Türk Medeniyet Tarihi

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Türk Medeniyet Tarihi
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Ziya Gökalp

Türk Medeniyet Tarihi

Başlangıç

1. Medeniyet Neler Değildir?

Medeniyet ve medenilik:

Bazılarına göre medeniyet, medenilik ve mütemeddinlik demektir. Etnografya taharrileri, bedevilerde, hatta vahşilerde, kendilerine mahsus bir medeniyet olduğunu meydana koydu. Mütemeddinlik ve medenilik ise tekâmül etmiş milletlere mahsustur. O hâlde, bu kelimelerin manalarını birbirinden ayırmak lazım gelir.



Istılahlar:



1) Medeniyet – La civilisation



2) Medenilik – La civilite



3) Mütemeddin – Civilise



4) Medeni – Civil



Medeniyet bir değildir:

Bütün insanlar, aynı medeniyete mensup değillerdir. Medeniyet, bir değil, müteaddittir.



Hangi zamanda ve mekânda yaşarlarsa yaşasınlar, birbirine komşu oldukları için aynı müesseselere malik olan cemiyetlerin mecmununa “medeniyet zümresi” denilir (Medeniyet, bu cemiyetle arasındaki müşterek müesseselerin mecmunudur).



Medeniyet zümreleri de siyasi ve dinî cemiyetler gibi, tayini ilmen kabil hudutlarla birbirinden ayrılmışlardır. Medeniyet zümrelerinin de milletler gibi hususi tarihleri vardır. Bir medeniyet zümresi, muayyen bir mekân ve zaman içinde, doğar, yaşar ve ölür.



Meşhur medeniyetler:

Avustralya adaları “Totemizm” dinine müstenit bir medeniyet dairesidir. Şimali Amerika’nın şark cihetindeki Hintliler de daha mütekâmil bir totemizme istinat eden, başka bir medeniyet dairesidir. Şimali Amerika’nın garp tarafında oturan Tlingitler, Haidalar ve Kwakiutllar da tabileriyle beraber totemlerin “Potlaç” müessesesi vasıtasıyla “Ferdile”

1

1


  Bundan maksat, herhâlde, totemin “ferdîleşmesi” olacaktır. Bk. “Totem ve Potlaç” bahsi



 şubesine istinat eden, ayrı bir medeniyet dairesi teşkil etmişlerdir.



Kurûn-u ûlâda bir “Mısır Medeniyeti Dairesi”, bir “Elcezire Medeniyeti Dairesi” ve bunlardan Fenikeliler vasıtasıyla birçok müesseseler iktibas etmiş olan bir “Akdeniz Medeniyet Dairesi” vardı.



Kurûn-ı vustâda Avrupa’da bir “Hristiyan Medeniyet Dairesi”, Asya’da ve Afrika’yı şimalide “İslam Medeniyet Dairesi” teşekkül etti. Rönesans ve reformdan sonra da Avrupa’da “laik” bir medeniyet vücuda geldi. İşte bütün bu içtimai daireler, birer medeniyet zümresinin, birer medeniyet camiasının daireleridir. Bunların hepsine “medeniyet zümresi” namı verilir.



Bir cemiyet medeniyet dairesini değiştirebilir. Mesela, Türk kavmi iki kere medeniyet dairesini değiştirdi: İslamiyeti kabulden evvel, “Aksâyı Şark Medeniyeti Dairesi”ne mensuptu. İslam olduktan sonra “Şark Medeniyeti Dairesi”ne girdi. Geçen asırdan beri de üçüncü bir daireye “Garp Medeniyeti”ne, yani laik bir medeniyet dairesine girmeye çalışıyoruz.



Türk medeniyeti tarihinin devirleri:

Türk Milleti, bu üç medeniyetin her birinde ayrı bir hayat yaşamıştır. Bu sebeple “Türk Medeniyeti Tarihi” üç devre ayrılır:



1) Eski devir: Türk kavminin zuhurundan itibaren Türklerin İslam dinine girmesi zamanına kadar.



2) Orta devir: İslam dinine girmesinden Garp Medeniyeti’ni kabulü zamanına kadar.



3) Yeni devir: Garp Medeniyeti’ni kabulden bugüne kadar.



2. Türk Harsı ve Türk Medeniyeti

Medeniyet ve hars:

Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara “hars” adı verilir.



Medeniyetle harsın farkları:



1) Medeniyet beynelmilel olduğu hâlde, hars millîdir.



2) Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçemez.



3) Bir millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat harsını değiştiremez.



4) Medeniyet usul ve akıl vasıtalarıyla yapılır. Hars, ilham ve hads vasıtalarıyla yapılır.



5) Medeniyet; iktisadi, dinî, hukuki, ahlaki ilh. fikirlerin mecmunudur.



6) Hars; dinî, ahlaki, bedii duyguların mecmunudur.



7) Türklerde, bir cemiyetin içtimai bünyesi birdenbire yükselebilir. Bir kavmin içtimai bünyesi, az zamanda, aşiret bünyesinden il bünyesine, küçük ilden orta ile, orta ilden büyük ile, büyük ilden de en büyük ile kadar çıkabilir.



8) Bir kavmin siyasi bünyesi de tudunluktan yabguluğa, yabguluktan hakanlığa, hakanlıktan ilhanlığa yükselebilirdi.



9) Medeniyetini değiştiren bir millette hars da değişirdi. Fakat bu değişme, suni bir surette olmazdı. Tabii bir tekâmülle kendi kendini bir anda en yukarıya kadar aşarak çıkardı, kendi kendine husule gelirdi.



10) İktisadi silsileimeratibi de birer birer geçerdi.



a) Avcılar,



b) Sürü sahipleri,



c) Tarancılar (ekinciler, çiftçiler),



ç) Şartlar (tüccarlar),



d) Sanatkârlar.



Göktürklerle Oğuzların ataları demirci idiler. Demirciye Moğollar “Darhan” derlerdi. Dokuz atası demirci olan adam, “Şaman” olurdu. Şamanların büyüklerine “Tarhan” adı verilirdi. Bundan anlaşılır ki demircilik eski Türklerce sanatların en muhteremi idi.



Medeniyeti tetkikteki nisbî kolaylık:

Harsı teşkil eden duygular, deruni ve samimi oldukları için görülmeleri ve tetkik edilmeleri pek güçtür. Medeniyetse, hariçte, tebellür etmiş mefhumlardan, kaidelerden hülasa, bir sürü müesseselerden mürekkep olduğu ve müesseseler harici bir gözle şeyi bir surette tetkik olunabildikleri için harsa nispetle daha kolay tetkik olunabilirler.



Bundan dolayıdır ki bir milletin harsına dair bir tarih kolayca yazılamaz. Fakat bir medeniyet hakkında tarih yazılabilir. Bir milletin geçirmiş olduğu medeniyetler tetkik olunurken bu beynelmilel hayatlar içinde her millette, millî harsın nasıl inkişaf ettiği ve nasıl istikametler aldığı sezilebilir; mesela, İslamiyetten evvelki Türk harsı:



1) Aksâ-yı Şark Medeniyeti’nde yaşayan bir Türk harsı idi.



2) İslamiyetle beraber devam eden Türk harsına “İslam Medeniyeti’ndeki Türk Harsı” dendi.



3) Tanzimat’la başlayan Türk harsına da “Garp Medeniyetindeki Türk Harsı” deniliyor.



Binaenaleyh, Türk Medeniyeti Tarihi’nin Kurûn-ı ûlâsında bunlardan birincisini, Kurûn-ı vustâsında ikincisini, Kurûn-ı cedidesinde üçüncüsünü göreceğiz.



Bu kitap, iki kısma taksim edildi. Aksâ-yı Şark Medeniyeti, ehemmiyetine mebni, birinci kısmı işgal etti. Şark ve Garp medeniyetlerinin her ikisini, bir tek kısım addetmek kâfi geldi. Muhteviyatı vasi olduğundan, bu eser, mufassal bir kitap hâlini aldı. Talebemiz için büyük olduğundan, bu eserin bir de küçüğünü vücuda getirmek lüzumu hasıl oldu.



3. Göçebelik ve Türk Töresi

İçtimai bünyeviyât:

İçtimai bünyeviyât, öyle bir ilimdir ki bize, coğrafi muhitin cemiyetler üzerindeki tesirini öğretir.



Türklerin coğrafi sahası o kadar geniştir ki Türkler için yalnız bir türlü coğrafî muhit gösterilemez. Türklerden henüz Sibirya’nın buzlu çöllerinde yaşayan Yakutlar bulunduğu gibi, henüz Altaylarda yaşayan Barabalar

2

2


  Esas metinde “Barabiniz”dir. Doğrusu “Baraba” olmalıdır. Bk. Reşit Rahmeti Arat, Türkiyat Mecmuası, X (1951-1953) s. 59-138.



 vardır. Bunların fevkinde Kara – Kırgızlar, Kırgız – Kazaklar, Başkurdlar, Kara – Kalpaklar ve Türkmanlar gelir. Bunlar henüz “İl” hayatı yaşamaktadırlar. Bunların fevkinde Tarancılar, Şartlar, Kaşgar Türkleri, Şimal Türkleri, Özbekler ve Türkiye Türkleri gelir.



Bugün, Çin Türkistan’ı olan Kaşgar ülkesinde üç renkte çadır görülür:



1) Kara Çadırlar (Mahkûm olan Kara Kemiklerindir).



2) Ak Otaklar (Hâkim olan Ak Kemiklerindir).



3) Kızıl Otaklar (Altun Kemiklerin yani Altun Kemik olan Tiginlerindir. Vaktiyle bütün hâkimiyet, bu Altun Kemiklere aitti).



İçtimai hayattaki tebeddüller:

Leon Cahun,

3

3


  David Leon Cahun (1841-1900): XIX. yüzyıl sonlarında başlayıp XX. yüzyıl başlarında hızlanan “Türkçülük hareketleri üzerinde tesirleri bulunan ve “Gök Bayrak” adlı tarihî romanı dilimize çevrilen Fransız yazar ve tarihçisidir.



 Kırgız kelimesine yanlış mana vermiştir. Ona göre, Kırgız kelimesinin manası “serseri” ve “derbeder”dir.



Hâlbuki Kırgızlar, illerinin ve adlarının menşeini “Kırk Kız”da görüyorlar. Bir hakan kızının maiyyeti olan bu kırk kız, bir gece sabaha doğru sultanları ile beraber kalkmışlar; tenezzüh için kıra çıkmışlar, parmaklarını altun ışığın lemasiyle parlayan bir ırmağın suyuna daldırmışlar ve bundan dolayı kırkı da gebe kalmış. Sarayda bunların gebe kaldıkları duyulunca kırkı da beraber bir dağa nefyedilmişler. Onların doğurdukları erkek ve kız çocuklardan, “Kırgız İli” vücuda gelmiş. Monageun

4

4


  Hakkında bilgi bulunamamıştır.



 neşrettiği Fransızca yeni bir coğrafya kitabının beyanına nazaran, “Kazak” kelimesi “Kaz” toteminden müştakmış: Kazak “kazlı” demekmiş. Bu surette, Kırgız kelimesi, “Kırk Kaz” kelimesinin muharrefi olabilir. Kırgızlar bütün cemiyetlerde mevcut bir enmuzec değildir. İstiklalini çok seven ve bundan dolayı ilhanlıklardan uzak, dağlarda yaşayan bir ilin adıdır.

 



Kazaklık ne demektir?:

Hükümdarlarla yahut iktidar mevki’nde bulunan beylerle geçinemeyerek çöle çıkan kaçaklara “Kazak” derlerdi. Mete, Attila, Selçuk, Cingiz, Timur, hürriyetleri için ilk evvel kendi metbûlarına karşı “Kazak” olmuşlardı.



Kazaklar, Kırgızlar gibi, hususî bir il değildi. Her il’in kaçaklarına “kazak” denilebilirdi. Kırgız Kazaklar, Ejderhan’daki Ak Ordu Devleti’nin kazakları idi. Sonra bunlar, Kırgız – Kazak namıyla yeni bir il vücuda getirdiler.



Leon Cahun’un bir hatası da eski Türklerin ziyafet günlerinden mada günlerde, hiç koyun, öküz ve at kesmemeleri idi. Bunun sebebi de sürünün azalmaması imiş.



Hâlbuki eski Türklerde her gün toylar (ziyafetler) ve şölenler (ziyafetli millî içtimailer) olduğu gibi, bunun haricinde de her ev kendi kendine ziyafet çekerdi. Eski Türkler, bütün zamanlarını güzel yemek, güzel giymek, güzel yaşamakla geçirirlerdi. Eski Türkler dünyanın en çok tehlike arayan bir kavmi olduğu gibi, en çok zevkler ve eğlenceler içinde yaşayan bir kavmi idi. Sürüsünün azalacağını hiç düşünmezdi. Hatta, sürüsünün yağma olunmasından da o kadar endişe etmezdi. Şu darbımesel, şu atasözü, bize: “Türkmen göçüdür vara vara düzelir.” diyerek sürüsü yağma edilmiş bir ilin ne suretle eski hâlini bulduğunu anlatır.



Leon Cahun, bir noktada daha aldandı: Ona göre eski Türklerin İslamiyeti pek sathi kalmıştır. Eski Türkler, Musevilik, Nestûrilik, Manîlik, Ateşpereştlik, Mecûsîlik gibi birçok dinlerden geçtiler. En nihayet İslamiyet’te karar kıldılar. Fakat onların fıtri temayülleri bunlardan hiçbirine müteveccih değildi. Türk, fıtraten “Budist” idi. Vecd ile kabul ettiği din, ancak “Budistlik” idi.



Leon Cahun, Şamanizmin ancak eski Türklerin sihri sistemi olduğunu, eski Türklerin dinî sisteminin ise Toyonizm adını verebileceğimiz hususi bir dinden ibaret bulunduğunu bilmiyordu. Eski Türklerin Budizme karşı değil işte bu Toyonizme karşı fıtri temayülleri vardı.



Bu hakikatin bir delili de Bilge Han’a kayınbabasının söylediği sözlerden anlaşılır: Bilge Han, kayınbabası olan bir Tarhan’a, Buda dinine girmek istediğini söyledi. Kayınbabası dedi ki: “Bu tasavvurunuz, iki sebepten dolayı caiz değildir:



1) Buda dini hayvan eti yemeyi meneder. Biz ise daima toylarımızda ve şölenlerimizde, av ziyafetlerimizde hayvan eti yeriz.



2) Buda dini, harbi kabul etmez, kan dökmenin şiddetle aleyhindedir. Bizim ise avcılıkla muhariplik, iki iktisadi istihsal menbamızdır. Biz yalnız millî mefkûreler için değil, biraz da güzel yaşamak ve karnımızı doyurmak için harb ederiz.”



Leon Cahun’un bir başka hatası daha vardır. Diyor ki: “Göçebeler, coğrafi muhitin icbariyle zaruri olarak göçebedirler. Bunlara oturmak imkânı hasıl olduğu dakikada, derhâl göçebeliği bırakıp oturak hâline girerler.”



Fakat, Leon Cahun bilmiyor ki; göçebeler nazarında, göçebelik hâli, onların hürriyet ve istiklalini temin eden içtimai bir vaziyettir. Bu hususta da Bilge Han’a, kayınbabasının verdiği cevap, göçebelerin ne düşündüğünü gösterir!



Bilge Han, kayınbabasına bir şehir tesis ederek milleti ile beraber orada yaşayacağını bildirdi. Kayınbabası dedi ki: “Şehirde ve köyde yaşamak, bizim işimize gelmez. Şimdiye kadar, hür ve müstakil kalmamız, göçebelik sayesindedir. Göçebe olduğumuz için, istediğimiz dakikada Çin’e akın ve çapul yaparız. Çinliler, işten haberdar olup seferberlik ilan edinceye kadar, biz aile çadırlarımızla beraber, Çinlilerin yetişemeyeceği uzak ülkelere çekilmiş bulunuruz. Bu suretle Çinliler, isterlerse beş yüz binlik, hatta bir milyonluk askerle üzerimize gelsin, bize hiçbir şey yapamaz.”



Bu sözler, Bilge Han’ı, şehir yapmaktan vazgeçirdi.



Selçukname müellifi de bu kitabında yazıyor ki: “Dayım daima bize nasihat ederdi, derdi ki: Sakın olmaya ki şehirlerde oturasınız, yerleşesiniz. Zira şehirde oturanların ili ve boyu malum olmaz, asalet ve şerâfeti kalmaz; beylik ve asalet, ancak göçebelikte ve Türkmenliktedir.”



Görülüyor ki göçebe, kendi hâlini oturakların hâline tercih ettiği içindir ki, “mukim” kalmamakta idi. Göçebelik, bir aşiretin, yahut bir ilin daimî seferberlik ilan etmesi demekti. Bu seferberlik ya taarruzi, yahut tedafüi olurdu. Bu seferberlik, tedafüi olursa meşru idi; tecavüzi olursa, bugünkü kanaatimize göre, meşru değildi. Fakat mütemeddin olmayan kavimler için, bu da bir iktisadi servet menbası idi. Eskiden beri birçok kavimler, iller ve aşiretler, akın ve çapullarla zengin olmuşlardı. Eski Türklerin geçinme yollarından biri de, maetteessüf, bunlardı. Charles Gide,

5

5


  Charles Gide (1847-1932): “Nimes Okulu” diye adlandırılan “Kooperatifçilik Okulu”nun kurucularından, Fransız iktisatçısıdır.



 hırsızlığı bile iktisadi bir istihsal müessesesi addediyor. O hâlde, akın ve çapul da bir nevi iktisadi istihsal menbaları sayılabilir. Bunlar, eski medeniyetlerde “normal” müesseselerdi; fakat bugünkü medeniyette “normal” değil, “marazi”dir. Mamafih, bugünkü günde de en mütemeddin milletler harp esnasında, akın ve çapulun eşnasını yapmıyorlar mı?



Steinmetz’in


6

6


  Rudolf Steinmetz (1862-1940): Hollandalı sosyolog ve etnolog.




 tasnifi:

İnsanların iktisadi faaliyetlerine göre; “avcı”, “sürü besleyen”, “çiftçi” adları ile üçe ayrılması kaba bir tasniftir. Steinmetz adlı âlim, insanları bu noktainazardan yedi enmuzece ayırmıştır:



1) Âdi toplayıcılar: Bunlar, hiçbir alet, avadanlık yahut silah kullanmaksızın, yollarında rast geldikleri nebati mahsullerle küçük hayvanları toplayarak geçinirler.



2) Avcılar, mütenevvi bir zümre teşkil ederler: Bunların bir kısmı av avlarken, aynı zamanda, tabii mahsulleri iktitaf ederler. Diğerleri halis avcıdırlar. Bazıları da avcılık ve balıkçılık arasında dönüp dururlar. En sonkiler, avcılığa iptidai bir ziraat yahut iptidai bir sürü besleyicilik ilave ederler.



3) Balıkçılar, tabiatıyla avcıların taksimatını muhtevidir.



4) Göçebe çiftçiler yahut çiftçi avcılar.



5) Oturak çiftçiler: Henüz dûn bir mevkidedirler, tali olarak avla, nakliyecilikle, sürü beslemekle de meşgul olurlar.



6) Yüksek çiftçiler: Bunlar, gübre vermek, araziyi iska etmek, mütekâmil aletler kullanmak usullerini de tatbik etmektedirler.



7) Kendi sürüleri ile beraber dolaşan göçebe sürü sahipleri.



Türkler, bu yedi enmuzecten hangisine tekabül eder? Şüphesiz, yedincisine!



Eski Türkler, göçebe idiler; fakat aynı zamanda içtimai hayat itibariyle yüksek bir enmuzece mensuptular. Türk illerini, Arap, Kürt, Berber aşiretlerine benzetmek doğru değildir: Onlar, henüz aşiret devrini geçememişlerdir. Eski Türkler ise kaç kere siyasi hayatın tudunluk, yabguluk, hakanlık enmuzeclerinden geçerek ilhanlık enmuzecine kadar yükselmişlerdir. Türklerin en aşağı derecesi, ildir. İl ise bir aşiret değil küçük bir millettir.



Türk hayatının en tabii şekli ve en hakiki enmuzeci, “İlhanlık”tı. Eski Türklerin siyasi hedefi daima bu enmuzece ulaşmaktı. Mamafih, ilhanlık Türklerin elinden çıktığı zamanlarda da onların amcazadeleri olan Tatarların eline geçerdi. Yalnız bir kere Moğolların eline geçti. Fakat bu zamanlarda da umum Turan’da resmî lisan, ancak Türkçe olurdu. Resmî kanun da Türk töresinden ibaret bulunurdu.



Çingiz hükûmetinin törecisi de Dokuz Oğuzlardan “Ye-lu Ta-şi” adlı bir tigin idi. Bir gün bu prens Çingiz Han’a dedi ki: “Bir saltanat, at üzerinde tesis olunabilir; fakat at üzerinde idare olunamaz.”



Çingiz Han’ın hükûmeti, bir ilhanlık değil bir saltanat idi. Zira, bu devlet Moğolların Türklere musallat olmasından hasıl olmuştu. Türk ilhanlıkları, demokrat ve hürriyetperver oldukları hâlde, bu hükûmet, asıl illere “Kara Ulus” diyordu. Çingiz Hanlılar, Şarki Türkistan’da, Çağatay lisan ve edebiyatını; Şimal Türklerinde, “Altun Ordu” lisan ve edebiyatını yani Özbekçe ile Kıpçakçayı husule getirdiler. İlhanilere tabi olan İran’da da,

Câmiu-t Tevârîh,

7

7


  1248-1318 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devrinde Türk-Moğol tarihine dair büyük bir eser meydana getirmiş olan tabip ve devlet adamı Reşidü’d-Din’in eseri.




Cihângûşâ-yi Cüveyni,

8

8


  1226-1282 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devri idare adamlarından, meşhur münşive tarihçi, Cüveynî’nin eseri.




Ravzatu’s-Safâ,

9

9


  1433-1498 yıllarında yaşamış, İranlı tarihçi Mirhorid’un eseri.




Habibü’s-Siyer

10

10


  1475-1535 yılları arasında yaşamış, son Umurlular devri tarihçilerinden Hondmir’in eseri.



 gibi tarihler yazdırdılar. Bu tarihlerde, Çingiz Han’ın, “Türk Han” ve “Oğuz Han”ın torunlarından olduğunu gösteren şecereler düzdüler ve Türk hanları arasına “Moğol Han” adlı bir Moğol’u koyarak Oğuzlar’ı yani Türkmenleri ondan ürettiler.



Çingiz Yasası’nın, Timur Tüzüklerinin, hatta İslam devrindeki Hakâniyye, Selçukî, Osmanlı, Ak Koyunlu, Ramazan oğulları, İran’daki Afşar ve Kaçar devletlerinin ilk kanunnameleri, umumiyetler Göktürk töresinden ve Oğuz töresinden alınmışlardı.



Eski Türklerin göçebelikleri ile töreleri arasında bir münasebet vardı. Göçebelikleri törelerinden ve töreleri de göçebeliklerinden feyz alıyordu.



Coğrafi muhitin içtimai enmuzeclere tesiri: Türklerdeki muhtelif içtimai bünyeleri yapan, coğrafi muhittir. Eski Türklerin içtimai muhitlerindeki başlıca amilleri şunlardı:



1) Irmaklar ve dağlar: Tudunlukları vücuda getirdi.



2) Vahalar: Yabgulukları vücuda getirdi.



3) Çitler ve serhadlar: Hakanlıkları vücuda getirdi.



4) Çöl denizi: İlhanlıkları vücuda getirdi.



Irmaklar ve dağlar:

Irmak boyları, Oğuz boylarının vesair Türk oğuşlarının ve oymaklarının kışlakları idiler. Dağlar da bunların yaylakları idi. Boyları, oğuşları, oymakları vücuda getiren bu yaylaklarla kışlaklardı.



Görüyoruz ki, bir nevi içtimai enmuzec, muayyen bir coğrafi muhitin mahsulüdür. Kışın kendileri ve sürüleri, kendi ırmaklarından su içer, ırmakları kenarında sürülerini otlatır, avcılık ve balıkçılık ederlerdi. Civarlarında yabancılar ve düşmanlar varsa onlara akın ve çapul yaparlardı.



Yaz gelince kendi yaylaları olan dağa giderek ormanlarda, kuş vesair hayvanlar avlayarak beslenirlerdi.



Vahalar:

Her vahada, bu ırmaklardan ve dağlardan külliyetlice vardı. Her il kendi vahasında, kendi boyları, oğuşları, oymakları adedince ırmak ve dağ bulmak mecburiyetinde idi.



Vahalar, kum çölleri vasıtasıyla birbirinden ayrılmışlardı. Bir vahadan diğer bir vahaya geçebilmek için, gerek kendilerinin gerek hayvanlarının üç-dört günlük yiyecek ve içeceklerini beraberlerine aldıkları mekkâri hayvanlarına yükleyip, beraber götürmek mecburiyetinde idiler. Zira, bir vahadan diğer vahaya gidebilmek için en az üç-dört günlük yol vardı. Bu yolda ise ne bir damla su ne bir yaprak ot, ne de avlanacak en küçük bir hayvan bulunmazdı.



Demek ki vahalar, birbirinden kum çölü ile ayrılmış yeşil otlaklardı. Buralarda sudan başka her türlü ağaç, bostan, sebze ve yemiş bulunurdu.



Bundan başka, hesapsız av hayvanları ve lezzetli balıklar bulunurdu.

 



Bir vahaya giren, çiçekli, ağaçlı ve ırmaklı bir çemenzâra girdiğini anlardı. Burası çöllerin içinde bir mamure, cehennemlerin ortasında bir cennet gibi idi.



İşte, illerdeki maşerî vicdanın vahdetini, cemiyetin tesanüdünü vücuda getiren bu vahalardı. Vaha, harice karşı “kapalı” bir cemiyetti. Dâhile karşı da daima içtimai hâlinde bulunan büyük bir aile mesabesinde idi.



İzdivaç, ilin dâhilinde olmak lazım geldiği için ne yabancı bir erkek ne de yabancı bir kız, ilin içine giremezdi.



Vaha içinde, binicilikte birinci bulunan Türklerin bir iki saat zarfında birleşmeleri gayet kolay olduğu için her gün, hanlar hanı, beyler beyi, bir toy yahut bir şölen yaparak bütün ili davet ederdi. Bunlar yiyip içtikten, yeni elbiseler giyinip borçları da verildikten sonra, davet sahibinin teklifi ile evinde her ne var ise umum davetliler tarafından yağma edilirdi.



Bu hâl de gösteriyor ki, her il, daimi yardımlaşma hayatı yaşayan, harice karşı kapalı bir aile enmuzecinin teşkilatını muhafaza eden kapalı bir cemiyetti.



Toy ve şölen ziyafetlerini yapanlar bazen de şair beylerdi. Bir oğlu olmak isteyen, bir toy yaparak koyundan “koç”, attan “aygır”, deveden “buğra” kırdırır; tepe kadar et yığar, göl gibi kımız sağdırır, bütün İç-Oğuz’u, Taş-Oğuz’u davet eder; aç olanı doyurur, çıplak olanı giydirir, borçluların borcunu verirdi.



Eski Türklerde “İl teşkilatı” mukaddesti. İl beyleri kerametli idiler. Bunlar, ne zaman hep birden yüz göğe tutsalar, el kaldırıp dua etseler, duaları müstecâb olurdu. Zira o zamanda beylerin alkışı alkış, kargışı kargıştı. Yani, duaları dua idi, bedduaları beddua idi.



Görülüyor ki bütün illeri yapan, vahalardır. Vaha büyük olursa içindeki “il”de büyük olurdu. Vaha küçük olursa içindeki “il”de küçük olurdu. İl, vahanın aynası idi. Bir Türk ilini gördüğünüz zaman, onun nasıl bir vahadan çıktığını anlayabilirsiniz.



Çitlerden hakanlıklar nasıl doğardı?

Hakanlıklar da çetelerden yahut çitlerden doğardı. Çin, Hint, İran, Rus, Finova, Macar, Ulah, Bulgar gibi, Türk serhaddinde bulunup da Türk hâkimiyeti altına girmeye kabiliyetli olan milletlere “Çit Milletleri” yahut “Çete Milletleri” unvanı verilirdi. İşte, hakanlıklar, Türk serhatlarındaki gibi mekel milletlerden doğardı. Türk hakanlığı, mutlaka, yakınında istismar edebileceği, iktisaden kuvvetli, askerlikçe zayıf bir iki millete muhtaçtı. Türk hakanlığını doğuran ve besleyen, işte bu zayıf milletlerdi. Görülüyor ki, Türk hakanlıkları da coğrafi bir vaziyetten doğuyordu.



İlhanlıklar nasıl doğardı?

“Turan” yahut “Büyük Türkistan” dediğimiz vasi kıta, muazzam bir kum denizinden ibarettir. Vahalar, bu kum denizinin adalarıdır. Arabalar, develer, atlar, öküzler de bu denizin gemileridir.



Bu muazzam denizin adaları arasında seyrüsefere hiçbir mâni yoktur. Yolun zâd ve zahiresini beraber alan bir kervan, bu denizin bir ucundan öteki ucuna kadar gidebilir, turan kıtasının ülkeleri arasın