Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair», sayfa 2

Yazı tipi:

ÇARLIK VE SOVYET DÖNEMLERİ

Çerniyev ve Verevkik komutasındaki Rus ordusu, 1864 yılı Haziran ayının başlarında Türkistan’ı kuşatırlar ve Türbe yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Türkistan bu kuşatmaya 12 gün dayanır. Kuşatma sırasında Rus topçularının ateşinden Türbe, 11 yerinden darbe alır. Ruslar şehrin teslim olmaması halinde Türbeyi yıkacakları tehdidinde bulunurlar. 12 gün dayanan şehir ileri gelenleri, bu tehditlerin gerçek olabileceğini görünce beyaz bayrak çekmek zorunda kalırlar.

Taşkent’teki bazı elyazma Hikmetler de;

 
“Ming ikki yüz saksan birda Urus kelgay
Türkistani atrafini kamsab algay”
(Bin iki yüz seksen birde Rus gelecek,
Türkistan’ı, etrafını zorla alacak.”
 

mısralarının bulunduğu söylenmekte. Bu Hikmetle Türkistan’ın işgali hadisesi Yesevî tarafından 800 yıl önce haber veriliyordu.

Ruslar, Yesevî Hazretlerinin halk üzerindeki etkisini biliyorlardı. Şehri işgal ederken bu derin manevi etkiyi kullandıklar gibi daha sonraki yıllarda halkı kendi yanlarına çekmek için de bu faktörü değerlendireceklerdi.

Kaynaklar; Türkistan’ın işgalinden sadece 5 yıl sonra A. Kun isimli bir sanat tarihçisi, 1871-72 yıllarında orijinal fotoğraflarla “Türkistan Albümü” hazırladı. O yıllarda dünyada tarihi sanat eserlerine olan ilgi de artmaktaydı. Bugün Yesevî Türbesi Müzesinin arşivinde bir kaç kopyasını görebildiğimiz, bu fotoğraflarda Türbenin etrafı yıkıntılar ve süprüntülerle dolu olarak görünüyor. 1884 yılında Çar idaresi Türbenin tamiri için yüklü bir miktar tahsisat ayırır, fakat bu tamir girişimi Türbenin bozulmasıyla sonuçlanır.

Çarlığın bu girişimi olumlu sonuç vermeyince 1907 yılında halktan yardım toplanarak tamir girişimlerine başlanır. 1910 yılında tekrarlanan bu kampanya ile bazı bölümler elden geçirilir.

Ruslar, 1875’te yeni şehir planını uygulamaya koyarlar. Yesevî Türbesi’nin güney doğusuna askeri garnizon ve onun etrafına da gerekli yapılar inşa ederler. Yeni şehir birbirini kesen iki caddeye açılan sokaklardan oluşacaktır. Yolların kenarına kanallar açılır ve ağaçlar dikilmeye başlanır. Daha sonra Kuzeydoğu noktasında bileşecek olan yeni şehirle eski Türkistan’ın neredeyse irtibatları yoktur. Bugün dahi Türkistan’ın valilik, savcılık, vergi dairesi gibi idari birimlerinin bulunduğu bölge bu yeni şehir semtidir.

Türkistan için önemli gelişmelerden birisi de 1901-2 yılında şehirden 4,5 km batıda Taşkent-Orenburg demiryolu üzerinde istasyonun kurulmasıdır. İstasyonun çevresinde Barisofka adıyla bir köy oluşmaya başlar. İstasyon köyü başlangıçta şehirden kopukken, 1909 yılında istasyondan şehre doğru uzanan bir cadde yapılır. Bu cadde daha sonraki yıllarda Türkistan’ın en hareketli bölgesi olacaktır. Nitekim İstasyon caddesi gelişir ve 1960’lı yıllarda İstasyon Köyü Türkistan birleşir.

Kazak Gazetesinde 1913 yılında, Büyük Kazak Milliyetçisi Mirjakıp Devlet tarafından yayınlanan “Hazret Sultan” başlıklı yazıda ise yazar kendisinin Türkistan’a ziyarete gittiğini ve izlenimlerini yayınlar. “Hazret Sultan” bugün de Ahmet Yesevî için Kazaklar arasında sık kullanılan ifadelerden birisidir. Bakın Mirjakıp, o yıllardaki Türkistan’a olan ilgiyi ve halkın durumunu nasıl anlatıyor:

“Hangi yörenin Kazağı olursa olsun her Kazak, Hazret Sultan adını bilir.” “Hazret Sultan’a gidiyoruz, filanca Hazret Sultan’a gitmiş” gibi sözler, Kazaklar arasında sık konuşulur. Hazret Sultan’ı ziyarete istekli takva ehli ve sofiler, Kazaklar arasında çoktur. Hazret Sultan’a varıp dönenler, hacca gidenlerden itibarca biraz az olurlar. Onlar ziyaretlerini hac kıyafetleri içinde yaparlar ve ellerinde o kıyafetlerle dönerler. Halk bunlara Mekke’den gelen hacılar gibi hürmet edip, ellerini sıkar. Kazaklar, Türkistan’a böyle saygı gösterse de, Hazret Sultan’ın orada olduğunu bilse de çoğunluk oralar hakkında çok az şey bilmekte. Bu Mayıs ayının birinde, Taşkent’e giderken ben de Türkistan’a uğrayıp Hazret Sultan’ı ziyaret ettim.

Bugün, Hazret Sultan Türbesinin her tarafı yarılmış ve yıkılacak gibi duran bir görüntüsü var. “Hoca Ahmet Yesevî’nin nesliyiz” diye yüz yıllardır, Türbeyi sahiplenerek, buraya gelen ziyaretçilerden faydalanan hocaların, Türbenin sonsuza dek yaşaması için bir şeyler yapmaya niyetleri yok gibi. 1910 yılında “Hoca Ahmet Yesevî Türbesini tamir edeceğiz” diyerek halktan hesapsız para toplandı. Toplanan paranın, 12 bin som olduğu söylendi, Kozloviski adında bir mühendis tamirata başladı. Daha işin onda biri bile bitmeden hocalar, mühendisle dalaşıp onu gönderdiler. Bunlardan hesap soran hiç kimse yok. Hocalar köy köy dolaşıp Kazaklardan, Türbenin tamiri için mal topluyorlar. Mustafa ve Gulamkadir denen hocaların, 1910 yılı Atbasar yöresi Kayıtavıl denen köyden topladıkları paraların ne olduğu belli değil. Yine Evliyaata yöresi Kazağı, Botbay boyundan Hurmuhammet Bekioğlu isimli bir zengin, Hazret Sultanın ziyaretine yüklü bir parayla gider ve Şuham isimli hocaya 100 atla birlikte bunları verir. Bunların neticesinden de haber yok.

Bu olaylar da gösteriyor ki, Türkistanlı Hocaların Türbeyi tamire niyetleri yok. Türkistan idarecileri, yönetimlerindeki Müslümanların, başka işlerinde çok disiplinli olsalar da, Hocaların bu yaptıklarına karşı neden sessiz kaldıklarını bir türlü anlayamadık.

Bugün idarenin kararıyla, Türbenin bazı bölümleri, tehlikeli denilerek ziyarete kapatılmış. Abılay Han’ın yattığı bölüm, Aksaray denen bölüm, ziyarethane ve türbenin kuyusu hepsi de kapalı. Bu Türbenin idaresi, Hocalarda olduğu müddetçe, halktan milyonlarca para toplansa da fayda yok.

Türbenin tarihi bir hatıra olduğunu düşünüp sonsuza kadar kalmasını isteyenler, onun tamiri ve idaresini bir arkeoloji enstitüsüne vermeliler. Halktan toplanan paranın kuruşuna zarar gelmeyecek düzenlemelerle bu enstitü mühendislerle tamire girişmeli. Maksadın gerçekleşmesi için başka çare yok. Değilse bugüne kadar beş-altı asır yaşayan Hoca Ahmet Yesevî Türbesinin yerinde, gelecekte, büyük bir toprak yığınını görmek acayip bir iş olmayacak.

Türkistan’a olan halkın ilgisine bir başka örneği de, Kazak Gazetesinin 1915 yılı Martında yayınlanan sayılarından öğreniyoruz: Türkistan Şehrini kalkındırmak için, Petesburgda bir banka hesabı açılır. Gazete, “Ötegenoğlu Sadık ve Bayzakoğlu Mevlenkul adına açılan hesaba, isteyen Müslümanların yardımda bulunabileceklerini” yazar. Türkistan’dan haberi kaleme alan Mahmut Mirzanın ifadelerine göre, “Bu yardımlar bir komisyon aracılığı ile Türkistan’da okul açılması ve hazırlanan bir kitabın yayınlanması için kullanılacaktır.” Ayrıca, metni Türkistanlı Süleyman Mirza tarafından kaleme alınan “Ak Jayna Karar Taptı” ( Ak Parıltı Karar Verdi) isimli oyun Türkistan’da sahnelenecektir.

1917 ihtilalinden sonra Başkenti Taşkent olan “Türkistan Cumhuriyeti” ve daha sonraki yıllarda Kazakistan’ın kurulmasıyla Türbeye büyük ilgi gösterilir. Dönem dönem Özbekistan’la da Türbenin restorasyonu konunda işbirliği yapılır. Sovyetlerin, milli ve manevi değerlerin ortadan kaldırılıp “homo sovyetikus yaratma” yönündeki bilinen kültür politikaları ve baskıları altında yapılan bu çalışmalar her türlü taktirin üzerindedir.

BAĞIMSIZLIKTAN SONRA TÜRKİSTAN

 
Türkistan, iki dünya eşiği!
Türkistan, er Türk’ün beşiği!
Harika Türkistan’da doğmak
Türk’ün Tanrıdan gelen nasibi .
 

Kazak Şairi Magcan Cumabay’ın bu dizeleri, Türkistan Şehrinin hemen girişinde, büyük levhalar üzerinde karşılar bizi. Türkistan’ın birliğini arzulayan Mağcan’ın bu dizelerindeki kastı, Ulu Türkistan olsa gerek, zaten onu Türkistan şehri olarak algılamakta da çok beis yoktur. Nitekim Türkistan Şehirlilerde öyle yorumlayıp, ana yolun kenarında büyük levhalara yazmışlar.

Türkistanlıların gurur duydukları sözlerden birisi de Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’e aittir: “Dün Türklük aleminin manevi merkezi olan Türkistan Şehri, bugün kültür ve sanat merkezi olma yolunda.” Doğrusu Türkistanlılar, Devlet Başkanlarının bu sözü, gayet şuurlu olarak söylediğinin farkındalar; çünkü Kazakistan bağımsızlığını kazanır kazanmaz yapılan ilk işlerden birisi olarak, asırlar boyu Türk aleminin manevi merkezi olmuş bu şehirde, “Türkistan Üniversitesi” adıyla bir üniversite kurmak olmuş. Kazakistan’da üniversite kuruluşlarında teamül, kuruluş kararını Başbakanın imzalaması kafi iken, Türkistan Üniversitesi’nin kararını bizzat Nazarbayev kendisi imzalamış. Bu sembolik tavır çok manalı. Bu arada, vakit geçirmeden, Türkistan şehrinin idari statüsü yükseltilir. Daha önce belde düzeyinde bir idari yapıya sahip Türkistan, öncelikli ilçelerden biri haline getirilir.

Türkistan şehrine verilen önemin, özel sebebi elbette yine Hoca Ahmet Yesevî’dir. 1913 yılında Kazak Gazetesinde Mirjakıp Devlet’in ileri sürdüğü fikir gibi, Yesevî Türbesi, Kazakistan Arkeoloji Enstitüsünün nezaretinde sonsuza kadar yaşatma gayret ve ilgisi başlar. Bu girişim, Türbe tarihinin en ciddi restorasyonu çalışması olur ve 24 Aralık 1992 yılında Türkiye ile Kazakistan arasında imzalanan anlaşma ile başlar. 1999 yılında tamamlanan restorasyonla Türkiye, Türk kültür tarihine çok ciddi bir katkı yapar. Emeği geçen herkesi kutlamak gerek.

Bunlar şehre verilen özel önemin neticeleri olur.

Böylelikle, bağımsızlıktan sonra yeni bir döneme giren Türkistan şehrinin, büyüme ve gelişmesinin ilk belirtileri daha şehre girerken hemen göze çarpar. Şehrin Çimkent girişinde yolun sağında ve solunda bazıları yeni tamamlanmış bazılarının hâlâ inşaat halinde olduğu onlarca kerpiç ev dikkatleri çeker. Kazakistan coğrafyasında, herhangi bir şehirde bu yeni inşaat manzaralarına toplu halde rastlamak mümkün değildir dersek, mübalağa etmiş olmayız. Yeni yapılanmaya açılan bu bölge, Hakimliğin şehir planında yerleşime açılan yeni yerlerdir. Sovyet sonrası idarelerin hepsinde olduğu gibi Türkistan’da da valilik ve belediye hizmetlerinin fonksiyonunu adına “hakimlik” denilen tek bir kurum yürütür ve şehrin idarecisine de “hakim” denir. Hakimlik yeni evlenenlere, şehre yeni göç edenlere, bu bölgeden 500’er metrekare arsa tahsis etmekte ve halk da kendi imkanlarıyla evlerini inşa etmekteler.

Bu yeni yerleşim bölgesi geçildiğinde yolun sağ tarafında, Türkistan Üniversitesine 1993 yılında bir anlaşma ile Türkiye’nin de ortak olması sonucu kurulan “Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesinin” kampus alanı gelir. Kampusun karşısında ise yine yüksek avlu duvarlarıyla kerpiç evlerden oluşan, Türkistan’ın büyük mahallelerinden “Yesi” bulunur. Bu mahallenin bağımsızlık öncesi adı “Kominizm Mahallesi” imiş. Mahalle sakinlerinin ortak teklifi ve idarenin kararı ile adı Yesi olarak değiştirilmiş. Böylelikle şehrin tarihi adlarından birisi bir mahallede de olsa tekrar yaşatılmaya başlatılmış. Yesi mahallesi yolun sol tarafında şehrin içine, Yesevî Türbesi’nin doğu cephesine, Kültepe’ye kadar uzanır.

Doğrusu yöredeki nüfus, ekonomik yapı kriterleri ile kendine emsal tutulabilecek diğer şehirlere göre Türkistan, kendisine verilen bu özel önemin diğer neticelerini de almakta gecikmez. Yöredeki öbür şehirler küçülürken, oralarda yaşayanların fert başına aldıkları milli gelir payı düşerken Türkistan, hem nüfus olarak hem de halkının refahı olarak büyüme eğilimine girer. Sovyetlerin dağıldığı dönemde yetmiş yedi bin olan Türkistan nüfusu, bağımsızlığın ilk on yılında on bin kişi birden artar. Bunlar elbette, şehre verilen özel önemin neticeleri ve Bağımsız Kazakistan yaşadıkça, Türkistan’ı bekleyen aydınlık geleceğin ilk göstergeleri.

Bugün Türkistan şehri, eski yeni bütün bu bölümlerin bir ahenk içinde bir araya geldiği orta büyüklükte bir şehir olarak, Orta Asya bozkırının ortasında hayatına devam etmekte. “Ordularının geçtiği yerlerde ot bitmez” denen Moğol askerlerince yakılan Kültepe ise, hâlâ boş. Sit alanı olarak tarih araştırmacılarının çalışmalarına tahsis edilmiş. Doğru olan bu kararla, Kültepe ebediyen boş kalacak gibi görünüyor ve halkın Moğollar hakkındaki kehaneti bir kez daha gerçek oluyor.

Yesi Mahallesi

Yesi, geleneksel yapılardan kurulu bir mahalledir. Her ev, bahçesiyle birlikte, yaklaşık 500 metrekare arsa üzerine kurulmuştur. Tek katlı kerpiç evlerin, avlu duvarları da evlerin duvarlarının yüksekliğine yakındır ve tüm bahçeyi boydan boya çevreler. Avlunu yüksek duvarlarının sokakla irtibatını sağlayan büyük kapılar bulunur. Bu kapılar iki bölümlüdür; birisi gündelik kullanımda insanların kolayca girip çıkmaları için konulmuş, Anadolu köylerinde “koltuk kapı” denilen küçük kapı, ve arabaların girebileceği genişlikte iki yana açılan çatal kapılar. Eğer ailenin arabası varsa avlunun kapı girişindeki kısmı aynı zamanda garaj görevi de görür. Bu yüzden bazı kapıların üzeri arabayı gölgeleyecek kadar örtülüdür.

Avlunun kalan kısmı ise ailenin bahçesi olarak kullanılır. Domates, salatalık, biber gibi sebzeler ve bazı meyve ağaçları bu kısımda bulunur.

Avlu duvarlarının bu yüksekliği güvenlik kaygısıyla birlikte aile yaşantısının mahremiyetinden kaynaklanıyor olmalı, çünkü bu evlerin avluları da evin bölümlerinden sayılır. Her avluda, yaz gecelerinin serinliğinin sefasını sürmek için kurulmuş, yerden yarım metrelik ayaklarla yükseltilmiş, 5-6 metre kare genişliğindeki “desterhan” mutlaka bulunur. Kimi desterhanlar etraflarına dikilen üzüm asmaları veya sarmaşıklarla yeşillendirilip gölgelendirilerek gündüzleri de oturulup sohbet edilecek, ailece yemek yenecek mekanlar haline getirilirler. Ailenin bahçesine diktiği çiçeklerin büyük bir kısmı mutlaka desterhanın çevresindedir. Tercih edilen çiçekler ise yediveren gülleri ve kendine has güzel kokusuyla reyhandır. Baharla birlikte misafirler desterhan üzerinde yudumlanan çaylarla burada ağırlanmaya başlanır. Hatta geceleri üzerine örtülen cibinliklerle desterhanlar, yaz gecelerinin tadına doyulmaz güzel uykularının uyunduğu yerler haline gelir.

Yine bu kerpiç evlerin avlularında genellikle, Anadolu’nun bazı yörelerinde de benzerleri görülen, kümbet şeklindeki geleneksel ekmek tandırları bulunur. Bu tandırlarda, şekli ve büyüklüğüyle Türkiye’de ramazan pidesi adıyla üretilen ekmeklere benzer nefis “nan”lar pişirilir. Nan sözü Farsçadan Orta Asya Türk lehçelerine geçmiştir ve ekmek anlamına gelir. Eğer ev sahibi Özbek ise, bu nanlara ilave olarak “samsa”yı da unutmamak gerekir. Samsa, hamurun içine kuşbaşı et ve soğan konarak yapılan bir börek çeşididir ki, tandırdan çıktığında henüz buharı üzerinde iken yemesine doyum olmaz. Yöre insanın çok sevdiği bu börek adeta “Özbek fast food”u dur. Yol kenarlarına kurulan tandırlarda samsa pişirip satarlar. İşi acele olanların hemen ayak üstü alıp yedikleri, ucuza karın doyurmanın bir yoludur bu.

Geleneksel Türkistan evlerinin avlularının vazgeçilmez unsurlardan birisi de odun ocaklarıdır. Avlunun eve yakın bir köşesine kurulan bu ocaklarda en itibarlı misafirlerin sofrada önüne konan ve yenme usulleri ile adeta bir tören havasında parçalanan başlar pişirilir. Kalabalık gruplara ikram edilecek “beşparmak” yemeği ve at etinin en nefis hali olan kazı, yine bu ocaklarda kaynar. Ocağın ev ve desterhana yakın kurulmasının sebebi de, yemeklerin soğumadan servisini yapabilmek içindir.

Kanalizasyon sistemi henüz yapılmamış şehirde, tuvaletler de avlunun içinde yer alır.

Sözün özü; Türkistan’da avlular, yalnızca evlerin bahçeleri değil, aile hayatının önemli bir kısmının yaşandığı mekanlardır. Bu yüzden olacak yüksek duvarlarla, yad gözlerden gizlenmişlerdir.

Kerpiç evlerin içlerinde ise, eski dönemlerin dar çadırlarında geçen günlerine tezat geniş mekanlar bulunur. Özellikle salon kısımları mübalağlı sayılabilecek ölçüde geniş yapılmıştır. Bu genişlik sosyal yaşantının da bir zorlaması olabilir. Bayramlarda, düğünlerde, yaş günlerinde eş dost ve akrabaların katıldığı kalabalık toplantılara bu geniş mekanlar ev sahipliği yapar. Salonun iki yanına körpece denilen geniş minderler serilir. Yastıklar da minderler gibi geniş ve büyüktür. Türkistanlılar, körpecelerin üzerine uzanarak, dirseklerini bu yastıklara dayayıp sohbet etmeye bayılırlar. Bir Türkistanlının en rahat ettiği oturuş şekli herhalde budur.

Ailenin büyükleriyle birlikteyken her zaman bu rahatı bulamazlar. Kimin nereye oturacağı ve böylelikle de o sohbeti kimin idare edeceği hemen ilk anda belli olur. Salonun baş köşesine “tör” derler. Orada bulunan en yaşlı veya en itibarlı kimse töre geçer oturur. Onun adı artık “törağa”dır. Törağa, toplantılarda ayrıntılarla pek meşgul olmaz ve böylelikle de insanlarla yüz göz olarak otoritesini zayıflatmaz; o ağırbaşlılığın temsilcisidir. Sohbetin şenlenmesini sağlamak, orta yerde suskunluk olmasını engellemek hatta servisi yönlendirmek “tamata”nın görevidir. Tamatalık herkesin yapabileceği bir iş değildir. Tamata şen şakrak, konuşma kabiliyeti olan, pratik zekalı ve usül erkan bilen kişilere verilir. Bu bazen kişilerin kendilerini tamata ilan etmesiyle olur bazen de törağa bu görevi birisine verir.

Sofraların üzeri her zaman ceviz, kişmiş denen çekirdeksiz kara üzüm, meyveler, reçellerle doludur. Ekmek, ev sahibi tarafından bölünerek sofradakilere dağıtılır. Özbeklerin çok itina göstermedikleri bu adet bir Kazak evinde mutlaka misafirler geldikten sonra ev sahibinin ekmeği eliyle bölerek dağıtması şarttır. Ayrıca yaşı kariyeri ne olursa olsun ev sahibi topluluğun en ucunda kapıya yakın yerde oturur ve aksi büyük saygısızlık kabul edilir.

Ev sahibi bulunduğu yerden servise de yardımcı olur.

Eğer kalabalık özel bir programla toplanmışsa sofranın vazgeçilmez yemeği “beşparmak”tır. Kazakların milli yemek olarak tarif ettikleri beşparmak, baklava dilimi iriliğinde kesilmiş hamurların üzerine haşlanmış et dökülerek servis yapılır. Hazırlaması zahmetli olan beşparmak için akraba hanımlar veya komşular kendi aralarında yardımlaşırlar. Önce hamurlar açılır. Etler bir kazanda hazırlanır. Etler alındıktan sonra aynı suya hamurlar konarak pişirilir. Pişen hamur, geniş tepsilere serilir ve üzerine et dökülür. Beşparmak yemeğini Kazaklar elle yemeyi severler. Zaten adını da beş parmak kullanılarak yendiğinden dolayı aldığı söylenir. Hamur parçalarının içine eti yerleştirerek ikisini beraber yerler. Doğrusu yemesi biraz zor olmakla beraber lezzetli bir yemektir ama benim asıl tercihim “beşparmak sorpasıdır.” Beşparmak yemeği hazırlanırken etin ve hamurun kaynadığı su “sorpa” yani çorba olarak arzu edenlere bardaklarda ikram edilir ki, çok lezizdir.

Beşparmak yenmeye başlanmadan önce, törağanın önüne konan koyun başı yemeğin törensel kısımlarından birisidir. Ev sahibi bir tepsiye konmuş koyun başını yanında bıçakla beraber törağanın önüne koyar. Türkiye’de de bazı doğu illerimizde yaşanan bu adet, ev sahibinin “başımızla birlikte seninleyiz” ifadesini taşır ve büyük saygı göstergesidir. Törağa bir parça kendisi aldıktan sonra baş etlerinden keserek sofrada oturanlara dağıtır. Kime hangi kısımdan verdiğinden mesajlar çıkarılmaya çalışılır veya bazen bu mesajları kendisi verir. Bir gence başın kulağından kesip vermişse bu, “daha dikkatli dinle” anlamına gelebilir. Eğer göz bölgesinden kesmişse bu “seni gözüm gibi seviyorum” demek de olabilir “gözünü aç” anlamına da gelebilir.

Yemekten sonra “Amin Allahuekber” sözleri hemen herkes tarafından yemek duası olarak söylenir. Eller yukarı kaldırılarak baş hizasından çevrilip aşağı indirilir yüze sürülmez.

Evler kömür sobasına bağlı kat kaloriferi sistemiyle ısıtılır tek sobayla evin her yeri ısıtılır. Bu sistem bileşik kaplar prensibine dayalı basit bir yapıdır. Anadolu’da kuzine tabir ettikleri sobalar evin girişinde yakılır. Sobanın üzerinde küçük bir su kazanı bulunur. Peteklere giden borular bu kazana bağlıdır ve su dengede durmaktadır. Kazanın kaynaması ile birlikte genleşen ve buharlaşan su, sistemi harekete geçirir ve boruların içinde devr-i daim başlar. Bu basit düzenekle evin her yeri birden ısıtılmış olur.

Kazak veya Özbek, hemen bütün Türkistanlıların yer evlerindeki düzen bu şekildedir. Bir farkla ki, Özbeklerle meskun olan evlerin bahçeleri daha yeşil ve meyve ve sebze yönünden daha zengindir. Bu fark Özbeklerin tarım işlerine daha yatkın olmalarından kaynaklanıyor olsa gerek.

“YENİ TÜRKİSTAN”

Çimkent şehrinden gelen ana yolun ilk dört yol kavşağı Yesevî Türbesine dönülecek yerdedir. Bu kavşaktan sola dönüldüğünde Yesevî Türbesi, sağa dönüldüğünde ise Kentav yoluna çıkılır. Şehrin merkezine gitmek için kavşağı karşıya geçmek gerekir.

Bir bakıma şehrin idari merkezi de bu kavşaktan itibaren başlar. Kavşağa girişte sol tarafa düşen okul binası, onun arkasındaki askerlik şubesi, hemen karşıda savcılık binalarıyla Rusların Türkistan’ı ele geçirdikten sonra kurdukları “yeni Türkistan” bu civarda yerleşmiştir.

Savcılık binasından sonra eskiden Lenin heykelinin bulunduğu büyükçe bir meydan ve meydanı cepheleyen Hakimlik ve Yesevî Üniversitesi binaları yer alır. İlk Kazak Hanlarından Esim Han’ın adını taşıyan bu alanda, Nevruz Bayramı, Bağımsızlık Bayramı gibi büyük törenler yapılır. Her Nevruzda büyük bir festival yerine dönüşür bu alan.

Büyük Özbek yazarı ve Türkistan doğumlu Adil Yakupov’un çocukluk yıllarında bu civarda beş bina varmış.

Yakupov, çocuk yaşta iken babası, antikomünist olduğu gerekçesiyle tutuklanır. “Rejim düşmanının çocuğu” sıfatıyla geçirdiği günlerde Türkistan’ın bu semtini ve bu alanda yapılan törenleri Yakubov, şöyle anlatır:

“Türkistan’da Kul Hoca Ahmet Yesevî Türbesinin hemen yanında Orta Asya’yı zapt eden General Çerniyayev tarafından yaptırılan beş altı tane sağlam kerpiç yapı bulunuyordu. Çerniyayev, bu binaları çarın askerleri için yaptırmış; Sovyet hakimiyeti ise bu binaları hapishane haline getirerek etrafını dikenli tellerle çevirmişti. Her cumartesi dikenli telli bu kaleye en az 150-200 genç yaşlı, kadın erkek toplanıyordu. Bunlar “halk düşmanlarının” aileleriydi. Genç kadınlar, titreyen, iki büklüm ihtiyarlar hapishane memurlarının yemekleri kabul etmelerini bekleyerek sabahtan akşama kadar dikenli tellerin yanında mahzun mahzun duruyorlardı. Validem bazen beni de hapishaneye beraberinde götürüyor, eğer görüşmek nasip olursa babam beni de bir kez daha görsün istiyordu, ama babamı bir defa olsun göstermediler, göstermedikten başka götürdüğümüz yiyecekleri de defalarca geri çevirdiler. Bazen ben birkaç saat gözlerimi dikip bekledikten sonra bir bahane ile hapishanenin tam yanındaki şehir parkına doğru koşardım. Orada Allah’ın her günü miting yapılıyordu. Şehir okullarından davul ve trompet sesleri ile “piyonerler” ve hatta “oktyabryatlar” (komünist çocuk teşkilatlarının üyeleri) sıra sıra parka geliyorlardı. Parkın ortasında kırmızı pankartlarla sarılmış büyük kürsüler yerleştirilmişti. Deri ceket giymiş beli tabancalı “faaller”, bu kürsülerden nutuklar atıyorlardı.”

Yesevî Türbesinin yanındaki kavşaktan her geçişimde, gözlerim hep Yakubov’un çocukluk yılları hatıralarından anlattığı binaları arardı. Kavşağın sağında duran okul binası, Yakupov’un okuduğu okul olmalıydı. Hapishane olan binalar ise ya karşı köşede halen savcılık binası olarak kullanılan yerlerdi veya okulun arkasındaki askerlik şubesi binaları. O dönemde her gün tören yapılan park ve meydan ise savcılıkla hakimlik binaları arasındaki park ve şimdiki adıyla Yesim Han alanı olmalıydı.

Yakubov’un beş-altı taş bina olarak tarif ettiği “Yeni Türkistan” mahallesi daha sonraki yıllarda birbirine paralel caddeler ve ona açılan sokaklarla epeyce genişlemişti. Bütün resmi daireler, bankalar bu civarda kurulmuştu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
02 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6494-03-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre