Kitabı oku: «1001 Kelime 1001 Hüzün»
Ön Söz
Kelimeler de medeniyetler ve insan gibi doğar, büyür, gelişir ölür ya da öldürülürler… Bizim lisanımızda kelimelere karşı girişilmiş barbarca katliamlar vardır.
Osmanlıca-Latin alfabesi tartışmalarına taraf olmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadığım için ben sadece yeterince yaşatamadığımız kelimelerin matemini tutmaktan yanayım.
Osmanlıca alfabenin yerine son üç yüz yıldır pek çok defa başka alfabeler konmasına teşebbüs edilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki son teşebbüste görülmektedir ki başarılı olunmuştur.
Ne Arapça ne Farsça ne de Osmanlıca kutsal lisanlardan değillerdir.
Ne İbranice ne Latince ne de başka bir Frenk dili kötü diye tanımlanabilir. Nihayetinde bütün lisanlar insanların birbirleriyle ülfet etmesi için birer vasıtadır.
Kur’an’ın Arapça nazil olması dışında hiçbir ilave kutsallığı yoktur.
Bu kitap gündelik lisanımızdaki “ölümlerin” ne kadar fazla olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
1940’lı yıllarda telif ve tercüme 18 kitabın içinden seçilmiş 1001 kelimenin hayatlarımızı çok kısa zaman içerisinde birer birer terk edişindeki matemi hatırlatmaya çalışmaktadır.
Esas olarak bugün sadece Türkçe değil bütün lisanlar büyük katliamlar, soykırımlarla karşı karşıyadır.
Teknolojinin, sosyal medyanın, mesaj uygulamalarının ve SMS türü iletişim araçlarının fazlalığı ve çeşitliliği bütün lisanlar için “kara veba” kadar tehlike arz etmektedirler.
1970’li yıllarda ortalama 300 kelime ile konuşan Türk insanı, her on yılda bir kelimelerini gömerek bugün sadece 150 kelime ile Türkçe konuşur olmuştur.
Dijital platformlar, filmler ve dizilerdeki bozuk ve kekeme Türkçe, bu durumu hızlandıran en önemli amillerdendir.
Hele hele sinema ve dijital platformlarda yayınlanan film ve dizilerin Türkçe alt yazılı olarak verilmesi tam olarak birer müstemleke uygulamasıdır.
Bir de buna resmî kuruluşlardaki yetersiz ve yanlış Türkçe kullanımı, siyasilerin banal konuşmaları, ne iş yaptığı ve ne işe yaradığı kimse tarafından anlaşılmayan TDK, Millî Eğitim Bakanlığının müfredat adı altında işlediği cinayetler ancak işgal altında bulunan bir millete yapılabilecek uygulamalardır.
Kültürel çoraklığın kasıp kavurduğu ülkemizde artık mektep, talebe, muallim kelimelerinin karşılığını arama motorlarına soran bir nesil kazandık.
Bu satırların yazarı meslek olarak yayıncılık yapmaktadır. 2000’li yılların başında neşrettiğimiz kitapların yeni baskılarını yaparken tekrar okumalarda TDK’nın kuralları değiştirdiğini, o dönem kullanılan kelimelerin sadeleştirilmesi gerektiği tartışılır olmuştur.
Kelimelerden rol çalmadan sizi 1001 kelimenin hüznüyle baş başa bırakıyorum.
Yasin TopaloğluEylül 2020Dikmen-Ankara
a
1 | Adavet (Ar.) : Düşmanlık
Benim saadetimi kıskanacakların -eğer kim olursa olsun, bu hazin ve yoksul saadeti kıskanacak olan da varsa- onların büyük mikyasta kuracakları bir adavet pususu beni ürküteceği kadar da öyle bir ortaklık veya yardakçılık beni tedhiş edecekti. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 160)
2 | Ahenk (Far.) : Uyum,uzlaşma,ezgi
Şu anda sizde gördüğüm hâletiruhiyeyi bozmayınız. Şimdi sizin ruhunuzda, ruhunuzun derinliklerinde öyle bir musiki ahengi var ki dünyanın hiçbir armonisi ona eş olamaz.(Lev Tolstoy, “Katya”, s. 44)
3 | Ahval (Ar.): Durumlar, hâller, vaziyetler, davranışlar, olaylar
Vaktiyle bana esrarlı gibi garip görünen ahvali şimdi sadece ve açık görünüyordu. Bana telkin etmiş olduğu düşüncelerden bugün ancak birinin gizli hakikat olduğunu takdir edebilmiştim: “Âlemde saadet…” demişti. “Yalnız başkaları için yaşamakla kabildir.” (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 43)
4 | Akıbet (Ar.): Bir iş veya durumun sonu, sonuç. Sonunda, önünde sonunda
Deli İbrahim’in bu gibi akıbetleri hesaplamasına imkân yoktu. Dumanlı şuuru, delice gururu ve onlara inzimam eden coşkun aşkı yüzünden en basit muhakemelere de kudret bulamıyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 257)
5 | Akide (Ar.): İnanç
Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 91)
6 | Aksülamel (Ar.): Tepki, reaksiyon
Türklere ait dedikodular yüzünden, korku içinde yaşayan Edirnelileri biraz ferahlandırmak için de böyle bir işe lüzum vardı. Fütura düşen insanlar gibi, yeise kapılan milletler de ruhi bir aksülamel ihtiyacı, zevk ve safa iştiyakı taşırlar, hayattaki tatsızlığı, gürültülü neşelerin sarhoşluk veren cereyanları arasında unutmak isterler. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 101)
7 | Alametifarika (Ar.): Ayırıcı nitelik, ayırıcı özellik
Size cevap veririm ki ölü kafası yahut kafatası korsanların alametifarikasıdır; bunu herkes bilir. Onlar muharebelerinde daima üzerine ölü kafası resim olunmuş bir bayrak çekerler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 60)
8 | Âlemşümul (Ar.):Evrensel
Kadınlar hakkında gösterilen hafif inkıyadın ve zevzekliklere boğulan tapınışların temelinde âlemşümul bir saygısızlık saklı olduğunu ve erkeklerde kadınlara karşı hürmetin zerre kadar benzeri yokken kadınların onlara karşı fazilet gösterişi yapmalarının hiç doğru olmadığını anlatırken “Bütün bunlar, pek çirkin şeyler.” derdim. “Melunlar ve merdutlar makarrı olan bu şehirde eğer benim bir evi kurtarmam icap etse beyaz işaretini koyacağım hakikaten bir tek ev vardır.” (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 161)
9 | Alicenabane (Ar.): Büyüklere yakışır, yüksek bir tarzda, yüksek ahlaklı birine yakışır biçimde
Bu iyi yürekli Mösyö Dick’i bu kadar alicenabane müdafaa etmesi bende halama karşı bir muhabbet ve benim için vereceği karar hakkında bir ümit uyandırdı. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 83-84)
10 | Alil (Ar.): Hastalıklı, sakat
Ben alilim Gülseren! Savaşa dinç, sağlam ve güzel çıkan genç tayyareci, bugün karşında duran soluk, zayıf, sakat, mütekait tayyareciden başka bir şey değildir. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 74)
11 | Aliyyülâlâ (Ar.): En güzel, en iyi, mükemmel
Ben musikiyi çıldırasıya severim. Çalışlarıyla alakadar olarak muvaffakiyetlerine yardım ettim. Bu suretle birkaç parça çalındı: Ahenksiz birkaç türkü ile Mozart’ın küçük bir sonatı. Herif mükemmel çalıyordu. Aliyyülâlâ derecede bir tonu, şaşmayan ince bir zevkiselimi vardı. Bu ise onun seciyesine hiç de uygun bir şey değildi. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 85)
12 | Alüfte (Far.):İffetsiz, oynak, cilveli
Safo’nun alabildiğine sürüp gitmesini istediği düğün, belki o suretle ve daha haftalarca devam edecekti. Fakat kırk sekizinci gün, yeniçerilerle sipahiler arasında birkaç sarhoş ve bir alüfte yüzünden kavga çıktı, iki sipahi öldürüldü.(M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 236)
13 | Amel (Ar.): Yapılan iş, edim, fiil.
Sen Virginie’yi kaybettin. Fakat onu sana kaybettiren şey ne paraya düşkünlüğün ne de bir ukalalığın oldu. Allah onu senin elinden aldı. Bir başkasının ihtirasını buna alet etti. Her şey Allah’tan. O, senin hakkında hayırlı olanı senden iyi bilir. Kendi amelimizin cezası olarak çektiğimiz üzüntü ve pişmanlıkları bu işte senin duyman için hiçbir sebep yoktur. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 102)
14 | Amelî (Ar.): Uygulamalı
Bugün Cengiz’in eseri, o meşhur yasası tam metin hâlinde elde değildir. On beş on altı maddesi tarihlere geçebilmiştir. Fakat bu eksik parçada bile Cengiz’in ne kadar amelî düşündüğü ve sekiz on satır içine en büyük ihtiyaçların tatminine medar olacak hükümler koymakta nasıl muvaffakiyet gösterdiği görülür. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 285)
15 | Ameliye (Ar.): Uygulama
Dominique’in umumi hayata iştirak hissesi aşağı yukarı şunlardan ibaretti: Küçücük bir nahiyeyi yani bütün büyük merkezlerden uzak, bataklıklarla muhat, mütemadiyen sahillerini kemiren ve her yıl birkaç posluk yerini alıp götüren bir denizin kenarına sıkışmış minimini bir nahiyeyi idare, yollara ve korutma ameliyelerine nezaret; mahsulleri iyi bir hâlde muhafaza icabında kendilerine hakem, hâkim veya müşavir olduğu birçok kimselerin menfaatlerini düşünmek; kavgaların önünü aldığı kadar davalara ve geçimsizliklere de mâni olmak; cürümleri önlemek; muhtaçlara elini uzatıp kesesini açmak; ziraat işlerinde iyi bir numune olmak; fakir halkı faydalı teşebbüslere teşvik için kendisi için zararlı olabilecekleri de tecrübe etmek; ilaçları önce kendi şahsında deneyen bir doktor gibi, her ihtimali göze aldırarak toprağını, varını yoğunu tecrübe sahasına koymak ve bütün bunları, dünyanın en basit bir işi kabilinden, hatta bir külfet gibi değil, mevkisinin, servetinin ve asaletinin icabı olan bir vazife gibi yapmak. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 24)
16 | Amil (Ar.): Etken, etmen, sebep, faktör
Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 11)
17 | Ananevi (Ar.):Geleneğe dayanan, geleneksel
Fakat biz ikimiz de bunların sonra da olabileceğini, düğünümün doğum günümden iki hafta sonra çeyizsiz, davetsiz, yemeksiz, şampanyasız, garsonsuz hatta bir düğünün ananevi evsafından azade, sessiz ve habersiz yapılmasında ayak diredik. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 50)
18 | Arzuhâl (Ar.): Dilekçe, istida
Nitekim bu kaidenin kabulünden biraz sonra, onun her ata binip bir gezintiye çıkışında yahut camilere gidişinde binlerce arzuhâl sunulmaya başladığından kendisi de ve bu işten bir hayli kazanç elde edeceğini uman Şemsi Paşa da vazgeçmek zorunda kaldı.(M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 184)
19 | Asan (Far.): Kolay, kolaylık
Benderli Selim Paşa gibi ceri,cesur ve pek gözlü bir zat benim makamımı işgal etmelidir ki, ocağın yıkılması, kazanın devrilmesi asanolsun! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 267)
20 | Avdet (Ar.): Dönüş, geri gelme.
Apansız unutulmuş bir hatıra, topu bir kere işitmiş olduğum yabancı bir isim, hasılı pozitif ve tehditkâr bir ihtimal kalbimi delip geçer; sonra en ufak bir emniyetin avdetiyle bu keskin ızdırap kendiliğinden zail olur, bir dakika sonra ise bir sarahatin alevli canlılığı tekrar yaşamaya başlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 97)
21 | Aza (Ar.): Üye, Vücut parçası, organ
Hayatın ulu yaratıcısı, azamızda yalnız birini kendisi için ayırmıştır. O da başlıca uzvumuz olan kalbimizdir. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 70)
22 | Azamet (Ar.): Ululuk, büyüklük, gurur, görkem, gösteriş, heybet, debdebe
Aşk, güzellik meleklerinin yüreklere taktığı bir kanattır. Âşıklar bu kanatla uçarlar, Tanrının arşına kadar yükselirler. Aşk, ilahi bir efsundur. Göze cila verir, dile talakat verir, kalbe genişlik verir, ruha azamet verir. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 111)
b
23 | Bahşayiş (Far.): Bağışlayış, ihsan, ihsan etmek
Bilhassa duygularınızda tabii ve bir köylü saflığıyla hareket ediniz. Uğraşmanıza ne lüzum var? Mütehassis olmanız kâfi değil mi? Hassasiyet hilkatin hayran olunacak bir bahşayişidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 94)
24 | Bahtiyar (Far.): Mutlu
Kara Mehmet bu acıklı tahattur üzerine yanık bir hevese kapıldı, gene denize açılmak ve Gülbeyaz’ı bulduğu noktaya kadar gidip orada, kısa sürmüş bahtiyarlığının beşiği başında ruhi bir hasbihâl yapmak istedi, hızlı hızlı yürüyerek Yemiş’e indi, bir kayığa atladı, çala kürek hedefine doğru yol almaya başladı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 171)
25 | Bariz (Ar.): Açık, göze çarpan, belirgin
Büyük bir sıkıntı geçiriyor ve bariz bir surette hissediyordum ki onunla benim aramda kati bir mübarezeyi andırır, bilmem nasıl pek ağır bir şeyler geçiyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 209)
26 | Basiretkâr (Ar. + Far.): Basiretli, ferasetli, önceden gören, sezişli
Keskin bir acı asabımı dolaştı. Lakin selamet anı gelmişti. Elimin bir hareketiyle beni kurtaranlar gürültü yaparak kaçtılar. Azim ve sükûnla ve basiretkârane bir hareketle sürünerek bağların içinden ve bıçağın altından çıktım. Şimdiki hâlde serbesttim! (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 147)
27 | Basübadelmevt (Ar.): Ölümden sonra dirilme
Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 111)
28 | Bedahet (Ar.): Besbelli, apaçık olma durumu; bir konuda hazırlıksız konuşabilme yeteneği
Bu ani intiba beni yavaş yavaş tenvir edeceğine gerek onu ve gerek kendimi ne kadar anlamamış olduğumu bana yarım saniye içinde gösterdi. Bu, bir bakıma son günlerin keşiflerini tamamlayan, onları nevumma bir bedahet demeti hâlinde toplayan ve sanırım hepsini birden izah eden son bir ilham gibi bir şey oldu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 77)
29 | Bedbaht (Far.): Mutsuz, bahtsız, talihsiz
Bundan bir müddet sonra, muvakkat bir cesaretsizliğe düştüğü zamanların birinde -ki o zamanlar bile bile sözlerine hırçın bir adavet çeşnisi verirdi- bir gün bana şöyle dedi: “Bu yüzden kendimi bedbaht edeceğimi sanırsan aldanırsın. Er geç bir gün beni severse ne âlâ! Mesele yok. Aksi takdirde…” Sustu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 86)
30 | Bedii (Ar.): Güzellik ölçülerine uyan, gözü gönlü okşayan, beğenilen, estetik
Timur, Semerkant’ta dinleniyordu. Vaktiyle bir harabe olarak eline geçen bu eski şehir, şimdi çok şen ve çok ruşen bir yer olmuştu. Saraylar, camiler, silah ve kâğıt fabrikaları, medreseler bedii ve muhteşem bir yükselişle payitahtı süslüyordu. Şehrin dört köşesinde birer bahçe vardı ve bunlar, ihtiva ettikleri zarif tarhlarla, renk renk havuzlarla, top top çiçekleriyle bütün Asya’nın en güzel gülşenleri olmak şerefini kazanıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 112-113)
31 | Behemehâl (Far. + Ar.): Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp,mutlaka
Çünkü artık benim gerek servetim gerek terbiye ve tahsilim için behemehâl yanımda bulunması lazım geliyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 42)
32 | Beht (Ar.): Şaşkınlık
Zavallı behtiçinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 97)
33 | Belagat (Ar.):
İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği; söz sanatlarını inceleyen bilgi dalı, retorik; konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.
O birer birer sayılan kaburga kemikleri, çeliktendi. Zaten etine yapışıp kalan oklar da bu lagar görünen vücudun pek mukavemetli bir hamurdan yapıldığını acıklı bir belagatle gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 10)
34 | Belahet (Ar.): Alıklık
Ondan sonra günümü ne ile dolduracaktım; her dakika benden bir parçası artık ayrılıyor gibi olan bu hayatın herhangi bir suretle olursa olsun geçmesiyle nevumma alakadar olmadığım için çepeçevre hendeklere hâkim olan parmaklığa gidip dirseklerimi dayadım ve böylece bilmem ne kadar zaman tam bir belahet içinde hiçbir şey düşünmeyerek orada kaldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 234)
35 | Beliye (Ar.): Felaket, keder, tasa
Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 91)
36 | Bermutat (Far. + Ar.): Alışılagelen biçimde, her zaman olduğu gibi
Belki Wilson’un hareket tarzındaki bu son vaka tamamıyla tesadüfi olan isim birliği bir de aynı zamanda mektebe girişimize eklenince yüksek sınıftaki arkadaşlarımız arasında bizim kardeş olduğumuz kanaatinin yayılmasına sebep oldu. Onlar bermutat küçüklerin işleri hakkında doğru olarak malumat edinmediler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 180)
37 | Berzah (Ar.): Sıkıntılı yer; sorgu suale cevap veremeyen ölülerin bekletildiği yer. Dinî inanışlara göre ölenlerin ruhlarının kıyamete kadar bulunduğu yer
Kaçmak, diliyle davet ettiği bu berzahtan kurtulmak imkânı yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 359)
38 | Beşaret (Ar.): Müjde, muştu, iyi haber
Demek ki Türklere karşı bütün Ortodoks evliya artık seferber olmuşlardı. Bu, Bizans âlemi için büyük bir beşaretti.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 65)
39) | Beşaşet (Ar.): Güler yüzlülük
Ertesi gün Migurski talimden geldiği vakit eskisi gibi hafif adımlarla kendisini karşılamaya gelen karısının yüzünde başka bir beşaşet görmekle hem sevindi hem şaştı. (Lev Tolstoy, “Niçin?”, s. 145)
40) | Beşerî (Ar.): İnsanoğlu ile ilgili
O sırada bütün şark hududu imtidadınca bir hercümerç, beşeri bir meddücezir vardı.(M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 287)
41) | Beşeriyet (Ar.): İnsanlık
Ne kadar yazık ki, pek münevver olduklarını ve beşeriyetteki fikir hareketleriyle yakından alakadar olduklarını iddia eden bazı yazıcılarımız, eski Türklerin sabun bilmediklerini iddia edecek kadar tarihten gaflet gösteriyorlar. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 182)
42) | Beyhude (Far.): Yararsız, anlamsız, boşuna
Bütün bir halkın kararından daha akilane bir şey aramak beyhudedir. Bununla beraber gençlerin kendiliklerinden yapacakları bu küçük tenezzühten sultanın intikam almakta gecikmeyeceğini bilirsiniz. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 50)
43) | Bidayet (Ar.):Başlama, başlangıç
Geçirdiğim balayı bidayette beni mesut ediyor gibi idi. Fakat çok geçmeden bu hayal suya düştü. Bununla beraber bir ay için olsun dişimi sıktım. Bu esnada utanma ve can sıkıntısı ile fenalıklar geçiriyordum. Çok geçmedi ruhumu, yeis ve ızdırap kapladı. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 48)
44) | Bihuş (Far.): Şaşkın, sersem, aklı başında olmayan, deli
Cinayet, ipek ve sırmalar arasında upuzun yatıyordu, cani de medhuş ve bihuş kendi eserinin önünde diz çöküp oturuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 269)
45) | Bikes (Far.): Kimsesiz
Türk diyarının nakesler elinde bikes kalmasını fırsat tutarak meydana atılmıştı ve daha ilk hamlede binlerce, binlerce kese akçeyi dercep eylemişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 116)
46) | Bilaihtiyar (Ar.): İstemeksizin, gayriihtiyari
Mütenekkir imparator, müsellah hizmetçinin kendisini zorla götürecekmiş gibi görünmesine ve hareketini çabuklaştırmak isteyişine bilaihtiyar güldü. Kim olduğu bilinse o memleket, taşına ve toprağına kadar ayağa kalkardı. Şimdi uşak gönderip de kendisini huzura çağıran Hızır Hoca hakikati bilse gönderdiği şu uşaktan daha miskin tavırlar alıp ayaklarına kapanırdı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 136)
47) | Bilhassa (Ar.): Özellikle
Tartaren onların durmadan kendisine baktıklarını gördü. Bilhassa karşısında olan bir tanesi gözlerini ona dikmiş ve yol boyunca gözlerini gözlerinden ayırmamıştı. Kadın örtülü olmakla beraber iri sürmeli çekik gözlerinin parlaklığı, örtünün altından vakit vakit görülen zarif bileklerdeki altın bilezikler, her şey, sesinin ahengi, hemen çocukça denilecek kadar zarif baş hareketleri, bunların altında genç, güzel, şayan-ı perestiş bir şeyler olduğunu anlatıyordu. Bedbaht Tartaren nereye saklanacağını bilmiyor, bu güzel Doğulu gözlerin sessiz nevazişi onu şaşırtıyor, tahrik ediyor, öldürüyordu. Harareti basıyor, sonra üşüyordu. (AlphonseDaudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 69)
48) | Binaenaleyh (Ar.): Bundan dolayı, bundan ötürü, bunun için, bunun üzerine
Onun liyakati ve içtimai basiretkârlığı değilse bile ahlaki ciheti benden daha dakik idi. O zaman bana kin hissinden başka bir şey vermeyen ve bende o kadar acı bir istihkar hissi uyandıran bu fısıltı hâlindeki nasihatleri o kadar çok reddetmemiş olsaydım bugün daha iyi binaenaleyh daha bahtiyar bir insan olurdum.(Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 184)
49) | Binnefis (Ar.): Kendi kendisi, kendiliğinden
Hâlbuki o, Kinleri Sunglara ezdirmekle binnefis Sungurların da zayıf düşmesini ve kolay hazmolunacak yumuşak bir lokma hâline gelmesini istihdaf ediyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 217)
50) | Buse (Far.): Öpücük
Anlaşma bu şekilde bittikten, antlar içilip kararlar katileştirildikten sonra Yuvanis hem fikrî hem kalbî bir muahede demek olan uzlaşmayı bir buseyle mühürlemek istedi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 179)
51) | Bürudet (Ar.): Soğukluk
Bu bürudet ve husumetin, bizim için normal bir hâl olduğunu başlangıçta anlamadım. Çünkü şehvetimiz uyanınca onlar uyuyor, aramızda ne bürudet ne husumet kalıyordu. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 49)