Kitabı oku: «Şakarim», sayfa 7
ŞAİRİN ENDİŞESİ
Şakarim av için iyi bir tüfeğinin olmasını hayal ediyordu ve bir yıl sonra Abay’ın çadırında yeni bir “vinçester” marka tüfeği görünce onun gözleri parladı.
Bu av tüfeğini Abay, oğlu Magaş için Semipalatinsk’te yaşayan tanıdık bir Rus tüccara sipariş etmişti ve nihayet kullanılması rahat olan “vinçesteri şehirden getirdiler. Tüccar ürünün Varşova’dan getirildiğini söylemişti.
– Abay ağabey, bu tüfeği gerçek bir avcı kullanmalı. Magaş ise henüz üç yaşında, ona sıradan bir çifte yeterli olur, dedi Şakarim.
– Ne kadar gerçek bir avcı olduğunu bilemiyoruz. Önce ustalığını bir göster.
Şakarim “vinçesteri alarak Dogalan Dağı’nın civarına gitti. Şansı yaver gidip karşısına dağ keçisi sürüsü çıktı. İkisini vurdu. Dağ keçilerinin derisiyle etini Şakarim, Abay’ın obasına götürdü.
– Öyle görünüyor ki, “vinçester” tam sana göre. Al, hediyem olsun, fakat avcılıktaki başarıların için değil. Oğlunun doğması onuruna armağanım olsun, dedi Abay gülümseyerek. Şakarim de gülümsedi. Evet, bir ay önce oğlu Gafur dünyaya gelmişti.
“Vinçesteri o nerdeyse hayatının sonuna kadar bırakmadı. 1930 yılında tutuklandığında tüfeğe de el koydular, fakat yaşamının son anları olan 1931’in Ekim ayında geri getirdiler.
Oğlu Gafur’un çocukluk ve gençlik çağlarıyla ilgili hiçbir bilgi bize ulaşmamıştır. Bu yüzden onun korkunç 1930 yılındaki acılara direnen sarsılmaz ruhunun ne şekilde oluştuğunu anlamak zordur. Akrabalarının anlattıklarına göre Gafur ölçülü ve sağlam karakteriyle babasına benzermiş. Babasının ona çok zaman ayırdığı, özel bir dünya görüşü geliştirerek eğitimi ve terbiyesiyle ilgilendiği bellidir. Gafur’un, babası Şakarim’in en sevgili oğlu olduğunu söylemek mümkündür. Zaten Şakarim’e iktidarla yüzleşme esnasında cesurca direnme ve 1931’deki ölüm tehlikesine karşı koyma gücü veren de Gafur’un şiddete boyun eğmezlik sembolü haline gelen ölümüdür.
Gafur’un doğumu, Şakarim’in hayatında belirli bir dönüm noktası anlamına geliyordu. Şahsi çiftliğiyle ciddi bir şekilde uğraşmaya başlamalıydı. Büyümekte olan aileyi geçindirmeliydi. Geleneksel üretim yöntemi koşullarında bu, hayvan sayısının mümkün olduğu kadar arttırılması gerektiği manasına geliyordu. Aileyi refaha götürecek başka bir yol yoktu, fakat sanat yolunun belirlenmesi gerektiği konusundaki sürekli düşünceler Şakarim için en büyük eziyetti. Her insanın hayatını planlarken yaşamını anlamlaştırmayı amaçladığı bir gerçektir. Şakarim hakikati idrak etme, mükemmelliğe ulaşma ve ideal arayışları konusunda usanmadan fakat şimdilik belli belirsiz tarzda düşünüyordu. Felsefesinin bu genel paradigmalarını somut davranış ve eserlerle doldurmalıydı. 1883 yılında biri eski zamanlardan gelen efsaneler, diğeri İslam kuralları olmak üzere iki istikamet onun aklını tamamen işgal etti. Tarihî bilgiler çoktandır, yani o, Kazak aile ve boylarının şeceresiyle ilgili malumatlar toplamaya başladığından beri kâğıda geçmek için can atıyordu. Ataları hakkında, büyük Kazak hanı Abılay hakkında Şakarim birçok unutulmaz hikâyeyi dedesi Kunanbay’dan dinlemişti. Dedesinin eski tarihle ilgili bildikleri açık ve her zaman eksiksiz değildi, çünkü bu malumatlar ona kadar ağızdan ağza aktarılarak ulaşmıştı. Buna rağmen onlar hakikaten canlı bilgilerdi. Şakarim tarafından toplanan şecere bilgileri gittikçe genişleyerek 1911 yılında “Han Sülaleleriyle Türk, Kırgız ve Kazakların Şeceresi” adlı ayrı bir kitap şeklinde yayınlandı.
Ondan önce ise Şakarim, Kazakların eski zamanlardan 1723 tarihindeki Cungar istilasına kadar olan tarihi, ataları, peygamberler, hanlar, hükümdarlar ve kahramanlar hakkında bilgiler verdiği “Kazakların Ataları” adlı uzun bir şiir yazdı.
Daha sonra Şakarim bunun zayıf bir çalışma olduğu yönündeki düşüncesini oğlu Ahat’la şu sözlerle paylaşıyor:
“Gençliğimde ben Kazakların şeceresini yazmaya karar verdim, bu yüzden çeşitli halkların şeceresini okudum ve onların “milli tarih” adı altında çar ve hanları anlattıklarını gördüm. Ben de onları taklit ederek Türk halklarının hanları hakkında şiir yazdım, fakat orada da bilimsel dil kullanılmadı.”
Olabilir, fakat şiirde bilimsel dile ne kadar ihtiyaç vardır?
Hem “Kazakların Ataları” adlı şiirde tarihî bilgiler çok ilgi çekici ve nerdeyse kusursuz görünüyor.
İlgi alanını oluşturan eski zamanlara ait efsaneleriyse Şakarim, Türkçe kitaplardan okuyor, ozanlardan dinliyor, yaşlılardan duyuyordu. Bu şekilde tarihî olaylar bir bütün haline gelince Şakarim, Nartalak’la Aysulu’nun aşkını anlatan uzun dramatik bir şiir yazmayı kararlaştırdı.
İslam’a olan ilgisinin artmasında hayatının son yıllarını akrabalara dinî görüşlerini yaymaya adayan Kunanbay dedesiyle yaptığı sohbetler tesirliydi, fakat o dönemde şiirlerine sufizm unsurlarını katarak tasavvuf şiiriyle ciddi biçimde ilgilenmeye başlayan Abay’la arasında geçen konuşmalar bu konuda daha etkili olmuştur. Akrabalarının manevi doğuşunu düşünen Abay, dinî-ahlakî doktrini Allah aşkı etrafında kuruyordu. Şiirlerinde o Allah’ı bir sevgili olarak görmekte ve bu, tasavvuf kültürünün temel unsurlarından biridir, fakat tüm bunlara rağmen Abay, çileciliği, dünya nimetlerine sırt çevirmeyi, dinsel tören ve ayinlere kesin uymayı gerektiren sufizmi kabul etmiyordu. Sadece bir ayin şeklinde din ona göre değildi. Onun fikrine göre din, insanların ulvi duygularını uyandırmalı, fakat gerçek hayattan uzaklaştırmamalıdır. Abay, sufizm kurallarını o kadar değiştiriyordu ki, şiirlerinde mistik boyut önemli ölçüde kayboluyordu.
Şakarim, Abay’ın şiirlerindeki tasavvufi unsurlar üzerinde derin derin düşünerek onları sevgili eşi Ayganşa’ya yazdığı “Gerçek sevgililer yok oldu.” adlı şiirinde kullanmıştır. Söz konusu şiirde sufizmin geleneksel şekli açıkça görülmektedir. 10 Daha sonra şair bu şiirini “İmanım” adlı şiir kitabına dâhil etmiştir.
Dinî ifadeye rağmen bu şiiri bir aşk liriği olarak da kabul etmenin önünde hiçbir engel yoktur. Evet, Şakarim aşkın kıza yönelik olmadığını iddia ediyor. O, hakikat ışığına âşıktır, fakat satır arasında gizli bir dünya aşkını anlatma isteği beliriyor ve aşağıda tamamını verdiğimiz eserin esas güzelliği de bunda gizlidir:
Gerçek âşıklar yok oldu
Ölüm onları cesede dönüştürdü
Ve kader yasaları aynı saatte
Beni çıkardı onların yerine.
Bende toplanmış beklediğiniz her şey
Nur yansıması Yârin benimle.
Benim gibi kulu bulacaksınız nerede
Bu kadar sadık âşığı birine?
Ama hayır, kız değildir sevdiğim
Hakikatin en parlak nurudur.
Siz anlamazsınız bu tür aşkı
Sizler için onda bir gizem yok olağanüstü.
O görünmez, yanımızda olsa da.
Bakmak gerekmiyor ona.
Görün onu açık kalbin bakışıyla
Sadece ruhun en gizli mekânlarında.
Kendisinin ortaya çıktığını dünyaya duyuran kahramanda herkesçe beklenen her şey toplanmıştı, fakat herkesten farklı olarak o “açık kalp gözüyle” hakiki aşkı görmeyi başarmıştı ve artık sadakat kalkanına, tıpkı kadınına sadık bir şövalye gibi, hakikatin gerçek anlamının olağanüstü gizemde olduğunu kazımıştır.
Görmek aşkımı isteyerek
Temiz kalbinle git Ona
Ve her şeyini yakarak
Ölümü karşıla.
Sonuna kadar Onun ol emrinde,
Ve Onu bırakma kesinlikle
Nefsine, açık, gizli tutkulara
Yönetmeye seni izin verme.
Fakat mükemmeliyeti yakaladığında,
Bu dediklerimi hatırla
Onun hançeri benim için bal
Soksun zavallı kalbime.
Birçok âşık yaratılsın
Yârin akıttığı kanımdan,
Yeryüzüne dağılsın
Yüreği temiz akıllı insan.
Şeytan kaçıp âşıktan
İyi insan geride bırakıp kötüyü
Cennet olsun bu yalan dünya
Gövdeden çıkıp bozulmuş kan!
Şakarim’de mertliğin en üst noktasını dünyayı “bozulmuş kan”dan tamamen temizleyerek kurtarma fikri oluşturuyor. Şairin ilahi ve dünyevi aşk hakkındaki düşünceleri, öyle görünüyor ki, sadece sufizme has özellikler değildir. Söz konusu fikirler Avrupa Rönesans estetiğini de anımsatmaktadır. Buna benzer “tasavvuf” konulu şiirlerin sayısı Şakarim’de çoktur ve onun şiirlerindeki kritik başlangıçlar çok sık bir şekilde, tıpkı Abay’ın şiirleri gibi, Tanrı’dan ilham alan sufi-şairin dünya görüşüyle damgalanmaktadır.
Manevi arayışlar, sanki maddi dünyadan manevi dünyaya geçişi hazırlarmışçasına, Şakarim’in sanatında zaman geçtikçe daha çok yer işgal etmeye başlar, fakat “tasavvufi” şiirlerinde hâlâ gayet dünyevi duygular yer almaya devam eder. Bunu 1890 tarihli şiirinde de görmek mümkündür. Lirik kahraman göğe uçup da cennete ulaşmadan önce dünyevi aşk düzeyini aşmayı zor başarabiliyor. Cennette onu daha sonra Şakarim’in uğurlarına uzun bir şiir yazacağı Doğu şiirinin sevilen kahramanları Leyla ile Mecnun karşılıyor:
Ben ateş için bir avuç kömür alabilirdim,
Fakat kıvılcım bile kalbi yakamadı.
Ben canımı verdim aşkıma benim
Fakat O reddetti, almadı.
Bedenimi, inancımı o zaman ona verdim,
Hayatımda değerli olan her şeyi
Uzun yıllar boyu topladığım.
Ve tüm bunları o gerek görmedi.
…
Fakat onun ret cevabında başka anlam gizli
Ben bunu hemen anlayamadım.
“Ben sadece öldüğümüzde olurum senin.”
Hilelere aklım ermiyor benim.
Ve öldüm ben. Ve biz yine beraberiz.
Ayrılmaz olduk artık biz.
Leyla’yla Mecnun çıktı bizi karşılamaya
İkramlar hazırlayarak bizim için.
Hayattayken bir araya getirildiğin kişi
Gerçek aşk değil; o
Sevgili, ona aşk kanunu yabancı
Ve verilmemiş ona dindarlık yolu..
Sevgiliye “arkadaş” deme
Tutku sisi geçene kadar,
O şirindir, fakat onun aşkında
Sahtelik var, hile ve yalan.
…
“Gerçek âşıklar kayboldu” adlı bir önceki şiirde ilahî aşk konusu ağırlıktaysa, burada dünyevi aşk söz konusudur. “Beden”, “topladığım her şey”, “tutku sisi”, “sahtelik”, “hile ve yalan” kavramları bunun belirtisidir.
Şakarim yeni dönemde nahiye müdürü olarak seçilmek istemiyordu. Daha sonra o bunu sade bir şekilde ifade etmişti: “Bir sonraki seçimlerde ben adaylığımı koymayacağımı, nahiye müdürlüğü görevinin sadece üzüntü verdiğini, onun yüzünden eğitimime devam edemediğimi açıkladım.”
Müdürlük görevinin getirdiği yükümlülükleri omuzlarından atan Şakarim nihayet uzun süre önce yazmayı aklına koyduğu “Nartaylak ile Aysulu” adlı ilk büyük manzum eserini tamamlayabildi, fakat XVIII. asrın konusunu temel alarak yazılan aşk dramı başarılı olamadı.
Giriş kısmında şair esas konulardan söz ederek ailedeki anlaşmazlığa genelde kadın rakibin sebep olduğunu, ihanet etmenin doğru bir davranış olmadığını, kızı sevmediği birine başlık parası karşılığında vermenin bir ahlaksızlık olduğunu dile getiriyordu. Şair eserinde bu konuların çerçevesinden çıkamamış ve şiirdeki tüm olaylar iki obayla sınırlandırılmış mekânlarda geçmektedir.
Şakarim, sonraki şiirlerine has olan büyük felsefi hükümlere ulaşmayı başaramamış. Sanatsal açıdan da “Nartaylak ile Aysulu” daha sonra yazılmış eserlerle kıyaslandığında zayıftır, fakat birçok araştırmacıyı eserin tarihi şaşırtmaktadır. Tüm yeni baskılarda “Nartaylak ile Aysulu” şiirinin tarihi, Şakarim’in şairliğin zirvesinde olduğu 1929 olarak verilmiştir. Eleştirmenlerin fikrine göre usta biri zayıf bir eser yazmış olamaz. Söz konusu şiirin ilk versiyonunu 1885’te tamamlayan Şakarim onun mükemmeliyetten çok uzak olduğunun farkındaydı. Ahat, babasının şu sözlerini aktarmaktadır:
“Sanatsal açıdan “Nartaylak ile Aysulu” şiiri “Dubrovskiy” ve “Leyla ile Mecnun” şiirlerinden daha zayıftır. Bu, büyük bir ihtimalle, onun aceleyle yazılmış olmasından kaynaklanıyordur, fakat bu şiir piyese dönüştürülürse ilginç olacaktır.”
Kısacası Şakarim, eserinin yeterince iyi olmadığını kabul ediyordu, fakat onun başka bir edebî türe uyarlanabileceği yönündeki ümidini yitirmiyordu.
1929’da Karabulak tepesindeki Sayat-Kora adlı köyde Şakarim daha önce yazmış olduğu söz konusu şiiri mükemmelleştirmeye çalışıyordu, ancak insanın bilge olmasında gençlik hatalarının rolü büyüktür. Onları ortadan kaldırmak veya mükemmelleştirmek imkânsızdır. Yeni bir şiir yazmak daha kolaydır. Şakarim, şiirin mükemmeliyetten uzak biçimini biraz düzeltmeler yaptıktan sonra olduğu gibi bırakmaya karar verdi.
1885 yılının Ağustos ayında Şakarim’in Tobıktı Uruğunun son resmi başkanı olan dedesi Kunanbay seksen bir yaşındayken yaşamını yitirdi. O çoktandır işlerden elini çekmiş, hizmetlerine layık olmadığı düşüncesiyle nahiye müdürlüğü seçimlerine de katılmamayı prensip edinmişti. Son yıllarını dua etmeye, kendine has dinî fikirlerin ve dünya görüşünün anlamını kavramaya adamıştı. Son zamanlarda hastalanmış ve zamanla yataktan hiç kalkmaz olmuştu.
Kunanbay’la birlikte koca bir çağ da yok oldu. Büyük bozkır düzlüğünü etki alanlarına bölen uruk başkanlarının bozkırdaki hâkimiyeti de son buldu. Onun yerine Kazakların nahiye sınırları içerisindeki iyi otlaklarla çayırlar için birbirine düşman olmasına sebep olan yeni bir idari yapı geldi. Uruk başkanları için meçhul olan yetkilerle donatılmış nahiye müdürlüğü görevi için yapılan klan mücadelesi, yerel idarecilere ciddi ölçüde zenginleşme vaat ediyordu. Eski ataerkil kültürün normlarını tutunanlar yeni oyunun kurallarına artık uygun değillerdi. Bu yüzden hükümdarlığı kaybeden, fakat nahiye müdürlüğü görevi için yapılan kavgaya katılıp da onurunu yitirmeyen Kunanbay gibi bir şahsiyetin dünyaya veda etmesi Kazak tarihi devrinin tamamlandığı anlamına gelir.
Hacı Kunanbay’ı İslam geleneklerine göre toprağa verip, taziye yemeğine katıldıktan sonra misafirler seneyi devriye vesilesiyle verilecek anma yemeğine tekrar gelmek üzere dağıldı. Kazaklarda büyük insanların ölümlerinin yılında “as” (aş) adı verilen büyük çaplı anma yemeği düzenlemek âdettendi. Söz konusu aşa Kazak bozkırının çeşitli yerlerinden çok sayıda insan gelirdi. Misafirler için çadırlar kurulurdu. Oyunlar, güreşler, “bayga” adı verilen uzak mesafe at yarışları düzenlenirdi. Çok sayıda hayvan kesilirdi.
Bu geleneğe, yüklü miktardaki masrafları bazı ailelerin kaldıramaması sebebiyle, her zaman uyulmuyordu. Fakat Hacı Kunanbay sıradan biri değildi, onun oğulları da muhtaçlardan değildi. Bu yüzden bozkırda tüm sene boyunca verilmek üzere olan aşın büyük bir ihtimalle 1851’de Kunanbay’ın babası Oskenbay’ın ölüm yılı dolayısıyla verdiği meşhur yemeği geride bırakacağı konuşuluyordu. Bir yıl sonra 1886 yılının Ağustos ayında Kazaklar, babası Kunanbay’ın ölüm yılı dolayısıyla Abay’ın aş vermeme kararı aldığını duyduklarındaysa çok şaşırdılar.
Akrabalarına Abay bu kararı aşa gelecek birçok avare insanı ağırlamak için büyük masrafların yapılacağı, uruk obalarının telafisi imkânsız zararlara gireceği ve sıradan insanların geçim olanağından mahrum kalacağı sebebiyle aldığını açıkladı. “Farz edelim ki biz çok sayıda insana ikramda bulunduk, belki fakirleri de doyurmuş oluruz, fakat ondan sonra insanlar bir yıl boyu nasıl yaşayacaklar? Aştan vazgeçip bir yıl boyu yoksulları doyurmak daha iyi değil midir?” dedi Abay.
O, akrabaların aş için hazırladığı hediyelerle hayvanların Semipalatinsk’e götürülmesi yönünde talimat verdi. Aşı da Şakarim’le birlikte şehir camisinde ibadet edenlere verdi. İmam Kunanbay’ın ruhuna dua okudu. Eşyalarla erzaklar, olması gerektiği gibi, yoksullarla muhtaçlara dağıtıldı.
Abay bununla yetindi ve Kazak toplumunda dedikoduya maruz kaldı. Herkes onu Kunanbay’ın ölüm yılı vesilesiyle yemek vermeyerek asırlarca devam eden ve halkı birleştiren geleneği bozmakla suçluyordu. Fazla uzak olmayan Bayanavul’da yaşayan ve Şakarim’in akranı olan Maşhur Jusup Kopeyev (1858–1931) adlı ünlü şair, Abay’ın kötü bir mizaç sergilediği fikrindedir. Düşüncesini o, Abay’ın “Yaz” adlı şiirine cevaben kaleme aldığı ve 1 Aralık 1889 tarihli “Dala Uvalayatı” gazetesinde yayımladığı yazısında ifade etmiştir.
“Gazete okurlarına duyurulduğuna göre yayımlanmış şiirlerden biri Kunanbay’ın oğluna aitmiş. Şiirden şairin fakir olmadığı anlaşılıyor, fakat onun halk için faydalı işler yapmayı arzuladığı belli olmuyor… Biz Ibıray (İbrahim) efendinin sanatının Kunanbay’ın sanatından üstün olduğunu duyduk. Ve madem o zengin olduğunun altını çiziyor, bunu somut olarak teyit etmelidir… Biz bugün Kunanbay’ın hayatta olup olmadığını anlayamıyoruz. Kunanbay’ın yaşadığını söylemek için onda canlı insana has davranışları görmeliyiz, fakat göremiyoruz. Eğer o öldüyse bu durum duyurulmalıdır, ama o da yok.” diye yazıyor Maş-hur Jusup Köpeyev.
Maşhur Jusup böylece alaylı bir şekilde Abay tarafından yapılmış sözde hatayı ima ediyordu. Geleneğe göre saygın kişinin ölüm haberi komşular aşa davet edilerek duyurulur. Davet yoksa demek ki kimseye ölüm haberi verilmemiştir. Dolayısıyla kimse ölmemiştir veya ölen kişi tanınan biri değildir.
Kunanbay’ın evlatlarını cimrilikle, aş için harcama yapmak istememekle suçlayan başka insanlar da vardı. En çok da Abay’la Şakarim’in şiirlerinde bozguna uğrattığı kişiler öfkeleniyordu. Onların hoşnutsuzluğunu şiir daha çok arttırıyordu, çünkü Kunanbay’ın oğluyla torununun kaleme aldığı eserlerin gün geçtikçe artan şöhreti sayesinde söz konusu faaliyet adamlarının tarihte birer zalim olarak kalma olanağı zaman ilerledikçe fazlalaşıyordu. Daha sonra Abay tüm saldırılara “Kureku Sakinlerine Cevap” şeklinde tanınan hicivli bir şiirle karşılık verdi:
Parçalanmış alınların bahtsız sahipleri,
Öyle gideriz, zayıf düşünce de yaşamı sözsüz bırakırız.
Kâğıt kurşunlardansa kimse ölmüyor,
Yaşam boyunca biz övüngenler için hedefiz.
Tuhaf, ama Kunanbay’ın ölümüyle dul kalan Botantay-anne Abay’a hak verdi. Bilindiği üzere o sert ve açık yürekli biriydi. “Ben neler demedim ki kocamın akrabalarına. Yetim kaldığımızı, kimsenin bize yardım etmediğini söylüyordum. Onlarsa söylediğim tüm acı sözlere rağmen saygılarından ötürü susuyorlardı. Kunanbay hakkında da çok şey söyledim. Ben Amir’in ölümünden onu sorumlu tuttum, fakat Kunanbay’ın ölümünden sonra ervahlar beni cezalandırdı ve ben kör oldum. Sonra ben onun mezarına gidip, mezar taşına sarılıp af diledikten sonra toprakla gözlerimi ovaladım ve görmeye başladım, sadece bir gözümdeki leke iyi görmeme engel oluyor. Kunanbay Müslüman’dı, fakirlere yardım ederdi. O, tüm hayvanları aş için kesmektense onlarla yoksulları doyursanız daha çok sevinir.” Dedi.
Aş vermeyi reddeden Abay’ın bu davranışı Kazakların onunla ilgili “bilmece-insan” fikrini daha çok pekiştirdi. “Kunanbay’ın evlatları halkın ikiye bölünmesine sebep oluyorlar. Tüm yıl boyunca fakirleri doyurmak istiyorlar, fakat yoksullara yardım etmek uğruna aş vermekten vazgeçseler zenginlerin hoşuna gitmez bu durum. Bunları da, ötekileri de memnun etmek imkânsız.” diyordu sakinler.
Bu şekilde düşünen insanlar bir yandan haklılardı, çünkü göçebe düşünüşün özelliğidir bu. Kazaklar cenaze yemeğinin verilmemesine, kurbanlık atın kesilmemesine akıl erdiremiyorlardı, fakat Abay daha akıllıydı. O, bunun bir medeniyet çatışması olduğunun farkındaydı. Cenaze aşı verme geleneği Kazak halkının Türk kökenine uzanmaktadır. Bu, Türk atalarımızın Gök Tanrı’ya, ervahlara inandıkları asırlar öncesinden gelen eski Tengricilik geleneğidir. XIX. asırda yerleşik çiftçiliğin sıkıştırdığı göçebeliğe has idare yöntemindeki kriz koşullarında aşın verilmesiyse her göçebe aileyi iflasa sürükleyebilirdi. Abay ise eski çok masraflı anma törenlerinin yerine fakirlere Müslüman’ca bağış yapmayı tercih ederek külfetli geleneği en azından bu şekilde durdurabileceğini ümit ediyordu. Merhumu anma ayinleri buna dâhil olmak üzere tevazuu emreden İslam’a dayanarak o, eskiden beri devam eden Tengricilik’le İslam çatışmasını da açığa vurmuş oldu.
Kazak manevi sahasında bugüne kadar hem Türk, hem İslam unsurlarının bir arada yaşamasının özel bir anlamı vardır. Burada hem yeni, hem eski dini unutturmayan hafıza arketipi önemli rol oynamaktadır.
Aslında Abay aş vermek için gereken imkânlara sahipti, fakat o, kendi manevî arayışlar ateşinde tüm halkın dünya algılayışını temizlemeyi çoktan aklına koymuştu ve sanki XX. asrın ilk yarısında başlayan yeni medeniyetin keşfini önceden hissetmişçesine işe kendisinden başladı.
1887’den itibaren on iki yıl boyunca arka arkaya Şakarim kadı olarak seçildi ve çeşitli anlaşmazlıkların çözümünde işlerini nahiye müdürleriyle başçavuşlar düzeyinde yürüttü.
Bu durum onun Abay etrafında gelişmekte olan edebî sürece dâhil olmasına engel değildi. Turagul, babam Abay hakkında şöyle yazıyordu: “ Eğitim dönemi olarak adlandırılabilecek yıllar geldi. Artık sohbetler esnasında hayatın anlamıyla ilgili konuların dışında hiçbir konuya yer verilmiyordu. Aramızda en önemli olan Şakarim’di. Biz tıpkı çalışkan öğrenciler veya Müslüman medresesindeki talebeler gibi Abay’ı dinliyor, durmadan hakikat hakkında tartışıyorduk.”
Muhtar Avezov, Turagul’un sözlerine -Abay’ın akrabaları ve hayatıyla- şunları ilave ediyordu: “1889’dan itibaren Abay’ın bilgisi ve insani nitelikleri karşısında büyülenen meraklı gençlik için onun obası bir çeşit büyük eğitim medresesi haline geldi. Abay hocaydı, onu dinleyen girişimci ve enerjik gençlerse talebeydi. O akrabalar, yakınlar ve yeni nesil için önemli bir eğitmen haline geldi. Abay, kendisini dinleyen gençleri arzuladığı insan severliğin zirvesine yeni bir yoldan götürmek istedi. O hayatını idareciyken yaptığı tek bir hatayı bile gizlemeden, kendi mizacı içinde kapanmadan, sorumluluğu reddetmeden anlatıyordu ve gençleri onun hatalarını yapmamaya davet ediyordu. Bazı gerçekleri şiirle, bazılarınıysa sade sözle dile getiriyordu. Uzun sohbetlerinde o sadece temiz yoldan yürümeyi nasihat ediyordu. İnsanlara adalet, dürüstlük, sevgi, onur, mantık, özeleştiri gibi gerçek insan özelliklerini aşılıyordu.”
Abay’ın resmî bir şiir okulu yoktu. Zaten o da bu veya şu şairin kendini usta olarak görmesi konusunda ısrar etmiyordu, fakat genç şairlerin şiirlerini tahlil edip eleştirmenin yanı sıra onlara üslup, şekil ve yazı tekniğinin güzelleştirilmesi hususunda tavsiyeler verme fırsatını hiçbir zaman kaçırmıyordu. Artık özgün söz ustası olarak tanınıyor olmasına rağmen o, Şakarim’e bile şairlik hünerini öğretmeye devam ediyordu.
Abay’ın etrafında yavaş yavaş kendini şiir sanatına adamak isteyen yetenekli Kazak gençler toplanmaya başladı.
Sanat okulu sürekli faaliyet gösteren türden değildi. Gençler bazen tek tük, bazen de grup halinde geliyorlardı. Bazen talebeler onlarca kilometre ötedeki obaya doğru hocalarının orada misafirlikte olduğunu ve resmi olmayan şiir okulunun diğer üyelerinin de oraya gittiğini duyup yola çıkıyorlardı.
Onları Abay’ın şiirlerine duydukları hayranlık birleştiriyordu. Bazen onların mısraları da bu kadar güçlü estetik izlenim bırakıyordu insanlarda. Hayranlığın hiç kaybolmadan çevredeki dünyanın Abay’la birlikte oluşturulan şiirin izdüşümü olduğuna dair içgüdüsel duyguyu uyandırması kayda değerdi.
Edebî arayış yılları boyunca şiir okulunda Şakarim’den başka beş yetenekli talebe daha Abay’ın hep yanındaydı.
Abay, genç şairlerin eserlerini incelemekle yetinmeyerek 1889 yılının sonbaharında onlara uzun şiir yazmayı ödev olarak verdi. Aynı zamanda onlara Doğu şiirinin kanunlarına göre her gerçek şairin kendisinden sonra en az beş uzun şiir bırakması gerektiğini hatırlattı. Talebeler, konuları hocalarına danıştıktan sonra manzumelerini yazmak üzere ayrıldılar. Şakarim şiirinde Kalkaman’la Mamır hakkındaki tarihî dramı canlandırmak istedi. O hiç zorlanmıyordu. Sevdiği “Binbir Gece” masalının kahramanları gözlerinin önüne geliyordu. Yazdığı şiirde Şakarim kahramanların niteliklerini tasvir ederken onların arzularıyla yaşıyordu. 1890 yılının ilkbaharına doğru o “Kalkaman’la Mamır” adlı destanını tamamladı. Şiir severler arasında söz konusu manzume hemen meşhur oldu. “Unutulan” lakabıyla 1912’de yayımladığı destanının “Kazak Dilindeki Tarihî Hikâye” adlı önsözünde Şakarim şöyle diyor: “Bu hikâye, Orta Cüz Kazakları’nın “Yalın Ayak Kalabalık” şeklinde bilinen felaket yıllarında Kalmuklar’dan yenilmeden kısa bir süre önce Sırderya kıyısı boyunca göç ettiği sırada meydana gelmiş gerçek bir olaya dayanmaktadır.
Eskiden Kazaklar, Kalkaman’la Mamır’ın aşkını hoş karşılamasalar da, günümüzde ön yargısız insanlarımız onların suçsuz olduğunun bilincine varıp her ikisine dualarında yer vermektedirler.
Ölüleri diriltemeyiz, fakat sönmüş ateşi tekrar yakabiliriz. İşte bu düşünceden yola çıkarak karşınıza yüz doksan yıllık unutulmuş bir hikâyeyle çıkıyorum. Hikâye Aksakalların bile hafızasından silinmek üzere. Sevgililer şimdi hayatta değiller, hiç olmazsa izleri kalsın, diye düşündüm. Bizim izlerimizin de kaybolabileceğini akıldan çıkarmadan…”
“Kalkaman’la Mamır”, Kazak yazılı edebiyatında millî tarihten alınmış bir konuya dayanılarak yazılan ilk destandır. Üslubu iyi işlenmiş olan eser, konu ve fikir bakımından günümüzde de ilgi görmektedir. Manevi açıdan bir yandan Eski Türk inançlarına, diğer yandan İslam geleneklerine dayanan manzume, gerçeği yansıtmakla birlikte derin anlamlar da içermektedir.
Destanın konusu, Tobıktı Uruğunun iki genci arasındaki büyük aşkla ilgili halk efsanesinden alınmıştır. Mamır, erkek evlat hayal eden zengin ailenin tek kızıdır. Belki bu sebeple anne babası onun erkek gibi giyinmesine müsaade ediyorlar. Tüm hür bozkırlılar gibi küçüklüğünden beri at üstünde olan kız, çobanlık yapmaktan kaçmıyor, ailesinin ve sakin hayvan sürülerinin yaşam ritmine ayak uyduruyordu.
Kalkaman, Kazak toplumunun nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olan Anet-Baba’nın yeğenidir. Gençler birbirine âşık oluyorlar, fakat kız, sevgilisini şu sözlerle uyarmaktadır:
Eskiden evlendirmezlerdi kan bağı olanları;
Verebilirler bize ölüm cezası.
Kendim için değil, korkuyorum sizin için.
Ben kurban olayım, yeter ki yaşayın siz.
Birbirini seven kızla erkek zor durumdalar, çünkü aynı Uruğa mensupturlar, oysa Kazaklarda çok eskilerden beri aynı Uruğa mensup kızla erkeğin evlenmesi yasaktır. Kazakların atalarından gelen ve akraba evliliğinin kötü neticelerinden kaçınmak amacıyla uyulan bu geleneğe “egzogami” adı verilir. Eşin mümkün olduğu kadar uzak çevreden, başka urukların içinden seçilmesini öngören söz konusu eski geleneğin bir nedeni daha vardı. Bu tür evlilikler, şüphesiz, Kazak Cüz ve uruklarını akrabalık bağlarıyla birleştirerek çok geniş alanda yaşamakta olan halkın birliğini pekiştirmektedir.
Fakat Kalkaman tüm duygularıyla eski ahlakî prensiplerin anlamsızlığını ispat etmeye ve sevgilisini şu sözlerle ikna etmeye çalışıyor:
– Eh, Mamır, yapma böyle… İşte sana kefalet –
Torunların evlenmesine müsaade ediyor şeriat.
Üzülme. Tüm bunlar batıl inanç.
Eğer seviyorsan gerçekten elini bana uzat.
Genç haklıdır; şeriat yasaları yakın akrabaların evlenmesine izin veriyor, fakat bozkırda her konuda İslâmiyet’in başrol oynadığı söylenemez. Ataların öğütleri İslamiyet’e uymadığı halde onun tesirinde kalmadan Kazak nesillerinin bilincinde yaşamaya devam etmektedir.
Bu yüzden Kalkaman sevdiği kızı gizlice kaçırınca Kadılar Mahkemesi onlara ahlakî prensipleri ihlal ettiklerinden dolayı ölüm cezası veriyor. Kızın özellikle Kokenay adlı itibarlı akrabası uzlaşmaya kesinlikle karşıydı.
Bir süre sonra Mamır doğduğu obaya geliyor ve Kokenay hiç tereddüt etmeden herkesin önünde elindeki yayı çekerek oku onun kalbine fırlatıyor. Mamır ölüyor. Şiir kahramanların duygularının lirik ifadesi olmakla birlikte kötülüğün hiç eksik olmadığı dünyanın halini de anlatıyor. Yasak evliliğin bu şekilde yıkıldığı ve artık delikanlının rahat bırakılması gerektiği düşünülebilirdi, fakat kızın akrabaları Anet Baba’ya şöyle bir ültimatom gönderiyorlar: “Biz suçluyu cezalandırdık, şimdi de itaatsizi cezalandırma sırası sizdedir.”
Bozkır savcılarının böyle bir şeyi başka gençlerin bu tür aşklardan kaçınması için talep ettikleri bellidir; Mamır’ın ölümü kesin bir ölüm değildi, çünkü insanın sevme arzusu onunla birlikte ölmedi.
Anet Baba iki tarafın da onayladığı kararı uygulamak zorundaydı. Bu karar doğrultusunda Kalkaman, öldürmek amacıyla ona ok fırlatacak olan Kokenay’ın yanından at üstünde hızla geçmek zorundaydı.
Buz kesildi Baba’nın ışık saçan kalbi.
Kadere karşı gelmek istemiyor kimse
Suçsuzu koruyarak. Aynı şekilde değil mi ?
Abay’a da karşısınız siz şimdi?
Bu eserinde Şakarim yaşadığı dönemin ruhani durumunu XVIII. asrın tarihî olayları içerisinde anlatıyor. Abay’ın hayatındaki gerçek durumlardan hareketle Şakarim onun adını ışık saçan kahramanlar olarak değerlendirdiği ataların arasına katıyor. Onlardan her biri insanın ruhani tecrübesinin büyüklüğünü gösteriyor ve cehalete karşı çıkıyor. “Siz” kitlesine söyledikleriyle Şakarim, kötülüğe ve cehalete göz yuman Kazakların tarihinin büyük acılarla dolu olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu arada Şakarim anlattığı olaylara karşı tavrını gizlemiyor. Bir taraftan aldığı terbiye ve sahip olduğu düşünceler açısından o, Müslüman’dır. Diğer taraftan kendisine ana sütüyle geçen Kazakların göçebelik dünyasının ahlakına göre o, Türk atalarının gelenek ve yasalarına hürmet etmektedir. Bu yüzden Şakarim, Kalkaman’la Mamır’ı ne ayıplıyor, ne de kayıtsız şartsız onların tarafını tutuyor. O, başka dinî koordinatlar sisteminde putperestlik şeklinde adlandırılmış eski yasaları tutunan Kokenay’ı da suçlamıyor. Şakarim sadece Kalkaman’la ilgili olarak çıkardıkları sert hükümden dolayı bunun büyük haksızlık olduğu düşüncesiyle Tobıktı Uruğu mensuplarının acımasızlığını tasvip etmiyor, fakat atı mı hızlı çıktı, yoksa sevgilisinin ölümünden sonra çektiği acılardan ötürü Tanrı’nın lütfunu mu kazandı bilinmez, ama Kokenay’ın oku Kalkaman’ı sadece yaralayabildi. Onun mucizevî kurtuluşuyla ilgili motiften yola çıkarak şu sonuca varmak mümkündür.
Akrabalar âşıkların sadece davranışını gördü, Allah’sa onların kalbini gördü. Kalkaman bir daha dönmemek üzere hemen güneye, başka diyarlara doğru yola çıkar. O hiç tereddüt etmeden sevgilisini ölüme mahkûm eden Tobıktıların arasında yaşamama kararı alır ve doğduğu yerden şu sözlerle ayrılır:
Suçsuzların acıları gitmez boşa,
Kalmuklar sizi ezerler iki darbeyle.
Mamır’sız kime lazımım ben bu dünyada?
Ben suçsuzum, onunla yâr kalırız ilelebet.
Kalkaman’ın kâhince önceden verdiği haber gerçekleşiyor. Bir sonraki yılın ilkbaharında Cungarlar (Kalmuklar), Kazak bozkırlarını istila ediyor. Sevgililerin talihsizliği herkes için umumi bir şerre dönüşüyor. Şakarim’in Kalkaman’la Mamır’ın aşkını anlatan destanı halkın yaşadığı tarihî gerçeklerin sanatsal delili niteliğindedir:
Savaşta yendi Kalmuklar,
Kazakların üçte ikisini öldürdüler.
Sırderya’ya sahip olamayıp,
Sarı-Arka’ya gidiyorlardı Kazaklar.
Şairin “tarihî” düşünme tarzı destanın sonunda ortaya çıkıyor; o, Kalkaman’ın torunlarının bir gün onun manzumesini okuyup Şıngıstav’daki akrabalarını mutlaka bulacaklarına inanıyor.
Bir ilkbaharda Semipalatinsk camisinden bölge halkına vaaz vermek üzere gelen bir molla, Abay’ın evine misafir olmuştu. Şakarim ona “Kalkaman’la Mamır” destanını okur, fakat eser mollanın hoşuna hiç gitmez. Misafirin düşüncesine göre müminler, putlara tapan cahil ataların şeriata aykırı geleneklerini eserlerine konu etmemelidir; kutsal Kuran’da bu tür geleneklerden söz edilmediğine göre onların dinimizde yeri yoktur. Şakarim mollaya cevap olarak şiirinde ataların geleneklerinden değil de o dönemde yaşamış insanların gerçek davranışlarından söz ettiğini dile getirir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.