Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkistan'da Dil Politikası»

Yazı tipi:

Özbekistan ve Türkiye kardeşliğine…


KISALTMALAR

ABD : Amerika Birleşik Devletleri

bk. : Bakınız

CIA : Central Intelligence Agency (Merkezi Haberalma Teşkilatı)

CSCE: Commussion on Security and Security Cooperation in Europe

çev. : Çeviren

ed. : Editör

MÖ. : Milattan Önce

MS. : Milattan Sonra

No : Numara

s. : Sayfa

SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği

TDK : Türk Dil Kurumu

TDV : Türkiye Diyanet Vakfı

USA : United States of America (Amerika Birleşik Devletleri)

USSR : United Soviet Socialist Republics (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)

vb. : Ve benzeri

vd. : Ve diğerleri

ÖNSÖZ

Tarih, toplumların kendi gerçeklerini ve varlık nedenlerini kanıtlama sahnesi olarak tanımlanabilir. Geçmişten günümüze kadar uzanan ve geleceği de şekillendiren tarihsel gerçek, çeşitli kültürler üzerine inşa edilen medeniyetlerin çok yönlü bir mücadele alanı olagelmiştir. Bu mücadele alanında kazanan ve kaybedenlerin bir arada yepyeni gerçekler yarattığı olaylar dizisi, tarihin kendisini oluşturmaktadır.

Toplumların kendilerini geliştirme, geleceğe miras bırakma, kimlik ve aidiyet bilinci oluşturma araçlarından biri de dildir. Dil bu özelliği ile bir iletişim vasıtası olmanın da ötesine geçerek kimlik inşasının ana motiflerinden birine dönüşür. Bağımsızlığın, gücün, egemenliğin, ayakta kalmanın, ulusal ve uluslararası varlık göstermenin şartları, dilsel varlık alanının ve dilin devamlılığı ile de güçlü bir uyum gösterir. Bu nedenle, bağımsızlık ve tam egemenlik amaçlayan ve kendi geleceklerini inşa etme erkini ellerinde tutmak isteyen devletler, dili bu noktada önemli bir dinamik olarak görürler. Sovyetler Birliği tecrübesi yaşamış olan Özbekistan’ın Sovyet etkilerini üzerinden atarak ulus modeline dayanan yeni bir kimlik inşa etme çabaları ve bu bağlamda yürüttükleri dil politikaları da bu noktada anlamlı ve araştırmaya değerdir. Bu bağlamda hem 1917 Ekim Devrimi ile başlayan, hızlı ve sistemli bir biçimde yürütülen Sovyet politikalarının dil alanına yansıması hem de Sovyet sonrası dönemde yeni ulus kimlikleri inşa etme çabası çerçevesinde yürütülen dil politikaları ve planlamaları, araştırılması gereken konuların başında gelir.

Kültürel yapısını günümüze kadar taşımayı başaran Özbekistan’ın yaşamış olduğu uzun soluklu Sovyetler Birliği tecrübesinden kalan siyasal, sosyal ve kültürel miras, Sovyet sonrası dönemde yüzleşilmesi gereken bir dizi sorunu beraberinde getirmiştir. Uzun yıllar siyaset, bürokrasi, kültür, eğitim ve ekonomi gibi birçok alanda kullanılan Rusça ve Kiril alfabesi, bağımsızlığın ilanı ve bu süreçte çıkarılan Dil Kanunu ile birlikte yerini Özbekçe ve Latin alfabesine bırakmış olsa da pratikte bu süreç Özbekistan için problemli ilerlemiştir ve hâlâ tartışılmaya devam etmektedir. Bu durum büyük ölçüde, Sovyetler Birliği döneminde uygulanan dil politikalarının etki gücünün ve derinlemesine nüfuz eden karakterinin bir sonucudur. Bağımsızlığın ilan edildiği 1991 yılından sonra Özbekistan’ın ekonomik, kültürel, toplumsal, askeri ve dilsel alanda baş etmesi gereken devasa sorunlarla karşılaştığı dikkate alındığında, egemenliği ve ulus kimliğini yeniden inşa etme sürecinde kat edilmesi gereken alanın ne kadar kapsamlı olduğu görülebilir.

Sovyetler Birliği’nin Özbekistan’a biçtiği ekonomik rollerin, pamuk yetiştirme ve diğer tarımsal üretimde öncü olma, doğalgaz rezervlerini işleme misyonları ile sınırlı olması, bağımsızlık sonrası dönemde, diğer bütün alanlarda ihtiyaç duyulan ekonomik kadroların eksik veya yetersiz kalmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun yanı sıra, Stalin döneminde asıl karakterini kazanan kültürel, toplumsal ve dilsel politikaların, Özbekistan nezdinde belirli bir toplumsal dönüşüme neden olması; dikte edilen fikirlerin Özbek devleti ve toplumu tarafından zoraki olsa da benimsenmesi, kısacası “Sovyet mirası”, bağımsızlık döneminde yeni bir toplumsal değişimin gerçekleştirilmesi için başa çıkılması gereken başat bir mücadele alanı doğuruyordu.

Bağımsızlıklarının ilanı; Stalin döneminde asıl karakterini kazanan, Hruşçov ve Brejnev dönemlerinde sürdürülen “Sovyet halkı yaratma” ideolojisiyle dilinde ve kültürel yapısında köklü değişimler gerçiren Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ve bu çalışmanın konusunu oluşturan Özbekistan’da, toplumların zihin kodlarında baskılanmış olarak bulunan ulus kimliği olgusu yeniden canlanmıştır. Özbekistan’da 1991 yılında bağımsızlığın ilan edilmesi, önemli bir tarihsel sorumluluğu üstlenen Özbek idarecilerini bir an evvel yeni cumhuriyeti toparlama ve halkı birleştirme amacına yöneltmiştir. Hem kültürel hem de dilsel olarak Özbekistan gerçekleri ile uyuşmayan Sovyet politikalarının etkilerinin ivedilikle ortadan kaldırılması, ilk hedeflerden biri olmuştur. Bu amaçla Rusçanın resmi statüsüne son verilerek Özbekçe tüm Özbekistan’da tek resmi devlet dili ilan edilmiştir. 1993 ve 1995 yıllarında kabul edilen Dil Kanunları ile Kiril alfabesi yerine Latin alfabesine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Bu kanunlarda Latin alfabesine tam olarak geçilmesi için 2005 yılına kadar süre verilmiştir. Fakat bu süre daha sonra 2010 yılına uzatılmıştır.

2010 yılının üzerinden on yıl geçmiş olmasına rağmen Özbekistan’da alfabe konusunda hâlen sürünceme yaşanmaktadır. Alfabenin latinizasyon süreciyle ilgili henüz sağlıklı bir merhaleye gelinememiştir, tartışmalar devam etmektedir. Bazı dilbilimciler 1993 yılında kullanılan Latin alfabesinin revize edilerek kullanılması görüşünü savunmaktadır. Bazı siyasetçiler ve dilbilimciler ise bu görüşe mesafeli yaklaşmakta, bununla Özbekistan’ın Türkçü-Turancı eksene kayacağı ve “Türkiye Taklitçiliği” yapacağı yönündeki endişelerini dile getirmektedir.1 Bu endişe ve tartışmaların etkisi Özbek toplumuna da yansımakta; Özbek halkı Rusya ile olan yakın ekonomik ilişkiler ile ulusal kimliğe güçlü bir şekilde dönmek arasında karar vermek zorunda kalmaktadır. Özbekistan’ın ekonomik gelişim sürecinde kat etmesi gereken yolun farkında olan Özbek halkı, Rusya’yı bir geçim kapısı, Rusçayı da bir gereklilik veya zorunluluk olarak görmektedir.

Bağımsızlık sonrası dönemde, her genç cumhuriyette olduğu gibi Özbekistan’da da özgünlüğünü kanıtlayarak millî kimliğini güçlü bir şekilde tesis etme, öncelikli politika hâline gelmiştir. Günümüzde uygulanan politikalar da bu daire sınırlarında şekillenmektedir. Ancak Sovyetler Birliği döneminden kalan alışkanlıklar, kültür ve eğitim politikalarının izleri ile sosyal organizasyona yansıyan komünist planlama, her alanda etkilerini sürdürmektedir. Bu çalışma ile bütün bu süreçlerin dile yansıyan yönünün incelenmesi amaçlanmaktadır.

Bağımsızlık sonrası dönemde Özbekistan’da yürütülen dilde standartlaşma ve modernizasyon çabası, bu bağlamda alfabede Latinizasyon çalışmaları ve gelinen süreç, bu eseerin ana konusunu oluşturmaktadır.

Eserin birinci bölümünde, dil politikası ve dil planlaması ile ilgili teorik bir çerçeve sunulmaktadır. Bu bağlamda, dilin insan ve onun kurduğu medeni düzen üzerindeki etkisine değinilmiştir. Ayrıca dilin millî kimlik inşasındaki öneminin gözlemlendiği, yakın tarihten tipik örneklere de yer vermektedir.

Çalışmanın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği dönemin dil politikalarına yer verilmektedir. Çarlık Rusyası döneminde uygulanmaya başlanan dil politikaları da anlatılmak suretiyle, Bolşevik döneminden itibaren sırasıyla Lenin, Stalin, Hruşçov, Brejnev ve Gorbaçov dönemi dil, eğitim, kültür ve milliyetler politikaları ele alınmıştır. “Sovyet Adamı- Homo Sovieticus” yaratma çabalarında dilden nasıl faydalanıldığından başlanarak, Gorbaçov döneminde yaşanan dilsel kargaşa, siyasi çalkantılar, ekonomik bunalım ve toplumsal taleplere kadar olan süreç incelenmiştir.

Üçüncü bölümde Özbekistan, Özbekler ve Özbek Türkçesinin gelişim süreçleri kısaca tanıtılarak çalışmanın araştırma konusunun merkezini oluşturan Özbek toplumu ve Özbek coğrafyasının daha iyi anlatılması için bir ön hazırlık oluşturulmuş ve Özbekistan’ın hem Sovyetler Birliği dönemindeki hem de Bağımsızlık dönemindeki dilsel tecrübesi ve gelinen vaziyet, dil politikaları ve dil planlaması bağlamında analiz edilmiştir. Bu bölümde günümüzde süren bazı güncel problemler, yaşanan sorunların Sovyet mirasının etkilerinden kaynaklandığı varsayımından hareketle değerlendirilmiştir.

Özbekistan’ın gerek bağımsızlık öncesi gerekse bağımsızlık sonrası dönemde dil ve alfabe konusunda yaşadığı tecrübeleri, maruz kaldığı ve uyguladığı dil politikalarını ve kaydettiği gelişmeleri irdelemeyi amaçlamaktadır. Sovyet mirasının etkisi altında kalmış olan Özbekistan’da, dil ve alfabe konusundaki yaklaşımları, uygulamaları ve yaşanan güncel sorunları ortaya koymak ve değerlendirmek araştırmanın bir diğer amacını teşkil etmektedir. Bağımsızlık döneminde Özbekistan’da Latinizasyon konusunda yaşanan ve henüz tam olarak aşılamayan sorunlar ve bu sorunlar etrafında şekillenen kamuoyununun sunulmasına ve analiz edilmesine de çalışılacaktır.

Dilin, en önemli kültür ve medeniyet çıktısı olduğu düşüncesinden hareket eden bu çalışma, ulusal kimlik inşasının dil ile bağlantısını vurgulamayı amaç edinmektedir. Bu bağlamda, toplumların dil sayesinde evrilmesi süreci, dil politikalarının ve dil planlamasının dili şekillendirmesi ve toplum üzerinde yabancı müdahalelerin bıraktığı mirasın etkilerinin analiz edilmesi de amaçlanmaktadır. Bu araştırma, Özbekistan’da dille ilgili uygulamaları en güncel verilerden hareketle ve Özbek kamuoyunda hâlen devam eden tartışma ve eğilimler yakından takip edilerek yansıttığı için özgün bir çalışmadır.

Bu çalışma Hacettepe Üniversitesi, Türkiyat Araştırmalar Enstitüsü’nde hazırlayıp, savunmuş olduğum “Özbekistan’da Dil Politikasi: Standartlaşma ve Modernizasyon” başlıklı doktora tezinden uyarlanmıştır. Tezimin yazımı esnasında değerli tavsiyeleri ve rehberliği ile yardımlarını esirgemeyen değerli danışmanım Doç. Dr. Sema ASLAN DEMİR’e, çalışmamın başlangıcında ve nihayetinde bir an olsun bana olan inancını yitirmeyen hocam Prof. Dr. Fatma AÇIK’a, tezimin yazım sürecindeki gelişmeleri yakından takip eden Prof. Dr. Nurettin DEMİR’e, çalışmamın yönlendirilmesinde değerli tavsiyeler veren Enstitü Müdürü Prof. Dr. Yunus KOÇ’a teşekkür ederim. Ayrıca Özbekistan’daki anneme, babama ve kardeşlerime şükranlarımı sunarım. Uslu birer evlat oldukları için oğullarım Ensar ve Emir’e; eşim Ömer’e de teşekkürü bir borç bilirim.

Zamira Öztürk
2021 Çankaya/Ankara

BİRİNCİ BÖLÜM
DİL POLİTİKASI VE DİL PLANLAMASI SÜRECİ, ULUSAL KİMLİK VE DİL

DİL HAKKI, DİL POLİTİKASI VE DİL PLANLAMASI

Özbekistan, bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından itibaren ulusal bir resmi dil ve alfabe oluşturma çabasına girerek Özbekçenin statüsünü genel ve toplumun tüm kesimlerince kabul edilir bir seviyeye taşıma çalışmalarını başlatmıştır. Uzun yıllar Sosyalist bir cumhuriyet olarak yönetilen Özbekistan, bağımsızlık sonrasında dilini “Özbekçeleştirme” amacını benimsemiştir. Bu amaca uygun olarak, gerek bağımsızlıktan hemen önceki dönemde (1989), gerekse bağımsızlıktan sonra (1995), kanunlar çıkarılarak dilin öncelikle statüsünü planlamaya yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Statü planlamasında Kiril alfabesinden Latin alfabesine aşamalı geçiş, Özbekçeyi konuşma ve bütün alanlarda hâkim konuma getirme meselesi gündeme gelmiştir.

Bağımsızlık sonrası dönemde Özbekistan’da dilde modernleşme ve standartlaşma çabalarını konu alan bu çalışmada, dönemi daha iyi anlayabilmek için Sovyetler Birliği dil politikaları ve bu politikaların bir “asimilasyon” aracı olarak ne şekilde kullanıldığı, bu tecrübenin bağımsız Özbekistan’ın dil politikalarına etkisi, latinizasyon ve modernizasyon çalışmalarında Kiril alfabesinden kalma alışkanlıkların ve geçmişten gelen hegamonik mirasın yarattığı engeller de ele alınmaktadır.

Toplumların tarih sahnesinde var olma, varlığını devam ettirme serüveninden hareketle inceleme alanımızı ilerlettiğimizde karşımıza çeşitli kimlik modelleri, kimlik inşası ve dilin kimlik inşasındaki etkin rolü ile şekillenen bir mücadele alanı çıkmaktadır. Bu mücadele alanında dilin ve dil politikalarının, toplumları değiştirici, dönüştürücü, kimlik üretici, inşa edici bir etkisi olduğundan veya kimlikle ilgili süreçlerde başat bir rol üstendiğinden söz edilebilir. Dil politikasına bağlı olarak uygulanan dil planlaması süreci ise toplumların neyi, nasıl, nerede kullanması gerektiğine dair bir kurallar bütünü ile değiştirici ve dönüştürücü bir role sahiptir. Bu bağlamda, bağımsızlık dönemi Özbekistan dil politikalarını ve Özbekçenin Sovyetler Birliği dönemindeki süreçlerini daha doğru tahlil etmek amacıyla dil hakkı, dil politikası ve dil planlaması kavramları tanımlanacak, takip eden başlıklarda dil planlamasının toplumsal kimlik üzerindeki etkisi ele alınacaktır.

Dil Hakkı

Yapısı itibariyle dil, neyi benimsediğimiz, nereden geldiğimizi, neyi sevdiğimizi, aidiyetimizi ifade etmekle kalmaz; dil aynı zamanda bireysel, cinsel ve etnik haklarımıza sahip çıkmamızda izleyeceğimiz stratejilerin da bir bütünüdür. Buna göre toplumsal taleplerimizin ve başkalarından isteklerimizin ifade tarzının bütünü dil olarak adlandırılabilir (Akurgal, 2013, s. 173). İnsanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli unsur dildir. Buna göre dil, bir insanın kendini ifade etmesi ve kimlik kazanmasıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde dil, geçmişin ve kıymetlerin bir ifadesidir (Şahin, 2014, s. 828).

Bir devletin bütünlük içinde ve aynı amaçlar doğrultusunda hareket etmesinin temel koşullarından biri de dildir. Dil, bir bakıma ulus devlet kavramının temellerini de teşkil eden politik bir araç olarak ön plana çıkmaktadır. Hatta dil olgusu ilk kez ulus devletin yayılması ve daha kabul görür bir döneme girmesiyle politik bir araç hâline gelmiştir. Dile/dilin statüsüne dair yapılan çeşitli müdahale veya planlamalarla toplumları şekillendirmek, takip edilen politikaya uygun bir devlet ve kimlik modeli yaratmak yönündeki uygulamalar dilin kimlik yaratmadaki, kimliği korumada veya dönüştürmedeki başat yönüne işaret etmektedir.

Dil hakkı herhangi bir kısıtlama olmaksızın ana dilin tüm özel ve kamusal alanlarda serbestçe kullanılmasını ifade etmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2. Maddesi’nde şöyle denilmektedir:

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir2

Bu maddeye göre insanların doğuştan gelen ve etnik olarak sahip oldukları özellikler evrensel bir şekilde koruma altına alınmaktadır. Ayrıca uluslararası insan hakları hukuku da dil hakkı kavramına çok hassas bir yaklaşım göstermektedir. Uluslararası insan haklarını düzenleyen hukuk rejimi temelini çok kültürlü toplumların yaşam haklarına dayandırmaktadır. Buna göre toplumların dil ve kültürleri ayrılmaz parçalar olarak kabul edilmektedir. Bu da dil hakkını önemli bir unsur hâline getirmektedir (Gilman, 2011, s. 11). Gilman’ın aktardığına (2011, s. 11-12) göre dil hakkının kültürel boyutu şu üç amaca hizmet etmektedir:

1. Dil hakkı, çok etnili toplumlarda potansiyel çatışma nedenlerini ortadan kaldırır ve azınlıklara adil bir şekilde muamele edilmesini sağlar,

2. Dil hakkı, bireylerin genel medenî haklarını korumayı amaçlamaktadır. Hemen hemen tüm insan hakları anlaşmaları, dil temelinde ayrımcılığı yasaklayan bir madde içerir ve özellikle, dilden bağımsız olarak, ifade özgürlüğü veya serbest ifadenin gereği gibi genel hakları garanti eder,

3. Dil hakkı, bir toplumda çeşitlilik ve çoklu kültürel kimliğin korunmasını garanti etmeyi amaçlamaktadır. İnsan hakları araçlarından biri olan dil hakkı, kültürel kimliğin gelişimini koruyan ve aynı zamanda “bir bütün olarak toplumsal yapıyı zenginleştiren” bir araçtır.

Dil hakkının uluslararası hukuku ilgilendiren ve kültürel yapı ile ilişkilendirilen bu amaçlarının geniş boyutuna rağmen dünyada, sadece dil hakkını konu edinen uluslararası bir anlaşma yoktur. Dilin korunmasına ilişkin hususlar genel çerçevedeki uluslararası anlaşmalarda geçmekte ve kültürel kimlik ile bağdaştırılmaktadır. Bu tarz bir uluslararası anlaşma olmayışı da etnik unsurların dil haklarını garanti etmeyi sağlayamamaktadır. Örneğin Sovyetler Birliği döneminde Stalin, Rusçanın üstünlüğünü tüm Sosyalist cumhuriyetlere kabul ettirmek için dil hakkındaki tüm argümanlarını Rusların üstünlüğü temeline oturtmuştur. Dolayısıyla dil hakkı, toplum içerisinde baskın grupların rahatlıkla sahip oldukları bir olgu iken toplumun daha zayıf kesimleri bir takım nedenlerden dolayı bu haktan mahrum kalabilmektedirler (Arzoz, 2007, s. 4). Sovyetler Birliği döneminde Sosyalist cumhuriyetlere kabul ettirilen dil politikasına göre Rusçanın daha çok resmi işlerde, eğitim, bilim ve sanat dili olarak kullanılması ve vatandaşların da bu dili öğrenmeye yönlendirilmeleri yerel dil haklarına müdahale şeklinde değerlendirilebilir. Burada dil hakkını ihlal eden husus ise Rus dili taşıyıcısı nüfusun Sovyetlerdeki diğer dilleri öğrenme zorunluluğu olmamasına rağmen diğer etnik dil konuşurlarının Rusçayı öğrenmek zorunda kalmaları hatta Rusça ile ilişkilendirilen Kiril alfabesini yazı dillerine uyarlamalarıdır.

Dil Politikası

Dilin toplumu şekillendirici ve dönüştürücü etkisinden yukarıda bahsedilmişti. Sovyetler Birliği dönemi yöneticileri ve dilbilimcileri dilin bu özelliğinin farkında olduklarından, Orta Asya’da bulunan devletleri, Sosyalist yönetim sistemine uyumlu hale getirmek amacıyla dil politikalarını ekili bir şekilde kullanmışlardır.

Birçok etnik grubun bir arada yaşadığı, farklı dillerin konuşulduğu, farklı dinlere inanılan geniş bir coğrafyaya egemen olmak isteyen Bolşevikler, “ulus kurmak” amacıyla, dili bir politika aracı olarak kullanmışlardır. Bu bakımdan hem resmi alanda hem de toplumsal boyutta aynı amaca hizmet etme ve aidiyet duygusu hissetme dil politikası sayesinde bir aşama kaydedebilmiştir. Böylelikle, çok geniş bir coğrafyada, çok kalabalık toplumları egemenlik altında tutan ve çok farklı kültürlere mensup insanlar tarafından uzun yıllar kabul edilecek bir yönetim kurulabilmiştir.

Sovyetler Birliği döneminde ulusal dillere, resmî ideolojinin hâkim kılınabilmesi için sistematik bir şekilde müdahale edilmiştir. Bu anlayış, yeni kurulan rejimin devamlılığı açısından çok dilliliği bir tehdit olarak algılamıştır. Sovyetler Birliği içerisinde, iletişimin daha kolay ve sağlıklı sağlanabilmesi, yüzlerce dil ve lehçenin konuşulduğu topraklarda, tek bir dilin “norm” olarak toplumlara benimsetilmesi ile resmi bir politika görünümüne bürünmüştür (Calvet, 2011, s. 27). Bu politika, özellikle Lenin sonrası dönemde giderek ağırlık kazanarak varlığını sürdürmüştür. 1917 yılında, Sovyetler Birliği 9-45 yaş arası nüfusunun sadece %28,4’ü okuma yazma bilmekte ve hatta bazı bölgelerde hiç okuma/yazma bilmeyenlerin oranı %100’ü bulmaktaydı. Bu bakımdan, yeni rejimin ilk amacı yeni bir toplum ve gelişmiş bir sanayi yaratmak için eğitim oranını artırmaktı (Grenoble, 2003, s. 35). Böylece, yeni yönetim şeklinin ideolojisine uyum sağlayacak ve hizmet edecek bir taban kitle hazırlanılabilecek, aynı zamanda modern dünyanın güç yarışında geride kalınmamış olacaktı.

Bu çerçevede, dil politikası kavramını tanımlamakta fayda bulunmaktadır. Calvet için dil politikası, “sosyal yaşam ile dil(ler) arasındaki ilişkilerle ilgili bilinçli olarak yapılan tercihlerin tümüdür.” Bu itibarla denilebilir ki; dil politikası herhangi bir grup tarafından dahi hazırlanabilir. Fakat dil politikalarının uygulamaya geçirilmesi süreci sadece devletin sahip olduğu bir yetki alanını ifade etmektedir (Calvet, 1993, s. 111).

Dil politikası, dil düzenlemesinin ilk aşaması olup, karar alma sürecini tanımlamaktadır. Karar alma süreci içerisinde ilk olarak sorun tespiti yapılmakta ve sonra tayin etme aşamasına geçilmektedir. Tayin etme aşamasında, dilin yapısı belirlenmekte ve dilin sosyo-kültürel işleyişi ile standartlaşma aşamasının hazırlığı yapılmaktadır. Dilin sosyo-kültürel işleyişi, çok dilliliğin düzenlenmesi, millî/resmi dil seçimi ve dilin işlevlerinin seçilmesi gibi aşamalardan oluşmaktadır (Bosnalı, 2011, s. 31).

Nikolovski (2017, s. 1-8)’ye göre dil politikası, diller arasındaki ilişkileri düzenleyen bir araçtır. Bir devlet içerisinde bir ya da birden fazla dilin kullanılmasına karar verilme sürecidir. Bu karar süreci, eğitim, basın yayın, askeriye, kamu kurumlarında vb. hangi dilin kullanılacağını kapsamaktadır. Özellikle Lenin sonrası dönemin bir özelliği olarak Sovyetler Birliği’nde durum bu çerçevede şekillenmiştir. Komünist rejimin daha etkin ve yaygın bir hale gelebilmesi için Rus dili, bir politika aracı olarak kullanılmış ve tüm resmi kurumların zorunlu dili haline getirilmiştir. Bu sayede, daha birleştirici ve kapsayıcı bir toplum ve yönetim modelinin oluşturulmasına çalışılmıştır. Bir başka deyişle, Sovyet Dil Politikası, “dil gelişimine bilinçli bir müdahale” olarak özetlenebilir (Yılmaz, 2014, s. 342).

Özyetkin‘in 27.12.2013 tarihli Türk Dünyasında Dil Politikaları konulu Türk Ocağı 100. Yıl Sohbetleri şeklinde programında da belirttiği üzere dil politikası, kimlik, asimilasyon, yeni toplum yaratma, dilde standartlaşma, modernizasyon ve üst kimlik kavramları ile de doğrudan ilişkilidir. Sovyetler Birliği Dil Politikasının da işte tam da bu doğrultuda geliştiğini, Rusça dışındaki dillerin kullanım alanlarının sınırlandırıldığını, üst dil olarak Rusçanın kabul edildiğini ve alt-dil grupları yaratılmak suretiyle dil politikalarının bir yönetim modeline uyumsallaştırıldığını söylenebilir (Gökdağ, 2002, s. 93).

Toplumların varlığını sürdürmelerinde önemli yeri olan dil aynı zamanda zamanın şartları ve çağın gereği olarak kendini yenilemesi ve canlılığının korunmasıyla ihtiyaçlara cevap veren bir özelliğine sahiptir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, dilin varlığının korunması da bir yönüyle dil politikası ile ilişkilidir. Dil politikası kullanım alanı olarak dilin işlevselliğini bastıran ve ortadan kaldıran bir araç olarak da kullanılabilir. Örnek olarak Sovyet dil politikasının, tüm Orta Asya devletlerinde millî dilleri resmî-siyasî etkinlikten uzaklaştırması verilebilir (Süleimenova ve Akanova, 2002, s. 671).

Günümüzde dahi etkilerini ve izlerini sürdürmekte olan Sovyet dil politikası, çıkış noktası olarak Rusçanın yaygınlaştırılmasını amaç edinmiş, böylece dilin değiştirici, dönüştürücü ve bir amaca kanalize edici rolü kullanılarak bir Sovyet ulusu yaratılmak istenmiştir. Hruşçov’un “Herkesin Rusça konuşmaya başladığı anda Komünizm kurulacaktır” cümlesi dil politikasının siyasi bir araç olduğuna dair bir açıklama getirmektedir. Özellikle Lenin sonrası dönemde Orta Asya toplumlarının dönüştürülmeleri için dil ve alfabe önemli birer araç olarak kullanılmıştır. Dil politikasının tanımı açısından, Sovyetler Birliği döneminde uygulanan politikalar işte bu açıdan konunun anlaşılmasında daha belirgin ve açıklayıcı örnekleri içermektedir (Gökdağ, 2002, s. 683).

Bu noktanın daha iyi anlaşılması için dilin işlevini de tanımlamak yerinde olacaktır. Dilin işlevlerinden biri de kimlik inşa etmektir. Dilin bu işlevi, dil politikasının karar vericileri tarafından sistematik olarak gündeme alınabilmektedir. Kimlik inşasının alfabe ve söz varlığı ile olan ilişkisi de göz önüne alındığında dil politikasının siyasi yönü daha belirgin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu noktada siyasi otorite dili doğal bir politika aracı olarak kullanabilmektedir. Örneğin İsrail, kuruluş aşamasında ve kuruluş hazırlık döneminde İbraniceyi canlandırma çalışmalarına ağırlık vererek dili birleştirici ve ulus kurucu bir unsur olarak kullanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinin ardından bağımsızlığını kazanan devletler de millî benliğe geri dönmek amacıyla dili, yine bir politika aracı olarak kullanmışlardır. Sovyetler Birliği sonrası bağımsızlığını elde eden ülkelerin millî dillerini resmi dil yapma ve işlev alanını geliştirme çabalarında acele etmeleri bir bakıma Sovyetler döneminde uygulanan dil politikalarının bıraktığı etkiler ile ilişkilidir. Bu noktadan hareketle, dil politikasının toplumsal, kültürel ve siyasal yönleriyle geniş bir alanı temsil ettiği söylenebilir.

Orta Asya devletlerinde uygulamaya konulan modernizasyon ve standartlaşma politikalarını ele alırken Sovyetler Birliği’nin dağılması öncesi dil politikalarını incelemekte fayda vardır. Rusçanın statü olarak Sovyet toplumlarında edindiği rolün ortaya konması gerek geçmişi gerekse günümüzü anlayabilmemiz açısından önemlidir.

Rusçanın statüsü, Sovyetler Birliği döneminde ülkeden ülkeye farklılık göstermiştir. Örneğin, Litvanya ve Estonya dil kanunlarında, Rusça için özel bir statü belirlemesine gidilmemiş, Rusça yalnızca merkezi Sovyet hükümeti ile iletişimin aracı olarak gösterilmiştir. Letonya, Ukrayna, Moldova ve Türkmenistan dil kanunlarında ise Rusça, etnik gruplar arasında kullanılacak resmi dil olarak belirlenmiştir. Bunun yanında, dört ülkenin ana dilleri de iletişim amaçlı kullanılacak diller arasında sayılmıştır. Beyaz Rusya, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan için belirlenen dil kanunlarında etnik gruplar arasında iletişimi sağlayacak tek dil olarak Rusçanın kullanacağı belirtilmiştir (Grenoble, 2003). Bunun yanında Gürcistan ve Ermenistan’ın Sovyetler dönemindeki özel statüleri dolayısıyla Kiril alfabesine geçmedikleri görülmektedir. Bu çerçevede 5. yüzyıldan itibaren temele oturmuş bir Gürcü yazı ve edebiyat dilinin varlığı göz önüne alındığında, Sovyetlerin dil politikasının temelini oluşturan Rusçalaştırma ve Kiril alfabesine geçirme politikasının Gürcistan’da kesin bir başarıya ulaşamadığı görülmektedir. Bunun yanında Gürcü dilinin ve kadim alfabesinin temellerinin sağlam oluşuyla Gürcü kilisesinin kendisine has dinî kültürü de Sovyet dil politikasının Gürcistan’da tutunamamasına neden olmuştur. Bu nedenle Sovyetlerin Gürcistan üzerinde yeni bir dil ve kimlik oluşturma politikası geçersiz olmuştur. Bunun yanında Sovyetlerin ilk döneminde etnik gruplara tanınan özerklik ve görece esneklik Gürcistan’ın bu dönemde kendine has alt kültür özellikleri nedeniyle ayrışmasına neden olmuştur (Leonardis, 2016, s. 1-23).

Sovyet ulusu oluşturma hedefi Rusçanın egemen kılınması ile paralel bir görüntü sergilemektedir. İşte tam da bu noktada dil politikaları ve eğitim politikalarının aynı düzlemde ilerlediğini söylemek mümkündür. Bu politikaların temeli Çarlık Rusyası döneminde atılmıştır. Çarlık ve Sovyet yönetimleri esas itibariyle dil ve eğitim politikalarını toplum üzerinde iktidar kurma ve topluma iktidarlarını benimsetme amacı olarak da kullanmışlardır. Foucault3 bu durumu, iktidar mekanizmasını tanımlayarak açıklığa kavuşturmaktadır. Foucault’a göre iktidar mekanizması toplumun en ücra, en küçük birimine kadar uzanan tüm temel özelliklerini etkilemektedir. Ona göre iktidar, toplumu toplum yapan ve topluma özgü hal ve tavırlardan tutun da eğitim-öğretim ve söylemlerine kadar etki etmektedir (Foucault, 2015, s. 23).

Sovyetler Birliği döneminde, okullarda Rus öğretmenlerin yerel halkın diline karşı olumsuz tutumları, yerel dilleri ikinci plana atma çabaları ve yerel dilleri öğrenme konusunda istekli olmamaları Rusça etkisini artırmaya yönelik bilinçli adımlar olarak gösterilebilir (Smith, 1998, s. 57). Buradan hareketle, dil politikasının komünizme daha hızlı ulaşmada bir araç olarak ön planda tutulduğu görülmektedir. Böylece iktidarın meşrulaştırılmasında dil politikası etkin rol oynamaktadır. Halkın, dil politikası aracılığı ile iktidarı ve rejimi içselleştirmesine çalışılmıştır. Bu bağlamda, uygulanan dil politikalarının yerel halkların geçmiş ve gelecekleri arasındaki bağları zayıflatmayı hedeflediği de değerlendirilebilir.

1.Bu konu hakkında detaylı ve güncel bir takım ileri okumalar için bkz: Laruelle. M. (2017). Uzbekistan: Political Order, Societal Changes, And Cultural Transformations. Central Asia Program Institute For European, Russian And Eurasian Studies Elliott School Of International Affairs The George Washington University.
2.İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Türkiye’nin insan hakları hususundaki gelişimi hakkında ayrıntılı bilgi için: Aybay, R. (2016). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Türkiye 1945-1948. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
3.Michale Foucault, 1926-1984 yıllarında yaşamış olan Fransız Sosyolog, tarihçi, düşünür ve edebiyat eleştirmenidir. Birçok alanda eserler vermiş ve özellikle iktidar kavramının irdelenmesi üzerine eserler vermiştir. Faoucault hakkında ayrıntılı bilgi, düşünceleri ve etkilediği ekol konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Macey, D. (2015). Foucault Hakkında Herşey. (F. Demirci, Çev.). İstanbul: Dedalus Yayınevi.