Kitabı oku: «Yalan», sayfa 8
“Müslüm efendi çocuk gibidir, dün akşam ne yediğini bile söyleyemez. Sizi alıp getirebildiğine şükredin,” dedi.
“Şükrediyorum, efendim, Tanrı ondan razı olsun,” dedi Bayram Beyaz.
“Beni neden görmek istediniz? Kiralık miralık arıyorsanız…”
“Hayır, hocam,” diye atıldı Bayram Beyaz, kira gibi bayağı bir konunun sözü bile yüzünü kızartıyordu. “Hayır, ben Uluslararası Dilbilim Günleri konusundaki tüm yazıları okudum, sizin hayranınızım,” diye ekledi.
Yusuf Aksu büyük bir düş kırıklığına uğramış gibi yüzünü buruşturdu; konuğuna kaygıyla baktı.
“Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.
“Nasıl olur, hocam?” diye dayattı Bayram Beyaz. “Tüm bilim dünyası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.”
Yusuf Aksu konuğuna kuşkuyla baktı, düşmekten korkuyormuş gibi arkasına yaslandı.
“Hayır, ben o defteri kapattım, dilcileri de hiç sevmem,” dedi, sonra birden kaşları çatıldı. “Peki siz? Siz de dilci misiniz?” diye sordu.
“Değilim, hocam.”
“Öyleyse?”
“Gazeteciyim, hocam.”
“Gazeteci mi?”
“Evet, ama buraya gazeteci olarak gelmedim.”
“Peki, ne olarak geldiniz?”
“Ben mi, hocam?”
“Evet, siz.”
Yusuf Aksu hep birilerini beklediğini anımsadı birden, bu adamın o olup olmadığını anlamak için yukarıdan aşağıya bir süzdü onu: yalnızca Yunus’un değil, her yılbaşı Nebraska’dan kart yollayan Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un da tam tersi gibi görünüyordu.
“Gazetede çalışıyorum, ama gerçek işim saymanlıktır, efendim,” dedi Bayram Beyaz, Yusuf Aksu gibi bir büyük adamın önünde böyle sıradan bir uğraştan söz etmek zorunda kaldığı için kızardı.
Ama Yusuf Aksu’nun gözlerinde birdenbire bir ışık parladı.
“Saymanlık mı? Çok güzel! Benim ilk babam da saymanmış,” dedi, bu kez ona babasından bir şeyler taşıyormuş, eline, yüzüne iyice bakınca babasının nasıl bir adam olduğunu anlayacakmış gibi, gözle görülür bir ilgiyle baktı. Böylece, alıcı gözle bakınca, doğrudan omuzlarına oturan, boyunsuz başı, başlangıçta görmeye alıştığımız insanlardan ayrı bir türdenmiş gibi bir izlenim uyandıran peltemsi yüzü, küçücük gözleri, incecik bıyığı, yumuk elleri, tombul bedeni, kısa bacakları, kısa ve dar ceketi, her şeyi geçmişten, babasının zamanından kalmış gibi geldi ona. Acımayla karışık bir sevgiyle, “İşsiz misiniz?” diye sordu.
Bayram Beyaz “ilk babam” sözünün tuhaflığının ayrımına bile varmamıştı, ama soruyu anladı.
“Hayır, işsiz değilim, hocam; söylediğim gibi, bir gazetede saymanım,” dedi. “Ama insanlar kafamı çok karıştırdı: yeryüzünde işim ne, bilemiyorum, şu yaşadığımız yaşama bir anlam veremiyorum, insanların çoğu davranışlarına akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.”
Yusuf Aksu hangi ansiklopedide okuduğunu bilemediği üç temel soruyu anımsadı, dostça gülümsedi.
“Kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı.
“Evet, hocam, çok güzel söylediniz, tam buyurduğunuz gibi,” dedi. “Sorularıma yanıt bulamıyorum bir türlü. Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Ben mi? Bunu da nerden çıkardınız?”
“Siz büyük bir dilcisiniz, hocam; üstelik, anladığım kadarıyla, her şeyi başından alıyorsunuz, yani her şeye kökeninden giriyorsunuz,” dedi Bayram Beyaz. “Başkaları, hele felsefeciler, sizin gibi yapmıyorlar, insanın kafasını karıştırmak için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben çok kitap okudum. Filozoflar insanın kafasını allak bullak ediyor.”
Yusuf Aksu konuğunun kendisine ilişkin sözlerine pek bir anlam veremedi, arkadaşına duyduğu büyük hayranlıktan olacak, hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görmezdi, ama, hem çetrefil kitaplara duyduğu tiksintinin, hem de son yıllarda ağırlığını gittikçe daha çok duyuran yalnızlığının etkisiyle, Bayram Beyaz’ın son sözlerini başıyla onayladı.
“Doğru, hep öyle yaparlar,” dedi, sonra, alçakgönüllülükle, “ama ben ne dilciyim, ne felsefeci; işsiz güçsüz bir adamım, oturup kendi kendime okurum, hepsi bu.”
Bayram Beyaz birden yüreklendi.
“Hayır, hocam, ben her şeyi öğrendim: sizin bir dil kuramınız var; her kuram da bir dünya görüşü içerir; bunu üç yıl önce fazlasıyla kanıtladınız, hocam,” dedi.
“Bana neden hocam diyorsunuz ki?” diye sordu Yusuf Aksu, bir an gözlerinin önünden Yunus’un gülümseyen yüzü geçti, sanki yukarılarda bir yerlerden kendisini izleyerek dalga geçiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, içtenlikle gülümsedi. “Yok, öyle bir şey yok,” diye kekeledi. “Bir ara, öğrencilikte, biz de biraz kuram muram sözü ettik ya hepsi geçmişte kaldı.”
“Hocam, daha ne olsun?” diye atıldı Bayram Beyaz.
Yusuf Aksu sıkıntıyla içini çekti.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı, konuğunun yuvarlak yüzüne gene acımayla karışık bir sevgiyle baktı, belki de bugün bu beklenmedik sevgi yüzünden böyle hiç konuşmadığı ölçüde uzun konuştuğunu düşündü, gene Yunus’un güleç yüzü geldi gözlerinin önüne. “Bilmiyorum, ama sizin aradığınız adam olmadığım kesin,” dedi, babasının yaptığı işi yapmakta olan bu iyi niyetli adamı iyice inandırmak amacıyla, “Tüm içtenliğimle söylüyorum,” diye ekledi.
Ama Bayram Beyaz bu sözleri büyük adamlara özgü bir alçakgönüllülüğün göstergesi olarak algıladı, sanki Uluslararası Dilbilim Günleri’ni yakından izlemiş ya da büyük bir tarihsel bir olay olarak görüyormuş gibi, “Hocam, sizin özgün bir dil kuramınız bulunduğunu Uluslararası Dilbilim Günleri’nde herkes gördü,” diye üsteledi.
“Hayır, hiç kimse hiçbir şey görmedi, çünkü hiç konuşturmadılar. Oraya hiç gitmemeliydim, ama oldu bir kez,” dedi Yusuf Aksu, içini çekti. “Siz gitmiş miydiniz?”
“Hayır, bana kısmet olmadı, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz; “ama o olayda nerdeyse tüm gazetelerin sizi tuttuğunu biliyorum.”
Yusuf Aksu üç yıl önceki gazeteleri yeniden görüyormuş gibi yüzünü buruşturdu:
“Hiç adımı anmasalar daha iyi olurdu,” diye söylendi.
Bayram Beyaz bunu da büyük adamlara özgü bir ünden kaçma içgüdüsü olarak değerlendirdi, onun ünden kaçmasını anladığını, ama geliştirdiği kuramı insanlardan saklamasına bir anlam veremediğini, kuramını dile dökecek kusursuz başyapıtı yazmak zorunda bulunduğunu söyledi. Yusuf Aksu gene acıyarak baktı ona, “Bu adamın kafası pek çalışmıyor: ne de olsa Müslüm efendinin arkadaşı,” diye düşündü.
“Bana kalırsa, böyle bir yapıt oluşturmak olanaksız, olanaksız olmasa da çok zor, çünkü bir konuyu dile dökmek onu bozmaktır, dil her şeyi çorbaya çevirir,” dedi; birden susuverdi, gözlerini tavanda bir noktaya dikti, dalıp gitti, en azından beş dakika süresince, kımıldamadan, hiçbir şey söylemeden oturdu böyle; sonra, kesik kesik, nerdeyse kekeler gibi, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını: “Hiçbir zaman kusursuz bir başyapıt yazılmamıştır. ‘Hayır, yazılmıştır’, diyenler olursa, inanmayın. ”
“Neden, hocam?”
“Söyledim ya, işin içine dil karışır da ondan. Bir yerine beş ayrı İncil yazılmış olması da bunu gösterir, kusursuz yapıt yazılamayacağını yani.”
Bayram Beyaz’ın gözleri hayranlıkla açıldı.
“Peki, ötekiler?” diye sordu.
“Ötekiler de öyle.”
“Hocam, ötekiler de öyleyse, kusursuz yapıtı yazmaya çalışmak gerekmez mi?”
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, bir kez daha Yunus’un güleç yüzü belirdi gözlerinin önünde, yutkundu, bir süre hiç konuşmadı, sonra, belki de yaşamında ilk kez bir insanın ilgisini çekme isteğiyle, gerçeği saptırıyormuş gibi bir duyguya da kapılmadan, ağır ağır, fısıldar gibi, bir zamanlar, lisede, hatta liseye başlamasından da önce, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, geçmişte, bugünde, hatta gelecekte insanlarla dillerin ilişkisini ayrıntılarıyla gözler önüne serecek bir kitap, bir Evrensel dilbilim yazmayı düşlediklerini, ama o günlerin çok gerilerde kaldığını söyledi.
“Evrensel dilbilim! Çok güzel! Ne zaman yazacaksınız peki?”
Yusuf Aksu gene içini çekti.
“Hiçbir zaman,” dedi, “hiçbir zaman, hiçbir zaman!”
Gene sustu, gene Yunus’un anısına daldı. Art arda gelen soruları hiç duymamış gibi, öylece, olduğu yerde, kımıldamadan oturdu.
O zaman, söyleşiye başlamalarından beri iki adamı tek sözcüklerini, tek bakışlarını kaçırmamaya çalışarak, ama nerdeyse hiçbir şey anlamadan izlemiş olan Tokatlı Müslüm, hem yeniden başlamaları durumunda uyumaktan, hem de konuşmanın kendi yokluğu sırasında başka bir alana kaymasından korktuğu için, usulca Bayram Beyaz’ın dizine vurdu, “Biz artık gidelim, hemşerim: patronu çok yorduk,” dedi. Bayram Beyaz oldubittiyi duymazlıktan gelmek istedi, ama, aynı anda, Yusuf Aksu’nun “Ya öyle mi? Kalkıyor musunuz?” diyerek doğrulduğunu görünce, direnmenin boşuna olduğunu anladı. Bununla birlikte, belki de önceden alınmış bir karar gereği, bir an önce gitmek istemesine karşın, hocanın elini sıkı sıkı tutarak kendisini gene görebilmek için izin istedi. O da, işin sakıncalarını tartarcasına, bir süre düşündü, özellikle şu son aylarda, yalnızlık kurşun gibi çökünce, kendi kendine konuşmaya başladığı akşam saatlerini ve bu saatlerde beklediği bilinmedik kişiyi anımsadı, sonra, söylediğine kendi de inanmıyormuş gibi bir havayla, “Olur, neden olmasın?” dedi. “Gelmek istediğiniz zaman Müslüm efendiye söyleyin. O ayarlar. Duydun mu, Müslüm efendi?”
Tokatlı Müslüm duyduğunu başıyla doğruladı, bununla da yetinmedi,
“Duydum, beyim: emriniz olur,” dedi.
Ama, hemşerisinin önünde, asansörden çıkarken, önemli konuyu kesinliğe kavuşturmak yerine, “İşte gördün: herif yarımakıllı, ne dediği bile anlaşılmıyor,” diye homurdandı, gözlemi doğrulanmayınca da nerdeyse sinirlendi, “Sen de ondan geri kalmadın: kuş olup öttünüz sanki,” diye ekledi. Patronunun para ve iş dışında her konuda çocuk kaldığına inandığı için, onunla taşınmazlarıyla ilgisi bulunmayan bir ilişki kurulmak istenmesine bir anlam verememiş, daha başından beri duyduğu kuşkuya bir kez daha kapılmıştı, Yusuf Aksu’nun büyük serveti göz önüne alınınca, hemşerisinin kendisinden gizli bir iş çevirmesi hiç de olmayacak bir şey değildi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’nun bilgisinden yararlanmamız gereken önemli bir bilim adamı, özgün bir düşünür olduğunu, üç yıl önce tüm gazetelerin ondan söz edip boy boy resimlerini basmasının da bunu yeterince kanıtladığını söyleyince, kuşkusu büsbütün arttı, “Biliyorum, bana da göstermişlerdi, ama gazeteler orospunun, hırsızın, densizin, itin, kopuğun, yani yaramaz adamların resmini basar, sen gazetelere bakma,” dedi, sonra, durumunun üstünlüğünü açık açık vurgulayan bir havayla, “İşin yoksa, pazar günü gene uğra,” diye ekledi.
“Uğrarım, bundan önemli ne işim olabilir ki?” dedi Bayram Beyaz. “Kaçta geleyim?”
Tokatlı Müslüm kuşkulu gözlerle, tepeden tırnağa süzdü hemşerisini.
“Öğleye doğru gel işte, bir yerlerde bir şeyler yeriz,” dedi.
“Sağ ol, Müslüm abi,” dedi Bayram Beyaz.
O akşam, evinde, en az iki saat süresince, gazetesinin yayımladığı ajandadan başını kaldırmadı, bu önemli karşılaşmanın ayrıntılarını zamanla unutmak korkusuyla, yaşamında ilk kez bir tür günlük tutmaya girişti, Yusuf Aksu’nun “tüm yerleşik bilgilerimizi yerle bir eden” kuramını oluşturmaya daha küçük bir ortaokul öğrencisiyken başladığını, bu kurama göre, dilin her şeyi çorbaya çevirdiğini, bu nedenle olay ve düşünceleri kâğıda dökmemizin çok zor olduğunu, İsa’nın öğretisini aktarmak için beş ayrı İncil yazılmasının da bu nedenden kaynaklandığını yazdı, büyük dilcinin konukseverliği, alçakgönüllülüğü ve evinin görkemi, kitaplığının zenginliği konusunda ayrıntılara girdi, yedi sekiz sayfayı dolduruverdi, ama, daha şimdiden, birçok konuda ikircilliğe kapıldı, birçok ayrıntının belleğinden tümüyle silinmiş olduğunu ayrımsadı. “Bundan böyle, daha uyanık davranmalıyım, tüm dikkatimi toplamalıyım,” dedi kendi kendine. Tüm hafta boyunca, ajandayı ikide bir yeniden açıp eklemeler, düzeltmeler yaptı, gene de yazdıklarının yaşanmışın soluk bir gölgesi bile sayılamayacağı kanısındaydı. Pazar günü, Yusuf Aksu’ya yemekten önce gitme olasılığını da göz önüne alarak, erkenden Maçka’ya geldi, Tokatlı Müslüm kendisini apartmanın kapısında karşıladı. Ama, umduğunun tersine, “bir yerlerde bir şeyler” yemeden önce bir kahvede oturup “laflama” önerisinde bulundu.
Bu dolaylarda Tokatlı Müslüm’le yürününce, gidilecek yere ulaşmak hiç kolay olmuyordu: ince ince yağan yağmurun altında, komşu apartmanların kapıcıları, kapıcıların eşleri, çocukları, konukları, o geçerken hemen koşup önünü kesiyor, saygıyla hatırını soruyor, görüp işittiklerini anlatıp görüşünü alıyorlardı; iş kapıcılarla da bitmiyor, bakkal, berber, çiçekçi, muslukçu da seslenip dükkânına çağırarak bir şeyler ısmarlamak ve bir şeyler danışmak istiyordu. Sonunda, birkaç sokaktan geçerek bir bodrum katında geniş bir kahveye yöneldiler. Daha kapıda görünmeleriyle, kahvede oturan insanların nerdeyse yarısının ayağa fırlaması bir oldu. “Hoş geldin, Müslüm abi!” deyip eline sarıldı herkes, kimi elini, kimi yanaklarını öptü. Tokatlı Müslüm, gür bir sesle, “Bu da benim değerli hemşerim Bayram bey, hem müdür, hem gazeteci!” dedikten sonra, dip köşede üstüne yeni bir örtü örtülmekte olan masaya yöneldi, önce Bayram Beyaz’ı oturttu, sonra kendisi oturdu, önüne dikilip ellerini kavuşturan garsona “Sor herkese, ne içerler,” dedi, arkasından, Bayram Beyaz’ın anlayamadığı bir sıra ve düzene göre, beşer onar dakikalık sürelerle, üçer dörder masasına gelip oturan kasabalı kılıklı insanlarla alım satım, taşıma, borç, alacak, korkaklık, gözüpeklik gibi izlekler çevresinde dönen birtakım karmaşık konulara girdi, kimilerinden hiç saymadan para aldı, kimilerine üst üste üç kez sayarak para verdi; kimilerini “İşte, hemşerimiz de karlı dağ gibi arkamızda!” diyerek dostlarını Bayram Beyaz’ın tümden yabancı olduğu konularda güvene getirdi, kendisine yarım metre yukarıdan bakan, iriyarı bir adamı da azarlayarak göğsünden itti. En sonunda, “Hadi, hemşerim, biz gidip bir şeyler yiyelim,” diyerek yerinden kalktı, aynı anda ayağa fırlayan dostlarıyla yeniden tek tek öpüştü. Bir sokak ötede, gene bodrum katında bir kebapçıya girdiler. Burada, müşteriler arasında başını çevirip bakan olmadıysa da dört garson birden karşıladı hemşerileri, “Buyursunlar, Müslüm abi,” diyerek en azından sekiz kişinin yemek yiyebileceği kocaman bir yuvarlak masaya götürdüler. Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’ya ve kendisiyle görüşebilme olasılıklarına ilişkin sorularını “Herif kaçık, sıkıştırmaya gelmez!” türünden bulanık yanıtlarla geçiştirip cimriliğine, iş bilmezliğine geçti. “Ama Tanrı kime neyi vereceğini bilmiyor!” diye söylenerek dalıp gitti bir süre. Koca bir diş çiğköfteyi ağzına attıktan sonra, dudaklarını şaklattı. “Onun elindeki yerler bende olsa! Ama hiç kimseyi karıştırmaz işine! Bu gidişle canım servet devlete kalacak, beni deli eden işte bu,” dedi, sayısız han ve apartmanlarının dökümünden, topladığı kiraların düşüklüğünden, bir türlü akıl erdiremediği radyo tutkusundan, günler boyu beş dakika olsun evden dışarı çıkmadan yalnızlığa katlanma inadından söz etti, “Elden ayrıksı bir manyak işte!” dedi. Bu arada, bu deli adamla ilişki kurmak istemesinin gerçek nedenini ortaya çıkarabilmek için ustalıkla ağız aradı, “Evet, böyle, sonunda bunca mal devlete gidecek,” deyip içini çekti, Parliament paketini hemşerisine doğru itti. Yusuf Aksu’ya kazanç amacıyla ulaşmaya çalışması durumunda, sıkı bir işbirliğinin her ikisinin de çıkarına olacağını çıtlatmaya çalıştı. Bayram Beyaz genellikle susmayı yeğledi. Yalnız, bir an, Yusuf Aksu’nun kuramının kitleye ulaşmaması bu adamın işiymiş gibi tuhaf bir kuşku ışıyıp söndü içinde.
En sonunda, Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’dan söz etmekten de, durmadan birbirini izleyen bira şişelerinden, tepeleme adana, çiğköfte, salata tabaklarından da bıktı, “Bir şeyler alalım da arkasını bizim evde getirelim,” dedi. Hesabı ödeyip kalktılar, garsonlar kapıyı açıp saygıyla eğildi önlerinde. Mezeci ve manavda da saygıyla karşılandılar. Müslüm efendi, bunun çok doğal bir durum olduğunu kanıtlamak ister gibi, “Görüyorsun, hemşerim,” dedi, “buralarda hatırımız sayılır, hem de her şey bizden sorulur.”
Apartmana döndüklerinde, saat altıyı geçiyordu. Güneş batmaya yüz tutmuş, ortalığa tatlı bir serinlik çökmüştü. Tokatlı Müslüm, burada bir dakika beklemesini söyledi, paketleri alıp aşağıya indi; dediği gibi, bir dakika sonra geri döndü.
“Hadi bakalım, biraz da yukarıya çıkalım,” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı, tam umudunu kesmişken, amacına ulaşmak üzere olduğunu düşündü. Ama, asansörden çıktıkları zaman, Tokatlı Müslüm hiç görmediği bir kapıyı açtı, “Önden buyur!” deyip tepeleme eski masa, koltuk, sandalye, abajur, pirinç ya da ahşap karyola dolu bir evin içinden geçirdi onu, bir kapı daha açtı, kocaman bir taraçaya çıktılar. Bayram Beyaz neye uğradığını bilemedi, ta Boğaz’ın ötelerine uzanan, uçsuz bucaksız görünüm karşısında başı döndü, birileri kendisini tutup bunca yükseklerden oralara fırlatacakmış gibi, hemşerisinin koluna yapıştı, onun arkasından yürüdü, adam boyu, kocaman bir tel kapının önüne geldiler. Birdenbire, ak, gök rengi, göl mavisi, kara, kahverengi, yüzlerce güvercin, içeride bir yerlerden bu tel kapıya doğru atıldı, hep birlikte kanat çırpmaya, kulakları sağır edercesine kuğurdamaya başladı. Bayram Beyaz’ın gözleri karardı. Müslüm’ün tel kapıyı açmasını, koca taraçanın renk renk, biçim biçim güvercinlerle dolarak canlı bir uzam gibi dalgalanmasını, sonra, Tokatlı Müslüm’ün güvercinlerden birini tutup havaya fırlatması üzerine, nerdeyse korkunç bir kanat şakırtısı içinde, gökyüzünde ışıl ışıl bir güvercin bulutu oluşmasını bir düş görür gibi izledi, “Maçka’nın ortasında bunca cins güvercin! Olamaz! Olamaz!” diye söylendi. Yaptığının ayrımına varmadan, olduğu yere çöktü. Müslüm’ün, omzunda bu omzun bir parçası gibi duran kapkara bir güvercin, öylece dikilip gökyüzüne gülümsediğini gördü, gözleri yaşlarla doldu: daha yarım saat önce kaba ve çıkar düşkünü bir köylü olarak değerlendirdiği bu adam, bir yücegönüllülük örneği, yalnız yaşadığı semte değil, gözlerini diktiği göklere de egemen olan, doğaüstü bir yaratık gibi göründü gözüne. Tel kapıdan içeriye girip elinde bir başka güvercinle dönmesini, sonra, elini yukarıya kaldırınca, bu güvercinin kanat çırpmaya başlaması üzerine, şimdi çok uzaklarda bir top buluta dönüşmüş olan güvercin sürüsünün birden yön değiştirerek şaşırtıcı bir hızla yaklaşmasını, başına, omuzlarına, dizlerine sayısız güvercinler konup kalkarken, en az beş dakika süresince, tüm dünyanın, en azından tüm Maçka’nın bir kanat şakırtısına dönüşmesini gözleriyle gördüğüne inanamadan izledi.
Tokatlı Müslüm kuşlarını yerlerine sokup yemlerini ve sularını verdikten sonra, kendisini Yusuf Aksu’nun kapısına getirdiği zaman, şaşkınlık içinde, güvercinlerin onu bile unutturduğunu ayrımsadı. Ama Yusuf Aksu’nun gülümseyerek kapıyı açtığını görünce, sonsuz bir esenlik duygusuyla doldu içi. Aynı anda, yanı başında, Tokatlı Müslüm’ün “Efendim, ben biraz dışarı çıkıyorum. Konuşursunuz diye sana hemşerimi getirdim, gelsin mi?” diye sorduğunu, onun da “Gelsin, gelsin!” yanıtını verdiğini işitti, “Teşekkür ederim, teşekkür ederim,” dedi, sevincinden mavi bir güvercin gibi havalanıverecekti nerdeyse.
Yusuf Aksu kapıyı biraz daha aralayarak hayranını içeriye aldı. Ama, eliyle bir koltuk gösterdikten sonra, hemen masasının başına gitti, kapı çalındığında ansiklopedi karıştırmakta olduğunu, izin verilirse başladığı satırları bitirmek istediğini söyledi, yanıt bile beklemeden, kocaman bir ansiklopedi cildinin karşısına oturup okumaya başladı. Bir yandan, dudaklarını kıpırdatarak okuyor, bir yandan da, elinde bir kurşunkalem, bir kâğıda bir şeyler çiziktiriyor ya da çiziktirir gibi yapıyordu, okuma hızı kurşunkalemin kâğıt üzerinde ilerleyişinden anlaşılıyordu: bayağı hızlıydı. Şöyle böyle beş dakika sonra, masadan kalkıp yanına geldi, “Evet, bitirdim,” dedi.
Bayram Beyaz söyleyecek bir şey bulamadı, kocaman koltuğun bir köşesine büzülüp sessiz sessiz oturdu öyle, neden sonra, çekine çekine, “Ne okuyordunuz, hocam?” diye sordu.
Yusuf Aksu aynı soru karşısında Hamlet’in Polonius’a verdiği yanıtla yanıtladı onu:
“Sözcükler, sözcükler, sözcükler…”
Gülümseyerek birbirlerine baktılar.
Yusuf Aksu pembe ve peltemsi yüzü, yumuk elleri, seyrek saçları ve kısa bacaklarıyla üzerinde uzaksıl bir yaratık izlenimi uyandıran bu adama bir yandan acıyarak bakıyor, bir yandan da, bir zamanlar babasının yaptığı işi yapmasına karşın, fazlasıyla bön ve bilgisiz göründüğüne göre, kendisini görmeye gelmesine, gündelik yaşamı aşan konularda kendisiyle düşünce alışverişine girmek istemesine bir anlam veremiyor, bön görünüşünün ardında kötü bir amaç gizlemesinden kuşkulanıyordu. Gene de bu adam, belki ilgilendiği şeylerle bön görüntüsünün çelişkisi, belki bakışlarından bile belli olan saygısı nedeniyle, belki de kendisi, yaşlılığın etkisiyle, yalnızlığa eskisinden daha zor dayandığından, tuhaf bir biçimde çekiyordu onu. Gene gülümsedi.
“Gece iyi uyudunuz mu?” diye sordu.
Bayram Beyaz şaşırdı, yüzünün kızardığını duydu.
“Evet, uyudum, hocam,” dedi.
Yusuf Aksu içini çekti.
“Çok güzel,” dedi. “Ben her gece en az bir kez uyanırım. Uyanınca da uzun süre uyuyamam.”
“Uyuyamayınca ne yaparsınız, hocam?”
“Uyuyamayınca ne yapılır? Düşünürüm, eski anılara dalarım ya da bir şeyler okurum.”
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı birden.
“Şu sıralarda ne üzerindesiniz, hocam?” diye sordu.
“Ne üzerindesiniz ne demek?”
“Hangi konuda çalıştığınızı sormak istemiştim.”
“Ben boş oturan bir adamım.”
Bayram Beyaz bunu bir şaka gibi algılayarak gülümsedi.
“Hocam, benimle alay etmeyin,” dedi, “sizin gibi bir kuramcı, yaratıcı bir düşünür, çalışmadan, kuramını geliştirmeden durur mu?”
Yusuf Aksu, bu adamın söyleneni anlamakta güçlük çektiğini, belki de kendisini bir başkasıyla karıştırdığını düşündü, “Bu kadar şaşkın olabilir mi?” diye geçirdi içinden, horgörüsünü gizlemek için gülümsemeye çalıştı.
“Kuramımı mı? Hangi kuramımı?” diye sordu.
“Hocam, sizin dil tanımınız bile başlı başına bir kuram,” dedi Bayram Beyaz. “Tüm aklı başında insanlar bu konuda birleşiyor.”
“Siz hangi dil tanımımı söylüyorsunuz?”
“İnsanların dili düşüncelerini birbirlerinden daha iyi gizleyebilmek için buldukları.”
“Ha, evet.”
“Evet, hocam; bence yazının bulunuşu ve sonuçları konusundaki düşünceniz de çok zengin bir düşünce.”
Yusuf Aksu kızardı, konuğunun bönlüğü konusunda yanılgıya düşmüş olabileceğini düşündü.
“Ama dilciler o düşüncemden dolayı beni nerdeyse döveceklerdi,” dedi.
Bayram Beyaz “Adam sen de!” dercesine elini salladı.
“Dilcilere kim bakar, hocam!” diye yanıtladı.
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, birden Yunus’u anımsadı gene, konuyu kapatmanın kolay olmayacağını düşündü.
“Ama başlangıçta söz vardı diyorlar,” diye üsteledi.
“Benim okuduğuma göre siz bunun yanıtını çok güzel vermişiniz, hocam: bunu hristiyanlar söylüyor!” dedi Bayram Beyaz. “Hocam, insanlar ta başından beri gerçeğin yerine sözü yerleştirmişler, hukukta, dinde, her şeyde, hatta matematikte, benim bildiğim kadarıyla, bunu ilk vurgalayan sizsiniz,” diye ekledi.
Yusuf Aksu’nun gözleri parladı birden, dile ilişkin görüşlerini gerektiği gibi anlamış göründüğüne göre, bu tombul çocuğun o kadar da kafasız bir adam olmaması gerekirdi: alışkanlığının tersine, çoktan kapattığı bu konuyu hiçbir şey bilmez gibi görünen bu çekingen adamla konuşmaktan gittikçe hoşlanmaya başlıyordu.
“Doğru, onlar önce söz vardı derler. Yalan. Belki de dünyanın sonu ortada yalnızca sözler kaldığı zaman gelecek. Ama bu söz hristiyanların uydurmasıysa, o zaman, dili insanların uydurdukları, yani başlangıçta dil diye bir şey bulunmadığı, dolayısıyla dilin doğal da, zorunlu da olmadığı açıkça ortaya çıkar mı diyorsunuz?” diye sordu.
“Anlayamadım, hocam,” dedi Bayram Beyaz; soru bir kez daha yinelendikten sonra da pek bir şey çıkaramadı, ama hiç anlamamış gibi görünmek istemedi. “Herhalde, öyle olacak, efendim,” diye ekledi.
Yusuf Aksu, birden, o sabah radyo dinlerken takıldığı bir ad üzerine, ansiklopedilerde adlarını ve özelliklerini araştırdığı ilk Yunan filozoflarını anımsadı, büyülenmiş gibi kendisine bakan bu genç adamı iyice büyülemek mi, yoksa güçlü belleğini bir kez daha denemek mi istedi, nedir, okuduklarından kalanları toparlamaya çalıştı.
“Bence de öyle,” dedi güvenle. “Şu yeryüzündeki bunca yaratık içinde doğal olmayan bir dil konuşan tek yaratık insan. Ayrıca, Parmenides’in dediği gibi, kafamızdaki tüm kavramların dış dünyada olgusal nesneleri bulunduğu doğruysa, bence bu olgusal nesneleri dil olmadan da gösterebiliriz demektir, yani, bir an için, dilin insanlar arasında bildirişim sağladığı düşünülebilse bile, ille de gerekli olduğu söylenemez.”
Bayram Beyaz bu sözlerden de fazla bir şey anlamadı, hele Yusuf Aksu’nun bu sözlerle konuyu nereye getirmek istediğini hiç kavrayamadı. Ancak, kuramın can alıcı noktalarından birine yaklaştıklarını sezinler gibi oldu, yüreği coşkuyla çarpmaya başladı, gazeteci sanılıp kapı dışarı edilmekten korkmasa, cebinden bir kâğıt çıkarıp her söyleneni yazacaktı; ama korktu, yalnızca, faltaşı gibi açılmış gözlerle, “Kuşkusuz, hocam,” diye onayladı. “Hiç kuşkusuz, hocam, hiç kuşkusuz…”
“Evet, dedikleri gibi, görünen köy kılavuz istemez,” dedi Yusuf Aksu, sol elini sol göğsünün üstüne bastırdı, “Haklı olan Parmenides, Herakleitos değil,” diye sürdürdü. “Herakleitos haklı olsaydı, o zaman, Zenon’un söylediği gibi, zamanı ve uzamı ister istemez sonsuz olarak görürdük ya da, Leukippos’un ileri sürdüğü üzere, yokluk tüm varlık olmuş olsaydı, belki dil zorunlu olabilirdi.”
“Evet, hocam, kesinlikle,” diye doğruladı Bayram Beyaz, dinlediklerinden fazla bir şey anlamamış olmasına karşın, coşku verici bir olayla karşılaşmış gibi yüreği hızlı hızlı çarpıyordu: Parmenides’in, Herakleitos’un adını anımsar gibiydi, ama Zenon’u da, Leukippos’u da ilk kez işitiyordu, “Bu uçsuz bucaksız bilgi, bu kıvrak düşünce! Olur şey değil!” diye geçirdi içinden. Bir kez daha, mantığını pek kavrayamamış olmakla birlikte, en sonunda gerçek ustasını bulduğundan, usta bunca zamandır kendisiyle nerdeyse eşit eşite, sıkılmadan, dudak bükmeden konuştuğuna göre de onu yitirmeyeceğinden kuşkusu kalmamıştı. “Evet, hocam, kesinlikle,” diye yineledi, gözlerini Yusuf Aksu’nun gözlerine dikip öylece kaldı.
“Bu da bizim düşüncemizi doğruluyor,” diye ekledi Yusuf Aksu. “Karşı karşıya oturan iki köylünün dile gereksinimi yoktur, ama ayrı köylerde oturan iki köylünün yazıya gereksinimi vardır.”
Bayram Beyaz, bir tansığın gerçekleşmesini izler gibi, Yusuf Aksu’nun dudaklarına bakıyor, ama, belki de bu tansık izlenimi yüzünden, onun eskil Yunan filozofları konusunda söyledikleriyle köylülerin dile ve yazıya duydukları gereksinim konusunda söyledikleri arasında bir bağıntı kuramıyor, her şey gittikçe daha karmaşık, daha içinden çıkılmaz görünmeye başlıyordu.
“Bu neyi değiştirir, hocam?” diye sordu.
“Her şeyi.”
Bayram Beyaz kapsamlı bir açıklama bekledi, ama Yusuf Aksu uzun konuşmayı sevmezdi, uzun yalnızlık yaşamı da gençliğindeki akıcı konuşma alışkanlığını bir ölçüde yitirmesine yol açmıştı, üstelik ağzı kurumuştu.
“Benim ağzım kurudu,” dedi. “Müslüm efendi burada olsaydı, birer orta yapardı şimdi bize.”
Bayram Beyaz hemen yerinden fırladı.
“Ben yapayım, hocam,” dedi.
“Öyle mi, yapabilir misiniz?” diye sordu Yusuf Aksu. “Orta şekerli mi?”
“Orta şekerli derseniz, orta şekerli, az şekerli derseniz az şekerli, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz, şimdi, bildik bir alana dönülünce, yüreği eski uyumuna kavuşmuştu, büyük dilcinin bazı bazı gerçekten çocukları andırdığını düşündü.
Yusuf Aksu usundan geçeni anlamış gibi gülümsedi.
“Yani siz de orta mı içersiniz demek istedim,” diye açıkladı. Kalktı, nerdeyse bir salon kadar geniş mutfağa götürdü onu, kahvenin, şekerin, cezvenin yerini gösterdi. “Ben beceriksiz bir adamım, hele mutfak işlerinden hiç anlamam,” dedi. “Bereket, Müslüm efendi var, her şeye yetişir, çok iyi bir adam. Cemile hanımı da o buldu.”
“Müslüm efendi güvercinlerden de iyi anlıyor, efendim.”
“Evet, kuşları sevmesi bile iyi adam olduğunu gösterir. Kuş sevenden kötülük gelmez. Kuşların dilinden anlamak insanların dilinden anlamaktan daha önemli.”
“Kuşlarını gördünüz mü, hocam?”
“Hayır, görmedim.”
Bayram Beyaz bir yerlerde büyük adamların genellikle biraz çocuksu olduklarını okumuştu, gene de Türkiye’nin en büyük dilcisinin bir kahve bile pişirememesini, kuşlara bu kadar önem verip de Müslüm efendinin güzel güvercinlerini görmemiş olmasını tuhaf buldu; başını çevirince, Yusuf Aksu’nun, düşüncesini anlamış gibi, sessiz sessiz kendisine bakarak gülümsediğini gördü, bir onay beklediğini sezinledi.
“Evet, hocam, çok iyi bir insan,” dedi, cezveyi ocağa koydu.
“Gerçekten öyle,” diye sürdürdü Yusuf Aksu. “Cemile hanım da çok iyidir. Çok da beceriklidir. Önceki kadın da iyiydi. Ama Müslüm efendi küçük hırsızlıklarını yakaladı, hem de bir kişinin yemeği için evde her gün aşçı bulundurmanın savurganlık olduğunu söyledi. Doğru. Cemile hanım haftada üç dört gün gelir, yemekleri yapıp gider, eline çabuktur, güvercin gibi de konuşur; yemekleri köy yemeğidir, ama lezzetlidir; yalnız, nasıl söylemeli, çok iri bir kadın bu Cemile hanım, sanki insanın başının üstünde tepinir.”
Bayram Beyaz ne eski kadını tanıyordu, ne Cemile hanımı, yanıt vermedi, kahveyi fincanlara boşaltıp pırıl pırıl gümüş tepsinin üstünde salona götürdü. Salonda, Yusuf Aksu kahvesini höpürdete höpürdete, büyük bir hazla içti, “Elinize sağlık, çok güzel olmuş! Cemile hanımınkilerden daha güzel. Müslüm efendininkilerden bile güzel!” dedi, sonra aradaki farkı Cemile hanımla Tokatlı Müslüm’ün kahve konusunda cimri davranmalarıyla açıkladı. “İkisi de abartır, çok abartır!” diye söylendi.
Bir sessizlik çöktü üzerlerine, tek sözcük konuşmadan, ağır ağır içtiler kahvelerini. Bayram Beyaz boş fincanı usulca sehpanın üstüne bıraktı, ikinci salonun raflarındaki sıra sıra ansiklopedilere ve sözlüklere baktı bir süre.
“Hocam, sözlük ve ansiklopedileri çok sevdiğiniz anlaşılıyor,” dedi.
“Doğru, çok severim,” dedi Yusuf Aksu. “Sözlükler ve ansiklopediler az ve öz yazan kitaplardır, hemen öze inmek isterler.”
Bayram Beyaz biraz şaşırdı.
“Sizce öteki kitaplar hiç öze inmez mi, hocam?” diye sordu.
“Belki inenleri olmuştur, ama ben ansiklopedileri yeğ tutarım,” dedi Yusuf Aksu.
Söz, ağır ağır, kitap ve ansiklopedi karşılaştırmasından tarihe, dilbilime, oradan da o günlerde adı oldukça sık geçen Saussure’e geldi. Yusuf Aksu, kitap dolaplarından birine doğru yürüdü, meşin ciltli bir kitap çekti, çekmecesinden bir zarf alıp içine koydu, getirip sehpanın üzerine bıraktı.
“Buyurun, kitabı burada, evde okur, sonra bana görüşlerinizi anlatırsınız,” dedi, gözlerini yukarılarda bir noktaya dikti, arkasından, deneyimli bir ansiklopedi okuru olarak, “Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci, doğumu Cenevre, 1857, ölümü Vaud kantonu, 22 Şubat 1913,” diye ekledi. Varlığından güç almak istercesine, elini kitabın üstüne bastırdı. “Büyük bir dilbilimci olduğunu söylerler; ama, çok eskiden, bir arkadaşımdan duyduğuma göre, sarhoşun biriymiş; bu yüzden olacak, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıp durmuş.” Eli hep kitabın üstünde, bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi, gözleri yukarıda, “Sese gösteren adını verir, sonra tutar, nesneyle ses arasına bir de kavram sokuşturur; nesneyle sesin arasında nesnenin kavramı ne oluyor ki?” diye söylendi, sonra, bir şeylerden ürkmüş gibi, gözlerini Bayram Beyaz’ın gözlerine dikti, “Anladınız, değil mi?” diye sordu.