Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün», sayfa 2

Yazı tipi:

HAYDAR DEDE’NİN DİYANET İŞLERİ BAŞKANI OLDUĞU GÜN

Ali Haydar Demir, Munzur Çayı’nın kenarında oturmuş, içinde yaşadığı ikilemi nasıl çözümleyeceğini düşünüyordu.

Babası bir Alevi dedesiydi.

Ölümünden sonra kendi yerine geçmesini arzu ediyordu.

Ali Haydar Tunceli’de hayatını sürdürmek istemiyordu.

Elbet Tunceli’yi, yani doğup büyüdüğü Dersim topraklarını çok seviyordu.

Lakin onun Dersim’i aşan hayalleri vardı.

Dersim’de olmak, Munzur Çayı’nın kenarında kendisiyle hemhâl olmak ona en iyi gelen şeylerdendi.

O, Dersim’in dışındaki dünyayı merak ediyordu.

Hayallerinin peşinden gitmek, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için Tunceli’nden ayrılmak istiyordu.

Babasını, ailesini arkadaşlarını çok seviyordu.

Mahrumiyet bölgesi de olsa, büyükşehirlerin sürgün yeri de olsa Dersim onun yüreğiydi.

Dersim başkaydı.

Dersim bambaşkaydı.

Munzur’da bile su başka akardı.

Dersim’den çıkmak, yüreğini geride bırakmak ağır geliyordu.

Babası ve ailesi, Tunceli’den ayrılmaması için kendilerini paralıyorlardı.

Ama o düşlerini gerçekleştirmek için, bu acıyı, bu ayrılığı, bu hüznü göze almalıydı.

Başka analar ağlamasın, başka hüzünler yaşanmasın diye kendisi ağlamalı, kendisi hüzünlenmeliydi.

Kararını vermişti artık.

Üniversite imtihanlarında babasının ve tüm çevresinin mukavemetine rağmen Ankara Üniversitesinin İlahiyat bölümünü yazmıştı.

Babası “El ne der oğul, erenler ne der! Sen Alevi dedesi çocuğusun, ilahiyatta okumak yakışık almaz!” demişti.

Ali Haydar “Kerbela için, Seyit Rıza için, Hacı Bektaş için okuyacağım!” demişti.

Akşam alacası yavaş yavaş hem Munzur’a hem de yüreğine çökmeye başlamıştı.

Böylesi puslu havaları hiç sevmezdi.

Apansız hüzünlenirdi.

Apansız yüreğine kara bulutlar çöreklenirdi.

Ay şavkını Munzur’a nakşediyordu.

Munzur kıvrım kıvrım akarak türkülerini sessizce mırıldanıyordu.

Babası anlatırdı; Munzur çok kanı yıkamıştı bağrında.

Bir taraftan uçaklardan atılan bombalarla, öte yandan “Kemal’in askerleri”nce çok kan dökülmüştü Dersim’de.

Her ev ya bir kayıp ya da bir mahpus vermişti o günlerde.

Seyit Rıza, Elazığ’da, Buğday pazarında “Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!” diyerek kendi tekmelemişti idam sehpasında kürsüsünü.

Kerbela’da Hüseyin’e yapılanları hatırladı.

Saltanatperest Muaviye seçilmiş halife Ali’ye biat etmemişti.

Hz. Osman’ın kanından Ali’yi mesul tutmuştu.

Hâlbuki Hz. Ali çocukları ve yakınlarıyla birlikte Hz. Osman’ı şakilerden, bağilerden koruyordu Medine’de.

Kendisi Şam’dan bir askerî müfreze göndererek Medine’ye bir konaklık mesafede mevzilenmelerini ve kendisinden haber almadan müdahalede bulunmamalarını emretmişti.

İsteseydi Medine’de sükûneti sağlayabilir, Hz. Osman’ın katline engel olabilirdi.

Ama o kaostan yanaydı.

Hz. Ali’nin hilafetini hiç sindiremedi.

Kendisini Şam valiliği görevinden almasına içerledi.

Sıffin’de Hz. Ali’yle cenge tutuştu.

Yenildiği esnada Amr bin As’ın Kur’an hilesiyle kurtuldu.

Haricilerin Hz. Ali’yi öldürmesi saltanatının yolunu açtı.

Hz. Hasan’ı zehirletti.

Ölmeden vasiyetinde “Büyükten ve küçükten, iyiden ve kötüden biatımızı yenileyesin. Ve buyruğuma itaat ettiresin. İtaat etmeyenleri hapis ve darp ile biat ettiresin. Ve sakın bunu geciktirmeyesin.” diye kötüler kötüsü oğlu Yezid’e salık vermişti.

Yezid kıyımların en büyüğünü, en hunharcasını, en alçakçasını Kerbela’da işlemiş, Hüseyin’i cennete uğurlamış, kendisi için de cehennemin kapılarını ardına kadar açmıştı.

Kalemler kurumuş, kâğıtlar künfeyekün olmuştu Kerbela’da.

Fırat, dili lal olmuş gibi bakıyordu Hüseyin’e ve evlad-ı resule kılıç sallayanlara.

Kaç kere hamle etmek istemişti Fırat, Hüseyin’in düşmanlarını önüne katıp götürmek, içine alıp boğmak için.

Nasıl da serinletmek istemişti Hüseyin’in kuruyan dudaklarını.

Katil ve cani Şimr, aziz Hüseyin’in aziz başını, aziz gövdesinden ayırdığında Kerbela toprakları bu katliama şahitliklerinden utandılar.

Fırat kükredi, kükredi ve önüne kattığı her şeyi sürükleyip yok etti.

Gökyüzü ağladı.

Rüzgâr uludu.

Toz dumana katıldı.

Hüseyin, kanıyla suladığı toprakları ilelebet bir utanca sokarken doğmamış Müslümanları bile mateme gark etti.

Hüseyin babasına, dedesine, cennete gitmişti.

Kerbela toprakları o tarihten bu tarihe, yağmurla, suyla doymaz olmuştu.

Kan tenine düşmedikçe, kargaşa hüküm sürmedikçe Hüseyin’e ağlayamıyordu.

Kerbela toprakları kıyamet için Rablerine ne çok yalvarmışlardı.

Ali Haydar, ilahiyat fakültesine gidecekti.

Bu topraklarda daha fazla mezhep kavgası olsun istemiyordu.

Okulu bitirip müftü olacaktı.

Munzur’a veda etti, Fırat’a selam söylemesini istedi; ayın, yıldızların, gezegenlerin, kâinatın sahibine sığınarak yola revan oldu.

***

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bir yolunu bulup yeniden, ikinci defa Diyanet İşleri başkanı olmaya muvaffak olmuştu.

Ne badireler atlatmıştı.

Diyanet İşleri Başkanlığında ilk önce yardımcı olarak görev almıştı.

Yeni çıkan bir teşkilat yasasıyla güç bela başkan olabilmişti.

Bütün ilahiyatçılar karşı koymuşlar ama Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Raşit Küçük’ü dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderip başkanlık koltuğuna oturmuştu.

Raşit Küçük’ü tasfiye etmesi de zor olmamıştı zaten.

Hoca nahif, zarif, çelebi, kanaatkâr biriydi.

Yaş haddinden Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığından emekli olunca rahat bir nefes almıştı.

Sorumlu ilk bakanı Faruk Çelik’ten tez zamanda kurtulmuştu.

Sorgun’lu bir Kürt olan Bekir Bozdağ’ı “Kürt düşmanı” diye bloke etmiş, Emrullah İşler’i tasfiye etmesi çok sürmemişti.

Ama bu böyle olmazdı.

Bakanlarla, çoluk çocukla uğraşamazdı.

O kendine daha büyük bir dünya tasavvur ediyordu.

AK Parti’deki genel başkan değişikliğini fırsat bilip Ahmet Davutoğlu’na doğrudan bağlatmıştı Diyanet’i.

İşler yolundaydı.

Cumhurbaşkanı’nın tahsis ettiği son model makam arabasına kuruldu.

Arabanın derisini eliyle okşadı.

Çok klas bir deriden yapılmıştı.

Başkanlığa satın aldığı diğer araba da Paralelciler fitne sokmuştu.

1 trilyonluk araba diye propagandasını yapmışlardı.

Ama kendilerinin hocası koca bir malikânede oturuyordu.

Paralelcilerle kavga başladığında “Erdoğan yanlış yapıyor!” demişti etrafına ve Reisicumhur Hazretleri Abdullah Gül’e.

Sonra da Erdoğan’ın duruşunu görünce bir iki üfürükten açıklama ile hükûmetin safına geçmişti.

“Ulema ile kavgaya müsamaha gösterirse hafazanallah sıra ona da gelebilirdi.”

Ağız tadıyla bir başkanlık yapamıyordu.

Rakipleri çoktu, din diyanetten ziyade siyasetle uğraşmak zorunda kalıyordu.

Şimdi bir de Alevi Diyanet İşleri başkanı işi çıkmıştı.

Bir başkan yardımcılığı nelerine yetmiyordu?

Alevi bir başkan yardımcısı atanırken bunun böyle olacağını biliyordu.

Herkesin gözü koltuğundaydı.

Çanakçı köyünde geçen çocukluk günlerini hatırladı.

Çobanlık bile yapmıştı.

Bunu daha sonra peygamber mesleği diye çokça da anlatmıştı.

Köyün en ünlü adamı kendisi olmalıyken birde Celal Doğan çıkmıştı.

“Olamaz!” dedi arabanın siyah filmli camların ardından yola bakarken.

“Mustafa, saraya çek!” dedi.

Saraya gidip Alevi başkanının olmazlığını anlatmalıydı.

***

Cübbeli Ahmet Hoca, mevkidaşı sayılabilecek Fethullah Gülen’in kumpasıyla zorunlu ikamete memur kalmıştı bir süre Metris’te.

Tahliye olduktan sonra okumuştu pek çok gazeteyi.

Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü tutuklu bulunduğu Metris Cezaevinden saat 17.00 sıralarında tahliye edildi. Cübbeli Ahmet Hoca’yı cezaevi önünde yaklaşık 500 kişilik bir kalabalık karşıladı. İş adamı Fadıl Akgündüz’ün arabasına binen Cübbeli Ahmet Hoca, kalabalık arasında ilerlemekte zorlandı.

Öğle saatlerinden itibaren Metris Cezaevi önünde beklemeye başlayan Cübbeli Ahmet Hoca taraftarları zaman zaman tekbir getirdi, zaman zaman da dua etti. Kalabalık “Hocaya sadakat şerefimizdir!”, “Hepimiz Cübbeli Ahmet Hoca’yız!” sloganı attı. Bazı taraftarların elinde taşıdığı “Benim Ahmed’im şeriatsız iş yapmaz!” pankartı dikkat çekti. Bu arada cezaevine iş adamı Fadıl Akgündüz de geldi. Akgündüz, Cübbeli Ahmet Hoca’nın tahliyesi için, “Mutluyuz. Haksızlıklar, zulümler devam etmez.” dedi. Akgündüz “Sizin aracınızla mı gidecek?” sorusuna “Evet.” cevabını verdi. Akgündüz nereye gidecekleri sorusuna ise “Nereye isterse oraya gideceğiz.” şeklinde cevap verdi. Akgündüz daha sonra lüks aracıyla cezaevine girdi. Bu arada Cübbeli Ahmet’e verilmek üzere bir buket çiçek de hazır tutuldu.

Bu arada Genç Fenerbahçeliler olarak bilinen grubun başkanı Sefa Kalya ve beraberindeki birkaç Fenerbahçeli de cezaevine geldi. Cübbeli Ahmet taraftarlarıyla selamlaşan Kalya ve beraberindekiler daha sonra cezaevine girdi. Saat 17.00 sıralarında Cübbeli Ahmet Hoca, Fadıl Akgündüz’ün aracıyla Metris Cezaevinden çıktı. Toplanan kalabalığı selamlayan Cübbeli Ahmet Hoca’ya çiçek de verildi. Bu sırada kalabalık “Hepimiz Cübbeli Ahmet Hoca’yız!” sloganı attı. Cübbeli Ahmet’in içinde bulunduğu araç, kalabalık yüzünden ilerlemekte zorlandı.

Duruşmada, “davanın sürüncemede bırakıldığı” gerekçesiyle Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci ile tartışan Ünlü, geçen ay basına gönderdiği açıklamasında, “birçok sağlık problemleriyle mücadele ettiğini” söyleyerek “Beni buradan çıkarırsanız emniyet, yargı ve hükûmet gibi kurumların aleyhine konuşmayacağım.” demişti. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya Cübbeli Ahmet’in de aralarında bulunduğu 3’ü tutuklu 13 sanık katıldı. Cübbeli Ahmet’in “haksız kazanç sağlamak amacıyla kurulan örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek, insan kaçakçılığı ve cinsel istismar” suçlarından yargılandığı davada mahkemeye emniyetten gelen raporda mağdurelerden Faslı İmane Lemghari ve Fatıma Zohra Hajjaj’ın ifadelerini neden değiştirdiğine dair bir araştırma yapıldığı anlatıldı.

Emniyetteki ifadelerinde şikâyetçi olan iki kadın, Fas’ta avukatları ve noter aracılığıyla verdikleri ifadede şikâyetçi olmadıklarını açıklamıştı. Rapora göre kadınların ifadesini değiştirmesi için Ünlü’nün avukatı Fatih Oğuz, Fas’a gitti. 18 Temmuz 2012 tarihinde ifadelerini geri çektiklerini beyan eden iki kadın için aynı tarihte Avukat Fatih Oğuz, sekreteri olduğu ifade edilen Oya Kaya’dan kendisine tam olarak 17 bin 969 dolar göndermesini istedi. Oya isimli sekreteri ifadenin verildiği tarih olan 18 Temmuz 2012’de Western Union yöntemiyle yaklaşık 18 bin dolar parayı Fas’a gönderdi. Bu bilgiler ışığında avukatın mağdur kadınların ifadelerini değiştirmesi için Fas’a gittiği ve yeni ifade karşılığında para verdiğinin değerlendirildiği anlatıldı. Cübbeli Ahmet’in kendisini zorla alıkoyduğunu ve cinsel istismarda bulunduğunu öne süren bir başka Faslı kadın olan Fatıma Et Tajy’ın ise ifadesini değiştirmediği anlaşıldı. Mahkemenin Cübbeli Ahmet’in avukatlığını yapan Fatih Oğuz hakkında “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçundan suç duyurusunda bulunabileceği belirtildi.

Duruşmada Ünlü’nün medyaya yaptığı açıklamalar da tartışma konusu oldu. Hâkim Ekinci, yargılamayı etkilemek için Cübbeli Ahmet’in avukatları aracılığıyla medyaya haber servis ettiğini ve yanlış yönlendirme yapıldığını ifade etti. Ekinci, Cübbeli Ahmet’in avukatının yine bir gazeteye verdiği demeçte davanın sürüncemede bırakıldığını ifade etmesine kızarak, “Bizim kimse umurumuzda değil, biz yargılama yaparız. Medya servisiyle olmaz. Biz istersek 4 ayda bir duruşma tarihi verir ve 3 yılda yargılama yapabiliriz!” dedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci ile Cübbeli Ahmet arasında tartışma yaşandı. Cübbeli Ahmet, “Biz de 4 ayda bir geliriz!” dedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci “Biz yargılamayı kısa sürede yapmak istedik sizlerin mağdur olmaması için. Davayı erken bitirmek istiyoruz. Davayı sürüncemede bıraktığımız yok!” diye cevap verdi. Tanıkların ifadelerinin tamamlanması ve emniyetten gelen raporun okunmasının ardından mahkeme heyeti ara karara ilişkin mütalaa vermesi için duruşma savcısına söz verdi. Duruşma savcısı Ufuk Ermertcan ise delil durumu ve isnat edilen suçları gerekçe göstererek Cübbeli Ahmet’in ve diğer tutuklu sanıkların tutukluluk hâllerinin devamını talep etti.

Yaklaşık 2 saat ara veren mahkeme, tutuklu sanıklar Mahmut Ünlü ve Mahjuba Demirel’in tahliyesine oy çokluğu ile karar verdi. Tahliye gerekçesi olarak, “sanıkların üzerine atılı suç vasfının değişme ihtimali, tutuklulukta geçirdiği süre ve tutuklamanın koruma tedbiri olması” gösterildi. Ünlü ve Demirel hakkında yurt dışına çıkış yasağı konuldu. Ayrıca iki sanığın da her çarşamba polis merkezine giderek imza atmasına karar verildi.

Tahliye kararına Hâkim Hikmet Şen ise muhalefet şerhi koydu. Hâkim Şen, muhalefet şerhine gerekçe olarak, “atılı suçun niteliği, istenilen ceza miktarı, mağdureler arasında para hareketlerini gösteren ödeme belgeleri ve fiziki takip tutanakları, müşteki mağdur beyanları”nı gösterdi. Mahkeme ayrıca dosyadaki eksiklerin giderilmesinin ardından duruşma günü beklenmeksizin dosyanın duruşma savcısına gönderilerek esas hakkındaki mütalaasının istenilmesine karar verdi.

Mahkeme, tutuklu sanık Barış Sezek’in ise tutukluluk hâlinin devamına karar verdi. Mahkemede Ünlü’nün tahliye kararının okunmasının ardından sevinç çığlıkları atıldı. Bazı izleyenlerin ise “Allahuekber!” diye bağırdığı, bazılarının da ağladığı görüldü.

Kendisini itibarsızlaştıran, komplo kuran Fethullah Gülen Cemaati acaba kimi Diyanet İşleri başkanı olarak görmek ve desteklemek isterdi?

“Zinhar!” dedi. “Zinhar olmaz!”

Bir Alevi asla Diyanet İşleri başkanı olamazdı.

***

Haydar Baş ilk tencere tava satarak başlamıştı bu işlere.

Önceleri “öğüt” vermiş, sonradan kap kacak işine girmişti.

Ardından işleri çok büyümüştü.

Şirketler, televizyonlar, gazete derken bir de partisi oluvermişti.

Parti genel başkanıyken Atatürk’ün Ehl-i Beyt’ten olduğunu söylemiş, Fethullah Gülen’i papanın gizli kardinali ilan etmiş, Esed’i Hz. Hüseyin’e benzetmişti.

Obama’nın Mesihliğini, Fener Rum patriğinin sahabe soyundan geldiğini de söyleyebilirdi. Ama o gün henüz gelmemişti.

Kendi gazetesi bile, kendi haberlerini doğru dürüst yazamıyordu. O ne demiş gazetesi ne yazmıştı:

Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş partisince Antalya’da düzenlenen aday tanıtım toplantısına katıldı. BTP lideri burada yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Atatürk konusunda son derece çarpıcı açıklamalarda bulundu. Atatürk’ün hem anne hem de baba tarafından Ehl-i Beyt soyundan geldiğini ifade eden Haydar Baş şöyle konuştu: “Atatürk’ün jandarma istihbarat subayı olan Mehmet Rıfat Efendi’nin torunu Meriç Tumluer’in belgelere dayalı olarak ifadesini naklediyorum. Atatürk hem anne hem de baba tarafından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelmektedir. Rivayetlere göre Sarı Saltuk, peygamber ve Hacı Bektaş neslinden gelen Türkmen bir er olarak bilinir. Bu erin şeceresi bizzat nakibül eşraflık kayıtlarına geçer. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın soyu Yörük’tür. Molla Zübeyde annemizin ailesi Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği’nin yıkılmasından sonra 1466 Balkanlar’da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Yani Balkanlar’ı irşat etmek için, Müslümanlaştırmak için gönderilmiş ailedir. Hem Molla Zübeyde Hanım’ın soyu hem de eşi Ali Rıza Efendi’nin soyu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimize dayanmaktadır. Yani Atatürk İmam-ı Ali’nin soyundandır.”

Söylediklerinin hepsinin kaynağının kendisinde olduğunu söyleyen BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, “Bu işlerde atma olmaz, bunu iyi bilesiniz ama benim hayret ettiğim nokta bu kadar İslamoğlu İslam olan, bu kadar Türkoğlu Türk olan bir insanı hangi gayret, hangi insafsızlık bu derece yanlış tanıtabilir?” diye sordu. “Allah bu insanlara da hidayet nasip etsin!” diye konuşan Prof. Dr. Haydar Baş konuşmasında Atatürk’ün vasiyeti üzerine de şu dikkat çekici bilgileri verdi: “Atatürk’ün vasiyeti Ankara 3. Sulh Hukuk Mahkemesinin kayıtlarında, Ziraat Bankasının kasasında saklıdır. Vasiyetle ilgili diğer bilgiler de bu kasada mevcuttur. Bugün bu vasiyet Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde saklanmaktadır. Sadece 6 maddesi açıklanmıştır. Meriç Tumluer, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuş ve Kenan Evren’e de böyle bir vasiyetin varlığını itiraf ettirmiştir. Tumluer, Atatürk’ün jandarma istihbarat subayı ve sonrasında polis teşkilatının kurucu olan Mehmet Rıfat Efendi’nin ikinci göbek torunudur. Bu bilgilerin Kenan Evren’in dışında Erdoğan’a, CHP’den İsa Gök vasıtasıyla Kılıçdaroğlu’na, Muharrem İnce’ye, emekli Albay Ömer Cengiz’e, Turgut Özal’a, Erbakan’a ve Demirel’e sunulduğu ifade edilmektedir. Biz şu anda bir meçhulden bahsetmiyoruz, bilinen hakikatleri yüce Türk milletine burada arz ediyoruz.”

“Gerçek Atatürk’ü biz tanıtacağız.” diyen Haydar Baş bu konuda yazacağı kitabın bir devrim niteliğinde olacağını söyledi. Prof. Dr. Haydar Baş, “Şimdi inşallah bizim Atatürk’ü tanıtacağımız kitabımız Türkiye’de ve dünyada devrim yapacak. Gerçek Mustafa Kemal Atatürk’ü yazmayı inşallah Cenab-ı Allah bizlere nasip edecek. Dikkat ederseniz her konuşmamda Atatürk’ü anlatıyorum. Sevgili kardeşlerim buna mecburuz çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran şahsın adı, Mustafa Kemal’dir. Bu şahsın yaptığı bu kadar hizmet maalesef üzeri küllendirilmiş ve de yok sayılmıştır. Bazı İngiliz muhipi derneklerine üye olanlar aleyhinde çok iftiralar, sözler söyledi, yazdı. Biz bunları söyledikten sonra frene basıp bir daha ağızlarına Atatürk’ü almıyorlar ve de alamayacaklar. Şimdi sevgili kardeşlerim, mademki Mustafa Kemal Atatürk Ehl-i Beyt sülbündendir, o zaman gelin biz de Ehl-i Beyt’i tanıyalım. Ama hocam siyaset yapıyorsunuz… Eee oğlum, siyaset zaten bu büyük zatları tanımaktır. Bu büyük zevatı tanımayanların ülkeyi getirdikleri yer burası. Bu çukurdan bu insanları, bu milleti, devleti kurtarmak için bütün insanlığa hidayet güneşi olan Allah’ın Kur’an’da bize müjdelediği ve sevmemizi emrettiği bu zevatı, Ehl-i Beyt’i tanımamız lazım. Bahsettiğim insanlar Peygamber Efendimiz’in aile efradıdır. Bütün dünyaya İslam’ı hemen hemen bu insanlar yaymıştır.” diye konuştu.

Gazeteyi tam buruşturup atacakken küçük bir haber ilişti gözüne:

“Diyanet’e Alevi başkan aranıyor.”

“Hoppala!” dedi kendi kendine. “Bu da nereden çıktı?”

Hemen bir basın toplantısı düzenledi.

“Alevi’den Diyanet İşleri başkanı olmaz!”dı.

***

Fethullah Gülen elindeki kehribar tespihi hışımla çekmeye başladı.

Bir ara Oltu taşı tespihlere de merak sarmıştı.

Hatta “Deccal” bu tespihleri de diline dolamış, meydan meydan tespih ve ananastan söz etmişti.

Hâlbuki kendisine de tespih göndermişti.

Şimdilerde Osman Şimşek’ten huylanmaya başlamıştı.

Hiç hayırlı haber vermez olmuştu.

MOSSAD ve CIA temsilcileri de ‘iyi’ haberler getirmiyordu.

Yoksa zeval vakti gelmiş miydi?

17/25 Aralık’ta tam bir kepazelik sergilemişlerdi adamları.

Ne Bilal’i ne de “Deccal”i içeri atabilmişlerdi.

Himmetlerle, şantajlarla, tehditlerle büyütüp orta yere koydukları Bank Asya’dan da olmuşlardı.

Yıllardır adam ettikleri polis şefleri elleri kelepçeli içeri atılmıştı.

Medyası “havuz medyasına” katıldı, katılacaktı.

Hiçbir büyük iş adamı telefonlarına çıkmaz olmuştu.

ABD ve MOSSAD onun halife olma isteğini kullanmışlar, kendisi de ‘keleğe’ gelmişti.

Bu “keleğe gelmek” hangi memleketin deyişiydi acaba?

Memleketi özleyip hasret kaldığını herkese söylüyordu ama zerre umurunda değildi.

Fırsat bulsa da New York gecelerine bir aksaydı.

Dünya buradan idare ediliyordu, kendisi de küçük dünyasını buradan idare ediyordu.

Halifeliği kaçırmıştı.

TBMM bir gece apansız toplanıp Deccal’i halife seçmişti.

Bari Diyanet İşleri başkanlığını kimseye kaptırmasaydı!

Artık mümkünü yoktu.

Mehmet Görmez hemen iptal etmişti yeşil pasaportunu.

Hâlbuki gözü tutmuştu onu.

Velfecir okuyan gözlerinde bir şafak görmüştü Görmez’in…

Osman Şimşek’in “Yeni Diyanet İşleri başkanı Alevi olacakmış.” demesiyle bir tespihten olmuştu.

Ekrem Dumanlı’ya “Bu işe engel olun!” diye talimat verdirdi telefonla.

***

Adnan Hoca A9 televizyonunda kameramana çıkıştı:

“Niye yakından çekmiyorsun?” dedi. “Yoksa kıskanıyor musun?”

Kameraman ne yapacağını şaşırdı.

Süper mini etek giymiş “kedicik”lerden birinin göğüs çatalına kamerayı odakladı.

Adnan Hoca’nın “dalgasını” anlamış değildi.

Bütün kediciklerin yanakları, dudakları, göğüsleri silikonluydu.

Kimi “anadan üryan” mini etek giyiyor kimi başörtüsü takıyor kimi kara çarşafla programa çıkıyordu.

Önceleri üç kedicikle ekrana çıkıyordu Adnan Hoca; o zaman iş daha kolaydı.

Üç kameranın birini hocaya, öbürünü kediciklere, diğerini de panoramik olarak ayarlayınca iş tamamdı.

Zaten 777 inşallah, 3250 maşallahla program bitiyordu.

Kedicikler hocalarına ne kadar yakışıklı olduğunu söylüyor, hoca da kediciklere binbir iltifat ediyor ve programı kapatıyorlardı.

Adnan Hoca, Ajda Pekkan yanaklı kediciğine iltifat ederken gözü televizyonunda geçen bir alt yazıya takıldı.

“Alevi Diyanet İşleri başkanı mı?”

Bir anda kedicikler gitmiş, yerine Diyanet İşleri başkanlığına atanacak ismin Alevi olacağı düşüncesi yerleşmişti aklına.

Mehmet Görmez’in, uluslararası bir toplantıda, kendini ziyaret etmek için gelmek isteyen yabancı delegasyona “Gitmeyin o şarlatanın yanına!” dediğini duymuştu.

O günden beri Görmez’in kanına ekmek doğruyordu.

Aslında Görmez haksız da sayılmazdı.

Bu dekolte işini biraz fazla abartmıştı.

Olabilirdi bir Alevi’den Diyanet İşleri başkanı.

Desteklemeliydi bu işi…

***

Türkiye son zamanlarda Alevilerle inanılmaz uyumlu bir noktada toplumsal mutabakata erişmişti.

Devlet başkanı ve Halife Recep Tayyip Erdoğan önündeki başkanlık fermanını imzaladı.

“Ardahan Müftüsü ve Alevi Dedesi Ali Haydar Demir’in Diyanet İşleri başkanlığına atanması tarafımdan uygun görülmüştür.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6862-66-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre