Kitabı oku: «İdealist Bir Adam Portresi Teknokrat Sedat Çelikdoğan», sayfa 2
TÜRKİYE’NİN YOKLUK VE YOKSULLUK YILLARI
Şimdi buradan isterseniz biraz hızlıca Millî Görüş geleneği içerisinde yetişmiş teknokratlar dönemine dönelim. Siyasetle aranıza mesafe koyduğunuzu biliyorum. 28 Şubat Süreci’nde rahmetli Erbakan Hoca’nın başdanışmanlığını yaptınız. Bu anlamda siyasete uzak ama harekete çok yakınsınız. Teorilerinizle, projelerinizle siyasetin tam ortasındasınız. 1950-1960’lı yıllar Türkiye’nin yoksulluk içerisinde olduğu, iktisadi zorlukların yaşandığı bir dönem. Ama aynı dönemde Almanya, Güney Kore ve Japonya başta olmak üzere dünyada yeni bir kalkınma dili inşa ediliyor. Siz Türkiye’nin bu sürece ayak uydurmasının önündeki engellerin neler olduğunu gördünüz mü?
1950 ile 1960 arası Menderes hareketi var. Pek çok nedenle insanlar o dönemde Demokrat Parti’yi tercih etti. Bir numara Adnan Menderes’ti. “Yeter, söz milletindir!” diye meydanlara çıkmışlardı. Onun gittiği her yer insanlarla doluyordu. İnsanlar İnönü zulmünden kaçmak için Menderes’e sığınmıştı. Rahmetli babam der ki: “Bir bekçi gelmiş olsa kaçacak delik arardık.”
Benim çocukluğumda nüfus kâğıdı şeklinde karneler vardı. 1 kilo şeker verir misin? Gaz yağı verir misin? Bir yandan ülkede kıtlık var, diğer yandan devlet insana nefes aldırmıyor. Menderes serbest piyasa ekonomisine kaydı. O dönemde CHP ileri devletçiydi. DP Dönemi’nde teşebbüs hürriyetinin birinci adımı atıldığı için iktidar değişti. O zaman altyapıda çok eksiklik vardı. Hemen yol yapım çalışmaları başladı. Hem şehirlerarası hem şehir içi yolların yapımına girişildi. İstanbul’da Vatan Caddesi, Millet Caddesi o tarihlerde açıldı.
Burada bir şey hatırlatayım; Menderes, İstanbul-Ankara arasında arabayla giderken benzin istasyonu olmadığı için şoförleri arabanın bagajında iki büyük bidonla yakıt bulundururmuş. Yani başbakansınız, araba seyir hâlinde ama İstanbul-Ankara arasında benzin istasyonu yok.
Ne kadar feci bir durum değil mi? Maalesef Türkiye o kadar gelişmemişti ki yollarından araba geçmiyordu. Şimdi kilometre başı benzin istasyonu var. O zaman hatırlarım, 1 varil petrol 2,5 lira idi. Yeter ki araç olsun da yakıt satalım diye benzinlikte insanlar müşteri bekliyorlardı. Bugün 150 bin nüfusu olan Turgutlu’da o zaman sadece bir tane benzin istasyonu vardı. Manisa’ya otobüsle gidip geliniyordu. Bir tane otobüs vardı. Başka otobüs yoktu. Benzinlikten benzin alacak araç yok. Adam kime satsın? Ülke o kadar geri idi. Ankara-İstanbul arasında benzin istasyonu olmaması normal. Çünkü Ankara o zaman çok gelişmiş değildi. Vasıta olmayınca benzin istasyonu da yoktu. Bu durumda altyapı da gelişmiyordu. Ama altyapı çalışmaları hızlanıp yollar yapılmaya başlayınca ülkeye hareket geldi. Kara yollarındaki araç sayısı çoğaldı. Benzin istasyonları arttı. O sıralar benzin de çok ucuzdu. Menderes zamanında Gediz Nehri üzerinde Demirköprü Barajı yapıldı. Baraj yapıldıktan sonra üretilen elektriği satacak kimse bulamıyorlardı. O yüzden bir müddet elektriği toprağa verdiler. Buna CHP’lilerden çok tenkit geldi. Ancak bir iki yıl sonra ülke ekonomisinde bir hareketlenme oldu. Mesela benim çocukluğumda elektrik yoktu. Sonra dizel motor alındı. Motorun havuz kenarında olması gerekiyordu. Çünkü soğutulması lazımdı. O zaman koskoca motor 100 kw elektrik üretiyordu. 100 kw bütün şehrin aydınlatılmasına yetiyordu. Bir müddet sonra biraz hâli vakti olanlar elektrik abonesi oldu. Rahmetli babam da abone olup bir saat taktırdı. O zaman elektrik, aydınlatma dışında pek bir işimize yaramıyordu. Gaz lambasıyla aydınlanmaya alışık olan bizler için 15 watt ampulün verdiği ışık çok yüksekti.
40 watt lamba çok elektrik yakar diye 15 watt ampul almıştık. O zaman ocaklarda doğal gaz yok, elektrik yok; odunu yakıyorsun, yemeği öyle pişiriyorsun. Bas düğmeye yansın ocak. Yok öyle bir şey. Yine kadın çalıyı çırpıyı getirecek, yakacak. Tencereyi ocağa koyacak, üç dört saat onunla uğraşacak. Sonra gaz ocakları çıktı. Ardından da tüp gazlar. Menderes o sıralar altyapı hizmetlerini yaygınlaştırmaya başladı. Özellikle yol yapımına ağırlık verdi. Amerika ile arası iyiydi. Baraj olmayan bazı şehirlerde jeneratörle elektrik üretiliyordu. Demirköprü Barajı’nın ürettiği, bugün elektrik üretim kapasitemizde milyonda bir bile yer tutmaz. Ama o zamanki üretimi çok büyük sayılıyordu. Menderes’ten evvelki özgürlükler altyapı hizmetlerinin gelişmesiyle yaygınlaştı. Ereğli Demir Çelik Fabrikası onun zamanında kuruldu. Fabrikayı Amerikalılar yaptı. Sanayi tesisleri kurulmaya başlayınca elektrik tüketimi de başladı. Ayrıca o sıralar otomobil diye bir şey yokken Amerika ile ilişkilerin artması Türkiye’ye gelen araç sayısını artırdı. Refah yavaş yavaş toplumda kendini göstermeye başladı. İnsanlar o zaman elektriği kullanır hâle geldi. Mesela Turgutlu’da bir dizel motor vardı; motor çalıştırılınca bütün şehir gürültüsünü duyardı. Elektrik sonradan barajdan alınmaya başlandı. Kalkınma öyle bir anda olmuyor. 1958 yılında döviz krizi baş gösterdi. Kalkınma hareketi başlayınca dövize ihtiyaç duyuldu. O zamanki Türkiye’nin toplam ihracatı 2-3 milyar dolar ya var ya yoktu. Sadece tarım ürünleri ihraç ediliyordu. Bir de bakır, demir gibi ihraç ettiğimiz bazı madenler vardı.
Ham madde dediğimiz ürünler…
Tarım ürünleri ihracatımız arasında o zaman kurutulmuş meyve, sebze gibi şeyler yoktu. Üstelik o zaman buğdayı da ithal ediyorduk. Hatta o günlerde bir gazetenin attığı manşeti hatırlıyorum:
“Amerika’dan Türkiye İçin Buğday Yüklü Bir Vapur Hareket Etti”
O zaman bu konuya biraz geriden başlamak gerekiyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık hükümdarlığı esnasında Osmanlı medeniyeti o dönem tavan yaptı. Esas kırılma o dönemde yaşandı. Kapitülasyonlarla ülkenin ekonomisinin kontrolü hızla Fransız, Alman, İngiliz ve İtalyanların eline geçiyor. Yerli sanayi ve ticaretin çöküşü esasında o zaman başlıyor. 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Ülkeyi örtülü sömürgeye çeviren kapitülasyonları kaldıran ise İttihat ve Terakki. Kanuni Dönemi’nde hem çok göz kamaştırıcı bir medeniyet hem de bir çözülme görülüyor. Osmanlı yabancılara ticari ayrıcalıklar tanırken zenginliğine mi güvendi? Görünen ihtişamın verdiği bir öz güven mi vardı?
Bizler o dönemde yaşamadığımız için değerlendirmekte zorluk çekebiliriz. Yine de o dönemi şöyle bir düşünün: Pasaport gibi uluslararası dolaşım belgesi yok. Kırım’a, Kazan’a kadar rahat rahat gidebiliyorsunuz. Ukrayna’ya rahatça gidip gelebiliyorsunuz. Slovakya’nın başkenti Bratislava’ya gidebiliyorsunuz. Orası bugün çok elit bir şehir. Osmanlı toprakları oraya kadar uzanıyor. Estergon Kalesi bazen bizde, bazen Avusturyalılarda kalıyor. Belgrad, vatan toprağı gibi. Slovenya’ya kadar gidiyorsunuz. Yunanistan’a, Yemen’e gitmek için kimseden izin almanıza gerek yok. Neredeyse her taraf sizin ülkeniz. Dönemin en zengin ülkesi Osmanlı Devleti idi. Tüccarları var; koyun, Ukrayna’dan geliyor. Ukrayna’da harcayacağın para için dövize ihtiyacın yok. Burada geçen para, orada da geçiyor. Zaten herkes altına ayarlı para kullanıyor. Mal mübadelesinde hiç sorun yok. Osmanlı sadece ne yapıyor, ürünler gemilerle limana yanaştığında harç alıyor. Niye alıyor? Ticaretin güvenliğini sağlamak için, yaptığı harcamalar için… Dolayısıyla hazinede para var. Hazinede para olunca devlette de öz güven oluyor. Bunun üzerine başkaları da bu ülkedeki ticari kolaylıklardan yararlanmak için geliyorlar. Orada ileri görüşlülük olmadığı belli. Bugün Amerika bile krize girdi. Dış ticaret açığı veriyor. Amerika isterse dış ticaret açığını kapatabilir, hatta artıya bile geçer. Böyle bir imkâna sahip. Ama ekonomik hayata doğrudan müdahale etmiyor. Bir nevi himayeci devlet gibi hareket ediyor. Bazen siyasi sebeplerle açıklara göz yumuyor. Ama petrole duyduğu ihtiyaçtan ötürü onu garanti altında tutmaya çalışıyor. Savaşlar da biraz o sebeple çıkıyor. Osmanlı da o zaman bugünün Amerika’sı gibi hareket ediyordu.
Ekonomik verimsizliğin siyasi sonuçlarını Osmanlı nasıl öngöremez? Siyasetin en güçlü aracı ekonomidir.
Hazinede paranız pulunuz olursa öngöremezsiniz. Her şey yolunda gidiyor zannedersiniz. Dünyada bir numarasınız. Kim gelirse gelsin, satsın, gitsin. O zaman dış ticaret dengesi de bilinen bir şey değil. Altın para yerine kullanıldığı için bulan alsın diyorsunuz. Coğrafi büyüklük ve askerî güç körleşmeye yol açabiliyor. Çünkü kendinizden çok eminsiniz. Herkes sizden bir şey istiyor, siz veren makamında oturuyorsunuz. O zaman karşınızda parçalanmış bir Avrupa var. Verdiğiniz her ayrıcalık Avrupa’daki iç rekabeti kızıştırıyor. Dolayısıyla Osmanlı verdiği ayrıcalıkla Avrupa devletleri ile bağımlılık ilişkisi kurmaya çalışıyor. Aynı şekilde özellikle Fransa’yı güçlendirerek İspanya ve Avusturya-Macaristan’a karşı denge kurmaya çalışıyor.
Osmanlı’nın kapitülasyonlara uyguladığı vergi oranları çok dengesiz. Kendi tebaası yurt dışına mal çıkaracağı zaman yüzde 25 ihracat vergisi alıyor, yabancılar Osmanlı topraklarına mal soktuğu zaman yüzde 5-10 vergi istiyor. Burada siyasi bir kibir var sanki.
Devlet kendini çok yüksekte gördüğü için uyguladığı vergi politikalarının ekonomik sonuçlarını öngöremiyor. Her şey yolunda gibi görünüyor.
AĞIR SANAYİ HAMLESİ BAŞLADI
1960 darbesiyle birlikte Türkiye’de yeni bir kırılma yaşanıyor. 1969’da sizin mensubu olduğunuz gelenek, siyasi bir hamle yaparak Konya’da Erbakan Hoca’nın bağımsız adaylığı etrafında yeni bir siyaset inşa ediyor. Siz 1969’da Erbakan Hoca’nın Konya’daki siyasi çalışmalarına katıldınız mı?
Ben o günkü siyasi çalışmaların içinde yer almadım. O dönemde Hoca ile paralelliğimiz vardı. O zaman TÜMOSAN otomotiv sanayii, TESTAŞ elektronik sanayii, TEMSAN enerji santralleri, TAKSAN takım tezgâhları gibi fabrikaların kurulumuyla uğraşıyorduk. Bizdeki TAI 1975 yılında Kore’de kurulmuştu.
Erbakan Hoca’nın Ecevit ile kurduğu koalisyon hükûmetinden sonra bu yatırımları planladınız. Hoca, sözünü ettiğiniz yatırımlara 1974’te başlıyor.
Evet, o tarihte başlıyor. O zaman ilk hükûmet CHP ile Millî Selamet Partisi arasında kuruldu. Demirel ana muhalefet lideri o dönemde, daha sonra o koalisyon bozulunca Milliyetçi Cephe hükûmeti kuruldu.
Bu senaryolar tümüyle Erbakan Hoca’nın fikri miydi? Yani Ecevit burada edilgen bir iktidar ortağı mı?
Günümüzde de CHP’de en ufak bir şey yok. O zaman da yoktu. Bizim yaptığımız çok başarılı işler var. Bu arada yaptığımız çalışmalar basına yansıdı. TAI kurulurken ilk şartnamede yüzde 51 şartını koyduk. Ama o yüzde 51 şartını kabul ettirene kadar da çok savaş verdik.
Sizin göreviniz ne bu senaryolarda? 1974 yılında başlayan yüzde 51 ortaklı kamuya ait yatırımlarda sizin yeriniz neresi?
Ben o fabrikaların kurulmasında koordinatör olarak göreve başladım. TESTAŞ, TÜMOSAN gibi fabrikaların kuruluşunda rol oynadım. Sanayi Bakanlığında müsteşar yardımcılığı görevindeydim. Ağır sanayi koordinatörü idim. Benim alanım motor olduğu için otomotiv sanayisine dönük yatırımların koordinatörlüğü şahsıma verildi. TÜMOSAN’ın başına geçtim. Diğer arkadaşlardan Kahraman Emmioğlu, TEMSAN’ın başına getirildi. Biz bu yatırımların uygulayıcısı olduk. O zaman CHP’nin bu konuda bir fikri yoktu.
İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da sol.” demesine atıf yaparak kinaye yapıyor gibisiniz.
Doğru söylüyor; aradaki fark şu: Onlarda dinsizlik var. Onların paylaşımı ayrı; bizimki de ayrı bir paylaşım. Sistem olarak da devletçi bir anlayışa sahip değiliz. O dönemde serbest piyasada sermaye olmadığı için işleri devlet götürüyordu. Mesela geçenlerde İzmir’de bir ihale yapıldı. Bizim kurduğumuz firmalar marka olarak ihaleye girdi. En iyi fiyatı Türk firmaları verdiler. Kılıçdaroğlu da gelmek istiyordu. Ekibiyle geldi, ben de sunum yaptım orada; çok beğendi.
Sunumlarınızı beğeniyorlar, alnınızdan da öpüyorlar ama sonra bir şey olmuyor.
Sunumdan sonra Kılıçdaroğlu ile bir toplantı yaptık. Orada sorunlarımızı anlattım. En iyi fiyatı yerli firmaların verdiğini, ihalenin onlarda kalması gerektiğini anlattık. Ardından yaptığımız çalışmalardan bahsettik. Ankara’ya döner dönmez Kılıçdaroğlu’nun ekibinden Ankara Ticaret Odası eski Başkanı Sinan Aygün beni aradı. Kılıçdaroğlu’nun belediyeyi aradığını, Bursa’da tramvayı yapan Durmazlar firmasının yetkilisinin sıcağı sıcağına İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’na gitmesini istediğini söyledi. Ondan sonra bize dediler ki: “Biz Bursa’da tramvay vagonu yapıldığını hiç bilmiyoruz. Siz bunları bize anlatın.” Eskiden CHP’nin bu konularda fikri yoktu. Şimdi de yok. CHP, vatandaşa gülüp iktidarın dediğinin tersini yapar. O zaman da öyleydi, şimdi de öyle.
Türkiye kalkınma hamlesini Menderes döneminde başlattı. Ereğli’de demir çelik fabrikası açıldıktan sonra baraj yatırımlarına girişildi, demir-çelik ihracatı başladı. O dönemde Sovyetler Birliği vardı; Menderes onlara gitti ve İskenderun Demir-Çelik Fabrikasının kurulumu anlaşmasını imzaladı.
1974’teki koalisyon döneminde Erbakan Hoca ağır sanayi hamlesini başlattı. Yatırım senaryolarını, ağır sanayi yatırımları başladığı dönemde hazırladınız. Şematik olarak her şey yolunda. Kore örneğini verdiniz. Türkiye’de de böyle bir hareket başlattınız. Şimdi Kore’nin Samsung diye bir markası var. Yeni bir ürününü piyasaya sürdüğü zaman Kore ekonomisi yüzde 1 büyüyor. Apple da Amerika’da pazara yeni jenerasyon bir ürün çıkarttığında ABD ekonomisi yüzde 0,5 büyüyormuş. Amerikan ekonomisinin büyüklüğü dikkate alındığında 0,5 çok büyük bir oran. Kore, Samsung markasını çıkartacak zihnî kabiliyete erişmiş durumda. Türkiye de teorik olarak çok iyi bir başlangıç yaptı o dönem. Sonra bu senaryo yarım kaldı. Koalisyonun ömrü bu senaryodan dolayı mı kısa sürdü?
O dönemde Sanayi Bakanlığında çok önemli projeler üzerinde çalışıyorduk. Kalkınmanın bütün vasıtaları vardı. Elektrik Santralleri, TESTAŞ Elektronik’in bir de fabrikası vardı, çift üretime başlandı. Arkadan otomotiv motoru başta olmak üzere motor sanayisinde birkaç fabrika birden faaliyet gösterecekti. Sadece TÜMOSAN olmayacaktı. O zaman traktör piyasası çok hareketli idi. Çiftçi traktör istiyordu. 120 bin kişi traktör bekliyordu.
O dönemde Türkiye, toprağını ekip ürün alamadığı için buğday ithal ediyordu.
Evet, buğday ithal ediyorduk. Talep edilen traktör sayısı 120 bin idi. Biz de bunun üzerine büyük bir traktör projesi hazırladık. Karşımıza Koç Grubu dikildi; çok haince dikildi! Buna rağmen fabrikayı kurduk; ardından elektrik santrali yapmak için sıra TEMSAN’ın kuruluşuna geldi. Türkiye yeni yollar yapmaya başladığı için TEMSAN’a ihtiyaç vardı. Onu da doğu bloku ile gerçekleştirdik. Kurarken yerli kaynakları kullandık. Devlet sana kredi veriyor; Batı’da böyle bir şey yok. Sonra TÜMOSAN’ı kurduk. Bu, sanayileşmenin en önemli adımıydı. Türkiye kalkınma yoluna girdi. Lozan Antlaşması’nda Türkiye’ye dört sektörde iş yapma izni verilmiş.
1. Eğitim
2. Sağlık
3. Enerji
4. Tarım
Batı ülkeleri sanayi alanında yatırım yapmamızı istemiyorlar. Biz yapacağız, siz alacaksınız, diyorlar. Para vererek bizi borçlandırıyorlar. Dünya Bankası da kredi veriyor. Sağlık hizmeti lazım, eğitimde adam lazım. Tarım yapmamıza da izin veriyorlar. Neden? Çünkü Avrupalının ucuza beslenmesi lazım. Türkiye’de sanayi hamlesi başlayınca birdenbire hava değişti. Temelleri atmamız iki sene sürmedi. Bizi engellemek için her türlü ayak oyunu denendi. Sonunda erken seçime gidildi. Erbakan Hoca fabrikaları açmak için çırpınıyor. O dönemde Konya’da 60 bin traktöre, bir o kadar da motora ihtiyaç vardı. Yani fabrika kurulduğu gün üretilen ürünlerin pazarı hazırdı. Ama bizi itibarsızlaştırmak için olmadık yalanlara başvuruldu. Alay ettiler. Hatta Erbakan Hoca’nın kurmak için adım attığı bir fabrikanın temelini kamyon kasasına yükleyip Türkiye Büyük Millet Meclisine getiren de oldu. Oysa bizimle alay edenlerden Vehbi Koç, Volvo’nun üretimini Türkiye’de yapmak için senelerce İsveç’e gitti geldi. Volvo, kendi markasının Türkiye’de üretilmesine izin vermedi. Biz çılgın bir planla, kamyon motoru için ayrı, tır motoru için ayrı, hafif dizel dediğimiz kamyonet motoru için ayrı, traktör motoru için ayrı yatırım planı yaptık. Trabzon’da gemi motoru, İnegöl’de büyük benzin motoru üretecek fabrikalar planlandık. Bunu görünce ürktüler.
Evet, sermayemiz yoktu ama hayalimiz vardı. Temeli neden atıyoruz? O zaman DPT diye bir kurum vardı. Yatırım planınızı o kurumun onaylaması gerekiyordu. Planını uygulamak için önce DPT’yi ikna etmeliydiniz. Eğer senin Konya’da traktör fabrikası yanında motor fabrikası açma planına ikna oluyorsa bütçeye onunla ilgili ödenek koymayı kabul ediyordu. İlk sefer 1 lira koyuyordu. Bu, projeyi benimsedik, bundan sonra para vereceğiz demekti. Çünkü o zaman bütçe azdı. Ayrıca kamyonların motoru ne olacak? Onu da ithal ediyoruz. Kamyon motoru fabrikası nerede? Aksaray’da. Onu da bütçeye koyuyor. Tır motoru nerede? O da Aksaray’da. Aksaray şimdi dizel motorların üssü oldu. O zaman bizimle alay ediyorlardı, “Kimse yapamaz, lisans vermez.” diye. Ne zaman? Daha bizim hükûmetteki altıncı ayımızda. Volvo ile yola çıktık, Mercedes yaptık. Hepsini yaptık. Kimseden çıt çıkmadı. Bu sefer paraları yok, bütçede ödenek yok demeye başladılar. Ama yolun henüz başındaydık.
Devlet böyle adım atıyor.
Lisansını yapıyorsan sana para verecek; arsasını ayırmışız, yabancılarla anlaşmayı yapmışız, ondan sonra DPT’nin planına giriyor. Temel atmada acele edilmesinin sebebi, atılan temeli vatandaşın görüp sahip çıkmasını sağlamak. Bunu dahi alaya aldılar. Temeli kamyona yükleyip Meclise getirdiler. Bizim insanımız da uyudu, sahip çıkmadı. Maalesef benim vatandaşımın bu konuda bir derdi yok. Vatandaş hâlâ niye benim markam yok diye sormuyor. Ancak vatandaş televizyondan haberleri izledikçe bilinçlenmeye başladı. Basında haberler çıkmaya başladıkça hangi mal yerli, hangi mal yabancı ayırdına vardı. Dolayısıyla birkaç senedir bu konuyu daha iyi dillendirdiğimiz için vatandaş sorgulamaya başladı. Vatandaşı uyandırmak lazım. Yoksa vatandaş kör, sağır; basıyor parayı, alıyor ürünü. Benim üretip üretmediğimle ilgilenmiyor bile.
Biz Erbakan Hoca’nın ekonomi anlayışı ile uyuşuyorduk. Ama solla uyuşamıyorduk. Bakın bu TÜMOSAN, TAKSAN gibi şirketleri özel sektör veya devlet tek başına yürütemez diye anonim şirket şeklinde kurduk. Anonim şirket bünyesinde yüzde 51’i devlet aldı. Devlet, şirket kurulduğunda emanetçi olarak parayı veriyor. Ürünleri projeden çıkardıktan sonra işçilere satmak üzere kuruyor şirketi.
Ortada bir sanayileşme modeli var.
Evet var. Geri kalan makine, kimya… Bir de Şekerbank’ın kuruluşu var. Tıpkı Ziraat Bankası gibi. Onda da yüzde elli bir devlette olacak. Bu model, harika bir model. Önünde Ziraat Bankası örneği olduğu için bu banka da kuruldu. Faizsiz banka olacak, çiftçilere kredi verecek. Bütün bu hareketlerden sonra üzerimize çullandılar ve iktidarı devirdiler. Erken seçime gidildi.
O zaman “Güneş Motel Olayı” oldu. AP’li on bir milletvekilini istifa ettirdiler. O on bir milletvekilini satın aldılar. Bastılar parayı, istifa ettirdiler, hükûmet düştü. Ondan sonra CHP iktidara geldiğinde sanayi hamlesine devam edilince yine karşımıza dikildiler ve hükûmeti düşürdüler. O zaman hükûmeti kolay düşürebiliyorlardı. Çünkü basın onlardaydı. Vatandaş olayların mahiyetini anlayamıyordu. Çok kolay yönlendirilebiliyordu.
Erbakan Hoca, o dönemin şartlarında toplumun ilerisinde bir politik dil geliştirmişti. Turgut Özal’ın tabiriyle Erbakan Hoca çok fazla hayalperest ama aynı zamanda bir mühendis kafasına sahip. Biraz daha geriye gidersek Pancar Motor, Gümüş Motor olayları da var. Sizin hep motorlarla başınız belaya giriyor. Gümüş Motor, Pancar Motor hikâyesi nedir?
Onlardan önce çok daha önemli bir konu var. Hükûmetin onayı gerek. Geri dönüş bekliyoruz.
Nedir o?
Şimdi söyleyemem; yayıldığı an erkene alırlar. Sonuç aldığımız zaman millî otomobili çıkarabiliyoruz, piyasada rekabet edebilir hâle gelebiliyoruz. Bu konuda pozitif birkaç mesaj aldık.
Gümüş Motor’un üretilmesini teşvik eden manevi bir önderi var bu hareketin. İskenderpaşa cemaati var. Erbakan Hoca fabrikanın kuruluşunu Adapazarı’nda gerçekleştiriyor. Kuruluş sermayesi için hisse satışı yapılıyor. Böylece hem muhafazakâr hem de çok modernist bir açılım gerçekleştiriliyor. Atılan bu adım, 20. yüzyıla bir cevap mahiyetinde. Siz İskenderpaşa cemaatinin bu yaklaşımını nasıl bir temele oturtuyorsunuz? Çünkü normalde tarikat yapıları içe dönüktür. Dış dünyayla sınırlı ilişki içindedirler.
Aslında İskenderpaşa, kapalı bir yapı değil. Bir Fransız Müslüman olduğu zaman İskenderpaşa Cami’ye geliyordu. Orada camiye kim gelse vaazları dinliyordu. Dergâhın kapısı herkese açıktı.
Orada çok eğitimli bir kadro var. O dönemden benim hatırladığım isimler: Bahri Zengin, Kahraman Emmioğlu, Cevat Ayhan… Erbakan Hoca’nın, Turgut Özal’ın etkilendiği bir manevi rehber var orada. Ama o yapı dünya ile ilgisini çok iştahlı bir şekilde kurmuyor. Dünya işleriyle arasına belli bir mesafe koyuyor. Diyelim ki şimdi Menzil cemaati bir motor üretimini projelendirebilir mi? Mümkün değil. Bunu yapabilmeleri için onlara bunu tavsiye eden bir manevi rehber olması lazım. Şimdi tarikatların, cemaatlerin ilgilendiği şeyler okul açmak, ticari müessese kurmak, banka açmak… İskenderpaşa bütün tarikat ve cemaatlerden çok farklı bir karaktere sahip. Çok kaliteli, nitelikli, eğitim almış insanlar topluma mihmandarlık yapıyor.
İskenderpaşa’da çok güçlü bir mühendis grubu vardı. O insanlar, İskenderpaşa’dan önce DPT’de Turgut Özal’ın etrafında idi. Erbakan Hoca da üniversitede etrafında insanlar topluyordu. Hepsi ülkenin geleceğinin mühendislik yatırımlarıyla teminat altına alınacağını öngörüyordu. Bugün de ülkenin geleceğini düşünen insanlar belediyeciler. Soldan ise bir şey çıkmıyor, onlar sadece tenkit ediyorlar. Bizdeki sol, Avrupa’daki gibi değil. Muhafazakâr insanlar niye böyle? Çünkü onlar imparatorluk genlerini taşıyorlar. Olaylara bakarken geniş bir hinterlandı düşünüyorlar. Bu yüzden dünya ve bölgemizle ilgileniyorlar. Yakın zamanda Malezya’daydım, orada kimse IŞİD’le ilgili en ufak bir haberle ilgilenmiyor. Türkiye öyle değil; her tarafla ilgileniyor. Balkanlar’la, Kafkaslar’la, Kuzey Afrika’yla, Orta Doğu ile Orta Asya ile… Bulgaristan’da bir Türk’ün canı yanıyor, buradaki insan üzülüyor. Endonezya’da, Malezya’da bizim insanımızdaki ilgiyi görmüyorum. Neden? Osmanlı’dan genlerimize işlemiş bir şey var. Bu işin sorumluluğu sanki Türkiye’ye verilmiş. İnsanların içinde varsa var. Ama bizim insanımızda olan onlarda yok, ilgilenmiyorlar. Dolayısıyla bu kalkınma hareketinde lokomotiflik görevi yine bize düşüyor. Silah sanayin yoksa savunmanda başkalarına bağımlısın demektir. Silahın yoksa ne yapacaksın? Nitekim bugün bizim silah sanayimiz tarafından üretilen bütün ürünler bu ülkelere gidiyor. Şu anda bizden alıyorlar. Savunma sanayisi ürünlerimizin yıllık ihracatı 1 milyar dolara ulaştı. Bu bir başlangıçtır, daha da artacaktır. İleride 3-5 milyar dolara çıkacaktır. 10 sene sonra 10 milyar dolara da çıkar. Bunun temellerini biz attık. Refah Yol hükûmeti on bir ay görev yaptı; ama o kısa sürede biz savunma sanayisinin yeniden yapılanması için neler yapılması gerekiyorsa yapıp temeli attık. Savunma sanayisindeki yeniden yapılanmanın nasıl olması gerektiğini silahlı kuvvetlere anlattık. 28 Şubat Süreci’nin sıcak günlerinde İsmail Hakkı Karadayı Paşa geldi, anlattıklarımızı dinledi. Tabii söylediğiniz şey hemen anlaşılmıyor veya hepsi aynı ilgiyi göstermiyor; ama içlerinden anlayanlar çıkıyor. O zaman önerileriniz benimseniyor ve kurum içinde makes buluyor. Şimdi biz ne diyoruz; ekonomideki dış ticaret açığını kapatmak istiyorsan dünyaya pazarlayabileceğin marka çıkartacaksın. Bunun başka yolu yok. Almanya ekonomisinde Mercedes, BMW, Siemens, Bosch vs. 10-15 firma Alman ekonomisinin lokomotifi. Bunlar dünya çapında markalar. Amerikan ekonomisi de öyle; Google var, HP var. Kore’de de Samsung çok ciddi bir katma değer yaratıyor. Eğer bunlarla rekabet edecek marka çıkartamazsan ekonomini geliştiremezsin.
Bu ihtiyaç şimdi konuşulmaya başlandı. Hükûmetin hedefi dünya çapında marka çıkarmak. Eskişehir’de de bir hükûmet var. “Biz Demir yolu hükûmetiyiz, TÜMOSAN’dan iş almak için kullanıyoruz.” Bir işe inanmış insanların ufku daha perspektifli oluyor. Onlar geleceği düşünüyor. Bizim hareketimiz böyle. O zaman DPT’deki ekip, kalkınma odaklı düşünüyordu. Hepsi eğitimli insanlardı. Kafaları çalışıyordu. Ne yapalım diye kafa yoruyorlardı. Çözüm arayışı içinde olmaları, onları Türkiye’nin kaderinde söz sahibi olma noktasına kadar getirdi. Sermaye yeterliliği olmadığı için ilk atılımı da devlet eliyle yapmaya çalıştılar. Çünkü o zaman devletten başka yatırımlara kaynak ayırabilecek, sermaye gücü olan zenginler yoktu. Bu durum onların devletçi olarak algılanmasına yol açtı.
Bunun devlet eliyle yapılması bir nevi zorunluluktu.
Çünkü başlangıçta sermaye yoktu. Erbakan yabancıları getireceğini söylüyordu ama getiremiyordu. TÜMOSAN genel müdürü olduğumda beni tebrik etmek için gelen ilk kişi Turgut Özal’dı. O zaman TÜMOSAN’da traktörleri montajlayarak üretiyorduk. “Uzel” marka traktörün üretimini yapıyorduk. Pek çok insan bilir, motor dâhil her şey dışarıdan geliyordu. Motoru yapan bizdik. “Üç senedir uğraşıyorum dışarıdan yatırımcılar getirmek için fakat olmadı, üç senedir bunu başaramadık.” dedi. “Sen TÜMOSAN’ı kurmak için işin başına geçtin, üç sene kadar uğraşıp bunu başardın.”
Erbakan Hoca kendine çok güveniyordu. Turgut Özal yabancıları getirelim diyordu. Bu düşüncesinde ısrar edince iki üç tane şirket batırdı. Turgut Özal, yatırım yapacak yabancı arıyordu. Biz kendimize güvenemiyoruz. Niye yabancı bize gelmiyor? Zaten Türkiye’de de yatırım yapmak için ortam o kadar uygun değil. Üstelik dışarıdan birileri de onlara gitme diyor. Bizim hükûmet otomobil markası çıkaramayınca ithalata yöneldi. Türkiye’nin ithal ettiği otomobillerde ikinci sırada Volkswagen geliyor. Türkiye’ye gelip yatırımcı olmadılar. Çünkü Türkiye’de yatırım yapanların çoğu ihraç ediyor. O ise Türkiye’ye araç satıyor. Biz düşman muamelesi görüyoruz. Onlar için biz bu coğrafyada rakibiz. Bu bakımdan bizim hareketimizi de düşman olarak görüyorlar. Onlar bir Malezya veya Endonezya değiller. Bizim buradaki sıçramamız herkesi korkutuyor. O yüzden düşman muamelesi görüyoruz. Almanya, Amerika’yla stratejik ortak ama bizimle öyle değil. El altından bile bize devamlı düşmanlık yapıyor.”
Kore’yi inşa eden Amerika’dır. Kore Savaşı’ndan sonra Kore’nin yeniden yapılanması Amerika eliyle olmuştur. Çünkü Çin ve Rusya’ya karşı savunma hattı oluşturmak istiyordu. O dönemde hem Çin hem Rusya komünistti. Çin’de Mao vardı. Amerika, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’yı, Kore Savaşı’ndan sonra da Güney Kore’yi kendi yönetimine aldı. Bu ülkeleri üretici yapıp geliştirdi. Kore’de Samsung’a, Hyundai’ye gittim. Amerika bu şirketleri kurdu ve ortak oldu. Yönetimi de Korelilere verdi. Parasal destek sağladı. Ne yapılacağını gösterdi. Japonya’yı kotaları kaldırarak kalkındırdı. Niye? Çin ve Rusya’nın etrafını sarmak için.
İngiltere, Almanya hepsi bize düşman. Çünkü bölgelerinde bizi rakip olarak görüyorlar. PKK’yı onlar besliyor. O örgüte benzer Ermeni terör örgütü ASALA’yı da onlar besledi. Şimdi de IŞİD’i çıkardılar. Yarın da başka bir şey çıkarırlar. Ama Amerika, Kore’ye böyle davranmadı. Kalkındırmak için yeniden yapılanmasına yardım etti. Kurduğu şirketlerin yönetimini onlara bıraktı. Sermaye verdi. Ürettikleri malları aldı. Böylece markalaşmalarını ve pazardan pay kapmalarını sağladı.
Doğal olarak da Kore kalkındı.
Biz düşmanla savaşıyoruz. Bize silah veriyorlar; ama onlara yatırım yapıyorlar. Biz aynı şartlarda değiliz. Biz hep dayak yiyoruz, düşman muamelesi görüyoruz.
Türkiye kendi kaynaklarıyla kalkınabilirdi. Ama siyasi istikrar sağlanamadı. Bütün hamleler koalisyonlarla yapılmaya çalışıldı.
Siyasi istikrarsızlık ekonomiyi bozuyor, ekonomik bozukluk da siyasi istikrarın kurulmasını engelliyor. Fasit bir daire. Aynı zamanda ortak bilinç yok. Sağ sol kutuplaşması var. O tarihlerde belediye tamamen karşı tarafta idi. Bizim sesimizi duyurabileceğimiz medya organlarımız yoktu. Bir Türkiye gazetesi bir de Gökhan Evliyaoğlu’nun çıkardığı Yeni İstanbul vardı. Hatırlıyor musunuz? Gökhan Evliyaoğlu bir yürüyüşte binanın içerisine saklanmak zorunda kalmıştı.
Gazetelerde okumuştum.
İnsanlar ya hapse atılıyordu ya da başına başka bir kişi getiriliyordu. Bir tane olsun olumlu ses çıkamıyordu. Çıkarsa da Hürriyet gazetesi bir anda itibarsızlaştırma kampanyasına başlıyordu. Yalan yanlış haberlerle vatandaşı şaşkına çeviriyordu. Sen ancak alanlarda attığın nutuklarla vatandaşa ulaşabiliyordun. Ne kadar ikna edersen et, bir şekilde seni mizah malzemesi yapıyorlardı. O zaman TRT filan da bu seslere yayınlarında yer vermiyordu. Hatta aleyhte yayınlar yapıyordu. AK Parti’nin ilk yıllarında başına gelenlerin hiçbiri Turgut Özal’ın başına gelmedi.
Bugün Tayyip Bey’in yaptıklarının ilk örneklerini biz on bir aylık Refah Yol hükûmeti döneminde gösterdik. Hatırlayın, 1997 yılı bütçesi görüşülürken kâğıt üzerinden değil, ekrandan sunum yapmıştık. Tayyip Bey’in bugün yaptıklarının hepsi orada vardı. O zaman onları ben hazırlamıştım.
O dönem başta denk bütçe olmak üzere birçok yeniliğe imza attık. Tayyip Bey’in bugün gerçekleştirmeye çalıştığı yol çalışmalarının hepsini biz 1997’de ekrana taşımıştık. Şu ara istikrar dolayısıyla Türkiye’de bir ilerleme kaydettiğimizi görüyoruz. Dünya da görüyor. Her tarafta bina, yol inşaatı var. Türkiye’ye para geliyor, kalkınma oluyor. Şimdi rakiplerimiz “Türkiye’yi durdurmamız lazım!” diye konuşuyorlar. Bunun için PKK’yı kullandılar, IŞİD’i kullanıyorlar, yarın başka bir şey çıkarırlar.
IŞİD’in yeni kurulan bir örgüt olmadığı belli. İleride daha da çok konuşacak gibiyiz. Etkileri hem Türkiye’ye hem dünyaya yayılacak sanki. Yeni bir senaryo için 3-5 yılımız var gibi görünüyor.
Arkalarında tamamen Yahudiler var. Bundan hiç şüpheniz olmasın.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.