Kitabı oku: «Şakarim»
ŞAKARİM
ÖNSÖZ
Dünya değişti. Biz bugün gerekmedikçe dışına çıkmadığımız şehirlerde yaşıyoruz. Şehir dışındaki bozkırsa yaşamaya elverişli olmayan bir yermiş gibi geliyor bize. Daha yüz yıl öncesinde Kazakların, çoğunluk itibarıyla sonsuzluğu uzayla kıyaslanabilecek, şu uçsuz bucaksız alanlarda yaşadığını düşünmek bile zor geliyor.
Kazak bozkırı, kendi içinde kavranması güç bir muamma gizlemektedir. Issız genişliğe bakınca, burada büyük kültürel varlıkların olabileceğinden ümitlenemiyor insan. XIX. asrın ortasında bozkırın tam kalbinde “vicdan bilimi” denen “hayırlı yaşam” felsefesini “aşılamak” için insanı, toplumu ve kendisini, etraftaki gerçeklerle alakalı sorular sormaya en samimi bir şekilde imrendiren geleceğin şairi, çevirmeni, müzisyeni, tarihçisi, filozofu Şakarim Kudayberdi yaşadı (1858–1931).
Gençliğinde o nahiye müdürlüğü yaptı, daha sonra kendisini tamamen aile işine verdi. Şiir yazıyor ve onları besteliyordu. Ahlaklı ve dindar, iyi bir zanaatkâr ve avcı olarak tanınıyordu.
Fakat bir süre sonra hayatının “dönüm noktası” denilebilecek bir olay yaşandı.
Şakarim, 1904 yılında vefat eden amcası ve hocası, Kazak halkının büyük şairi ve düşünürü Abay’ın talimatı doğrultusunda, İstanbul ve Mekke gibi Doğu’nun tarih ve kültür merkezlerini ziyaret ederek kendilerini hikmete ve bilimsel hizmete adamış insanlarla tanışıp görüşme mutluluğuna nail oldu.
Şakarim’in yurtdışı gezisinden sonra kaleme almış olduğu ahlakî-felsefî bilimsel eserleri, muhtevasındaki derin düşünce ve bilgilerle insanı hayretlere düşürmekte, eşi benzeri olmayan “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı tarihî çalışmasıysa, günümüzde de bilim adamları tarafından olduğu kadar geniş bir okuyucu kitlesince de ilgi görmeye devam etmektedir.
O yıllarda çıkardığı şiir kitabı da sosyal ve siyasî değişim beklentisiyle, hayatı düzene sokacak hakikat ve güzellik idealleriyle diğerlerinden ayrılıyor. O artık, XIX.-XX. asır Kazak edebiyatı şairleri gibi bir keder şairi olamıyordu. Küçük burjuva övünmeleri ve düzensizlikle dolu zamane bozkır ortamı Şakarim’e dar gelmeye başlamıştı. Kendisinden hoşnut olamadığından o, elli dört yaşında insanlardan ve onun düşüncesine göre, felaket tohumları ekmekten başka bir iş yapmayan yönetimden uzaklaşarak, mükemmeliyete ulaşmak ve eserler meydana getirmek için ıssız bozkırın ortasındaki uzak bir köye yerleşmeye karar verdi.
Determinist görüşe göre insanlık tarihi kitleseldir; münferit kader önemsiz, kendini feda etmekse beyhudedir. Şakarim’in yaşam biçimi ve hayat hikâyesi bu teoriyi çürütmektedir.
Şakarim, öncelikle kendisini değiştirmek suretiyle dünyayı değiştirmeye karar verdi. O, dünyayı mükemmelleştirmeye niyetlendi kendisi mükemmelleşti. Kendisini disipline sokma gücü onu, eski yerel ortamdan evrensele doğru götürdü. Çok inançlı bir Müslüman olan Şakarim’in ruhunu kuvvetlendiren bir ideali vardı. Onun Yaratanı vardı. Şakarim, insanları kendisine benzer şekilde yaratan Allah tarafından ona en azından doğuştan verileni yeniden canlandırmak istiyordu. Ruhu canlandırma çabası şeklinde beliren stoacı görüşü, insanın ve insanlığın mahvedici hırsı hakkındaki fikirleriyle tanınan Şakarim, bu dünyadaki yaşam, onun rolü ve ebediyetle ilişkisi konusunda kendi kavrayışını belirlediği “Unutulmuşun Hayatı” adlı eserini kaleme aldı.
Ömrünün sonuna doğru o, kendi iç dünyasının Dede Korkut’un iç dünyasıyla yakınlığının farkına vararak “Korkut’un Ezgileri” adlı şiirini yazdı. Şakarim, onun lirik ve felsefî yanını telli müzik çalgısı kopuzu icat edip âşıkları koruyan ölümsüz Tanrı hakkındaki Kazak efsanesinden tanıma imkânı bulmuştu.
Çağdaşları için bir bilmece olan, sonraki nesiller tarafındansa unutulan Şakarim’in eserleri, XXI. asır okuyucuları için bir keşif, bir esin kaynağı haline gelmiştir. Neden biz bugün Şakarim’i büyük bir ilgiyle okumaktayız? Bu durum onun sadece trajik hayatından veya eserlerinin öğüt dolu olmasından kaynaklanmamaktadır. Bu durum, onun eserlerini yaşamının etik kavrayışına çevirdiği samimi bir düşünce, ihlâslı bir duygu ve gerçek hayırseverlikle ürettiğinden ileri gelmektedir.
Fevkalade bir insandı Şakarim. O, aslında her birimizin olması gerektiği gibi fazilet sahibi bir insandı.
Bu üstün niteliklerden onda ağır basan hangisiydi? Oğlu Ahat bu konuda şunları söylüyor: “Şakarim’den daha dürüst kimse yoktu. O hayatı boyunca yakışıksız sözler kullanmamıştı. Hiç kimse onun yanından dargın ayrılmamıştı. Onun hırsızlara kefil olup onları hırsızlık alışkanlığından vazgeçirmeye çalıştığını kendi gözlerimle gördüm.”
Üstün yetenekli bir şahsiyet olan Şakarim, canlı bir ahlak timsaliydi. Onun geriye bıraktıklarıyla hayat felsefesi bunun delilidir. Sovyet rejiminin onun adını anmayı yasakladığı dönem bitip “itibarının iade” edilmesinden sonra Şakarim’in hayatı ve eserleri hakkında birçok Kazakça makale ve kitap yazılmıştır. Zor günlerin geride kalmasına ve Şakarim’in, başlıca tarihî, felsefî, otobiyografik eserlerinin artık ulaşılabilir hale gelmiş olmasına rağmen şairin, bir bütün olarak hayat hikâyesinin anlatıldığı, özellikle Türk dilinde yazılmış bir eser henüz mevcut değildir.
Onun hakkındaki bilgilerin bir kısmını akrabalarının anlattıkları oluşturmaktadır. Şakarim’in yaşadığı ve eserlerini yazdığı ortam hakkında Abay’ın hayat hikâyesinden hareketle bir fikre varılabilir.
Bu mükemmel insanın kökeni, onun Kazak hayatındaki, Kazak edebiyatı, tarihi ve felsefesindeki bireysel çehresi hakkında düşünüldüğünde tüm bunlar birer değerli kaynak haline geliyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
ŞINGIZTAV: KAYNAKLAR VE DORUKLAR
BOZKIR GÜZELLİĞİYLE DÜNYAYA GELEN
Şakarim Kudayberdiyev, 11 Temmuz 1858’de (eski takvime göre) Şıngıstav (Cengiz Dağı) bölgesinin Baykoşkar Nehri yanındaki Kenbulak köyünde dünyaya gözlerini açtı. Günümüzde söz konusu bölge, Kazakistan Cumhuriyeti Doğu Kazakistan vilayetinin Abay ilçesi bünyesindedir. Baykoşkar Nehri boyunda artık yerleşim yerleri mevcut değildir, ilçe merkezi nehrin elli kilometre kuzey-doğusunda yer almaktadır. Baykoşkar, Şıngıstav’ın kalbidir ve Kazak bozkırlarının en ilgi çekici yörelerinden biridir.
Coğrafi haritada Şıngıstav, Kazak dağlık bölgesinin doğusunda bulunan, kuzeyden güneye doğru iki yüz elli kilometrelik alana yayılan bir dağ kütlesidir. Buraya hiçbir turistik gezinin düzenlenmediği gibi Şıngıstav’ın üzerinden geçen modern bir yol da yoktur. Belki de böylesi daha iyi; Şıngıstav tepeleri, uygarlığın yıkıcı gücünün mağlup edemediği şahane doğallığıyla kendisini koruyor.
Burası tıpkı bir zaman tekkesi gibidir. Tarihî açıdan büyük bir öneme sahip olan Şıngıstav, eski zamanların kalesi, Kazakların millî mizacının odak noktasıdır. Buradan bozkır, bir okyanus kadar geniş görünür. Bulutlar, dört bir yana buradan dağılır. Yer ile gök büyüleyici ışık ve gölge oyunları oluşturarak burada birleşir. Buradan, Şıngıstav’dan bakınca uçsuz bucaksız bozkır, yaratıldığı ilk haliyle bir tablo gibi seyredilir.
Bugün oraya gidebilmek için önce Semey’in1 yüz doksan beş kilometre güney-batısındaki Karaul’a ulaşmak gerekiyor.
Abay ilçe merkezinin sağ tarafında, pek yüksek olmasa bile kendini fark ettiren Karaul-töbe dağı bulunmaktadır. Eskiden burası, gözetme tepesi olarak kullanılırmış. Konumu bakımından Karaul, gerçekten Şıngıstav’ın karakolu gibidir. O, görenlere, eski mukaddesatın huzurunu bozmaya müsaade etmeyen kutsal dağların koruyucusunu hatırlatıyor. Belki de bu yüzden adı Karaul’dur, çünkü karaul Türkçede bekçi anlamına gelir ve karakol sözünün kökü de aynı kelimedir.
Karaul’un beş kilometre ötesinde, Şıngıstav eteklerinde Tobıktı Uruğunun2 meşhur idarecisi, Şakarim’in büyük dedesi Kengirbay’ın onuruna “Biy-Ata” adı verilmiş olan küçük bir kasaba yer alır. Orada, içinde etkileyici bir müzesi olan Şakarim Okulu vardır. Biy-Ata’dan sonra Şıngıstav başlıyor. Şıngıstav dağlarına giden birkaç yol uzanır. Bu yolların birinden, bir zamanlar eteklerinde Şakarim’in atalarının onlarca yıl yaşadığı, daha sonraysa anne-babasının kış mevsimini geçirdiği köylerin yerleştiği Karaşokı dağ kütlesini dolaşıp güneye gidilebileceği gibi diğer yoldan Şıngıstav kütlesi üzerinden geniş Şakpak vadisine çıkmak için batıya da gidilebilir.
Baykoşkar’a giden yol ise hemen fark edilmeyen ufak nehirlerin bataklık haline gelmiş subasarlarını dolaşarak sıradağlarla vadilerden, tepelerden geçiyor. Burası ufak sıradağlarla ayrılmış birkaç düzlükten meydana gelmektedir. Onların arasında bir yerde Baykoşkar nehrinin kendisi de gizlenmektedir. En son tepenin ötesinde ise büyük şairin beşiği olan Kenbulak vadisi bulunmaktadır.
Kenbulak vadisi, eni beş kilometreden fazla olmayan huzur dolu bir ovadır. Tepelerle çevrili olan bu vadi, alan şu an ıssızdır. Eski köy yerlerinin izine bile rastlamak mümkün değil; o hatıraları yağmurlar, rüzgârlar ve zaman yok etmiştir. Dolayısıyla burada, Şakarim’in dünyaya geldiği çadırın yerini bulmak, hiç de kolay görünmüyor. Gerçi hayal gücü aklımıza çok kolay bir şekilde şunları fısıldayabilir: İşte ta oradaki yamaçların yanında at ve koyun sürüleri otluyordu, aşağıda ise Şakarim’in babası Kudayberdi’nin köy halkı, yaz mevsimini geçiriyordu. O çadırların birindeyse, serin bir Temmuz akşamında, mutlu ebeveynin çok güzel isim verdiği bir bebek dünyaya geldi…
Bu ıssız düzlüğe bakarak eskiden milyonlarca Kazak’ın şu an olduğu gibi şehirlerle köylerde değil de hayvanlarıyla birlikte kışlaklardan 3 yaylalara, sonbahardaysa yaylalardan kışlaklara göç ederek bozkırda yaşadıklarına inanmak zordur. Şıngıstav, binlerce ailenin barınağı, kalesi, evi, evrendeki durağıydı. Orada bugün sonsuz sükûnet ve huzur hüküm sürmektedir. Bozkır, sessizce kendisinin yok olmuş sakinlerini bekliyor gibi. Vadide, tıpkı okyanusun soluğu gibi dalgalarla akın eden bitkilerin kokusunu etrafa yayarak rüzgâr gezinmekte. Yüksekteki çayır kuşunun ötüşü, sayısız tepelerin herhangi birinden zevkle dinlenebilen Şıngıstav’ın ebedî melodisi olan rüzgâr esintisinden dolayı çok az duyuluyor. Kendiliğinden yerinden kopmuş step otları, sağa sola savrulurken tüm bozkırla, geçmişle ve bugünle yakınlaştırmakta. Otların arasında saklanmış sarıçiçek, Şakarim’in heyecan verici, acı dolu, trajik kaderini içine sığdırmış gibi.
Şakarim, dünyaya geldiği o vadiyi, memleketini çok seviyor ve en gizli duygularını onunla paylaşıyordu. Ömrünün son günlerinde o şu satırları yazmıştır:
Sıkılırsam Baykoşkar’a giderim aniden
Kalbim üzülürse eski avluya dönerim,
Birden düşünmek istersem.
Orası hayatımın meydana geldiği yer.
Şakarim sezgilere ihtimam göstererek memleketini âdeta bir cennete dönüştürüyor. “Hayatın cennet gibi” olduğu “eski avluya” dönüş tablosuna, şairin kalbiyle düşünceleri, şarkılarının tesellisiyle yalnızlığının mutluluğu, tefekkürleriyle yaşamın sonunu bekleyiş bilgeliği yansımıştır. O, doğduğu yeri göklere çıkarmak için tüm dayanaklara sahipti:
Ben şarkı yazarım,
Onlarda teselli ararım.
Yalnızlık içinde yaşarım
Birçok mutlu günü.
Burada yaşam cennet gibi.
Burada acı nedir bilmem.
Ve ölüm beni almaya gelene dek
Zihnimden sözleri toplarım meyve gibi.
Kazaklar için Şıngıstav, tepelerin şairane yamaçlarıyla, sayısız ufak nehir boyundaki dere ve çayırlıklarla paha biçilmez bir yerdir. Coğrafyanın eski adları, buradaki yaşam biçimini ve gerçeği yansıtmaktadır: Şet (kenar), Karaul (bekçi, ileri karakol), Kos (oba), Buzav (buzağı), Kundızdı (Kunduzlu) v.s. Yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen halkın hafızası, buraların adlarını korumakla birlikte, geçen asırlarda meydana gelmiş olayların hatıralarını da taşımaktadır. Örneğin, Kazak halkı, vatanlarını seferleri esnasında adı geçen diyarlarda mola veren Cengiz Hanla özdeşleştirir. Cengiz Hanın bu dağlarda konaklaması, gelecekte kâinatı sarsacak olan bu cihangirin Otrar’ı yeryüzünden silip Sırıderya’daki diğer şehirleri istila ettikten sonra yolunun üzerindeki Buhara, Semerkand şehirlerini yıkarak Ürgenç, Belh, Bamian ve Nişabur’u küle çevirdiği 1219’da olmuş olabilir.
Cengiz Han’ın Kazak bozkırlarında altı yıl süren seferi sonrasında verdiği ikinci molasının süresi daha uzundu. O, 1224 yılının ilkbaharla yaz mevsimlerini Kazak ellerinde geçirmişti. Cengiz Han, karargâhının Balkaş’la Alaköl arasından geçerek uygun buldukları yere kök saldığı kesin olarak bilinmektedir. Öyleyse neden o yer tepeleri arasında bolca bulunan av hayvanlarıyla, otlaklarıyla, gölgeli vadileriyle Şıngıstav olmasın ki? Şıngıstav’ın kuzey-doğusundaki dağın Orda adını taşıması belki de orada bir zamanlar han karargâhının bulunduğuna işaret etmektedir.
Yerli halkın sıkça anlattığı efsaneye göre, Cengiz Han’ı beyaz keçe üzerinde kaldırarak han ilan ettikleri yer burada bulunan günümüzde Han-biyik adını taşıyan dağ zirvesidir. Efsaneyi XIX. asrın sonunda Kunanbay’ın oğlu, yani Şakarim’in amcası Haliolla (Halel) yazılı hale getirmiştir:
“Çingiztav dağları Orda, Dogalan ve Çunay dağlarından bir vadiyle ayrılmaktadır. Çingiztav’ın ortalarında “Han” adlı ayrı bir dağ vardır. Buralarla ilgili olarak Kaysaklar arasında şu efsane yaygındır. Seferlerinin birinde, Kürhan’ı (Kidanlar’ı) fethettikten sonra Temuçin, Çingiz-tav dağlarının yanında mola vermiştir. Kaysaklar onun tabiiyetine geçmeye karar vermiş. Bu amaçla onlar saygıdeğer Maykı Kadı idaresinde bir elçi heyeti oluşturmuşlar. O yanındakilerle birlikte Temuçin’i karargâhına varıp ona hediyeler sunmuş. Kaysaklar, o güne kadar kendi iradesiyle Temuçin’e tabi olan tek kavimdi. O zaman baksı(şaman-kâhin), onun birçok halkı kendisine tabi kılacağını, bu yüzden de “büyük han”, “dünya hükümdarı” anlamına gelen “Cengiz Han” adını alması gerektiği yönünde kehanette bulunmuş. Temuçin hemen burada (bu dağda) adını değiştirmeye karar vermiş. Cengiz Han’a tabi olan on iki kabilenin temsilcileri Han dağına birer direk çakıp üstünü kapladıkları tahta döşemelerin üzerine beyaz Otağ dikmişler. Maykı idaresindeki tüm kadılar, Temuçin’i beyaz işlemeli keçe üzerinde kaldırarak Otağ’ın içine oturmuşlar. Bu büyük tören esnasında halk ve kadılar “Cengiz Han”, “Cengiz Han” diye bağırmış. O zamandan beri dağın adı “Çingiz (Şıngıs)-tav”dır.” 4
Tobıktı Uruğunun idarecisi Kunanbay’ın da Cengiz Han’ın kalın çam kütüklerinden yapılmış karargâh kulesiyle ilgili hikâyesi Haliolla versiyonunu teyit eder mahiyettedir. Bu kuleleri Kunanbay’ın dedeleri kendi gözleriyle görmüş gibi. Kunanbay’ın rivayetini, Kazak bozkırlarını görevi dolayısıyla sık sık ziyaret eden Polonya asıllı sürgün Adolf Yanuşkeviç (1803-1857) kayda geçirmiştir.
1911 yılında “Türk, Kırgız, Kazak ve Han Sülaleleri Şeceresi” adlı eserinde Şakarim de Cengiz Han’ın gerçek adının “büyük”, “güçlü” anlamına gelen Temuçin olduğunu yazdı. Buna benzer kaynaklara dayanarak Sovyet döneminde bilim adamları (özellikle Konstantin Yudahin) Cengiz Han’ın adını Türkçe bir kelime olan ve “hakiki”, “gerçek” anlamına gelen “şın” (şin-çin) sözcüğüyle bağdaştırarak “hakiki han” şeklinde açıklıyorlardı.
Zaman geçtikçe efsanelere olan ilginin arttığı bir gerçektir. Günümüzde atalarımızın kutsal bilgilerinin yankıları daha cesur cümlelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Meselâ, Cengiz Han’ın mezarı belki de Çingiztav’dadır. Bu, ancak inanılmaz rivayet teyit edilmediği sürece boş bir söylentidir. Resmî tarih bilimine göre, 1227 yılının Ağustos ayında Tsinn-Şuy bölgesindeki Doğu Gansu dağlarında yaşamını yitiren Çingizhan’ın kendisi, mezar yeri olarak Doğu Moğolistan’da bulunan Burhan-Haldun kütlesini oluşturan tepelerden birinin yamacını seçmiştir. Cengiz Han’ın kabri, hâlâ bulunamadığından dolayı, bu rivayet Kazak “Çingiztav” toponimi geleceğin araştırmacılarına cezp edici bir telkin gibi gelmektedir.
“Ortak içgüdü”nün canlı timsali olan bu sembolik görünüş ve motiflere “Adil ve Mariya” adlı trajik romanında lirik-felsefi düşüncelere kapılan Şakarim de yönelmiştir:
“Hey, kadim Çingiztav! Buraya insanoğlu yerleşeli sen neler görmedin ki! Sen Çingizhan’ı da, Tamerlan’ı da, birçok başka fatihi de gördün. Sen kalpleri yanıp tutuştuktan sonra sönen, göğüsleri sevinçle dolduktan sonra üzülen birçok insanın yükselişini ve düşüşünü, ortaya çıkışını ve yok oluşunu gördün, amaçları doğrultusunda ilerleyip onlara ulaşan çok sayıda genç gördün. Önce güneş gibi parlayan ümidin talihsizleri terk ettiğini de gördün. Av avlayıp hayvan yetiştirerek burada yaşamış kim bilir ne kadar çok insan vardı. Sen kanın nehir gibi aktığını da gördün, ama güneşle ay kadar güzel kızlara da, yeni yetişen gençlere de, korkusuz, sitemsiz aslan kalpli kahramanlara da, dünyayı kandırmış dolandırıcılara da, güzel sözlü hatiplere de, kadılara da, yani herkese sadece bir karış toprak verdin, hepsini göğsünde gömdün. Şimdiyse hiçbir şey görmemiş ve duymamışçasına kayıtsız bir halde duruyorsun! Bu yetmiyormuşçasına kucağını, tıpkı çadırın etraf duvarı gibi, güneşin hızla doğduğu doğudan, yavaşça battığı batıya kadar genişçe açmış durumdasın. Senin sessizce: “Gelin, bana gelin! Sevinç ve sıkıntıları kucağımda tanıyın, hey kısacık ömürlerini nafile mücadele içinde geçirenler!” dediğini duymadığımı mı sanıyorsun? Bu sessiz davetlerini işittiğimde ben ne yapmalıyım?”
Şakarim’i endişelendiren belirsiz hüzün, sadece insanoğluna has telaşlardan kaynaklanmıyordu. Çingiztav, açlıkla yüz yüze gelmiş, dağlara da kışlık elbiseler giydirerek etrafı kar altında bırakan kış fırtınasının acımasızlığını bizzat görmüş olan göçebe insanların hafızasında ürkütücü bir semboldü.
Çingiztav, eski efsaneler haznesi olarak günümüzde de varlığını sürdürmeseydi göçebelerin mütevazı nesilleri olan bizlere öyle bir geçmiş dayanılmaz gelebilirdi. Onun varlığını hissetmek çok kolay, çünkü hepimiz Abay, Şakarim, Muhtar Avezov gibi dâhi öncellerimizin büyümüş olduğu doğal ve manevî ortamdan, bozkırın büyülü kucağından çıktık. Şakarim’in idrak etmek istediği şey ise çekici bir güce, büyük bir gizeme sahip olan “Çingiztav” adlı bu göçebe yuvasının efsanevi topolojisinin ümit verici yanıdır. Onun mevcudiyeti gizli olduğu kadar inkâr edilemez, çünkü biz kahramanımızın Kengirbay, Irgızbay, Kunanbay gibi atalarının zamanında dünyaya gelip yaşadıkları sebeplerle bu dünyada bulunuyoruz. Onların Şakarim’le amcası Abay’ın şeceresindeki rolü M.Lermontov’un şeceresinde İskoç malikânesinden çıkan Georg Lermont’un rolü kadar objektiftir.
BÜYÜK ATALARIN IŞIKLARIYLA GÖLGELERİ
Ecdatları hakkında daha derin bilgiyi Şakarim, “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı meşhur eserinde vermektedir.
Şakarim, Argın boyuna giren Tobıktı Uruğunun tarihini özellikle Büyük Felaket zamanından itibaren detaylı bir biçimde izah etmektedir.5 XVII. asrın ikinci yarısından itibaren Kazak Hanlığı sürekli olarak Cungar (Kazaklar onlara “Kalmuk” diyorlardı) saldırılarına maruz kaldı. Saldırgan komşulara karşı koymak yıllar geçtikçe zorlaşıyordu. Cungarlar, Kazak bozkırlarını her şeyden önce Mançur imparatorlarının mahvedici baskılarından kurtulmak için elde etmeye çalışıyorlardı. XVIII. asrın başında Cungarlar’ın etkisi Altay, Doğu Türkistan, İrtiş’in orta ve üst akıntısı, Tobol’la İşim’in orta akıntısı için söz konusuydu. 1722’de Cungariya bir süreliğine Tsin imparatorluğu baskısından kurtularak Çin’le barış anlaşması imzaladı.
1723 yılının ilkbaharında Cungar askeri Kazak bozkırını işgal etti. İstila batı cephesinden oldu. Kısa bir süre içinde istilacılar dağınık haldeki Kazak gönüllü milis kuvvetlerini yok ederek Yedisu’nun tamamıyla, Taşkent, Sayram, Türkistan ve diğer şehirleri de ele geçirdiler. Cungarlar halkı öldürüyor, hayvanları önüne katıp götürüyor, Kazak köylerini ise bozkır boyunca dağıtılıyordu. Geleneksel uğraşları ellerinden alınan halk kışın açlığa maruz kaldı. “1723’te Kazaklarla Kalmuklar çarpıştığında Kalmukların komutanı Tsevan Rabdan birçok Kazak’ı yok etti, geri kalanınıysa kaçmak zorunda bıraktı, diye yazıyordu Şakarim. Aç ve üstü başı lime lime insanlar yaya olarak göle ulaştılar ve bedenleriyle kıyıyı kapladılar. İşte bu sırada içlerinden bir Aksakal şöyle dedi: “Evlatlarım; insanın hayatının en mutlu anlarını unutmadığı gibi biz de başımıza gelen bu büyük ıstırabı unutmamalıyız. Çektiğimiz azaba “Ak taban şubırındı” 6 adını vermeliyiz.”
İşte bu sene Kazakların hafızasında “büyük felaket yılı” olarak kaldı.
Bu felaket vakayinamesi, sözlü halk edebiyatı aracılığıyla hiçbir anlam değişikliğine uğramadan nesilden nesle aktarılırdı. Şakarim tarafından kaydedilen bilgiler, başka kaynaklardan alınmış sözlü hikâyelerdeki verilerle aynıdır.
“1723’teki Büyük Felaket Yılı’nda Orta Cüz 7 üyeleri Esil, Nura, Sarısu’ya ulaşınca bizim Tobıktı Uruğumuz, Orınbor tarafındaki Orsk civarında bulunan ormanlara doğru ilerledi, diye devam ediyordu Şakarim. Küçük Cüz’ün daha ileriye giderek Rus tabiiyetine geçmekte olduğunu duyunca korkuya kapılan Tobıktı Uruğu mensupları yönlerini Irgız ve Torgay’a doğru değiştirdiler. Dördüncü kuşaktan Irgızbay ve Torgay adlı dedelerimize isimleri söz konusu nehirlerden esinlenerek verilmiştir. Oradan Tobıktı Uruğu Mamay adlı kahramanın idaresinde şu an ikamet ettikleri Koken Orda ve Dogalan dağlarına ulaşmışlardır.
Onlar, adı geçen bölgelere ulaştıklarında oraya daha önce gelerek Kalmakları kovan Nayman boyunun Matay Uruğu mensupları Çingiztav eteklerinde göçebeliğe devam etmekteydi. Uvaklar da İrtış’ın kıyısında yaşıyorlardı. Mataylar, Tobıktı Uruğunun uzak bir göç mesafesinden dolayı zayıf düştüklerini sanarak onlara saldırıp hayvanlarını zorla ellerinden almaya başladı, fakat Tobıktı Uruğu, Argınların ezeli toprakları olan Çingiztav’ı geri almaya karar vererek Matayları kovup Çingiztav’a yerleştiler. Onlar Mataylarla mücadele ederken Uvak Uruğu mensupları Koken’deki otlakları ele geçirdiler, fakat Kengirbay Kadı adamlarıyla söz konusu bölgeyi Uvakların ellerinden alarak obalarıyla birlikte Tas Üygen adlı yere yerleşti. Koken’i Tobıktı Uruğundan geri alamayan Uvaklar ise Kengirbay’ın obalarına saldırı düzenlemek için Rus Kazaklarından yardım istedi. O zaman Kengirbay onlara Argın’ın soylu kişilerine ulak gönderdiğini iletti: “Argınlar ve Uvaklar ihtilaflara son vererek bir anlaşmaya varsınlar.” Böylece o saldırıyı önlemiş oldu. Gece vakti olunca da Kengirbay değişik yerlere insan şeklinde taşlar yerleştirerek o bölgeden göç etti. Sabahleyin Uvaklar tepede insanları görünce Tobıktı Uruğunun onları kandırdığını düşünüp asker topladılar. Bölgeye gönderdikleri keşifçiyse orada taşlardan başka bir şey olmadığını söyledi. Sonunda Tobıktı Uruğu Çingiztav’ın sahibi olarak kaldı.”
İşte bu şekilde, yeri gelince kurnazlıkla, yeri gelince de güç kullanarak Şakarim’in ataları daimî olarak Çingiztav’a yerleşmiş oldular. Çingiztav dağlarının da içinde bulunduğu bu bölgeden, Cungarların kovulması konusunda Nayman boyuna mensup Kazakların katkısı büyüktü. Bu yüzden onların söz konusu topraklarda hak iddia etmek için nedenleri vardı. Ancak o yıllarda onların Çingiztav’ın doğusundan Tarbagatay ve Zaysan’a kadar olan bölgede de yeterince toprakları vardı.
Çingiztav’ın Tobıktı Uruğuna iade edilmesi, görüldüğü gibi, Kengirbay’ın (1735–1825) sayesinde olmuştur. Kazaklarda “biy”, yani “kadı” belirli idarî yetkilere sahip bir hâkimdir. Uruğun başkanı olarak, genellikle en çok itibara sahip şahıslar, yani biyler (kadılar) seçilirdi. Böylece uruk başkanı yasama, yargı ve icra fonksiyonlarını birleştirebiliyordu. Bozkırda mevcut olan sosyal yapı içinse böyle bir yönetim şekli makbuldü. Bu yüzden Tobıktı Uruğunun başkanı olarak ün salan Kengirbay’a sonraki nesiller saygıdan ötürü Biy-ata adını takmıştır.
Şakarim’in yazdığına göre onun dördüncü kuşaktan dedesi olan Irgızbay, “Kengirbay’ın yeğeni ve Abılay Han’ın mücadele arkadaşıydı. Irgızbay’ın dört oğlu vardı. Büyük oğlu Oskenbay, Kengirbay’dan sonra kadı olarak seçildi. Oskenbay’ın ilk eşinden olan tek erkek evlat rahmetli dedemiz Kunanbay-Hacı idi. Kunanbay’ın ilk eşinden de tek erkek evlat rahmetli babam Kudayberdı idi.”
Uruk başkanı olarak Şakarim’in büyük dedesi Oskenbay (1778–1850) zamanının çoğunu halkın içinde geçirerek çeşitli toplantılar ve kongreler düzenlerdi. O mutlak bir otoriteye sahipti. Komşu uruklar da onu bağımsız hâkim sıfatıyla toprak ve mülkle ilgili çeşitli anlaşmazlıkları çözmek için sıkça davet ederlerdi. Anlatılanlara göre, bir gün hemşeriler bir sorunun çözümü için Oskenbay’a gelmişler. Evde Oskenbay olmadığı için onların sorununu Oskenbay’ın genç oğlu Kunanbay dinlemiş ve gerçek bir kadı gibi makul bir çözüm önermiş. Tartışan taraflar delikanlının önerdiği çözümü beğenip kabul etmişler. O günden itibaren halk, Kunanbay’ı da kadı olarak kabul etmeye başlamışlar.
Büyük Kazak yazar ve düşünürü Abay’ın babası Kunanbay (1804–1885), Şakarim’in dedeleri içinde en seçkin olanıydı. O dedesi Irgızbay’a çekmiş; aynı onun gibi uzun boylu ve güçlüydü. On beş yaşından itibaren güreş yapmış ve tıpkı dedesi gibi en iyi pehlivanları yenmişti. Tobıktı Uruğu içinde Kunanbay’ın on sekiz yaşındayken Sengirbay adlı ünlü pehlivanla güreşmeyi aklına koyduğuyla ilgili hikâye meşhurdur. O, kendisinden yaşça büyük olan Sengirbay’a şöyle bir teklifte bulunmuş: “Kimin yenip kimin yenildiğini kimseye söylemeyelim. Netice ne olursa olsun ödülün sizin olmasını kabul ediyorum. Benim istediğimse sadece güreşmek.” Onlar buluşup güreşmişler. Ödül olarak belirlenen at ve kaftanı Sengirbay almış. Kunanbay ise hayatının sonuna kadar söz konusu güreşte kimin galip geldiğini kimseye söylememiş, merak edenlereyse: “Sengirbay’ın vefat etmiş olması verdiğim sözü bozmam gerektiği anlamına gelmiyor,” diye cevap vermiş.
Kunanbay’ın dört eşi vardı: baybişesinin, yani ilk eşinin adı Künke (Şakarim’in ninesi), Abay’ın annesi olan ikinci hanımının adı Uljan (onun Abay’dan başka üç oğlu ve bir kızı daha vardı), sonraki iki eşinin isimleriyse Aygız ve Nurganım’dı.
Modern toplum Kunanbay’ı, Muhtar Avezov’un (1897–1961) “Abay Yolu” adlı romanından yola çıkarak tanımıştır. Ancak gerçek yaşamda o hiç de söz konusu eserde anlatıldığı gibi adaletsiz, sert, yoksul akrabalarına hep zulmeden biri değildi. Örneğin Muhtar Avezov, Kunanbay’ı şu şekilde nitelendirmektedir:
“Kunanbay, babasının ilk eşi Zere’nin tek oğludur. Büyük çadır kendisine ait olmakla beraber o, çok zengin ve sınırsız yetki sahibidir. Akrabalar içinde yaşça da en büyüğüdür. Bu yüzden dedesi Irgızbay’ın neslinden olan hiç kimse ona sesini dahi yükseltemiyor, yirmi obanın içinde hiç kimse ona hoşnutsuzluğunu belirtemiyordu. Kunanbay’ın yardıma ihtiyacı olduğundaysa herkes hazır bulunuyor; onun amirane sesi ve sınırsız iradesi herkesi onu takip etmek zorunda bırakıyordu. Aksakallar, Kunanbay’ın göz kapaklarının belirli belirsiz hareketinden, yabancı toprakları mı ele geçirilecek yoksa itaatsizlik gösteren boyların haddi mi bildirilecek hemen anlıyorlardı.”
Romanda, Kunanbay’ın anlatıldığı başka satırlar şu şekildedir: “Sabahtan Kunanbay’ın sergilediği dindara ne tevazu sanki hiç olmamış gibiydi. O öfke dolu ve düşmanca tavırlar içindeydi. Yüzü kızgınlıktan morarmış, kaşları çatılmış bir halde o, avını parçalamak için atlayışa hazır yırtıcı hayvanlar âleminden gelmiş birine benziyordu.”
Tüm roman boyunca Kunanbay karşımıza merhametsiz, gaddar biri olarak çıkmaktadır. Böyle bir insanın kalabalık Tobıktı Uruğunu nasıl yönettiğini romandan anlamak mümkün değildir. Yazar eserinde, halkı düşünmekten uzak, aç gözlü ve kötü kalpli bir sembolik, biraz karikatürize edilmiş bozkır derebeyi tipi yaratmıştır. Halkın yanında olmak gibi asil fonksiyonu ise bütünüyle kendi ortamıyla bağları koparıp yoksul kalabalığın koruyucusu haline gelen Abay’a yüklemiştir; ancak romanda çizilmiş portrenin, yumuşak bir ifadeyle, gerçeğe tam olarak uymadığını gösteren malumatlar vardır. Kunanbay’ın çağdaşı Polonya asıllı Adolf Yanuşkeviç’in hatıraları bunlardan yalnızca bir tanesidir. 8
Polonya’nın kurtuluşunun asi idealisti, Adam Mitskeviç’in “Dzyadlar” adlı dramının kahramanı prototipi Adolf Yanuşkeviç, polis gözetiminden serbest kaldıktan sonra, “Sibirya Kırgızları Vilayeti” idaresinde kâtip olarak işe girdi. İdarenin verdiği görev doğrultusunda nüfus ve hayvan sayımı yapmak için o, Kazak bozkırlarını gezerdi. Gezileri esnasında notlar alır, günlük tutardı. Onun gözlemleri, göçebe yaşam tarzı süren toplumun parlak ve orijinal konuları şeklinde yansıdı yazılarına. Kunanbay’la tanışmanın Yanuşkeviç’i derinden etkilediği kitabında yer alan şu satırlardan anlaşılmaktadır:
“Kunanbay, bozkırda çok meşhurdur. Sıradan bir Kazak’ın oğlu, doğuştan sağduyu, hayrete şayan hafıza ve konuşma yeteneğiyle dikkat çeken, ciddi, kandaşlarının iyiliğini düşünen, Kuran’ı, bozkır hukukunu ve Kazaklarla alakalı tüm Rus yasalarını çok iyi bilen, son derece dürüst ve örnek bir Müslüman. Kazak halkının en kalabalık ve aşağı tabakasının bir ferdi olan Kunanbay, en uzak obalar buna dâhil olmak üzere, ister genç olsun, ister yaşlı, ister fakir olsun, ister zengin herkesin nasihat almak istediği biri olarak ün kazanmıştır. Nahiye müdürlüğü görevini ender bir ustalıkla ve enerjiyle yürütmüştür. Onun talimatlarıyla istekleri anında yerine getirilirmiş. Bir zamanlar o yakışıklıymış, şimdiyse yüzünde çiçek hastalığının izleri var. Kunanbay nerdeyse ölümden dönmüş. Coşkulu konuşması esnasında o, dinleyenlere kendisinin korkunç yüzünü unutturuyor. Hastalığın bıraktığı bu izler ona hep hemşerilerinin zor günlerindeki desteğini hatırlatıyor. Onun halka verdiği hizmetle halkın ona verdiği önem bundan yola çıkarak anlaşılabilir. Zenginlerse Kunanbay’ın eline su bile dökemez.”
Eski Roma’da ilk başlarda “avam” anlamında kullanılan “plebey”, yani “aşağı tabakadan kimse” ifadesini kenara bırakalım. Bu, uruk başkanı için uygun bir ifade değildir. A.Yanuşkeviç tabii ki Kunanbay’ın doğuştan asilzade olmadığını biliyordu. Rus memurlar da ona “avamdan çıkan han” derken onun bir asilzade olmadığının altını çizmek istemişlerdir. Rusya hükümeti daha 1822’de hanlık yönetimini lağveden “Sibirya Kırgızları Tüzüğü”nü yürürlüğe sokmuştur. Daha sonra da nüfuzlu uruk başkanlarını onlar han sülalesinden geldiğini söylemedikçe desteklemeye devam ettiler. Özellikle eskiden hanlığın başında olan Çingiz Han neslinden gelenlerin bozkırdaki Rusya idaresine tehdit oluşturduğu sanılıyordu.
Her nasılsa A.Yanuşkeviç’in Kunanbay’a verdiği fevkalade referans, hassas Avrupalı romantiğin uruk başkanının olumlu yönlerini abartmış olabileceği farzedilse bile, Kunanbay’la ilgili olarak romanda anlatılan vasıflandırmayı çürütüyor.