Kitabı oku: «1001 Kelime 1001 Hüzün», sayfa 2
c ç
52 | Cebren (Ar.): Zorla
Fena hâlde yaralıyım. Hizmetçimin cebren girmeyi tasavvur ettiği bu şatoda bulunmaktansa geceyi açıkta geçirmeyi tercih ediyorum. Şato, uzun, zamanlardan beri hakikatte olduğu kadar Mistres Radcliffe’in hayalinde de melankoli ile büyüklüğünü cem etmiş ve çatık çehresini Apenin Dağları arasında yükseltmiş binalardan biridir. Bütün görünüşlere nazaran burası son zamanlarda muvakkaten terk edilmiştir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 170)
53 | Ceffelkalem (Ar.): Düşünüp taşınmadan, bir çırpıda
Kız, olsa olsa, sarayda seçkin bir mevki ister veya istetirdi. Hâlbuki Tevekkül Hanım, ulu orta ve ceffelkalem, Sahipkıran Timur Han Hazretleri’ni kocalığa layık bulmuyorlardı. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 136)
54 | Cehdetmek (Ar.): Çalışıp çabalamak
Bir beni sevdiğini söylemesi kaldı. Muhakkak beni seviyor, ben de bunu biliyorum. Bana karşı kayıtsız görünmek için ne kadar cehdetse nafile, bu kanaatimi değiştiremez. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 33)
55 | Celadet (Ar.): Yiğitlik, kahramanlık
Küçük sipahi bu şanlı melhamede yoldaşlarına âdeta kılavuzluk etmişti, hep önde yürümüştü. Kara Mehmet Paşa ise en ünlü babayiğitleri imrendirecek celadetler gösterip düşmana kan kusturmuştu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 377)
56 | Celbetmek (Ar.): Kendine çekmek, getirtmek
Kara Mehmet, barutun pek ıslak olduğunu söylemeye lüzum görmedi, yalnız bu mevzu üzerine Terez’in de dikkatini celbetmekle iktifa etti. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
57 | Cemilekâr (Ar. + Far.): İyiliksever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan
İki gün süren yolculuğunu, deniz sakin olduğu hâlde, Tartaren tek başına hep kamarasına kapanmış olarak geçirdi. Çünkü ne zaman güvertede görünse başının belası deve gülünç ve lüzumsuz cemilekârlıklarıyla olmadık işler yapıyor ve onu bizar ediyordu… Bunun kadar bir kimseyi rüsva eden bir deve hiç görülmemiştir.(Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)
58 | Cemiyet (Ar.): Dernek
Cemiyetin diğer efradına gelince onlar safdilce korkularını saklamak için hakikaten hiç cebrinefs etmediler. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 155-156)
59 | Cenubi (Ar.): Güneyle ilgili, güneye özgü olan
Sunglarla uyuşarak Kinleri alt yandan da çember içine almaya savaşıyordu. Her türlü tereddütlerde beraber gene Çinlileri boyunduruk altında tutan Kinleri ezmek Sungların da emeli, millî emeli idi. Cengiz’in o emele müzaheret eder görünüşü Cenubi Çin’de bayramlar yaratmıştı. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 217)
60 | Cereyan (Ar.): Bir yöne doğru akma, akış, akıntı; bir şeyin gelişme, olma durumu; aynı eğilimde olan, aynı görüşü paylaşan kimselerin oluşturduğu hareket
Eğer ok atmada göze çarpacak derecede liyakat gösterirler ve yüzmede Dinyeper Nehri’ni cereyanının aksi istikamette yüzerek geçmekle herkesin hayretini mucip olurlarsa bunlar öyle bir meziyet teşkil ederdi ki acemiler resmen Kazakların arasına kabul olunurlardı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)
61 | Cezbe (Ar.): Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu
O zaman Baya elindeki udu bir tarafa bırakır, iri gözleriyle müezzine bakar ve ezanı içer gibi zevk ile dinler. Ezan devam ettikçe o, mest-ü müstağrak, ilahi bir Doğu azizesi hâlinde, ruhani bir vecd ile ürpererek donar, kalır. Tartaren heyecan içinde onun kalkıp abdest aldığını, namaz kıldığını, hayranlıkla temaşa ederken bir taraftan da bu kadar derin cezbe veren bir dinin çok güzel ve çok kuvvetli olması lazım geleceğini düşünürdü. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 84-85)
62 | Cibillî (Ar.): Yaradılıştan olan, tabii
Kadınların çoğunda olduğu gibi onda da çocuklarını sevmek, hayvani bir ihtiyaç ile onları yedirmek, bakmak ve korumak cibillî idi. Fakat hayvanların aksine olarak, o tasavvur ve muhakeme kudretinden mahrum değildi. Tavuk, civcivinin başına gelmesi melhuz bir kazadan korkmaz, yavrusunu tehdit eden hastalıkları bilmediği gibi, biz insanların hastalığa ve ölüme karşı çare sandığımız ilaçlardan da haberi yoktur. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 64)
63 | Cidal (Ar.) : Savaşma, cenk. Ağız kavgası, çekişme
Kösem Sultan, işlediği cinayetten dolayı yüz gösterebilecek her ihtimali hesaplamış ve nefsini o ihtimallere göre hazırlamış bulunuyordu. Oğlunun uzun bir cidale atılmak şöyle dursun, küçük bir araştırmaya bile kalkışamadığını, candan bağlı gibi göründüğü kadının ölümünü delice bir tevil ile âdeta tabii bularak gülmeye koyulduğunu görünce şaşırmaktan kendini alamadı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 158-159)
64 | Cihangir (Far.): Dünyanın büyük bir bölümünü eline geçiren kimse, fatih
Şimdi onlar görünüşte karı koca gibi yaşıyorlardı, hakikatte ayrı düşüp ayrı kalkıyorlardı. Temuçin, Güncü’nün muhabbetinden daha yüksek emeller peşindeydi, cihangirlikler kuruyordu. Bu sebeple de güzel kadının şu istiğnasından küçük bir teessür duymuyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 89)
65 | Cüda (Far.): Yurt, baba ocağı gibi çok sevilen şeylerden ayrılmış olan, uzak kalmış olan
Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burun-larından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 58)
66 | Cürmümeşhut (Ar.): Suçüstü
Lakin aşk hatıralarıyla dolu bir yerde ve Tuman Ağa’nın zarif hayaliyle ruhunu karşılaştırdığı bir sırada yeni bir kadın mevzusuna gönlünde yer vermekten sıkılmıştı. Bu sebeple cürmümeşhut hâlinde yakalanan bir çocuk gibi Hızır Hoca’nın mektubunu cebine soktu ve bahçeden savuştu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 123)
67 | Çeşmiçerez (Far.): Göz çerezi
Muhit ve zaman bakımından bu muhakeme tarzı, şüphe yok ki, doğruydu. Gözle, dille, elle, kalemle de namussuzluk yapılabileceğine o devirde inanılmazdı. Şunun bunun kızına, oğluna yer gibi, ısırır gibi bakmaya çeşmiçerez yahut göz zinası derler ve bu kepazeliği hoş görürlerdi. Komşunun evine gireni, çıkanı tarassut etmeyi vazife telakki ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 294-295)
d
68 | Dalalet (Ar.): Sapkınlık, doğru yoldan ayrılma
Mahkûm yaşamak için halkolunmuşken yanlışlıkla ve birtakım tesadüflerin zoruyla hâkim mevkisine düşen fertlerin ve cemiyetlerin hepsinde bu hâlet, yani esirliğe iştiyak dalaleti görülür. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 126)
69 | Daüssıla (Ar.): Yurt özlemi
Cebe bu harpten sonra orduyu Söbütay’ın emrinde bıraktı, Karakurum’a döndü. Daüssılaya tutulmuştu, öz yurdunun iştiyakıyla manevi ızdıraplar geçiriyordu.
(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 263)
70 | Debdebe (Ar.): Görkem
Türk haşmetine Avusturya debdebesiyle karşılık vermek isteyen imparator da baştan aşağı demir kaplı süvarilerini, parlak kostümlü piyadelerini sıralayarak kalabalığa müsellah bir enginlik katmış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 130)
71 | Deraguş (Far.): Kucaklama, sarma
Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 15)
72 | Derpiş (Far.): Öngörme, göz önünde tutma, aklından geçirme
Bu mukayeseden muazzep olan Kör Mahmut, bir an için Emire Zeynep’ten ayrılmak fikrini derpiş etmek istedi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 259)
73 | Deruhte (Far. + Ar.): Üzerine alma, üstlenme
Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 28)
74 | Devriâlem (Ar.): Dünyayı dolaşma
Halam akşam yemeği için beni Lincoln Otelinde bekliyordu. Beni kucakladığı zaman sevincinden ağladı ve zannederim ben de devriâlem seyahatinden gelmiş olsaydım onu görmekle daha ziyade sevinmezdim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 124)
75 | Didar (Far.): Yüz, çehre
“Ne Musa…” dedi. “Bu nimete erdi, ne Harun ne Davut bu ikbali gördü, ne Süleyman! Ulu Tanrı işte mübarek cemalini görmekliğimi, mübarek ayaklarına yüz sürmekliğimi nasip etti. Ben, ceddin büyük Süleyman Hazretleri’nin, deden rahmetli Selim Sultan’ın, cennetmekân pederiniz, Murat Han’ın dahi ayaklarına yüz sürmüşüm, iltifatlarını görmüşüm. Fakat bu güne dek cenabınızın didarını yakından görmek, ayağını öz ağzımla öpmek müyesser olmamıştı.” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 298)
76 | Dilaver (Far.): Yiğit, delikanlı
Kara Abdurrahman’la arkadaşları, yine vakur ve yine kayıtsız salonda sıralanmışlardı. Ne o iç gıcıklayan esrarlı ışıklar ne o tutam tutam sırmalar ve kucak kucak yaldızlar ne de havayı şaraba çeviren nefis kokular, tekellüfsüz bir gururun riyasız vakarını bakışlarında yaşatan bu dilaver Türkleri hayrete düşürmüş değildi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 205)
77 | Dilber (Far.): Alımlı, güzel kadın
Fakat göçün neşesi genç kızlar kümesinde görünürdü. Oynak atlara binmiş olan bu coşkun kanlı dilberler, mütemadi oyunlarıyla ve terennümleriyle göçe şen bir hava püskürürlerdi. Birtakım kızlar da millî sazlarıyla millî şarkılar teganni ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 86)
78 | Dimağ (Ar.): Beyin, bilinç, zihin
Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 34-35)
e
79 | Ecnebi (Ar.): Yabancı
Yüksek duvarlı, taş kuleli, demir kapılı, geniş hendekli sefarethanelerin icabında kale rolü oynayacağı düşünülerek böyle bir akıbete yol açtırılmamak devlet ulularınca en mühim vazife sayılıyordu, elçilerin tasarladıkları yapı işleri için yerli usta ve amele kullanmalarına ise kimse razı olamıyordu. Zira -para ile de olsa- bir Osmanlı’nın ve hele bir Müslim’in ecnebiye hizmet etmesi şerefsizlik tanılıyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 210)
80 | Efkârıumumiye (Ar.): Kamuoyu
Tahsil görmüş kimselerin çoğu ilgisiz, kuruntusuz hiçbir azap duymadan kendilerini rezilete kapıp koy vermektedirler. Bizde ceza kanunundan ve -tabir caiz ise- efkârıumumiye denilen millî vicdandan başka bir müeyyide kalmadığına göre böyle bir azap duymaya mahal kalır mı? (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 72)
81 | Efrat (Ar.): Bireyler, fertler
Ordu: Yüz, bin ve on bin kişilik kıtalardan mürekkeptir. Silahları muhafazaya memur zabitler onları bizzat kendi elleriyle neferlere teslim ederler. Harpten sonra silahlar depoya bırakılır. Efrat, silahlarını kışın ava gitmek için de alabilir.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 289)
82 | Ehemmiyet (Ar.): Önem
Eğer bir an dikkat gevşeyecek olursa hataya düşülür. Bunun neticesi olarak ya ziyan edilir yahut oyun kaybolur. Bundan başka hareketler yalnız mütenevvi değil aynı zamanda ehemmiyet itibarıyla de birbirine eşit olmadığı için bu gibi hatalara düşmek ihtimali pek çoktur. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)
83 | Ekseriya (Ar.): Genellikle
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe-garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 99)
84 | Elem (Ar.): Acı, üzüntü, dert, keder
Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 95)
85 | Emel (Ar.): Gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek
Hayatı ve ölümü aynı şekilde korkunç bularak kâh dinsiz kâh hurafelere inanır bir şaşkınlık içinde yıllarca kalmış. Bu kadarı yetmiyormuş gibi hayatının sonlarında bundan daha müthiş azaplara düşmüş. Emellerinin hedefi elemlerinin kaynağı olmuş.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
86 | Encam (Far.): Son, işin sonu
Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 87)
87 | Esatirî (Ar.): Mitolojik, efsanevi
Taraskonluların indinde Cezayir, Afrika, Yunanistan, İran, Elcezire pek müphem, hemen esatirî bir memleket teşkil eder. Bu memlekete Törler yani Türkler ismini verirler. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 42)
88 | Esbabımucibe (Ar.): Gerekçe
Casus Lehli, uzun bir lahza düşündükten sonra imparatora esbabımucibeli bir hareket planı çizdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 276)
89 | Eşhas (Ar.): Kişiler, şahıslar
Çoğu kırlardan ve kasabalardan uzak mahallerde yapılan bu kervansarayların her biri, nereden geldiği belirsiz birtakım eşhasın eline geçmişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 85)
90 | Etvar (Ar.): Tavırlar, hâller, davranışlar
Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarınında son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 35)
f
91 | Fahur (Ar.):Çok övünen, çok böbürlenen
Daracık sokaklardan -dünya güzelinin hayaline sarılarak- ferih ve fahur süzülüp geçiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 196)
92 | Faikiyet(Ar.): Üstünlük, yükseklik
Dikkat tamamıyla ve kati olarak lazım olmadığı için oyuncuların en çok zekâ ve en sürat intikal sahibi olanı bütün faikiyetleri elde eder. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)
93 | Faraziye (Ar.): Varsayım
Şimdi bir şahıs bekliyorum ki bu kasaplığın faili olması ihtimali vardır. Bu adam irtikâp olunan cinayette kısmen methaldardır İhtimal ki cinayetin feci kısmında kısmen masumdur. Bu faraziyede aldanmadığımı ümit ederim. Çünkü muammanın hallini bu faraziye üzerine istinat ettiriyorum. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 216)
94 | Fariğ (Ar.): Vazgeçmiş, çekilmiş; sıkıntısız, rahat
Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 49)
95 | Fasit (Ar.): Kötü, bozuk, ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit
Yaşayışta ve gösterişte biri öbüründen geri kalmayan zorbaların iş çıkarmak ve iş başarmak bahsinde Nakilci’ye tekaddüm hakkı vermeleri, ocak ustalarının fitne uyandıracakları zaman son sözü Nakilci’ye bırakmaları, saray ve Babıali ricalinin ocağa taalluk eden işlerde ilkin Nakilci’yi hatırlamaları da hep o fasit zekâdan ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 252)
96 | Fazilet (Ar.): Erdem
Krallar, yüksek aileler, zümreler ve ahali hep kendilerine mahsus inanışlara ve ihtiraslara maliktirler. Çok kere onlara eğri yollardan hizmet etmek lazımdır. Allah ve insanlık ise bizden yalnız fazilet bekler. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 76)
97 | Fecaat (Ar.): Çok acıklı, yürekler acısı durum
Fakat Teodosya’nın Dimitri İştovan’ı örnek göstererek Türklerle yüz yüze gelmekteki fecaati izah etmesi üzerine şuur altına atılmış bütün o endişeler şaha kalkmış ve zavallı muhafızın hâli tamamıyla başkalaşmıştı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 177)
98 | Fecir (Ar.): Tan vakti, tan kızıllığı
Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 22)
99 | Feragat (Ar.): Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme
İşte nihayetsiz bir feragat içinde sessiz bir köşeye çekilerek gençliğimin en hararetli yıllarını beyaz bir sükûn içinde geçiriyorum. Bu yaşta, bu güzellikle böyle hayata arka çevrilir mi diyenlere ehemmiyet bile vermiyorum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 68)
100 | Ferahfeza (Ar. + Far.): Ferah artıran, ferahlatan
Hava temiz, sular latif, mevki de cidden ferahfeza olduğu için Kör Mahmut, burada bir müddet meks edilmesini babalığından rica etmişti. Oğulluğunun arzusunu kendi meramına muvafık gören Küçük Ahmet, on gün kadar Erciyes eteklerinde tevakkuf edilmesine emir vermişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 209)
101 | Ferih (Ar.): Çok sevinçli, neşeli
Müttefik ordunun İskender Köprüsü’nden ferih ve fahur geçmesine meydan verdiği için azlolunan Kırım Hanı Selim Giray da bu meyanda yeniden hanlığa getirilmişti. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 374)
102 | Fettan (Ar.):Fitneli, karıştırıcı, gönül ayartıcı, cilveli
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 93)
103 | Feveran (Ar.):Fışkırma, kaynama, birdenbire öfkelenme, köpürme, parlama
Sultan Mehmet’te böyle bir merak yoktu. O, sade gazap hâlindeydi. Zira ayak divanında kendini sövülmüş, dövülmüş sayıyordu ve o gün bin zincirleme hakareti yapanlardan ikisini karşısında görür görmez -zebunküşlere yakışan bir feveran ile- mücessem gazap kesilmişti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 362)
104 | Fevk (Ar.): Üst, yukarı
Şu hâlde Bafa, devrin telakkileri fevkine çıkıyor, saray ananelerini tekmeliyor, ahlak kaidelerine tükürüyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 117)
105 | Fevkalbeşer (Ar.): İnsanüstü
Yine ulcaştılar ve dualarını tekrar ettiler. Timur, Zühre yıldızını almak istediğini söylese aynı şeyi yapacaklardı ve hiçbir hayret eseri göstermeyeceklerdi. Çünkü onlar, o her biri Timur namına bir taht devirmiş ve bir ülke almış kahramanlar, efendilerinin fevkalbeşerliğine iman eden kimselerdi.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 184)
106 | Fezahat (Ar.): Rezillik, ayıp, rüsvalık
Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 50)
107 | Filhakika (Ar.): Gerçekten, doğrusu, hakikaten
Filhakika benim de o zamana kadar bundan başka yaptığım hiçbir iş yoktu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 43)
108 | Firaklı (Ar.): Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen
Nihayet kadın öldü ve en firaklı ciheti, öldüğü sırada son durumunu anlayacak kadar aklı başında imiş. Bütün hayatında tavsiyeleriyle hareket ettiği kimseler tarafından hor görülüp soyulduğunu anlamış.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
109 | Fütur (Ar.): Bezginlik, umutsuzluk, usanç
Başının püsküllü belası gene o deve! Trenin arkasında rayların üstünde yeise düşmeksizin trene yetişmek azmiyle salla pata pergellerini açan zavallı deve!.. Tartaren yeis ve fütur içinde bir köşeye büzüldü ve gözlerini kapadı. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)
g
110 | Garabet (Ar.): Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık
Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 90-91)
111 | Garp (Ar.): Batı
Cengiz Han, teenni eder görünmekle beraber âdeta sabırsızlanmıştı, bir ayak evvel garba dönmek, Harzem’den Bağdat eteklerine kadar uzayan topraklardaki Türkleri de kendi bayrağı altına almak için hummalı bir iştiyak taşıyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 227)
112 | Gaşyolmak (Ar. + T.): Kendinden geçmek
Bektaş, kendi hayatının hususiyeti dolayısıyla platonik bir aşkın zevki içinde gaşyolup gitmek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 267)
113 | Gaybubet (Ar.): Göz önünde bulunmama
Fakat ben bu haberden ne mütehayyir ne de müteessir göründüm. Hatta şu gaybubetinin uzun sürüp sürmeyeceğini de sormadım. Onun bu ağzı kullanacağını biliyordum. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 45)
114 | Gayritabii (Ar.):Sıra dışı, acayip, acayip bir biçimde
Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
115 | Gayur (Ar.): Gayreti olan, gayretli, çok çalışkan
Pek öyle sıkı sıkıya kendimi kapamadım, öyle yapsaydım sıkıntıdan boğulur ölürdüm; fakat kendimi, evham ve hayalatın düşmanı olan faal, gayur, ihtisasçı ve pek meşgul, fikir adamlarının çerçevesi içine aldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 213-214)
116 | Gazap (Ar.): Öfke, kızgınlık, hiddet
Mevlevi Mehmet, celladın da vazifedenistinkâf ettiğini görünce gazaba geldi, kendi eliyle padişahı boğmak emeline kapıldı ve bunu yapamayacağını kestirdiğinden eline bir sopa alıp dışarı fırladı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 334)
117 | Gıllıgış (Ar.): Kin, gizli ve kötü amaç
Zavallı Mahmut’un niyeti saftı, gönlünde gıllıgış yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 419)
118 | Güruh (Far.): Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk, derinti, sürü
Ulema güruhu tamamıyla maksada bağlanmış olduğundan, saraya karşı müttehit bir cephe alındığından artık Fatih Camisi’nde durulmak abesti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 285)
119 | Güzide (Far.): Seçkin, seçilmiş, seçme, aydın, okumuş
Şehrin kadın erkek bütün güzideleri mutlaka orada bulunacakmış, şayet ben gitmezsem toplantı hiçbir şeye benzemeyecekmiş. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 78)