Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın»

Yazı tipi:

ÖNSÖZ

Kilis henüz küçük bir kasaba iken ve henüz bir şehir katili belediye başkanı ile tanışmamışken Arasa’da avlulu ve geniş bir evde oturuyorduk. 9 veya 10 yaşlarında olmalıyım. Eve geldiğimde annem ve rahmetli babaannemi büyük bir yeis ve matem içerisinde ağlarken bulmuştum. Sorduğumda “Menderes ölmüş!” dediler. Bir akrabamız veya yakınımız olmalı diye düşünmüş ve ben de üzülmüştüm.

Menderes adını ilk o zaman duymuştum. Babamın MSP kurucularından olması nedeniyle politik konuşmaların çokça yer aldığı bir çocukluk geçirdim. Yıllar sonra Aydın Menderes'le tanıştığımda bu anekdotu hatırlamış ve Menderes ailesinin Türk milletinin bağrındaki yerini bir kere daha müşahade etmiştim.

Aydın Menderes’le Büyük Değişim Partisini kurduğu doksanlı yılların ortalarında, Tunus Caddesi’ndeki ofisinde tanışmış ve ondan sonra zaman zaman görüşmeye devam etmiştim.

Benim, Yeni Demokrasi Hareketi Başkanı Cem Boyner’e danışmanlık yaptığım süreçte Mehmet Bekaroğlu’nun öncülüğünde düzenlenen İslam Düşüncesi Sempozyumu vesilesiyle Aydın Menderes ve Cem Boyner’i Trabzon’da bir araya getirmiştik. Osman Bostan’ın da hazır bulunduğu bir sabah kahvaltısında Mehmet Bekaroğlu muhayyilesinin genişliğiyle iki liderin bir araya gelmesi hâlinde önümüzdeki yıllarda Türk siyasetinde Aydın Menderes’in cumhurbaşkanı, Cem Boyner’in de başbakan olacağını söylemişti. Cem Boyner bu öngörüden o kadar hoşlanmış olmalıydı ki Mehmet Bekaroğlu’ndan yazılı icazet istemiş ve Bekaroğlu peçeteye yazarak Cumhurbaşkanı Aydın Menderes’e ve Başbakan Cem Boyner’e mazbatalarını vermişti!

Menderes, derin siyasi yaklaşımları ile Türkiye’nin geleceğine dönük olarak bir medeniyet perspektifi çizmiş ve felsefi altyapısıyla o gün orada neredeyse hepimizi anaforuna çekmişti.

Aydın Menderes, 1999 yılında Fazilet Partisinden Kilis belediye başkanlığına aday adayı olduğumda da başkanlık divanı üyesi sıfatıyla olağanüstü çaba göstermişti; ama netice alamamıştık.

Menderes’le zaman zaman görüşmeye devam etmiş ve geçirdiği meşum kazadan sonra bu temaslarımı sıklaştırmıştım. Yayıncılığa başladığım 2002 yılından bu yana bir nehir söyleşi fikri her zaman gündeme gelmiş ama hiç mümkün olamamıştı.

2006 yılı sonları, bu projeyi hayata geçirmemize imkân verdi. Aydın Menderes’le yaklaşık olarak on defa Ümitköy’deki evinde bu nehir söyleşi için bir araya gelmiş ve çok mesafe almıştık. Sonraki süreçte Aydın Menderes’in yoğunluğu benim yoğunluğumla çakışınca proje akamete uğradı.

Sonra her fâni gibi Aydın Menderes Rabb’ine döndü.

Geçtiğimiz günlerde bilgisayarımdaki arşivimde Aydın Menderes klasörünü görünce Elips Kitap’ın redaktörlerinden birine metni düzenlemesi için verdim. Sonra şöyle bir göz attığımda Menderes’in söylediklerinin kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı.

Gerçi bunda biraz da 24 Ankara temsilcisi Yaşar Taşkın Koç’un da katkısının olduğunu ifade etmeliyim.

Koç, TRT’ye “Ali Adnan: Bir İnsan Serüveni” belgeselinin senaryosunu yazarken nehir söyleşi yaptığımdan haberdar olduğu için benden ham metinleri istemiş ve daha sonra bunları neden yayımlamadığımı sormuştu.

Sahi neden yayımlamıyordum?

Muhtemelen yarım kaldığı için…

Daha önemlisi metni Aydın Bey görmemişti.

Hem tanıklığım hem de Menderes’in söyledikleri kaybolacaktı.

Redaksiyondan sonra metni yeniden okuyup, Hamdi Kılıç’a gönderdiğimde artık yayımlamaya neredeyse karar vermiştim.

Hatta bu kitabın serüvenini yazma fikri de Hamdi Kılıç’a ait.

Söyleşi esnasında Menderes’le ilgili elbette pek çok hususu öğrendim. Bir kısmını yazmam zaten beklenemez.

Aydın Menderes babasına gıpta ile bakan, çilesine kısmen şahitlik eden ama babasının şahsında yakın tarihin bütün sırlarına neredeyse vâkıf biri idi.

Kendisi izah edilemeyen bir kaza geçiren, babası asılan, ağabeylerinden Mutlu’yu bir trafik kazasında, Yüksel’i aydınlatılamayan intihar süsü verilmiş bir suikastla kaybeden biri olmasına rağmen iddialarından vazgeçmeyen bir yerde duruyordu.

Türkiye’de müesses nizamın Menderes ailesine kin gütmediğini söylemek ihtiyatsız bir iyimserlik olur. Kitabın içerisinde var. Ben Kennedy ailesinin ABD’de başına gelenlerle, kendi ailesinin başına gelenleri sordum.

Kennedy ailesi, içinden başkan seçmeyi başarmış tek Katolik aile.

Menderes ailesi de milleti siyasete katarak müesses nizamı zedeleyen bir yerde durmaktadır. Adnan Menderes’e yapılan muamele iki oğlun biri ölümle neticelenen trafik kazasını ve bir oğlunun intiharını elbette şüpheli kılıyor.

Darbeler ve faili meçhul cinayet ve olaylarla sabıkası tartışılamayacak olan müesses nizam, bu konuda hiçbir şüphe ve tartışmadan vareste tutulamaz.

Daha evvel alicenaplığına ve haza beyefendiliğine şehadet ettiğim Aydın Menderes bu söyleşi esnasında düşmanlarından söz ederken bile nezaketi elden bırakmıyor ve yaşadığı trajediyle kader inancı tam bir mümin edasıyla, sükûnet limanına yol alıyordu.

Aydın Menderes bazı görüşmelerini beni yabancı bulmadığını ifade ile yatak odasında yapıyordu. Onunla her karşılaştığımda yaşadığı acıyı, kederi, sıkıntıyı, ızdırabı, çaresizliği fark ediyor ve her defasında yüzündeki, kadere inancın ve teslimiyetin huzuruna şaşırarak, gıpta ediyordum.

Menderes her hayırlı evlat gibi babasına gıpta ediyordu.

Bu söyleşinin sürdüğü günlerde “Hatırla Sevgili” dizisi vesilesiyle babasının kadınlarla ilişkisi gündeme geliyordu kamuoyunda.

Ben söyleşi dışında isim vererek babasının sevgilisi olduğu söylenen Ayhan Aydan’ı sordum.

Siz ve anneniz nasıl karşılıyordu?

Cevabı bana çok enteresan gelmişti: “Babam her ne yapmışsa helali hoş olsun…”

Bu kitabın yayımlanmasına emeği geçen aziz dostum ve tanışmakla şerefyab olduğum kardeşim Hamdi Kılıç'a medyunu şükranım.

Söyleşiye oğlum Ali Burak da şahitlik yaptı. Onun gönül dünyasından da sorular sordum. Baba oğulluğumuzu biraz da o sohbetler esnasında yeniden keşfettik. Katkılarını teşekkürle anmalıyım.

İyi ki varsınız Hamdi Kılıç kardeşim ve oğlum Ali Burak…

Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes’in Çocukluk, Gençlik Dönemi, Çok Partili Rejime Geçiş Süreci ve Demokrat Parti İktidarı

Sayın Menderes, siz 1946 yılında doğdunuz. 1946 yılı Türkiye’de siyasi hayatımızda 46 ruhu diye tanımlanan bir süreç. Siz bugün çocukluğunuza dair en eski anıları, en eski hadiseleri gözden geçirirseniz ne gibi anekdotlar aktarabilirsiniz? Çocukluk serüveniniz nasıl başladı, nasıl ilerledi?

Bu çok güzel bir soru. İnsan, eski zamanlara, gençliğine, çocukluğunun hatırlayabildiği ilk evrelerine doğru zaman zaman bir yolculuk yapıyor o anıları hatırlamaya çalışıyor. Vaktini, kendi hayatı dâhilindeki bir yolculuğa ayırabiliyor. 1946 yılının Mayıs ayında doğdum. 14 Mayıs 1950’de de seçim, daha doğrusu Türkiye’de ilk defa iktidarın kansız, kavgasız, hilesiz bir şekilde el değiştirdiği ilk hür seçim yapıldı. Bu seçimin ardından Demokrat Parti iktidara geldi, babam da başvekil oldu. Benim 14 Mayıs 1950 öncesine ait ufak tefek hatıralarım olmakla birlikte, zihnimdeki asıl hatıralar önemli ölçüde -tabii âdeta siyasetin içine doğmuş olduğum için- siyasetle ve ülkenin siyasi olayları ile ilgili. İlk anılarım aşağı yukarı 1949 senesine, üç yaşında olduğum yıla kadar gidebiliyor. Onun da şöyle bir özelliği var: Evliliklerinden itibaren annem, babam ve tabii dünyaya gelmişlerse ağabeylerimi, her sene meclis tatile girince önce İstanbul’a, fuar zamanına doğru da İzmir’e gitmişlerdir. Bu durum 1950’ye kadar devam etmiştir. 1949 yılında ilk kez beni de götürdüler. O vakit teyzem ve eniştemlerde kaldığımı hatırlıyorum. Annem ve babam birlikteydiler, ortanca ağabeyim, büyük ağabeyim olmayabilir. O sırada onların nerede kaldıklarını çok fazla anımsamıyorum. Hayal meyal İzmir’deki fuar zamanını hatırlıyorum. 20 Ağustos’a doğru giderlerdi. Tabii o zaman fuar çok canlı bir olay İzmir’de. Hemen hemen Ege Bölgesi’nin her yerinden trenlerle, otobüslerle gelirlerdi. Hele 1950’den sonra otobüslerle insanlar akın akın gelmeye başladılar. 9 Eylül İzmir’in kurtuluşudur, o günlerde otellerde boş oda bulunmazdı. Gelen insanların bir kısmı sokaklarda yatarlardı. Buna rağmen büyük bir coşku ile 9 Eylül kutlanırdı. Aşağı yukarı 1970’li yılların ortasına kadar da böyle bir âdet İzmir’de devam etmiştir. 9 Eylül’de, bugün bizim sivil toplum kuruluşu dediğimiz dernekler ve özellikle de siyasi partiler, yanılmıyorsam; Konak’tan başlayıp Alsancak’a doğru, Efes Otelin -şimdiki Büyük Efesin- önündeki Atatürk heykelinde son bulacak, oraya çelenk koyup dağılacak biçimde yürüyüşe geçerlerdi. O yürüyüşte en kalabalık grup olmak fevkalade önem taşırdı. Bu gelenek 1970’li yılların ortasına kadar düzenli bir şekilde devam etmişti. Ama o süreçte anarşi, sağ sol kavgası derken birçok şey çığırından çıktığı gibi bu gelenek de bozuldu. Kavgaya, gürültüye, çekişmeye sebep olur diye, bana göre fevkalade güzel, canlı bir nitelik taşıyan bu âdet de ortadan kalktı.

İnsan Türk siyasetinin yanı başında yaşayınca sosyal olaylara, şehirlerdeki değişikliklere, inişlere çıkışlara, günlük hayattaki, âdetlerdeki değişikliklere de şahit oluyor. Benim tanıklık ettiğim bir olay da İzmir’in giderek sönükleşmesidir. Bu durum ekonomik yapıyla ilgili.

O zamanlardan itibaren İstanbul’un ekonomik anlamda baskın bir güç oluşu, Ege’yi ve İzmir’i de kuşatan bir sürece mi dönüştü?

Doğrudur. İzmir’de tarım ürünleri ihracatı ön plandaydı. Sanayisi de tarıma dayalıydı. Tütün, pamuk, zeytinyağı hatta krom, ekonomide ağırlıklı bir paya sahipti. İzmir’in ekonomik gücünün, üçüncü büyük şehir oluşunun önemi buradan ileri geliyordu. Ama sanayileşmede İstanbul’un yaptığı atak, Marmara Havzası’nın devreye girişi hatta Anadolu’da kendi başına sanayileşmiş şehirlerin gelişimi ve bir de İzmir’in kendi ekonomik kaderini hem ticaret hem sanayi olarak tarıma bağlamış olması, tarımın da giderek Türkiye’de önemini kaybetmesi, bu sonucu doğurdu. 1950’li yıllarda, Çukurova ağırlıklı olmak üzere “pamuk ağaları”, “beyaz altın” gibi mefhumlar dile getirildi; böyle bir edebiyat, karikatür geleneği oluştu. İzmir’in ekonomisini canlı tutan eğlence yerlerine, lokantalarına, balıkçılarına kadar habire müşteri sunan sektör tarım sektörüydü, pamuk tüccarıydı. Aydın’ından, Manisa’sından, ilçelerden akın akın İzmir’e gelirlerdi. Genel anlamda Ege şehirlerinde ekonomik gelişme yine tarıma bağlıydı. Ancak tarım giderek önem kaybettikçe, Türkiye’nin millî geliri içindeki payı küçüldükçe, İzmir giderek daha az rekabet edebilir hâle geldi. Mesela bir Çukurova, Adana, sanayide çok daha önemli atılımlara şahit oldu. Tabii orada muhakkak Sabancıların da Adanalı olmasının çok büyük bir rolü var. Bu itibarla İzmir’in önemini kaybedişi, tabii İzmir Fuarı’na da bir şekilde yansıdı. Her yıl 20 Ağustos’ta düzenlenen İzmir Fuarı’nı bazen başbakanlar açmıştır. Genelde her yıl ticaret bakanı açardı. Bakan gelip fuarı açar ve ekonominin bir yıllık muhasebesini orada yapardı. O zamanlar tabii böyle borsa falan yoktu ama yine de “piyasa” derdik. Türkiye’nin sanayicisi, çiftçisi can kulağıyla o konuşmayı dinlerdi. Memleketin ekonomisinde neler oluyor, neler olabilir; hükûmet politikalarında değişiklik olacak mı olmayacak mı gibi konular gündeme gelirdi. Bazı yıllarda, fiyat politikalarından ve başka şikâyetlerden dolayı bayağı tepki gördüğü de olurdu gelen ticaret bakanının… Öyle bir durumda, “İşte bak, bu hükûmet de bu iktidar da artık zayıfladı. Bu, siyasetin değişmez bir koşuludur.” deniliyordu, denilebiliyordu. İzmir’in siyasette de bir ağırlığı vardı o zamanlar. Hatta İzmir’i alanın seçimleri de kazanacağı düşünülürdü. Bu kanaat, biraz da Demokrat Partinin o muhitten kopup gelen bir hareket olması nedeniyle ortaya çıkmıştı.

Gerek 20 Ağustos’ta Fuar’ın açılışı sırasında, gerekse 9 Eylül günü halkın katılımı zirveye çıkıyordu. Fuar’ın en önemli özelliklerinden biri de çeşitli ülkeleri kapsaması, enternasyonel olması ve orada farklı ülkelerin sanayi ürünlerinin teşhir edilmesiydi. Fuar bu yönüyle, özellikle traktör, zirai alet gibi alanlarda çok aydınlatıcı, yol gösterici olmuştur. Hatta bir dönem Gümrük Kanunu’nda, getirilen malların, geri götürülmek istenmiyorsa orada satılmalarına imkân veren özel bir madde vardı. Ürünlerin bir kısmı da bu şekilde satılırdı. Müşteriler bazen bu ürünlere hücum ederdi. O vakit Türkiye’de ithalat bir hayli kısıtlıydı. Orada satılan traktör benzeri araçlara çok rağbet olurdu. İnsanlar gelip orayı gezerlerdi ve tabii birinin köyünden kalkıp İzmir’e gelmesi, İzmir’de gezmesi, eğlenmesi, iki üç arkadaşıyla sahilde oturup balık yemesi, rakı içmesi, o zaman için inanılmayacak kadar güzel bir hayaldi, âdeta başlı başına bir büyü gibiydi. Mutlaka sanatçılar da fuara giderler, sahne alırlardı. İzmir Fuarı’na gitmeyen sanatçı olmazdı. Böylece 20 Ağustos – 20 Eylül tarihleri arasında İzmir ve tüm Ege Bölgesi’ne büyük bir canlılık gelirdi. O bölgede illerin kurtuluş günleri birbirlerine yakın tarihlerde hâlâ kutlanır. Mesela 7 Eylül Aydın’ın, 6 Eylül Nazilli’nin kurtuluş günüdür. Bu tarihler, bir iki ilimizin dışında, hayli canlı bir şekilde hâlâ kutlanmaktadır. Ama o vakit bütün bu kutlamalar çok daha ileri derecedeydi ve canlıydı.

Sizin İzmir’le duygusal bir rabıtanız da var. 1950 yılında ailenizle İzmir’e gidişinizle ilgili söz açılır açılmaz, İzmir’in dünyanızda, gönül dilinizde farklı bir karşılığı olduğu anlaşılıyor. Peki yeniden çocukluğunuza döndüğümüzde, örneğin siz, başbakanın oğlu olarak ilkokula başladınız. Nasıl bir duyguydu? Okula gittiğinizde, sınıfa girdiğinizde neler yaşadınız, öğretmeninizle ilişkiniz nasıldı? Anneniz yanınızda mıydı, babanız sizin ilk gününüze iştirak etti mi? Bir başbakan çocuğunun okula başlaması büyük bir seremoniyi beraberinde getirmiştir muhtemelen.

Şimdi bu sorunuz benim hayatım için bir hayli önemli bir soru. Belirli bir hikâyeye dayandığı için uzun bir cevap olacak. Ancak bir yerinden başlamak lazım. Benim ilkokula başlama serüvenimden önce, sorunuzda yer alan bir hususa parantez açıp bir şeyler söylemem lazım. Bu anlatacaklarım, hayat dediğimiz bu koca serüvenin içerisinde benim yerimin, ailemin, ağabeylerimin, genel anlamda soyumuzun anlaşılabilmesi açısından önemlidir. Bunun için üzerinde duracağım. Şımarık olmamak, başbakan, başvekil oğlu gibi davranmamak, bunu kimseye belli etmemek, hiç kimseye bunu hissettirmemek; asla büyüklük taslamamak, “Ben başbakan oğluyum!” diye bunu bir imtiyaza dönüştürmemek, bundan dolayı kimseden bir şey istememek, bunu bir hak olarak görmemek, iltimastan kesin bir şekilde uzak durmak, yapılırsa da direnmek ve kabullenmemek… Bize hep bunlar telkin edilmiştir. Benim büyük ağabeyim, benden on altı yaş, ortanca ağabeyim de dokuz yaş büyüktü. Allah ikisine de rahmet eylesin… Tabii çocukluğum babamın başvekilliğine rastladığı için belki de bu telkinler en fazla bana yapılmıştır.

Bir anlamda da sırtınızda küfe taşıyorsunuz, yumurta küfesi gibi bir şey bu, onu yapma, bunu yapma gibi…

Evet, bunları duyunca ciddi bir sorumluluk hissi başlıyor. Şöyle ifade edeyim; bunları bir günden bir güne babam bize söylememiştir. Bunları hep annem telkin etmiştir.

Bu sizi tedirgin edecek bir noktaya geldi mi? Bu kadar çok telkin karşısında hata yapabileceğinizi düşündünüz mü?

Hayır hiç öyle olmadı. Bundan çok büyük bir haz duydum. Çünkü ortada bir örnek vardı. Başbakan olan kişi gözünüzün önünde. Kendisi “Ben başbakanım!” diye büyüklük göstermiyorsa, tafra satmıyorsa; insanlarla çok sıcak, alçak gönüllü ilişkiler içerisindeyse; o zaman önünüzdeki örnekle, babanız ile size anlatılanlar arasında bir kopukluk yok, bir bütünlük var.

Örnek model, baba…

Örnek model, hep iyi bir baba… Bir şekilde babanız gibi davranmanız öğütlenmiş oluyor. Bunun sıkıcı bir yanı yok. Çocukluk, gençlik yılları insanların daha idealist olduğu dönemlerdir. Haksız bir şeye sahip olmama duygusu hâkimdi, hayatı bir dürüstlük şeklinde -fair play diyorlar ya- kabul etmek. “Ben falanım” veya “şuyum buyum” gibi tavırlar söz konusu olamaz. Babamın geçmişiyle ilgili olayları, onun neler yaptığını, kayırılmaktan nasıl kaçındığını, iltimas yoluyla bir yerlere varmak istemediğini, imkânı olsa da bunlardan uzak durduğunu işittik hep.

Siz buna rağmen bir kaçamak yapmadınız mı? Sınıfta bir gün bile efelenmediniz mi? “Ben başbakanın oğluyum!” demediniz mi?

Bunu hiç söylemedim. Kendim söylemediğim gibi söyleyenden de tiksinmişimdir. Bu bakış açısı bizim evimize kadar girmiştir. Bu anlayışla yetiştirildik. O vakit özel okullar yeni yeni kuruluyor. Bu okullarda erkenden lisan öğreniliyor. O sırada Ankara’da Ayşe Abla Koleji açılıyor. Meclis’in biraz daha aşağısında, Odalar Birliği binasının biraz aşağısında diye hatırlıyorum. Benim iki ağabeyim Çankaya İlkokulunu bitirmişlerdi. O dönemde Ayşe Abla Koleji yoktu. Çankaya İlkokulu da o zaman çok meşhur olmuştu. Bu okulun, Allah rahmet eylesin, Rasim Akın adında bir başöğretmeni vardı. Bazı yaz akşamları annemle Ankara Tenis Kulübüne, 19 Mayıs Stadyumu civarına giderdik. Tenis oynayanlara bakar, orada yemek yerdik. Rasim Hoca da tenis kulübünün müdavimlerindendi. Orada beni gördükçe “Seni de ben okutacağım!” diye takılırdı. Ama beni Ayşe Abla Kolejine yazdırdılar.

O dönemlerde evde bir mürebbiyeniz, bir dadınız, sizinle kişisel olarak ilgilenen biri var mıydı?

O vakit Aydınlı -o da vefat edeli çok oldu- Pakize isminde hem ev işlerine bakan hem de benimle meşgul olan bir kızcağız vardı. Fakat o 1950 yılında evlendi. Ondan sonra özel olarak bana bakan biri olmadı.

Hep anneniz mi ilgilendi sizinle?

Annem ilgilendi. Ailede hepimiz onu çok sever, kendisine hürmet ederdik. Dedemin kalbi sağ taraftaydı. Evlenmezse daha sağlıklı yaşar demişler. Onun bakımını anneannemden ziyade annem üzerine almış. 1955’te vefat edene kadar hep bizimle beraberdi. O tabii benim dönemimde yaşlıydı, gözleri de görmemeye başlamıştı. Fakat iki ağabeyimin yetişmesinde onun da çok katkısı olmuştu. Bununla birlikte bizlerle yakından meşgul olan tabii ki annemdi. Bize ilk öğütleri veren, yöneten, yönlendiren o olmakla birlikte, iki ağabeyim de benimle çok yakından ilgilenirlerdi. Onlardan okula gitmeden evvel birçok şey öğrenmiştim. Bu şekilde beni Ayşe Abla Kolejine yazdırdılar. Fakat kararsızdım. Ağabeylerimin gittiği okula gitmemekten kaynaklanan bir kararsızlık duygusuydu bu. Bu duygu benim bir parçam olmuş gibiydi. Ayşe Abla Kolejini benimsemememin sebeplerinden birisi bu muydu, yoksa böyle bir duygu Çankaya İlkokuluna gidince mi ortaya çıktı, tam olarak kestiremiyorum. Ayşe Abla Kolejindeki talebeler daha çok o günün Ankara’sının varlıklı, orta sınıf veya üstü diyebileceğimiz ailelerinin çocuklarıydı. Fakat ben bu okuldan hiç memnun kalmadım, bir sıcaklık duymadım ve rahatsızlık geçirdim. Salgın çocuk hastalıklarından birine yakalandım, sonra iyileştim. Tekrar oraya götürdüler, okula devam ettim fakat tutturdum “Ben bu okula gitmeyeceğim!” diye. Hiç istemiyordum. Aklım, ne yapıp edip Çankaya İlkokuluna gitmekteydi.

Ne kadar sürdü bu durum?

Araya hastalık girdi, bir ay sürdü diyebiliriz. Süreyi tam bilmiyorum. Annem de babama demiş ki “Bu çocuk gitmeyeceğim diyor.” Babam da sabah demiş ki “Siz onu okula göndermeyin, ben kendim götüreyim.” Annem, “Oğlum…” dedi, “Seni yarın baban götürecek.”

Endişelendiniz mi bunun üzerine?

Hayır, hiç endişelenmedim.

Babanızdan korkar mıydınız?

Büyük bir saygımız, büyük bir sevgimiz vardı. Şimdi tabii bizim eve devlet işleri vesaire girmişti. Ev iki katlıydı, büyüktü. Ama babamın işlerinden dolayı sürekli kalabalık oluyordu. Mümkün olduğu kadar onun evde olduğu vakitler gürültü etmemek, misafirler varsa ona göre davranmak gerekiyordu. Tabii bunlara dikkat ediyorduk. Buna mukabil o da bizimle yeterince meşgul oluyordu.

Oyun oynar mıydı sizinle?

Hayır. Diğer ağabeylerimle yüzmüşler, balık tutmuşlar. Ama benim bir oyun oynama anım yok. Ertesi sabah ben bindim rahmetli babamın arabasına. Okulun önüne geldik. Atatürk Bulvarı’nın üzerinde araba durdu. Ben indim, hiç arkama bakmadan yürüyorum. Fakat bir his bana arabanın oradan ayrılmadığını ve babamın da benim girip girmediğime baktığını, takip ettiğini söylüyor. Ben bu hisse kapıldıkça adımlarım giderek ağırlaşıyor. Tam okula yaklaştığım vakit döndüm baktım. Evet, yanılmamışım, babam oradaydı. Bu sefer ben yüz seksen derecede döndüm. Okulun kapısını arkamda bıraktım, doğrudan doğruya arabaya geldim. Kapıyı açıp babamın yanına oturdum. Hâlâ bunu nasıl yaptığıma aklım ermez ama yaptım. O günkü arabalarda şoför bölmesi ile yolcu bölmesi arasında cam olurdu. Babam düğmeye basıp camı indirdi. “Beni Başvekalete bırakın, sonra da Aydın’ı eve bırakırsınız.” dedi. Bana “Oğlum niye gitmedin, burası okuldur…” gibi hiçbir şey demedi. Babamı Başvekalete bıraktılar. O vakit Başvekalet binası Ulus’tan Kızılay’a taşınmıştı. Babam orada indikten sonra muhtemelen hemen telefonla anneme de haber vermiştir. O sırada ben de eve döndüm. Olacak bu ya o gün ben ikinci bir hastalığa yakalandım, ateşim çıktı.

Küçükken zayıf bir bünyeye mi sahiptiniz?

Evet, ilkokulu bitirene kadar bademciklerim habire şişerdi. Pek kilolu değildim. Tabii eve dönünce babam ne olduğunu sormuş anneme. Annem de eve gelip rahatsızlandığımı söylemiş. “Okula da gitmemiş, bilmem ne yapacağız? Çankaya’yı istiyor.” demiş. Babam da “Ne var bunda? O da oraya gitsin. Öbürleri gitti de bir eksikliğini mi gördük? Varsın o da oraya gitsin, gönderin.” demiş. Sabah ben kalktım. Hiçbir şey bilmiyorum, sonra müjdeli haberi aldım. Çankaya İlkokuluna gideyim diye başöğretmeni aramış annem. Durumu anlatınca öğretmen memnun olmuş. “Yalnız şu anda kayıt almaya alırız da intibakta zorluk olur. Bu sene ben eve gelir giderim onu birinci sınıfa iyi bir şekilde hazırlarız. Gelecek sene başında okulda da bir imtihan yaparız. Birinci sınıf bilgilerine sahip olduğuna kanaat edilirse -ki zaten beni o yetişecekti- ikinci sınıftan itibaren okula devam eder.” demiş.

Çankaya İlkokulunda başvekilin oğluna iltimas yok mu? Sınava mı tabi tutuldunuz?

Yok, hayır, iltimas kesinlikle yok. Ben Çankaya İlkokulu için o kış evde hazırlandım. Zaten o öğretmen iki ağabeyime de zaman zaman özel ders verirmiş. Çankaya İlkokulunun şöyle de bir özelliği var: O bölgedeki devlet büyüklerinin çocuklarının birçoğu, mesela İsmet Paşa’nın çocukları orada okumuşlar. Hatta Özlem Hanım’ın büyük ağabeyimle belki aynı sınıfta veya bir alt ya da üst sınıfta olduğunu da söyleyebilirim. Çankaya İlkokulunda o civardan gelen talebelerin yanı sıra başka muhitlerden gelenler de vardı. O vakit Ankara’da Mimar Kemal ve Namık Kemal ilkokullarını bir çizgi olarak düşünürsek Kızılay’da, oradan ta Dikmen’e kadar başka hiç okul yoktu. Lastik çizmeli birçok arkadaş vardı. Dikmen’in köylerinden bile gelenler olurdu. Onun için Çankaya İlkokulu, Ayşe Abla’ya göre prestijliydi ama daha ziyade düşük gelirli halk çocuklarının bulunduğu bir okuldu. Ayşe Abla kaymak kesimin okuluysa Çankaya halk okulu idi. Benim gibi başbakan oğlu, o civarda oturan varlıklı ailelerin veya önemli bürokratların çocukları da vardı ama bunların oranı yüzde onu bulmazdı. Yüzde doksanı gecekondulardan, uzak köylerden, civardan gelen çocuklardı. Ben kendimi ömrüm boyunca hep o kesimden insanlarla bir aradayken daha rahat hissettim, mutluluk duydum. Arkadaşlarımla ilişkilerim aşağı yukarı bir ömür boyu böyle olmuştur. Böyle bir eşitlik düşüncemizin olduğunu bu okul değişikliklerinden itibaren anladık. Belki de Ayşe Abla Koleji yerine Çankaya İlkokulunu tercih etmemin nedeni, ömür boyu aralarında olduğum, yanlarında rahat ettiğim kişilerle beraber olma isteğiydi. Tabii bu düşünce ilerledikçe bu işin içerisine siyasi bir yön de girdi.

1952 yılında ilkokula başladım, 1953’te Çankaya İlkokuluna geçtim. Daha Demokrat Partinin ilk yıllarıydı. Ortada fazla çatışma olan yıllar değildi. Bu kesimlerin arasına girdikçe Demokrat Partiliye rastlama oranı çoğalıyordu. Ben bunun sıkıntısını ilkokulu bitirdikten sonra, 1957’de İstanbul’da Robert Koleje gidince yaşadım. Oraya gidişim de ilginçtir. Oraya babamın hatırı için gittim. İlkokula babama rağmen gitmemiştim ama 1957’de tam tersini yaptım. Orada bunun sıkıntısını çektim.

Siz 1946’da milletvekili çocuğu olarak dünyaya geliyorsunuz. 1950’de babanız başbakan ama siz elitlerin okulu yerine Dikmen’in köylerinden gelen çocukların okuduğu bir okulu tercih ediyorsunuz…

Mesela bakanlar yakınımızdı. Onların çocukları ile bir araya gelmek de beni fazla mesut etmezdi. Mahalledeki arkadaşlarımdı, yakın komşularımızdı onlar. Bizim kapı komşumuz, emekli memur olduğu söylenen Ali Rıza Bey’di. İncir ağaçları vardı. Biz de incirlerini aşırıp onu kızdırırdık. Onun alt katında da Rum bir aile yaşardı. Mesafe çok yakındı. Bu komşumuzun çocuklarından olan bir abla benden iki üç yaş büyüktü. Onun küçüğü erkek kardeş benim yaşıtımdı. Babalarının iş yeri de hemen Güvenevler’in altında, yüz metre ilerideki Yugoslavya Büyükelçiliği civarındaydı.

Siz herhangi bir çocuk gibi korumasız bir yaşam sürüyordunuz…

Evet. Yazın bizim evin önündeki bahçede veya yan bahçede, mahalledeki çocuklar ile bir araya gelip bir güzel oynardık kendi aramızda. Başımızda kimse olmazdı.

Evde de sıkı güvenlik önlemleri yok muydu?

Hayır. Sıkı güvenlik önlemleri evde de yoktu, serbestçe oynardık. Ben bunları bir dönemin hâletiruhiyesini, terbiyesini, âdet ve alışkanlıklarını aksettirmesi bakımından da anlatıyorum. Yabancı çocuklarla oynarken “Aman ha bunlara gâvur demeyin, kâfir demeyin; aman ha başka dinden olduklarını hissettirmeyin! Sünnetli, sünnetsiz gibi lafları bilir bilmez açmayın ve kesinlikle bunlara eziyet etmeyin. Büyüklük taslamayın. Mutlaka arkadaşınız, çok yakınınız gibi muamele edin. Farklılıkları onlara hissettirmeyin.” denirdi. Şimdi düşünüyorum da bunları bize öğretenlere bir kere daha rahmet okuyorum. Bu çok önemli bir şey. Bu bir imparatorluk kültürüdür her şeyden önce. Osmanlı kültürüdür. Farklılıklarla birlikte yaşama alışkanlığıdır. Bu özellik bu topraklarda yüzlerce yıl boyunca var olmuştur.

Bu hâkim bir duruşa sahip olmanın verdiği estetik bir rahatlık değil mi?

“İmtiyazlısın ama bunu belli etme! Üstünlük taslama çünkü bu küçüklüktür.” diye yardımsever olmamız öğütlenirdi. Mesela ben cebime yabancı bir çikolata, şeker falan koyup okula gitmedim. Böyle bir şeyi düşünmedim. Biri yap dese de yapmazdım, direnirdim. Arkadaşlarım bize geldiği vakitlerde onlara ikram ederdim. O zaman okul kafeteryası pandispanya, şeker satardı. Simit bile oralarda zor bulunan bir şeydi. Bir şey alacağım sırada yanımda arkadaşım varsa mutlaka birini de ona alırdım, iki arkadaşım varsa ikisine de alırdım. Bunlar bize hep öğretilirdi, telkin edilirdi. “Kendin için bir şey istemeyeceksin. Kendi adına bir şey yapmayacaksın. Her şeyi bölüşeceksin, büyüklük taslamayacaksın.” denilirdi. Bunlar benim hiç zoruma gitmedi. Hatta bunların benden istenmiş olmasını, bu öğütleri yerine getireceğime dair bana gösterilmiş olan bir güvenin işareti olarak görüyordum. Bu öğütleri çok sevdim hem de çok… Ben bu şekilde yaşadım. Hatta şöyle de bir anı anlatabilirim: Biz 1953’e kadar Güvenevler’deydik, ev küçük geliyordu. Sonra Çankaya’da bir köşke taşındık. Şimdi orada yabancı konukların bir kısmını ağırlıyorlar.

Fevzi Çakmak’a ait köşk mü?

Onun üst tarafında. Kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanlarının kaldıkları evler var, oranın üstünde. Orayı Atatürk, kardeşi Makbule Hanım için yaptırtmış ama o da orada oturmamış. Böyle bir köşktü. 1953’te oraya taşındık. Henüz yeni taşınmıştık. O sırada Haziran ayıydı zannedersem. Ben sürekli su isterdim. Oranın eski görevlilerinden biri su olmadığını söyledi. Ben de dedim ki “Çeşmeden su akmıyor mu, akıyor; çeşmeden içeyim, bana çeşmeyi gösterin.” deyince adamcağız çok hayret etmişti. Sonra anneme demiş ki “Biz hiç böyle bir şeye alışık değiliz. Buradan gelip geçen büyükler, çocuklar pek çeşmeden su içmezdi ama Aydın Bey içti.” Bunlar artık doğal bir şey hâline gelmişti. Ortanca ağabeyim hatta büyük ağabeyim de aynı özellikleri taşımıştır. Bir de tabii demokrasi ile birlikte Türkiye’de birçok şey değişiyordu.

Toplum demokratikleşme sürecine ayak uyduruyor muydu?

Evet. 1950 senesiydi, demokrasinin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Güvenevler’in karşı tarafı, bizim evin öbür tarafı çarşıydı. Orada kasap, kolacı, temizleyici vardı. Gömlekler ütülenir, yakalarda, elbiselerde leke olursa kuru temizleme yapılırdı. Berber, manav, bakkal tabii bir de kıraathane vardı. Doğal bir süpermarket gibi, her şeyin bir arada olduğu bir manav da vardı. Genellikle de oradan alışveriş yapılırdı. Bir gün evde öğlen temizlik yapmışlar, camlar açıktı. Biri yüksek sesle bağırıyordu, “Bu memlekette artık demokrasi var, bana kimse karışamaz!” diye. Muhtemelen öğlen vakti, kafayı çekmiş biriydi. Bir şey oldu mu, “Bana karışamazsın kardeşim, memlekette demokrasi var.” denirdi. Bu sözü o yıllarda çok işitirdik. Tabii bu yerinde de kullanıldı, yersiz de. İhlal edilmemesi gereken kuralları ihlal edince, “Yaparım kardeşim, demokrasi var!” şeklinde de kullanılsa, bunun büyük bir aşama olduğunu söyleyebilirim. Bu dönemde Ankara’nın, Türkiye’nin lehçesi hızla değişmiştir. Ben hatırlarım, böyle motosikletli eskortlarla o zamanın cumhurbaşkanının, başbakanının güvenliği sağlanırdı. Halkın tabiriyle “patapatalarla” gelip giderlerdi. Güvenlik için gibi gözükse de aslında devlet, “İşte ben buradayım, ayağını denk al!” der gibiydi. 15 Mayıs sabahı bunlar kalkıyor. Beyaz tren kalkıyor. İnsanlar vilayet binasından içeri girebiliyor. Çünkü Demokrat Parti iktidar olmuş. Başvekalete geliyorlar, başvekilin elini sıkıyorlar; bakanların elini sıkıyorlar. Milletvekiline gidip iş isteğinde bulunuyorlar. Bunlar kendiliğinden oluyor. Bu tek başına bir devrimdir, gerçek bir devrimdir. O döneme özgü, tipik bir durumdur. Göz önüne bir fotoğraf getirmek için herhâlde bu anlattıklarım yeterlidir. Bayar, Köşk’e çıkınca iki şey yaptırdı: Birisi, daha önce Köşk’ün girişinde olan sonra depoya konulan Mustafa Kemal Atatürk’ün beyaz bir heykeli vardı, onu eski yerine yerleştirtti. İkincisi, cumartesi ve pazar günleri Çankaya Köşkü’nü halka açtı. Celal Bayar’ın ikametgâhının dışında her yer gezilirdi. Atatürk’ün ilk oturduğu, bir Ermeni’nin yaptırdığı söylenen iki katlı bir köşk vardı, şimdi Atatürk Müzesidir orası. İnsanlar orada, o genişçe bahçede gezip dolaşırlardı. 30 Ağustos, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günlerde orada havai fişekler atılırdı, akşam da insanlar gezerdi. Sadece Köşk’ün içine girmezlerdi, orası mahrem alandı. Tabii bakanlar geliyor, yabancı devlet adamları geliyor. Orası sadece bir ikametgâh değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Köşkü, cumhurbaşkanının çalışma yeri, bir devlet dairesiydi.