Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Japon masalları», sayfa 2

Yazı tipi:

Balıkçı Delikanlı Uraşima Taro’nun Hikâyesi

Çok uzun zaman önce, Japonya sahillerindeki Tango bölgesinde yer alan küçük balıkçı kasabası Mizu-no-ye’de Uraşima Taro adlı genç bir balıkçı yaşardı. Babası da balıkçıydı ve yeteneği oğluna fazlasıyla geçmişti. Öyle ki Uraşima o bölgedeki en hünerli balıkçıydı; arkadaşlarının bir haftada yakaladığı Bonito ve Tai balıklarını, o bir günde yakalayabiliyordu.

Fakat bu küçük balıkçı kasabasında işindeki hünerinden ziyade iyi kalpliliğiyle tanınıyordu. Hayatı boyunca küçük ya da büyük hiçbir canlıya zararı dokunmamıştı. Çocukken, hayvanları kızdıran arkadaşlarına katılmadığı için onunla alay ederlerdi; fakat o, diğer çocukları bu acımasız eğlenceden caydırmak için uğraşırdı.

Ilık bir yaz akşamı, bütün gün balık tuttuktan sonra evine dönerken bir grup çocuğa rastladı. Avazları çıktığı kadar bağırarak konuşuyorlardı; belli ki bir şey yüzünden çok heyecanlıydılar. Ne oluyor diye merak edip yanlarına gidince genç balıkçı, bir tosbağaya eziyet ettiklerini gördü. Çocuklardan ikisi, tosbağayı bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirip dururken, üçüncü bir çocuk zavallı hayvana sopayla vuruyor, dördüncüsü ise kabuğunu taşlıyordu.

Uraşima, zavallı tosbağanın hâline çok üzüldü ve onu kurtarmaya karar verdi. Çocuklara dedi ki:

“Bana bakın çocuklar, bu zavallı tosbağaya öyle kötü davranıyorsunuz ki, sonunda öldüreceksiniz!”

Hayvanlara zalimce davranmaktan zevk aldıkları yaşta olan oğlanlar, Uraşima’nın nazik azarını hiç umursamadı.

Yaşı daha büyük olan çocuklardan biri dedi ki:

“Yaşamış ya da ölmüş kimin umurunda? Bize ne? Haydi çocuklar, devam, devam!”

Zavallı tosbağaya daha da acımasızca davranmaya başladılar. Uraşima, bu çocuklarla başa çıkabileceğini düşünerek biraz bekledi. Tosbağayı ona vermeleri için çocukları ikna etmeye çalışacaktı. Bu yüzden, gülümseyerek şöyle dedi:

“Eminim ki hepiniz iyi çocuklarsınız! Acaba tosbağayı bana verir misiniz? Çok isterdim bir tosbağam olsun!”

“Hayır, tosbağayı sana vermeyiz,” dedi çocuklardan biri. “Ne diye verecekmişiz? Onu biz yakaladık.”

“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Uraşima, “ama karşılıksız istemiyorum zaten. Ben size para vereceğim, yani Ojisan (Amca) tosbağayı sizden satın alacak. Olur, değil mi çocuklar?” Parasını onlara gösterdi. Her bozuk paranın ortasında bir delikten geçirilmiş bir parça ip vardı. “Bakın çocuklar, bu parayla istediğiniz şeyi alabilirsiniz. Oysa şu zavallı tosbağa hiçbir işe yaramaz. Beni dinlediğinize göre ne kadar da iyi çocuklarsınız.”

Kötü çocuklar değillerdi, yalnızca yaramazlardı. Uraşima, nazik gülümsemesi ve şefkatli sözleriyle çocukların kalbini kazanmıştı. Japonya’da dendiği üzere “ruhu olan” biriydi. Çocuklar yavaşça yanına geldi ve küçük çetenin lideri tosbağayı uzattı.

“Tamam, Ojisan, parayı verirsen sana tosbağayı veririz!” Uraşima, tosbağayı alıp çocuklara para verdi. Çocuklar birbirlerine seslenip koşturarak ortadan kayboldular.

Uraşima, tosbağanın sırtını okşarken şunları söylüyordu:

“Ah, zavallıcık! Zavallıcık seni! Geçti, geçti! Artık güvendesin. Leylekler bin yıl yaşar derler; ama tosbağalar on bin yıl yaşar. Bu dünyadaki canlılar içinde en uzun ömürlü olan sensin. Ama o zalim çocuklar, az daha kıymetli hayatını elinden alacaklardı. Neyse ki yoldan geçiyordum da seni kurtardım. Hayatın kurtuldu. Şimdi seni hemen yuvana, yani denize götüreceğim. Bir daha yakalanayım deme, tamam mı, çünkü bu sefer seni kurtaracak biri olmayabilir!”

Bunları söylerken iyi kalpli balıkçı hızla sahile yürüyordu. Kayalıkları aştı, sonra tosbağayı denize bıraktı, hayvanın suda kayboluşunu izledi. Kendisi ise eve doğru yol aldı, çünkü artık yorulmuştu ve güneş batmıştı.

Ertesi sabah Uraşima her zaman yaptığı gibi teknesine gitti. Hava güzeldi, hafif puslu yaz sabahında deniz ve gökyüzü masmaviydi. Uraşima, teknesine atlayıp rüyada gibi denize açıldı. Çok geçmeden diğer balıkçı teknelerini geride bıraktı; öyle uzaklaşmıştı ki, diğer balıkçılar gözden kaybolmuştu. Teknesiyle mavi sularda hiç durmadan ilerledi. Neden bilmiyordu ama birden hiç olmadığı kadar mutlu hissetti kendini. “Keşke o serbest bıraktığım tosbağa gibi binlerce yıl sürecek upuzun bir ömrüm olsaydı,” diye düşündü.

Birinin adını bağırdığını duyunca dalıp gittiği düşlerden uyanıverdi:

“Uraşima, Uraşima!”

Adı, çan sesi kadar berrak ve yaz rüzgârı gibi yumuşak bir şekilde yayılıyordu denize.

Ayağa kalktı, etrafa bakındı. Diğer teknelerden birinin geldiğini sandı fakat ne kadar dikkatli bakarsa baksın, koca denizde, yakında veya uzakta bir tekne göremedi. Yani ses, bir insandan gelmiş olamazdı.

Şaşkın bir hâlde onu çağıranın kim olduğunu anlamaya çalıştı. Her tarafa baktı, sonra bir de gördü ki, teknesinin kenarına bir tosbağa gelmiş. Uraşima çok şaşırdı; çünkü bu, bir gün önce kurtardığı tosbağanın ta kendisiydi.

“Acaba, Sayın Tosbağa,” dedi Uraşima, “bana seslenen siz miydiniz?”

Tosbağa başıyla onayladı ve dedi ki:

“Evet, bendim. Dün sizin şerefli gölgeniz (o kage sama de) benim hayatımı kurtardı. Ben de size teşekkürlerimi sunmak ve bana yaptığınız iyilik nedeniyle duyduğum minnettarlığı ifade etmek istedim.”

“Hakikaten,” dedi Uraşima, “çok kibarsınız. Haydi, tekneye gelin. Size bir sigara ikram etmek isterdim ama bir tosbağa olarak sigara içmiyor olmalısınız.” Balıkçı yaptığı şakaya güldü.

“He-he-he-he!” diye güldü tosbağa, “sake (pirinç şarabı) en sevdiğim içecektir ama tütünden pek hazzetmem.”

“Gerçekten çok üzgünüm ama teknemde hiç ‘sake’ yok. Yine de yukarı çıkıp güneşte sırtınızı kurutabilirsiniz. Tosbağalar çok sever bunu,” dedi Uraşima.

Tosbağa tekneye tırmanırken balıkçı da ona yardım etti. Biraz hoşbeş ettikten sonra tosbağa dedi ki:

“Rin Gin’i hiç gördünüz mü Uraşima? Hani Denizlerin Ejderha Kralı’nın oturduğu saray.”

Balıkçı başını sallayıp “Hayır,” dedi. “Yıllardır deniz benim evim oldu ama Ejderha Kral’ın deniz altındaki ülkesini çok duymama rağmen muhteşem sarayını hiç görmedim. Eğer öyle bir yer varsa, çok uzak olmalı!”

“Gerçekten mi? Kralın sarayını hiç görmediniz demek, ha? Şunu söyleyeyim, şu koca evrendeki en göz alıcı manzaralardan birini kaçırmışsınız. Saray, denizin dibinde, çok uzaklarda ama isterseniz ben sizi hemen götürürüm. Kralın ülkesini görmek istiyorsanız, rehberiniz olurum.”

“Çok isterim oraya gitmeyi. Rehberim olmayı teklif ettiğiniz için de çok teşekkür ederim. Fakat unutmayın ki ben sıradan bir faniyim, siz ise bir deniz canlısı. Yani sizin kadar iyi yüzemeyebilirim…”

Balıkçı başka bir şey diyemeden, tosbağa sözünü kesti:

“Ne? Yüzmenize gerek yok ki. Sırtıma binerseniz rahat rahat gideriz, zahmet çekmezsiniz.”

“İyi ama,” dedi Uraşima, “küçücük sırtınızda beni nasıl taşıyacaksınız?”

“Size saçma gelebilir ama sırtıma binebilirsiniz, gerçekten. Haydi durmayın! Hemen sırtıma binin ve sandığınız gibi imkânsız mıymış görün.”

Tosbağa sözlerini bitirince, Uraşima kaplumbağanın kabuğuna baktı. Bir de ne görsün! Hayvan birden öyle büyüdü ki, koca bir insan üzerine oturabilirdi.

“Gerçekten çok garip!” dedi Uraşima; “O hâlde Bay Tosbağa, izninizle sırtınıza bineceğim. Dokoişo4!” diyerek tosbağanın sırtına atladı.

Tosbağa, sanki çok sıradan bir şey yapıyorlarmış gibi yüzünü hiç kımıldatmadan “Şimdi rahatça yola çıkabiliriz,” deyip sırtındaki Uraşima ile denize atladı. Tosbağa suyun dibine daldı. Bu iki tuhaf yol arkadaşı, uzun süre denizde yol aldı. Uraşima hiç yorulmadı, giysileri de ıslanmadı. Nihayet, uzaklarda muhteşem bir kapı belirdi. Kapının ardında ise sarayın uzun ve eğimli çatıları gözüküyordu.

“Evet,” diye haykırdı Uraşima, “büyük bir sarayın kapısına benziyor! Bay Tosbağa, görmekte olduğumuz bu yer nedir, söyleyebilir misiniz?”

“Rin Gin Sarayı’nın muhteşem büyük kapısı. Geride gördüğünüz büyük çatı da Deniz Kralı’nın sarayıdır.”

“O hâlde Deniz Kralı ve sarayına nihayet ulaştık,” dedi Uraşima.

“Evet, öyle,” dedi tosbağa, “çok hızlı gelmedik mi?” Bunları söylerken tosbağa kapının yanına ulaştı. “İşte geldik. Buradan itibaren yürümelisiniz.”

Tosbağa önden gitti ve kapıcıyla konuştu:

“Bu, Uraşima Taro. Japonya’dan geliyor. Kendisini ziyaretçi olarak krallığa getirmekten onur duyuyorum. Lütfen ona yolu gösterin.”

Kapıcı bir balıktı ve tosbağanın sözleri üzerine onları hemen kapıdan geçirdi.

Çipura, dere pisisi, dilbalığı, mürekkep balığı ve Denizlerin Ejderha Kralı’nın bütün tebaası, yabancıyı selamlamak üzere dışarı çıkıp saygıyla eğildiler.

“Uraşima Sama, Uraşima Sama! Denizlerin Ejderha Kralı'nın evi Deniz Sarayı’na hoş geldin. Uzak diyarlardan gelmişsin, hoş geldin. Ve siz Bay Tosbağa, Uraşima’yı buraya getirirken nice zahmet çektiniz, size minnettarız.” Sonra yine Uraşima’ya dönüp “Lütfen bizi izleyin,” dedi. Bütün balıklar, Uraşima’nın rehberi oldu.

Uraşima fakir bir balıkçıydı ve sarayda nasıl davranılır bilmiyordu. Her şey ona çok yabancı gelse de çekinip utanmamış, yavaşça nazik rehberlerini izleyerek sarayın içine ulaşmıştı. Ana kapılara vardıklarında, güzeller güzeli bir Prenses yanında hizmetçisiyle onu karşılamaya geldi. Prenses, olağanüstü bir güzellikteydi. Bir dalganın alt tarafı gibi kırmızı ve açık yeşil renkte, pileleri altın şeritlerle parlayan güzel bir kaftana bürünmüştü. Güzel siyah saçlarını, yüzyıllar önce kral kızlarının yaptığı gibi omuzlarına salmıştı. Konuştuğunda sesi, müzik gibi dalgalanıyordu suyun üzerinde. Uraşima, Prenses’in önünde reverans yapması gerektiğini hatırladı; ama daha başını eğemeden Prenses elinden tutup onu hoş bir salona, onur misafirlerine ayrılan yere götürdü ve oturmasını istedi.

“Uraşima Taro, sizi babamın krallığına kabul etmek büyük bir zevk,” dedi Prenses. “Dün bir tosbağayı özgürlüğüne kavuşturdunuz. Ben de bunun için size teşekkür etmek istedim, çünkü o tosbağa bendim. Eğer dilerseniz burada, yaz mevsiminin asla bitmediği ve üzüntünün asla uğramadığı bu sonsuz gençlik ülkesinde ebediyen yaşayabilirsiniz. İsterseniz karınız olurum ve birlikte sonsuza dek mutlu yaşarız!”

Prenses’in tatlı sözlerini dinleyip sevimli yüzüne bakarken Uraşima’nın kalbi şaşkınlık ve sevinçle doldu. Bütün bunlar bir rüya mı diye düşünüyordu:

“Söyledikleriniz için binlerce kez teşekkür ederim. Bugüne kadar adını çok duyduğum ama hiç görmediğim bu güzel ülkede, sizinle kalmayı her şeyden çok isterim. Kelimeler yetersiz kalır bu güzelliği tarife. Burası ömrümde gördüğüm en muhteşem yer.”

Uraşima bu sözleri söylerken törensel kıyafetler içinde bir grup balık belirdi. Sessiz ama heybetli adımlarla salona girdiler. Ellerinde leziz balık ve yosun yemeklerinin bulunduğu tepsiler vardı. Gelin ve damat için muhteşem bir ziyafet hazırladılar. Göz kamaştıracak kadar görkemli bir düğün yapıldı. Denizler Kralı’nın ülkesi sevinç içinde bu güzel günü kutluyordu. Genç çift, üç kez düğün şarabından tadar tatmaz müzik başladı, şarkılar söylendi. Gümüş pullu, altın kuyruklu balıklar dalgalardan fırlayıp dans ettiler. Uraşima gönlünce eğlendi. Hayatı boyunca böyle harika bir şölen görmemişti.

Eğlence sona erince Prenses damada sarayı gezdirip göstermeyi teklif etti. Mutlu balıkçı, karısını yani Denizler Kralı’nın kızını takip etti. Gençlik ve neşenin hiç ayrılmadığı, zaman ve yaşlılığın uğramadığı bu büyüleyici ülkenin tüm harikalarını gördü. Saray, mercanlardan yapılmış ve incilerle süslenmişti. Bu ülkenin güzellikleri ve harikalarını kelimelerle anlatmak imkânsızdı.

Ama Uraşima için saraydan bile muhteşem bir yer vardı: sarayı çevreleyen bahçe. Burada aynı anda dört mevsimin manzaraları görülebiliyordu. Yaz ve kışın, bahar ve sonbaharın güzellikleri hayranlık içindeki ziyaretçinin gözleri önüne serildi.

İlk önce doğu tarafına baktı. Erik ve kiraz ağaçları çiçeklenmişti, bülbüller iki yanı ağaçlı pembe yollarda şakıyorlardı ve kelebekler çiçekten çiçeğe uçuşuyordu.

Güneye bakınca yaz ortasında yemyeşil ağaçları gördü. Ağustos böcekleri ve cırcır böcekleri ötüşüyordu.

Batıya baktı. Akçaağaçlar sonbaharda güneşli bir gökyüzü gibi parlıyordu ve kasımpatılar mükemmeldi.

Kuzeye baktığında gördüğü değişim Uraşima’yı ürküttü. Çünkü her yer karla kaplanmıştı, bembeyazdı. Ağaç ve bambular da karla örtülmüştü. Gölet ise donmuştu.

Uraşima her güne yeni sevinçler ve muhteşem manzaralarla uyanıyordu. Öyle mutluydu ki, her şeyi unuttu. Bu üç gün, ardında bıraktığı anne babası ve ülkesi bile aklına gelmeden geçti. Sonra aklı başına geldi. Kim olduğunu ve bu muhteşem ülkeye ya da Denizler Kralı’nın sarayına ait olmadığını hatırladı. Kendi kendine dedi ki:

“Aman tanrım! Burada kalamam. Memleketimde beni bekleyen yaşlı bir annem ve babam var. Bunca zaman tek başlarına ne yaptılar acaba? Kim bilir eve dönmediğim için nasıl endişelenmişlerdir. Bir gün bile geçirmeden hemen eve dönmeliyim.” Hiç zaman kaybetmeden yolculuk için hazırlanmaya başladı.

Sonra güzel eşine gidip önünde eğilerek şunları söyledi:

“Gerçekten, seninle öyle mutlu oldum ki Otohime Sama (eşinin adı buydu), ve kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar nazik davrandın bana. Ama artık veda etmeliyim. Yaşlı anne babamın yanına gitmeliyim.”

Otohime Sama ağlamaya başladı. Usulca ve üzgün bir sesle şunları söyledi:

“Burada iyi değil misin Uraşima? Onun için mi benden bu kadar çabuk ayrılmak istiyorsun? Neden bu acele? Bir gün daha kal, ne olur!”

Fakat Uraşima, yaşlı anne babasını hatırlamıştı. Japonya’da anne babanıza karşı olan görevinizi yerine getirmek, dünyadaki her zevkten ve hatta aşktan bile önemlidir. Uraşima’nın fikrini değiştirmek imkânsızdı ve şöyle cevapladı:

“Gerçekten gitmek zorundayım. Senden ayrılmak istediğimi sanma sakın. Öyle değil. Gidip anne babamı görmem lazım. Bir gün için gitmeme izin ver, sonra sana geri döneceğim.”

“Öyleyse, yapacak bir şey yok,” dedi Prenses üzgün bir şekilde. “Yanımda kalman için uğraşmak yerine seni hemen bugün annenle babana göndereceğim. Aşkımızın simgesi olarak bunu veriyorum sana, lütfen döndüğünde de yanında olsun,” diyerek Uraşima’ya parlak bir iple bağlanmış ve kırmızı ipek püsküllerle süslenmiş cilalı bir kutu verdi.

Uraşima, Prenses’ten o kadar çok şey almıştı ki bu hediyeyi kabul ederken biraz utanıp şöyle dedi:

“Benim için yaptıklarından sonra senden bir hediye daha almam doğru olmaz; ama böyle istediğin için yapacağım,” dedi Uraşima ve ekledi:

“Bu kutu nedir?”

“O,” dedi Prenses, “tamate-bako (Mücevher El Kutusu) ve içinde çok kıymetli bir şey var. Bu kutuyu asla açmamalısın! Açarsan başına çok kötü şeyler gelir! Şimdi bana söz ver, ne olursa olsun kutuyu açmayacaksın!”

Uraşima, ne olursa olsun asla kutuyu açmayacağına dair söz verdi.

Uraşima, Otohime Sama’ya veda edip deniz kenarına gitti. Prenses ve hizmetçileri de ardından geldi. Büyük tosbağa, orada Uraşima’yı bekliyordu.

Hemen hayvanın sırtına atladı ve berrak deniz üzerinde doğuya doğru ilerlediler. Gözden kaybolana dek Otohime Sama’ya el salladı ve Deniz Kralı’nın ülkesi artık çok uzaklarda kaldı. Uraşima, hevesle yüzünü kendi ülkesine döndü. Ufukta mavi tepeleri aradı gözleri.

Sonunda tosbağa, çok iyi tanıdığı körfeze getirdi Uraşima’yı. Balıkçı, sahile inip etrafına baktı. Tosbağa ise Deniz Kralı’nın ülkesine geri döndü.

Ama orada durmuş etrafına bakarken Uraşima’yı saran bu tuhaf korku da neyin nesiydi? Yanından geçen insanlara neden öyle gözlerini kırpmadan bakıyordu? Peki ya onlar neden durup Uraşima’ya bakıyorlardı? Sahil aynı, tepeler aynı ama yürüyüp geçen insanların yüzleri, o tanıdığı kişilere ait değildi.

Bütün bunların ne anlama geldiğini düşünerek hızlıca evine yürüdü. Evi bile değişmişti. Uraşima şöyle seslendi:

“Baba, ben geldim!” Tam eve girmek üzereyken yabancı bir adam çıktı dışarı.

“Belki ben yokken annemle babam taşınmıştır. Belki de başka bir yere gittiler,” diye düşündü balıkçı. Garip bir endişe kapladı yüreğini; ama nedenini anlayamıyordu.

“Affedersiniz,” dedi ona bakan adama. “Birkaç gün öncesine kadar ben bu evde yaşıyordum. Adım Uraşima Taro. Annemle babamı burada bıraktım, neredeler?”

Adamın yüzünden şaşkına döndüğü belliydi. Uraşima’nın suratına dikkatle bakmaya devam ederek dedi ki:

“Ne? Sen Uraşima Taro musun?”

“Evet,” dedi balıkçı, “Uraşima Taro’yum ben!”

“Ha, ha!” diye güldü adam, “böyle şakalar yapmamalısın. Evet, doğru, bir zamanlar burada Uraşima Taro adlı bir adam yaşamış. Ama üç yüz yıl önce. Şimdi yaşıyor olması imkânsız!”

Uraşima bu tuhaf sözleri duyduğunda, korkuya kapılıp şöyle dedi:

“Ne olursunuz benimle dalga geçmeyin. Çok şaşkınım. Ben gerçekten Uraşima Taro’yum ve üç yüz yıl falan yaşamadım. Dört beş gün öncesine kadar işte burada yaşıyordum. Lütfen, şaka yapmadan anlatın olanları.”

Fakat adamın yüz ifadesi giderek ciddileşti ve şöyle cevap verdi:

“Adın Uraşima Taro olabilir. Fakat benim duyduğum Uraşima Taro, üç yüz yıl önce burada yaşamış bir adamdır. Belki de onun ruhusun ve eski evini ziyaret etmeye gelmişsindir.”

“Neden benimle alay ediyorsunuz?” dedi Uraşima. “Ruh falan değilim ben! Kanlı canlı bir insanım. Ayaklarımı görmüyor musunuz?” Uraşima, ayaklarını gürültüyle yere vurup adama gösterdi (Japon hayaletlerin ayağı yoktur).


“İyi ama Uraşima Taro, üç yüz yıl önce yaşamış. Benim tek bildiğim bu. Köy yıllıklarında yazıyor,” diye ısrar etti adam. Balıkçının söylediklerine inanamıyordu.

Uraşima şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Etrafına bakındı, aklı karman çormandı. Gerçekten de her şey hatırladığından çok farklı gözüküyordu. Belki de adamın söyledikleri doğruydu. Bu korkunç duygu onu mahvetti. Sanki garip bir rüyadaydı. Deniz Kralı’nın deniz ötesindeki sarayında geçirdiği günler, sıradan günler değildi; yüzlerce yıl geçmişti aradan. Anne babası ölmüştü. Bütün tanıdıkları ve köylüler, onun hikâyesini yazmışlardı. Artık burada kalmanın bir faydası yoktu. Denizin ötesindeki güzel karısına geri dönmeliydi.

Sahile döndü. Prenses’in verdiği kutu yanındaydı. Ama hangi taraftan gidecekti? Tek başına yolunu bulamıyordu! Tam o anda kutuyu, tamate-bako’yu anımsadı.

“Prenses, kutuyu verirken asla açmamam gerektiğini, içinde çok kıymetli bir şeyin olduğunu söylemişti. Ama artık evim yok, burada benim için değerli olan her şeyi yitirdim. Kalbim üzüntüyle eriyor. Böyle bir zamanda kutuyu açarsam, bana yardım edecek, beni deniz ötesindeki güzel prensesime götürecek bir şey bulabilirim. Yapabileceğim başka bir şey yok. Evet, kutuyu açıp bakacağım!”

Böylece gönlü, bu itaatsizliğe ikna oldu. Verdiği sözü tutmayarak iyi bir şey yaptığına kendini inandırmaya çalışıyordu.

Kırmızı ipek bağı yavaşça çözdü; yine yavaşça ve merak içinde bu değerli kutunun kapağını kaldırdı. Peki, ne buldu? Üç küçük topak hâlinde, mor renkli, güzel ve ufak bir bulut yükseldi kutudan. Bir an için bulut yüzünü kapladı ve sanki gitmeye isteksiz gibi başının üzerinde dolandı, sonra buhar olup denizin üzerinde kayboldu.

O zamana kadar yirmi dört yaşında güçlü ve yakışıklı bir delikanlı olan Uraşima, birden çok ama çok yaşlı bir adam hâline geldi.

Yaşlılık yüzünden sırtı kamburlaştı, saçları kar beyazı oldu, yüzü kırıştı ve sahile düşüp ölüverdi.

Zavallı Uraşima! İtaatsizliği yüzünden Deniz Kralı’nın ülkesine dönemeyecek ve güzel Prenses’i bir daha göremeyecekti.

Çiftçi ve Porsuk

Evvel zaman içinde yaşlı bir çiftçi ile karısı yaşardı. Evleri, şehirden çok uzaklarda, dağlardaydı. Tek komşuları şirret bir porsuktu. Porsuk, her gece dışarı çıkıp çiftçinin tarlasına koşturur, adamcağızın binbir emekle yetiştirdiği sebzelerle pirinci mahvederdi. Sonunda porsuğun bu yaramazlığı öyle bir hâl aldı, o kadar çok zarara yol açtı ki, çiftçi daha fazla dayanamayıp bu duruma bir dur demeye karar verdi. Her gece elinde büyük bir sopayla porsuğu yakalamak için nöbet tuttu ama nafile. Bunun üzerine bu kötü hayvana tuzaklar kurdu.

Çiftçi zahmetinin ve sabrının karşılığını aldı; güzel bir günde çalışırken onu yakalamak için kazdığı deliklerin birinde porsuğu buldu. Çiftçi, düşmanını yakaladığı için çok mutluydu. Bir ipe bağladığı porsuğu evine götürdü. Eve varınca karısına dedi ki:

“Nihayet yaramaz porsuğu yakaladım. Ben çalışırken gözünü ondan ayırma ve sakın kaçmasına izin verme. Bu akşam ondan çorba yapmak istiyorum.”

Bunu söyleyip porsuğu kilerdeki kirişlere bağladı ve tarlasına gitti. Porsuk, büyük sıkıntı içindeydi; zira akşam çorba yapılma fikri hiç de hoşuna gitmemişti. Uzun uzun düşündü, bir kaçış planı kurmaya çalıştı. Bu rahatsız durumdayken düşünmesi çok zordu; çünkü baş aşağı asılmıştı. Çok yakınında, kilerin yeşil tarlalarla ağaçlara ve güzel gün ışığına bakan girişinde çiftçinin karısı arpa dövüyordu. Yorgun ve yaşlı bir kadındı. Yüzü kırışıklıklarla doluydu ve deri gibi kahverengiydi. Arada sırada durup yüzündeki ter damlalarını siliyordu.

“Sevgili hanımefendi,” dedi kurnaz porsuk, “bu yaşta böylesine ağır bir iş sizi çok yoruyor olmalı. Size yardım edeyim, ne dersiniz? Kollarım çok güçlüdür. Hem biraz dinlenmiş olursunuz.”

“Teşekkür ederim, çok iyisiniz,” dedi yaşlı kadın, “fakat benim yerime çalışmanıza izin veremem; çünkü sizi çözmemem gerek. Eğer çözersem kaçabilirsiniz. Kocam eve gelip de sizi bulamazsa çok kızar.”

Porsuk en kurnaz hayvanlardandır. Yine üzgün ve yumuşak bir sesle devam etti:

“Çok kabasınız. Beni çözebilirsiniz, kaçmayacağıma söz veriyorum. Kocanızdan korkuyorsanız, arpa dövmeyi bitirdikten sonra beni tekrar bağlarsınız. Bu şekilde bağlı durmaktan o kadar yoruldum ki, her yerim ağrıyor. Birkaç dakika aşağı indirseniz, size öyle minnettar olurum ki!”

Yaşlı kadın iyi mizaçlı, saf biriydi; kimse hakkında kötü düşünemezdi. Porsuğun kaçmak için onu kandırdığı aklına bile gelmedi. Onun için çok üzüldü ve yardım etmek için ona baktı. Bacaklarından tavana sıkıca asılan, ipler ve düğümler yüzünden derisi kesilen porsuğun durumu çok kötü görünüyordu. Kadıncağızın yüreği parçalandı. Yumuşak kalpli kadın, porsuğun kaçmayacağına dair verdiği söze inanıp ipi çözdü ve hayvanı yere indirdi.

Sonra yaşlı kadın, porsuğa tahta bir tokmak verip biraz çalışmasını istedi, kendisi de kısa bir mola verecekti. Porsuk tokmağı aldı; ama çalışmak yerine hemen yaşlı kadının üzerine atlayıp ağır bir darbeyle onu yere yığdı. Sonra kadıncağızı öldürüp lime lime doğradı ve çorba yaptı. Sonra da oturup yaşlı çiftçinin dönmesini bekledi. Yaşlı adam bütün gün tarlasında durup dinlemeden çalışmış ve artık o zararlı porsuk yüzünden emeklerinin heba olmayacağını düşünerek sevinmişti.

Gün batarken işini bırakıp evine dönmek için yola çıktı. Çok yorgundu ama eve gidince sıcak porsuk çorbası içeceğini düşününce neşelendi. Porsuğun kaçıp yaşlı karısından intikam alacağı aklının ucundan bile geçmedi.

Bu arada porsuk, yaşlı kadının kılığına bürünmüştü. Yaşlı çiftçinin yaklaştığını görür görmez onu karşılamak için küçük evin verandasına çıktı:

“Sonunda geldin. Porsuk çorbasını yaptım, kaç saattir seni bekliyorum.”

Yaşlı çiftçi hemen hasır sandaletlerini çıkarıp küçük akşam yemeği tepsisinin önünde oturdu. Ona hizmet edenin karısı değil de porsuk olduğundan bihaber adamcağız, hemen çorbayı istedi. Sonra porsuk birden kendi şekline döndü ve bağırdı:

“Karısını yiyen ihtiyar! Mutfağa git de kemiklere bak!”

Porsuk, alaycı kahkahalarla evden kaçıp tepelerdeki mağarasına gitti. Yaşlı adam tek başına kaldı. Gördüklerine, duyduklarına inanamıyordu. Gerçeği anlayınca öyle dehşete düştü ki, oracıkta bayıldı. Bir süre sonra kendine geldiğinde gözyaşlarına boğuldu. Adamcağız, hıçkırıklar içinde acı acı ağlıyordu. Çaresizce bir o yana bir bu yana sallandı durdu. Evde yaşananlardan habersiz, o kötü hayvanı yakaladığı için mutlu bir şekilde tarlada çalışırken sadık karısının porsuk tarafından öldürülüp çorba yapılmış olmasına bir türlü inanamıyordu. Korkunçtu bu, gerçek olamazdı. Olamaz! O berbat düşünce aklına geldi: o pis hayvanın, zavallı karısından yaptığı çorbayı içecekti az kalsın! “Aman tanrım, aman tanrım!” diye sızlandı durdu. Oradan çok uzakta olmayan, yine aynı dağlarda yaşayan iyi huylu bir tavşan vardı. Yaşlı adamcağızın ağlayıp sızladığını duyunca hemen ne oluyor diye öğrenmeye geldi, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Yaşlı adam başına gelenleri tavşana anlattı. Olanları duyunca tavşan, kötü niyetli ve düzenbaz porsuğa çok kızdı. Yaşlı adama, “Her şeyi bana bırak, karının intikamını alacağım,” dedi. Çiftçi nihayet teselli buldu, gözyaşlarını silerek bu güç durumda yardımına koştuğu için tavşana teşekkür etti.



Tavşan, çiftçinin sakinleştiğini görünce porsuğa vereceği ceza için plan yapmaya başladı.

Ertesi gün hava güzeldi ve tavşan, porsuğu bulmak için dışarı çıktı. Ormanda, yamaçlarda ve tarlalarda onu aradı ama hiçbir yerde göremedi. Bunun üzerine tavşan, porsuğun mağarasına gitti ve onu orada saklanırken buldu. Yaşlı adamın gazabından korkan porsuk, çiftçinin evinden kaçtığından beri orada saklanıyordu.

Tavşan şöyle seslendi:

“Böyle güzel bir günde neden dışarıda değilsin? Haydi, gel benimle. Tepelere gidip çimen keselim.”

Porsuk, tavşanın dostluğundan hiç şüphe duymadan onunla dışarı çıkmayı kabul etti. Çiftçiyle karşılaşmaktan korktuğu için onun yaşadığı bu yerden uzaklaşacak olmaktan memnundu. Tavşan, evlerinden çok uzağa götürdü porsuğu. Bu tepelerde uzun, kalın ve tatlı çimenler vardı. Hemen işe koyuldular. Kestikleri çimenleri eve götürüp kışın yemek üzere saklayacaklardı. Diledikleri kadar çimen kestikten sonra bunları balyalar hâlinde bağlayıp sırtlarına aldılar ve evlerine doğru yola çıktılar. Bu sefer tavşan, porsuğun önden gitmesini istedi.

Biraz ilerledikten sonra tavşan, çakmak taşı kullanarak porsuğun çimen balyasını ateşe verdi. Porsuk, çakmak taşının çıtırdama sesini duyunca sordu:

“O ses ne öyle, çat çat?”

“Bir şey değil, canım,” diye cevap verdi tavşan. “Çat çat dedim çünkü bu dağın adı Çatırtı Dağı’dır.”

Çok geçmeden alevler, porsuğun sırtındaki kuru çimen balyasına yayıldı. Porsuk, yanan çimenin çıtırtısını duyunca yine sordu: “O ne?”

“Şimdi de Yanan Dağ’a geldik,” dedi tavşan.

Balya çoktan yanmış ve porsuğun sırtındaki tüyler de kül olmuştu. Porsuk, yanan çimenlerin kokusundan artık ne olduğunu biliyordu. Acıyla çığlık atan porsuk var gücüyle deliğine koşturdu. Tavşan takip etti ve onu, yatağına uzanmış, acı içinde kıvranırken buldu.

“Ne şanssızsın,” dedi tavşan. “Nasıl oldu bu, hiç anlamıyorum! Sana ilaç getireyim de sırtın hemen iyileşsin.”

Tavşan mutlu bir şekilde giderken porsuğun cezasının daha yeni başladığını düşünüyordu. Porsuğun, yanıkları yüzünden ölmesini diledi; çünkü ona güvenmiş yaşlı ve çaresiz bir kadını öldürdüğü için her şeyi hak ediyordu. Evine gidip sos ve kırmızı biber karışımından bir merhem hazırladı.

Merhemi porsuğa götürdü. Sürmeden önce merhemin canını çok yakacağını ama sabretmesi gerektiğini çünkü bunun yanık yaralarına çok iyi gelen bir ilaç olduğunu söyledi. Porsuk teşekkür edip merhemi hemen sürmesi için yalvardı. Yaralı sırtına kırmızı biber sürüldüğü an porsuğun duyduğu acıyı tarif etmeye kelimeler yetersiz kalır. Olduğu yerde kıvranıp duruyor, acısından uluyordu. Onu izleyen tavşan, çiftçinin karısının intikamı alınıyor diye düşündü.

Porsuk, bir ay kadar yatakta kaldı ama sonunda kırmızı bibere rağmen yanıkları düzeldi, iyileşti. Tavşan, porsuğun iyileştiğini görünce bu hayvanı öldürecek başka bir plan hazırlamaya girişti. Bir gün porsuğu ziyaret edip iyileşmesini kutladı.

Sohbetleri esnasında tavşan, balık avlamaya gideceğinden bahsetti. Hava güzel ve deniz sakinken balık tutmanın ne kadar güzel olduğunu anlattı.

Porsuk, tavşanın anlattıklarını büyük bir zevkle dinledi ve bir ay boyunca yaşadığı acıyı ve hastalığı unutup onunla birlikte balığa gitmenin ne kadar eğlenceli olacağını düşündü. Tavşana, tekrar balığa gideceği zaman onu da yanında götürüp götüremeyeceğini sordu. Tavşan tam da bunu istiyordu. Hemen kabul etti.

Tavşan evine gidip biri tahtadan diğeri çamurdan iki tekne yapmaya koyuldu. İşi bitince teknelere şöyle bir baktı.

Planı işe yarar da bu defa kötü porsuğu öldürebilirse bütün bu zahmete değecekti.

Sonunda, tavşanın porsuğu balık tutmaya götüreceği gün gelip çattı. Ahşap tekneyi kendisi aldı, toprak tekneyi ise porsuğa verdi. Teknelerden hiç anlamayan porsuk, yeni teknesini görünce çok sevindi; tavşan ne kadar iyi, diye düşündü. Teknelerine binip yola çıktılar. Sahilden biraz uzaklaştıktan sonra tavşan, hangisinin daha hızlı gideceğini görmek için yarışmayı teklif etti. Porsuk, buna hemen kandı. İkisi de var güçleriyle kürek çekti. Yarışın tam ortasında porsuğun teknesi parçalanmaya başladı. Çamur iyice yumuşamıştı. Korkuya kapılan porsuk, “Yardım et!” diye tavşana bağırdı. Ama tavşan, yaşlı kadının intikamını aldığını, başından beri niyetinin bu olduğunu söyledi. Porsuk artık yaptığı kötülüklerin cezasını alacak, kimsenin yardımını alamadan boğularak ölecek diye seviniyordu. Küreğiyle, batmakta olan çamur tekne gözden kaybolana dek var gücüyle porsuğa vurdu.

Böylece tavşan, çiftçiye verdiği sözü nihayet yerine getirmiş oldu. Sahile doğru kürek çekti. Sonra olanları, düşmanı porsuğun nasıl öldüğünü anlatmak için yaşlı çiftçinin evine koştu.

Yaşlı adam, ağlayarak tavşana teşekkür etti. Bugüne kadar geceleri uyku tutmadığını, gündüzleri huzur bulamadığını, karısının kanının yerde kaldığını düşünüp durduğunu anlattı. Ama şimdi eskisi gibi yaşayabilecekti. Onunla kalıp evini paylaşması için tavşana yalvardı. O günden sonra tavşan, çiftçinin evinde kaldı ve birlikte hayatlarının sonuna dek iki iyi dost olarak yaşadılar.

4.“Elbette” anlamında, genelde alt sınıf tabakası tarafından kullanılır.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺55,81

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
18 s. 30 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-13-9
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre