sağlam değil, denizi uçarak geçemiyorsun. Onun için de arkama aldım seni. Gün gelip uçamaz olduğumda sen de beni böyle arkana bindirip denizin diğer tarafına geçirecek misin?’ Üçüncü yavru leylek ne cevap vermiş, biliyor musun?’
“Ne cevap vermiş?”
“Hayır baba, ben seninle uğraşamayacağım. O zaman benim yavrularım olacak, onları taşımam gerekecek!”
Üçüncü yavru doğru cevap vermiş. Doğru cevap verdiği için de baba leylek yoluna devam etmiş ve onu denizin diğer tarafına geçirmiş. Birinci ve ikinci yavru yalan söyledikleri için ve baba leylek onları cezalandırmış.”
Bu hikâyeden sonra Hasan ağabeyle hayatın çeşitli kuralları üzerine uzun uzun konuştuk. Ayrılırken kulak dolusu haykırdı:
“Hem bu akşam otobüs yanında dediklerimi unutma!”
“Hangi dediklerini?”
“Bir gencin omzuna kuş bir defa konar, en çok iki defa. Üçüncü defa konsun diye bekleme, hiç umut etme. Delikanlılık babayiğitliktir ama bir zamana kadar!”
Ah şu Hasan ağabey. Boşu boşuna Şakacı Hasan dememişler. Lafı döndürür dolaştırır, usulcacık bir şaka salmadan olamaz. Ama ben de kalkıp evleneceğim en nihayet. Evleneceğim en nihayet ki, komşular konuşup durmasınlar.
01.09.1983
Artık tütünü kolayladık. Olgun yapraklar iyice azaldı. Yanma tehlikesi şöyle dursun, her gün toplamak bile icap etmez oldu. Yeni yetişen yaprakların olgunlaşması için beklemek gerekiyor.
Baş muharrir yardımcısının tütün istahsilinde çalışan ve bu işle hane geçindiren gençler için teklif ettiği röportaj kafamda olgunlaşmış gibiydi. Oturdum ve yazdım. Yazdım ama Semra’nın tembihleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Nedendi bu tembih, bir türlü anlayamıyordum.
Tatil sonu artık ufukta görünmeye başladı. Okul arkadaşlarımı da çok özlemiştim. Hele de Semra’yı…
07.09.1983
Röportajı bugün gazeteye postaladım.
Dört günlük bir ara verdikten sonra olgunlaşan tütün yapraklarını toplamaya devam ettik.
Sabah erken, tan yeri ağarırken tütün tarlasının yolunu tuttum. Babam ve annem atı arabaya koşuncaya kadar biraz yürümek istiyordum. Hava tertemiz. Hoş ve hafif bir yel esiyordu. Etrafı nefis bir tütün kokusu sarmış. Köy içinde kuru tütünün kokusu, kırlarda olmaya yüz tutmuş olan yaprakların kokusu. Köyün alt tarafından geçen Kapandere boyundaki çalılıklarda ötüşüp duran bülbüller gece konserine son vermek üzere. İçimde bir hafiflik, bir hoşluk var. Kırların temiz havasını soludukça biraz daha dinçleşir gibi oluyor insan.
Tarlaya girdim ve sıranın birini önüme kattım. Kafamda başka bir makale dolaşıyor. Bu defa ana dilimizin temizliği için yazmak istiyorum. Yeni yetişen öğrencilerimiz ve okulu artık terk etmiş olan gençlerimiz son zamanlarda öyle bir dilde konuşuyorlar ki, değme gitsin. Bazı sözleri yerli yersiz kullanmak, cümlelerin yıkıklığı, yumuşak sesleri sert telaffuz etmek, vurguyu olur olmaz yere koymak en küçük kusurlardan sayılır. Kullandıkları sözlerin yarıdan fazlası yabancı. Yabancı sözleri Türk dili gramerine uydurmak, Türkçe sözleri yabancı dil kaidelerince kullanmak… Bütün bunlar hem gülünç hem acınası haller…
Hem kırdığım tütün yapraklarının çıtırtısını dinliyorum, hem de yazacak olduğum makalede değinmek istediğim sorunları belirliyorum.
“Kolay gele Hayri!” diye haykıran bir ses geldi kulağıma. Baktım, yine bizim Şakacı Hasan ağabey. İnekleri önüne katmış, küçük torununu yanına almış ve köy altındaki çayırlığa doğru yola koyulmuş. Doğruldum ve cevap verdim:
“Allah razı olsun Hasan ağabey! Bugün yalnız değilsin demek. Yanında konuşacak kişi olacak. Leylek yavrusunun yavrusu. O da palazlanıyor artık, uçmaya hazırlanıyor… “
“Sen yine derine dalmıştın. Sesimi bir defada iletemedim!”
“Yok, yok…”
“İşler çok düşünmekle hallolunmaz, Hayri! Faaliyete geçmek lazım, faaliyete! Yarın nişan falan, öbür gün davul zurna ve düğün. İşler uzatmaya gelmez!”
Hasan ağabeyin ağzı durmaz ki…
“O da olacak Hasan ağabey, o da olacak!”
… Şu dil temizliği konusu bir defa kafama girmiş, beni artık rahata bırakmaz. Ne zaman yazacağım? Ama Semra’nın şu tembihi nereden çıktı, hala akıl erdiremiyorum.
05.10.1983
Tütün tarlası boşalır gibi olmuştu ki, tatil de sona erdi. İşte yine başkentteyim. Öğrenci yurdundaki oda arkadaşım benden önce gelmiş. İlk haberleri, yenilikleri ondan öğrendim: Doçent yanına yeni yardımcı almış, birinci ders yılına ayak basanların arasında epey kız öğrenciler varmış, yeni yıldan sonra bir ay için tatbikata gideceğimiz okullar daha şimdiden belli olmuş, ders yılının ikinci haftasında Rila dağlarında bir köye patates çıkarmaya gidecekmişiz. Bu sabah biyoloji fakültesinde Semra’yı görmüş. Yanında bayağı güzel bir kız arkadaşı varmış, onunla tanışmış. Konuşkan, senli benli bir şeymiş.
“Adı Seniha mı?” diye sordum. Bedri yatağına uzanmış yatıyordu ya, birden ayağa fırladı.
“Sen nereden biliyorsun? Onunla tanışıyordun da şimdiye kadar bana neden bahsetmedin? Hey, Hayri, yalnız kendini düşünme!”
“Onunla ben de yakında tanıştım.” dedim.
“Yakında mı? O da ne demek?”
“Semra ile ikisi ağustos ayının ortalarında misafirim oldular.”
“Neee ?!”
“Evet. Çalıştıkları yerde iş bitince eve gitmeden önce bizim köye geldiler. Rodopları görmek istiyorlarmış. Bu sabah karşılaştığınızda sana anlatmadılar mı?”
“Hayır…”
“İki akşam kaldılar bizde. Hatta tarlaya tütün toplamaya bile götürdüm onları.”
“Deme be…! Sen herhangi bir bela yapmayasın? Mesela ergenliğe elveda demek gibi bir şey?”
“Yok öyle bir şey. Semra Rodopları görmeye çok meraklıyım demişti daha ilkbaharda, ben de gel gör diye cevap vermiştim. Geldi işte. İyi ki yalnız değildi. Yalnız gelseydi sen de bizim köydeşler gibi…”
“Ne halt etmişler senin köydeşlerin?”
“Hayri gelin mi getirmiş yoksa, diye anneme sorup durmuşlar günlerce.”
“Olsa da olur. Evlenmek sana yasak mı yoksa?”
“Yasak değil elbet ama yok öyle bir şey… Şimdilik…” “Şimdilik?”
“Sus be!” diye çıkıştım Bedri’ye en nihayet. “Amma da uzattın ha!”
“Tamam tamam. Ama… evlenmiş olsan bile…”
Rastgele elimde bulunan kalınca bir kitap fırladı gitti ona doğru. Anında eğilmeseydi başından vurulup yıkılacaktı yere. En sonunda sustu hele. Lakin ne gizleyeyim Semra için söz etmesi benim de hoşuma gidiyordu…
Öğleden sonra gazeteye uğradım. Başmuharrir yardımcısı selamımı daha kabul etmeden konuşmaya başladı:
“Röportajı çok geç yolladın. En az bir ay önce gelmeliydi. Yaz mevsimi geldi geçti. İşlediğin konu artık aktüel değil.”
Söylediklerinin doğru olduğuna o da pek emin değil gibi geldi. Ama bıçak da onun elindeydi, peynir de. Yazıya gazetede yer isterse verir, istemezse vermez.
“Siz bilirsiniz,” dedim sakin sakin ve odasını terk ettim. Mart ayında çalışmaya başlayıp bütün yaz ve güz, hatta kış aylarında bile bu bitkiyle meşgul olan ve ederini ertesi yılın nisanına kadar alamayan köydeşlerim için tütün hiç de mevsimli bir iş değildi. Yani bu sorun onlar için her zaman aktüel idi. Lakin başkentten dışarı çıkmayan, hele de Rodop köylerine ayak basmayan bir kimse bütün bunları nereden bilsin?
Yatakhaneye döndüğümde beni Bedri de gürültüyle karşıladı: “Haydi be, nerelerde kaldın? Öyle güzel bir işi bozmuş olacaktın az kala!”
“Neymiş o? Güzel dediğin işler için senin anlayışın benimkinden epey farklıdır ama söyle bakayım.”
“Semra ile Seniha az sonra bizim odaya kahveye geliyorlar.”
“Bu mesele nereden çıktı böyle?”
“Üç saat öncesi onları kütüphanede gördüm ve senden izin almadan ikimizin adına onları kahveye davet ettim bizim odaya. Kötü mü etmişim?”
“Bir defacık bari senin kafana da bulduruşlu bir düşünce gelsin. Bravo. Eee, hazırlık yaptın mı?”
“Ohoo! Derhal tedbir aldım! Beş dakika sonra masa hazır. Biliyorsun ki, böyle işler elimin kınasıdır.”
Misafirleri memnun ettik diye düşünüyorum. Bedri sohbet teşkilatlandırma işinin ustası. Hiç yoktan bir şeyler yaratıyor. Ama bu sohbetten en memnun kalan yine kendisi. Bütün gece Seniha’ da idi gözleri. Ona öyle dikkatle bakıyordu ki, ağzının suları akmaya başladı başlayacak. Bunu Semra bile anlamıştı. Bedri’ye her baktığında dudak ucuyla gülümseyip duruyordu. Lakin bir ara dananın kuyruğu kopacaktı az kala. Saat başı gelmiş gibi hepimiz susmuştuk. Şeytan yine araya girmiş olacak ki, Bedri:
“Kızlar, biliyor musunuz ki, bizim Hayri’nin elinden yazarlık geliyor?” diye patlattı havaya.
“Öyle mi?” diye şaştı kaldı Seniha. Sonra bana döndü:
“Gerçekten mi? Yazıyor musun? Şiir mi, düz yazı mı?”
Bedri ateşli ateşli devam etti:
“İki öyküsü çıktı gazetede. Bir de makale. Hem de epey uzun. Yaz tatilinde kim bilir daha kaç tane hazırladı.”
Semra derin derin baktı gözlerime bir şey demek ister gibi. Anlayamadım ne demek istediğini.
Seniha yine aynı heyecanla:
“Gerçekten mi? diye sordu bana, sonra da Bedri’ ye bakarak. “Bedri abartıyor, deneme gibi bir şeyler işte,” dedim.
“Ne abartması be. Yalnız benim bildiklerim…”
Burada artık acele etmem icap etti:
“Ama kitap? Bugünkü kitabı unutmadın değil mi?”
“Tamam tamam,” diye cevap verdi Bedri ve ‘Teslim oluyorum’ der gibi hemen ellerini de kaldırdı.
Seniha bana döndü bu defa:
“Ama kitap da mı yazıyorsun?”
“Yok,” dedim, “Bedriyle bir kitabı beraber okuyacak oluyoruz. Hem kalın hem ilginç.”
Bu kadarla her şey kapandı ve misafirleri tatlılıkla uğurladık.
07.10.1983
Doçent’i daha hiç göremedim. Gelir gelmez onu neden aramadım diye beni azarlayacak diye tahmin ediyorum. Yarın derslerden sonra bu işi nasıl halletmeliyim?
08.10.1983
Bugün en nihayet hocamı ziyaret edebildim. Bedri’nin dediği doğruymuş. Yarından sonra bir ziraat kooperatifine patates çıkarmaya gidiyoruz. Vakti varmış, geniş geniş konuştuk. Tatili nasıl geçirdiğimi, bir şeyler yazıp yazmadığımı ince ince sordu. Muharririn röportajı beğenmediğini gizledim. Belki hakikaten de başarısız bir yazıydı. Fakat onun haberi olup dururmuş. Evirdi çevirdi sözü oraya getirdi. lkıla sıkıla meseleyi anlattım.
“Yardımcı beğenmemiş ama Başmuharrir beğendi.” dedi. “Önümüzdeki sayıların birinde yer verecek senin röportaja.” Nasıl oluyor da biri beğeniyor, diğeri beğenmiyor diye sormayacak mısın Hayri?”
“Ne bileyim. Bir yazıya herkes aynı kıymeti veremiyor herhalde”
“Haklısın. Herkes bir yazıya aynı kıymeti biçemez. Biri diğerinden daha az veya daha çok beğenir ama biri menfi, diğeri müspet diyemez ki!”
Sustum. O da sustu bir an. Sonra daha sakin ve daha alçak bir sesle devam etti:
“Bu konuya başka bir zaman yine döneceğiz ve daha geniş konuşacağız. İleride ona yine dönmek icap edecek!”
Semra’yı bu akşam yemekhanede bekledim. Umut ettiğim vakitte Seniha ile birlikte geldiler. Yemekten sonra kahve içmeye gittik. Seniha kahvesini çabuk çabuk içti ve bizi yalnız bıraktı. Az sonra biz de kalktık ve Kestaneli sokakta Kartal köprüye doğru yürüdük. İkimiz de susuyorduk. Çoktan beri zihnimi kurcalayan soruyu en nihayet sordum:
“Semra, bizim köyden ayrılırken kulağıma bir şeyler fısıldamıştın, hatırlıyor musun…”
“Evet, hatırlıyorum.” dedi.
“Sebebini bugüne kadar anlayamadım.”
“Yazdıkların gizlice okunuyor. Anlayamayacak ne var?”
“Kim olabilir? Bedri’yle yaşıyorum. Artık dördüncü yıl. Ondan başka kim yapabilir bu işi?”
“Bilmiyorum.”
“Sen nasıl anladın?”
Durdu. Gözlerimin içine baktı.
“Sorma. Çok rica ederim. Bununla ilgili hiçbir şey sorma. Otobüse binerken tembihlemem seni çok yakın bir dost hissetmemin ifadesi değil mi?”
“Teşekkür ederim.”
“Sabırlı ol. Zamanı geldiğinde bu konuyu ben açacağım sana. Ama rica ederim bütün yazdıklarını daha gizli bir yerde tutmaya çalışsan iyi olur.”
Bir dakika sonra bu ciddi konuşmadan eser bile kalmamıştı yüzlerimizde. Çok tatlı, çok şen konuşarak akşam gezisine devam ettik.
25.10.1983 Rila dağlarındaki ziraat kooperatifinde on dört günlük işten döner dönmez Doçent gene aradı. Gittim. “Bayağı bir iş bitirdiniz mi?” “Evet.” “Nasıl geçti iş günleri? Her şey normal miydi?” “Evet. Neden sordunuz?” “Yolsuzluk falan olmadı değil mi? Şenlikler, yarış, akşamları ateş başında şarkılar, türküler, oyunlar…?” “Tam öyle.” “Gazetenin Baş muharriri sordu seni geçen günler. Görmek istiyormuş. Söyledim nerede olduğunuzu. Döner dönmez onun yanına uğramamı istedi. Bugün gitsen iyi olur.” Gittim. Doçent gibi o da bayağı şen karşıladı. O da iş zamanında günlerin nasıl geçtiğini sordu. Ona da aynı cevabı verdim. “Otur ve derhal bir röportaj yaz. Erken kalkmalarınızı da yaz, aranızda geçen yarışları da. Akşamları ateş başında geçen saatleri de yaz, oyunları, şarkıları, şakaları da. Köylülerin sizden duydukları memnuniyeti de yaz, ufak tefek yolsuzluklar var ise, onları da. Yaz işte… Gazetede üniversite öğrencilerinin günlük hayatına da yer ayıralım arada sırada. Ama bu defa acele tut, konunun “aktüelliğini kaybettirme!” Son sözleri söylerken bıyık altından bayağı bir gülümsedi. “Ne kadar acele?” diye sordum. “İki, üç, bilemedin dört gün!”
28.10.1983
Defteri üç gündür açıyorum, dakikalarca bakıyorum ona. Nereden başlayayım diye sorup duruyorum kendi kendime. Nereden başlayacağımı bilemeyince de defteri kapayıp masadan kalkıyorum. Hakikatte ise yazacaklarım var. En nihayet bugün katiyen yazacağım dedim ve yazmaya başladım.
Birinci, Başmuharririn istediği röportajı hem zamanında hem de büyük bir kolaylıkla hallettim. Daha ilk akşam oturdum ve şunun şemasını bari hazırlayayım dedim. Şema oldu olmadı derken münderecatını işlemeye başladım. Başmuharrir yaz işte, yaz da yaz demişti ya. Öyle bir şey oldu. Uykum dağılmıştı. Ben de yazdım da yazdım. Rila dağlarının eteklerinde bulunan köyde geçen günler gözümün önüne dizilivermişti. Yorucu işi de yazdım, şen şakrak geçen günleri de, köyde kalmış ve kooperatifin her işini yüklenmiş olan ihtiyarlarla yakınlığımızı da. Götürdüğümde Başmuharrir bir solukta okudu ve memnun bir sesle:
“İyi. Güzel bir röportaj olmuş. Derhal salacağız,” dedi, İkinci, Başmuharririn yaptığı yeni teklif bana bomba gibi geldi. Yeni yılın başında gazetede daha bir iş yeri açılıyormuş ve o, bu yere beni münasip görüyormuş. Daha bir şeyler konuştu ama şimdi bir türlü hatırlamıyorum. Beklenmedik teklif karşısında her halde dilim tutulmuş kalmışım. Kendimi toparladığımda dikkatimi çeken şey ikimizin de susmasıydı.
“Eee? Bir şey de edin?”
“Ne diyeyim. Benim için beklenmedik bir teklif. Başarabilecek miyim acaba?”
“Düşün taşın. Danışacağın kimse varsa danış. Kararını verdiğinde gel ve bana bildir.
Üçüncü, Doçent’ in tutumu. Gazetenin yayınevinden çıktığımda aklıma gelen ilk düşünce Başmuharririn teklifinde mutlaka Doçent’ in de parmağı olmasıydı. O ise meseleyi anlattığımda bambaşka bir tavır aldı. Daha ilk tutumu, haberi olmadığını ifade ediyordu. Daha sonra açıktan açığa bana yapılan tekliften memnun olmadığını belli etti. Ama en beklemediğim şey ortaya daha sonra çıktı.
“Sizin tavsiyenize ihtiyacım var öğretmenim. Sizden başka danışacak daha yakın kimsem, güvendiğim arkadaşım yok. Ne diyeceksiniz ne tavsiye edeceksiniz,” diye sorduğumda cevabı şu oldu:
“Küçük değilsiniz. Kendiniz karar alın. Ne desem doğru olmaz. Hayatınıza ne yön vereceksiniz, gelecek için planlarınız nasıl, ebeveyninize olan bağlılığınız ve evlatlık borcunuz, ailevi sorunlar, eş, dost…, nasıl kişiler arasına düşeceksiniz … Başkentte yaşamanın ve çalışmanın vereceği önerileri şimdilik bir tarafa bırakın ve bütün diğer sorunları göz önünde bulundurun.”
Dördüncü, Bedri hepten başka türlü konuştu:
“Ne düşünüp duruyorsun? Şaşarım senin aklına. Derhal kabul et. Devlet kuşu her insanın omzuna konmaz. Konduğu yere de bir defacık konar. İkinci defa bekleme. Haydi, kaç kişi iş bulabilir başkentte? O da gazeteci! Taşradan gelen makale, öykü, şiirlere gazete sayfalarında yer verilmesi, verilmemesi sana bağlı olacak. Yazmaya çalışanlar senin gözlerine bakacaklar, gözlerine! Kendi yazdıkların ise daima yer bulacak gazete sayfalarında!”
“Öyle değil Bedri, senin bilmediğin veya anlamadığın meseleler var,” diyecek oldum ama ne gezer. Hep aynı ruhta konuştu da konuştu. Bir ara ona neden açıldım diye kendi kendime kızar gibi oldum ama sonra düşündüm. Alacağım karar ondan gizli kalamaz. Neyse. Sakinleşmeye başladığını hissettiğim an:
“Yalnız bir ricam var senden Bedri. Ben karar alınca ve işe başlayıncaya kadar kimseye açıklama bu söylediklerimi. O zamana kadar gizli kalsın,” diye rica ettim.
“Ama sen hep daha tetikliyor musun?”
“Önümde bir sürü başka vazifeler var. Tatbikata gideceğiz, diploma işini yazmak var. Devlet imtihanları, sonra… sonra muharrirliği acaba başarabilecek miyim?”
“Budala! Gazetelerde işleyenlerin hepsi senden daha hazırlıklı, daha becerikli, daha akıllı mı yoksa?”
“Dur, öyle konuşma. Sen olsan ne yapardın?”
“Derhal kabul ederdim! Başarır başarmaz, alırdım vazifeyi üzerime. Kimse her şeyi öğrenip de gelmemiş bu dünyaya. Kimse her işin inceliklerini onun içine girmeyince öğrenemez.”
“Ama…”
“Ama deyip durma bana! Kabul edersen kız öğrenciler dört döner etrafında. Cebinde paracığın da bulunur her zaman. Pastaneler, lokantalar, tiyatrolar senin olur. Bu akşam bir kızla, yarın akşam başka kızla, o restoran, bu restoran, o sinema, bu sinema…”
“Kabul etmezsem?”
“Kabul etmezsen bir köyde öğretmen olursun, biter gider.”
“Taşrada öğretmenliğin ne kötülüğü var canım?”
“................ ?!”
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve elini salladı: “Ne kafa tutarsam seninle! Budala be, budala işte!” Kapıyı hızla çarparak çıktı gitti yatak odasından.
04.11.1983
Bir haftadır karar alamıyorum. Doçent’ i gördüğüm yok son zamanlarda, iki gün önceki dersi saymazsak tabii. Derse son anda girdi. Zil çalınca da derhal kabinesine toplandı. Başka vakit dersten önce olsun, sonra olsun aramızda biraz kalır, hal hatır olur ve bizimle sık sık şakalaşırdı. Şimdi benden kaçıyor sanki…
Bedrinin de ateşliliği azıcık olsun kesildi. Şimdi daha sakin konuşuyor. Zaten yedi gün içinde yalnız bir defa döndük bu konuya. Birinci defasında hala karar almadın mı diye sordu sakin bir sesle. İkinci defasında biraz daha uzun konuştu.
“Tamam. Diyelim ki kabul ettin ve bu işi başaramadığını gördün. İşi yolunca yordamınca terk etmek yok mu?”
Birinci defasında olduğu gibi yine susmakla cevap verdim.
18.11.1983
Bedri ile bugün bir daha uzun uzun konuştuk. Bu defa daha sakindi ve gazetecilik işiyle ilgili olan görüşleri daha ciddiydi.
Nihayet Başmuharririn teklifini kabul etmeye karar verdim. Yarın gazeteye uğrayıp cevabımı söyleyeceğim.
20.11.1983
Öğle saatlerinde üniversiteden çıkıyordum ki Doçent ile karşılaştık.
“Teklif edilen işi kabul etmişsin.” dedi hayli donuk bir sesle. “Evet hocam, kabul ettim.”
“Hayırlısı olsun. Karar senin. Sonu hayırlı olsun. Başarılar dilerim” dedi yine ayni donuk sesle
Nedenini hala anlayamıyorum ama Doçent gazeteye işe gitmemi onaylamıyor. Çocuk değiliz elbette ki, her şeyi büyük bir heyecanla yaşamayacağız. Ama önceleri benim her başarıma sevinir, onaylar, teşvik ederdi. Şimdi ise Başmuharririn teklifini kabul etmemi doğru bulmamıştı. Neden acaba?
20.12.1983
Bir aydır derslerle uğraşıyorum. Üç sınavım kalmıştı, onlardan ikisini hallettim. Diğerini şubat ayına bıraktım.
Ondan sonra devlet sınavları ilkbaharda, yani beş ay sonra. Şimdi artık gazetedeki işe sakin sakin başlayabilirim.
23.12.1983
Bugün gazeteye uğradım. Başmuharrirle uzun uzun konuştuk.
Ayrılırken:
“Anlaştığımız gibi, iki ocakta burada ol. Vaktin var ya, bir de öykü hazırla o zamana kadar ve gelirken getir. Kötü olmaz.” dedi.
Başmuharrir ile konuşurken dikkatimi çeken bir şey oldu. Ben içerdeyken yardımcısı iki üç defa girdi çıktı ama onların yanına yakında işe başlayacağımdan habersizmiş gibi, beni hemen hemen tanımıyormuş gibi bir davranışı vardı. Başmuharrir ona söylememiş olabilir mi acaba?
03.01.1984
Yine bayağı yazacaklarım toplandı. Birdenbire birkaç hadise yığıldı birbiri üstüne. Yeni yıldan önce üç gün için köye gidip bizimkileri görmeyi arzu ediyordum ama şu parasızlığı ne yaparsın. Babam bu yakınlarda yine yollayamadı. Son ayın bursu da gecikti. Her defa, ayın sonuna dört yahut beş gün varken veriyorlardı. Şimdi iki gün kaldı burs hala yok. En üstüne kapak gibi tren garında da iş yoktu bugünlerde. Bedri’nin de işi yok gibi Semra ile Seniha’yı bulmuş ve yeni yıl akşamı dördümüz bir arada eğlenceye gidelim diye teklif etmiş. Onlar da kabul etmişler. Ya para? Yokluk sebebiyle akşam sabah yalnız kahvaltı ile geçirdiğim bugünlerde eğlenceye gitmeyi nasıl getirebilirdim aklıma? Giriş bileti, oraya girebilmek için uygun elbise, yiyecek içecek, kızlara şövalyelik etmek… Bunların hepsine para nereden?
“Ben biraz yardım ederim.” dedi Bedri. “İşe başlıyorsun ya, ilk maaşı aldığında çevirirsin.”
İyi ki eski yılın son gününde bursları alabildik ve yakam azıcık genişledi.
Öğrenci yurtlarına yakın bir eğlence salonu vardı, Bedri oraya almış giriş biletlerini.
Çok eğlendik. Gecenin epey ilerlemesine rağmen hiç yorgunluk hissetmiyorduk. Dans üstüne dans etmeye devam ettik durduk. Saatin kaça vardığı belli olmayan bir sırada Bedri:
“Takılın ardıma! Dört kişilik bir boş masa buldum. Biraz dinlenelim! Kahve ve viski benden!” dedi.
O an Seniha soru dolu gözlerle bana bakıyordu.
“Ne oluyor ona?” diye sordum ellerimin de yardımıyla.
Dudak büktü, ne bileyim der gibi. Sonra daha fazla kendine konuşur gibi mırıldandı:
“Çok şen, çok heyecanlı görünüyor bir saatten beri. Göğün yedinci katında bulunuyor sanki.”
“Bana da öyle geliyor, içkiyi fazla kaçırmış olmasın?” dedim.
Yürüdük gösterdiği masaya doğru. Büfeden aldığı kahveleri ve viskileri derhal yetiştirdi.
“Ha buyurun! Bedri ağabeyiniz sayesinde ne masasız kalırsınız ne gene içkisiz!” diye haykırdı.
Oturduk ve azıcık dinlendik. Bedri hep öyle şen şakır.
“Ne oluyor sana, daha içmeden sarhoş mu oldun yoksa?” diye sordum fısıltıyla.
“Ben mi? Ben buraya geleli beri hem büyülendim hem sarhoş oldum!” diye yüksek sesle cevap verdi.
“Sebebi?”
“Sebebi Seniha! O büyüledi beni! Onun dansları, saçları, sözleri büyüledi beni. Hem öyle büyü ki, bozulacak gibi değil!”
“Deme be!” diyerek güldü Seniha. “Şimdi ne olacak? Bu büyüyü bozmak için hangi muskacıya başvuracağız?”
“Dur, muskacı falan gelinceye kadar söyleyeceklerim var!” Hemen ayağa kalktı ve ciddi sesle devam etti:
“Hayri, Semra, siz de dinleyin ve şahit olun. Ben bu anda Seniha’ ya âşık olduğumu ilan ediyorum. Seniha, ben seni seviyorum! Benimle evlenmeye razı mısın? Şu anda şahitlerin önünde cevabını bekliyorum!”
Semra ona dik dik baktı ve sordu:
“Bedri, sen ciddi mi konuşuyorsun? İçmeden sarhoş olmak yok değil mi? Doğru cevap ver!”
Cevap yok. Hepimiz susmuş, gözlerimiz Bedri’de. Bu defa Seniha sordu:
“Bedri bak, Semra ne soruyor.”
“Evet Semra, ben sarhoş değilim ve ciddi konuşuyorum. Ben Se niha’ ya aşığım. Bir daha soruyorum, Seniha benimle evlenir misin?”
Semra ayağa kalktı:
“Durun bir dakika,” dedi ve Bedri’nin yanına geçti.
“Solu!”
Bedri derin derin, doktor önünde solur gibi soludu.
Semra bu defa Seniha’ya döndü:
“İçkili değil. Ciddi konuşuyor. Cevap verebilirsin.”
Bu defa Seniha ayağa kalktı:
“Evet Bedri, ben de seni seviyorum!”
Ardından buseler geldi. Sonra kadehler tokuşturuldu.
Ama iş bu kadarla kalmadı. Bedri viski kadehinden büyük bir yudum çekti, sonra derin derin nefes aldı ve kendi kendine ama hepimizin duyacağı sesle konuştu:
“Oh be, büyük bir yük kalktı üstümden!”
Gülüştük. Sonra tekrar kaldırdık kadehleri. Hepimiz sustuğumuzda Bedri bana döndü aynı ciddiyetle:
‘‘Sen ne duruyorsun?”
“Durmuyorum. Ben de sen gibi içiyorum işte.” dedim.
‘Benim üstümde büyük yük yok ki’ diyecektim az kala ki, o devam etti:
“Ne bekliyorsun? Semra’dan mı gelsin ilanıaşk? Erkek gibi vazifeni icra etsen ya! Kaç aydan beri ‘Semra, Semra’ diye sayıklayıp duruyorsun rüyalarında hemen hemen her gece.”
“Bedri!” diye sert sesle haykırdım.
“Ne var? Yalan mı söylüyorum yoksa? Hakikat değil mi?”
Seniha da çıkardı sesini. O da ciddi ciddi sordu:
“Bedri yalan mı söylüyor yoksa Hayri?”
Bir şey diyemedim. Ne “evet”, ne” hayır”. Dilim tutulmuştu sanki. Utanmaktan gözlerimi masadan ayıramıyordum. Bir ara nasıl oldu bilmem; Semra’ya çevirdim bakışlarımı. O da bana bakıyordu ve “Haydi, biraz daha cesaret topla kendine” diyordu sanki. Yüzüm kızara bozara sorabildim:
“Ne yapacağız, Semra?”
“Ne yapalım, Hayri?” diye sordu o da gülümseyerek. En nihayet benim utangaçlığımı anlamış olacak ki:
“Ben seni seviyorum Hayri. Ya sen?” dedi.
“Ben de seviyorum seni Semra. Hem de çok!” diye cevap verdim. Nasıl diyebildim bu sözleri hala bilemiyorum. Ondan sonra daha ne kadar dans ettik, öğrenci yurduna ne zaman toplandık, bir şey hatırlamıyorum. Hepsi hala rüya gibi. Hatırladığım bir şey varsa o da Bedri’nin lakırdıları. Bir ara masaya yine oturmuştuk.
“Size bir havadisim var kızlar. Haberiniz olsun, Hayri bir gün sonra “Şafak” gazetesinde işe başlıyor.” dedi.
Bu defa darılmadım, tebrikleri sakin sakin kabul ettim.
Bedri’nin dediği gibi bir aşk ilanı yüz gram viskiden daha çok sarhoş ediyor insanı…
Gazetede birinci ve ikinci iş günleri için de birkaç satır kaydetmek istiyorum.
İlk iş günü Başmuharririn yanına vardığımda yeni yılı kutlama heyecanından, yeni yıl yorgunluğundan eser kalmamıştı artık. Kapıdan girdiğimi görür görmez diğer personeli odasına topladı ve beni takdim etti. Artık başlamış olan 1984 yılında daha büyük başarılar, sağlık, bahtiyarlık diledi hepimize. Sonra gazetenin yeni sayısının hazırlanması ile ilgili birkaç tavsiyede bulundu. En sonunda da elime bir dosya tutuşturdu:
“Köy muhabirlerimizden bayağı mektup toplandı. Oku, münderecatlarıyla tanış. Hangisi işe yarayacak, hangisi yaramayacak, ayır. İşe yarayacak olanlara birer birer yer veririz gazete sayfalarında. Yaramayacak olanlara kısaca cevap yazarsın neden yer veremeyeceğiz diye.”
Sonra komşu odaya gittik ve çalışma masamı gösterdi.
“Oda arkadaşınızla evvelden tanışıyorsunuz’, değil mi?”
“Tanışıyoruz tabii.”
İki saat içinde mektupların hemen hemen yarısını gözden geçirmiştim ki, oda arkadaşım önündeki kâğıt ları çekmecesine topladı ve dedi:
“Dinlenme zamanı geldi, gidip birer kahve içelim, orada da biraz vakit geçirelim.”
Gittik. Kahvelerimizi alıp uzak bir masaya oturduğumuzda:
“O kadar acele etme,” dedi. “İki saat içinde dosyayı yarı yaptın. Çalışmaya böyle devam edersen öğleye kadar bitireceksin. Öğleden sonra aylak mı duracaksın? Bir şey yapmadığını gören meslektaşlar ‘Yeni işçi aylak duruyor, ona ne ihtiyacımız var?’ diye düşünmeye başlayacaklar hemen.”
Dediğim gibi evvelden tanışıyorduk onunla. Vazifesi gazete sayfalarında tarihi hadiseleri aksettirmek. Yani sorumlu olduğu köşenin adı ‘Tarihte Bugün’ idi. Geçmişte bugün, bu hafta ne gibi mühim hadiseler olmuş, anılması gereken herhangi bir yıldönümünü gazete sayfalarında anmak için yazı tedarik ediyordu. Bu son tavsiyesi ciddi miydi, yoksa şaka tarzında mı, anlayamadım.
“Ne bileyim ağabey, dedim Başmuharrir bu iş için bana vade kesmedi ama yarın başka vazife çıkarsa, bugünkü iş yarıda kalmış olmaz mı?”
“Haftada üç sayı hazırlıyoruz. Her sayıda beş veya altı muhabir yazısına yer veriliyor. Sana her gün on beş on altı mektup gelecek. Onların üçte biri ya istifade edilir ya edilmez.”
“Anladım.”
“Gazetede yer verilmeyen yazılar için hazırlayacağın cevap üç, bilemedin dört satırlık olsun. Hepsine uzun uzadıya eleştiri yazmayacaksın ya…”
“Yavaş yavaş işin içine girerim Halim ağabey. Meslektaşların arasında olan münasebetlere gelince…”
“Yavaş yavaş öğrenirsin.”
Ötesini getirmedi. Sade gözlerimin içine baktı derin derin. Doçent’ in buraya işe başlamama çekingenlik göstermesi meslektaşların arasındaki bazı münasebetlere bağlı değil miydi acaba?
İkinci gün de öyle geçti. Öğleye doğru Başmuharririn odasından bir dosya daha geldi. Bunlar bu sabah gelen muhaberelerdi. Oda arkadaşımın tavsiyelerine bakmayarak her iki dosyayı da okuyup bitirdim. Bana göre iş yapacak olanları bir tarafa ayırdım. Onların içinden de beş tane en iyisini seçtim. Onları önümüzdeki sayıya girmelerini teklif edecektim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.