Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türkçülüğün Esasları»

Yazı tipi:

Bu kitap “Nazari Kısım” ve “Amelî Kısım” diye ayrılmıştır. Nazari kısım, Türkçülüğün mahiyetini tetkik edecek; Amelî kısım, Türkçülüğün programını tespit etmeye çalışacaktır.

BİRİNCİ KISIM
TÜRKÇÜLÜĞÜN MAHİYETİ

I
TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel, Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi, Fransızcada “Turquerie” denilen “Türkperestlik”tir. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, mücellitlerin, tezhipçilerin yaptıkları teclitler ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh. gibi Türk sanatının eserleri, çoktan Avrupa’daki nefaisperestlerin dikkatini celbetmişti. Bunlar Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarf ederek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait bedialarla beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi.

Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların Türk ahlakını tasviri yolunda yazdıkları kitaplar da “Turquerie” dahiline girerdi. Lamartine’in, Auguste Comte’un, Pierre Lafayette’in, Ali Paşa’nın kâtibi bulunan Mismer’in, Pierre Lotti’nin, Farrère’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avrupa’daki bu hareket, tamamiyle Türkiye’deki Türklerin, bedii sanatlarda ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden ibarettir.

Avrupa’da zuhur eden ikinci harekete de “Türkiyat” (Türkoloji) namı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamı eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atikiyati taharriler yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Vakıa, bu son tetkiklerin mevzusu, Türkiye Türkleri değil, kadim Şark Türkleriydi. Fakat birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden “Deguignes”nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle İngiliz âlimlerinden “Sir Davids Lomley”nin Sultan Selim-i Salis’e ithaf ettiği “Kitab-ı İlmü’n-Nâfi” ismindeki umumi Türk sarfı, mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra, validesi bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmud’a ithaf etti. Bu eserde, Türkçenin muhtelif şubelerinden başka, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden bahsolunuyordu.

Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdülhamit’in ilk devirlerinde, İstanbul, büyük bir fikir hareketine tecelligâh olmuştu. Burada, hem bir Encümen-i Daniş teşekküle başlamış hem de bir Darülfünun vücuda gelmişti. Bundan başka, askerî mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı.

O zaman bu Darülfünun’da “Hikmet-i Tarih” müderrisi bulunan Ahmed Vefik Paşa idi. Ahmed Vefik Paşa, Şecere-i Türki’yi, Şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka “Lehçe-i Osmani” isminde bir Türk kamusu vücuda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin umumi ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu, aralarında da mukayeseler yaparak meydana koydu.

Ahmed Vefik Paşa’nın bu ilmî Türkçülüğünden başka, bir de bedii Türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve aile fertlerinin elbiseleri umumiyetle Türk mamulatındandı. Hatta çok sevdiği kerimesi Avrupa tarzında bir terlik almak için çok ısrar gösterdiği hâlde; “Evime Türk mamulatından başka bir şey giremez!” diyerek bu arzunun husulüne mümanaat göstermişti. Ahmed Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de Moliere’in mudhikelerini Türk âdetlerine adapte etmesi ve şahısların isimlerini ve hüviyetlerini Türkleştirmek suretiyle Türkçeye nakletmesi ve millî bir sahnede oynatması idi.

Darülfünun’un bir müderrisi Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî mekteplerin nazırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışıyordu. Süleyman Paşa’nın Türkçülüğüne “Deguignes”nin tarihi müessir olmuştur diyebiliriz. Çünkü memleketimizde ilk olarak, Çin membalarına istinaden Türk tarihini yazan Süleyman Paşa, bu eserinde bilhassa Deguignes’yi mehaz edinmiştir. Süleyman Paşa, “Tarih-i Âlem”in methalinde, bu eseri niçin yazmaya teşebbüs ettiğini izah ederken diyor ki: “Askerî mekteplerin nezaretine geçince, bu mekteplere lazım olan kitapların tercümesini mütehassıslara havale ettim. Fakat sıra tarihe gelince bunun tercüme tarikiyle yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize yahut milletimize (Türklüğümüze) ait iftiralarla doludur. Bu kitaplardan hiçbiri tercüme edilip de mekteplerimizde okutturulamaz. Bu sebebe binaen mekteplerimizde okunacak tarih kitabının telifini ben üzerime aldım. Vücuda getirdiğim bu kitapta hakikate mugayir hiçbir söze tesadüf olunamayacağı gibi, dinimize ve milletimize muhalif hiçbir söze de rast gelmek imkânı yoktur.”

Avrupa tarihlerindeki Hunların, Çin tarihindeki Hiyong-Nular olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiyong-Nu devletinin müessisi “Mete” olması lazım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa, bundan başka Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına dair bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi “Kavaid-i Osmaniye” adını vermedi, “Sarf-ı Türkî” namını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu biliyordu. Ve Osmanlıca namıyla üç lisandan mürekkep bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, “Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye” namıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: “Osmanlı edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü ‘Osmanlı’ tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin unvanı ise yalnız Türk’tür. Binaenaleyh, lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.”

Süleyman Paşa, askerî rüştiyelerinde okunmak üzere, “Esma-yı Türkiye” adlı kitabı da, Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması maksadıyla yazmıştı.

Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmed Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk Ocakları’nda vesair Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıtada resimlerini talik etmek kadirşinaslık icabındandır.

Türkiye’de Abdülhamit bu kutsi cereyanı durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi “Mirza Fethali Ahundof”tur ki Azeri Türkçesinde yazdığı orijinal mudhikeler bütün Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. İkincisi “Tercüman” gazetesini çıkaran “İsmail Gaspirinski”dir ki Türkçülükteki şiarı “dilde, fikirde ve işte birlik” idi. Tercüman gazetesini Şimal Türkleri anladığı kadar Şark Türkleriyle Garp Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir.

Abdülhamit’in son devrinde, İstanbul’da Türkçülük cereyanı tekrar uyanmaya başladı.

Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzade Ali Bey Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. “Turan” ismindeki manzumesi, Panturanizm mefkûresinin ilk tecellisi idi. Yunan harbi başladığı sırada, Türk şairi Mehmed Emin Bey:“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.” mısrasıyla başlayan ilk şiirini neşretti. Bu iki manzume Türk hayatında bir inkılabın başlayacağını haber veriyordu. Hüseyinzade Ali Bey Rusya’daki milliyet cereyanlarının tesiriyle Türkçü olmuştu. Bilhassa, daha kolejde iken, Gürcü gençlerden son derece milliyetperver olan bir arkadaşı ona, milliyet aşkını aşılamıştı.

Türk şairi Mehmed Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan –mumaileyhin beyanatına göre– Şeyh Cemaleddin-i Efganî’dir. Mısır’da “Şeyh Muhammed Abduh”u, Şimal Türklerinden “Ziyaeddin bin Fahreddin”i yetiştiren bu büyük İslam müceddidi, Türk vatanında Mehmed Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde milliyetperverine şiirler yazmasını tavsiye etmişti.

Türkçülüğün ilk devrinde “Deguignes” tarihinin müessir olduğunu görmüştük. İkinci devrinde de “Leon Cahun”ün “Asya Tarihine Medhal” unvanlı kitabının büyük tesiri oldu. Necip Asım Bey birçok ilaveyle bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necip Asım Bey’in bu kitabı her tarafta Türkçülüğe dair temayüller uyandırdı. Ahmed Cevdet Bey “İkdam” gazetesini, Türkçülüğün bir organı hâline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necip Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleriydi.

Fakat İkdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa, Fuad Raif Bey’in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi takip etmesi, Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye “tasfiyecilik” fikriydi.

Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirlerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri; yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiilî tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabi ve Farisi kelimeleri Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden, dinî, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç etmesinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meşhuldü. Binaenaleyh, bu hareket lisanımızı sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk Esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperanto’ya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrisuni kelimelerden mürekkep bir mufahhame vasıtasına idi. İşte bu sebepten, İkdam’daki tasfiyecilik cereyanından, fayda yerine mazarrat husule geldi.

Bu sırada, Tıbbiye’de teşekkül eden gizli bir inkılap cemiyetinde “Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm” mefkûrelerinden hangisinin daha ziyade şeniyete muvafık olduğu münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki genç Türklere de intikal etmiş, bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde Ali Kemal, “Osmanlı ittihadı” fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferid Bey “Türk ittihadı” siyasetini tavsiye ediyorlardı.

Bu sırada Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’dan ve Ağaoğlu Ahmed Bey Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücahede için el ele vermişlerdi. Topçubaşı da bunlara iltihak etti. Bu üç zat orada, o zamana kadar hâkim bulunan Sünnilik ve Şiilik ihtilaflarını izale ederek Türklük ve İslamlık camiaları etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar.

24 Temmuz İnkılabından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara başlayan “Türk Derneği” mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyanına kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi.

31 Mart’tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski nüfuzunu kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamit’e İslam ittihadı fikrini vermiş olan Alman kayseri bu fırsattan istifade ederek, Sultan Ahmed Meydanı’nda “İslam ittihadı” namına bir miting yaptırdı. Bugünden itibaren, memleketimizde gizli “İttihad-ı İslam” teşkilatı yapılmaya başlandı. Genç Türkler Osmanlıcı ve İttihad-ı İslamcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İttihad-ı İslamcılar ise ultramonten idiler.

Her iki cereyan da memleket için muzırdı. Ben, 1326 kongresinde Selanik’te merkez-i umumi azalığına intihap olunduğum sırada siyasi ahval bu merkezdeydi.

Bu sırada, Selanik’te “Genç Kalemler” isminde bir mecmua çıkıyordu. Mecmuanın sermuharriri Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule Bahçesi’nde konuşuyorduk. Bu genç bana mecmuanın lisanda sadeliğe doğru bir inkılap yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfeddin’in bu mücahedede pişva olduğunu anlattı. Ömer Seyfeddin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamiyle benim kanaatlerime tevafuk ediyordu. Gençliğimde Taşkışla’da mahpus olduğum sırada, neferlerin mülazım-ı evvele “evvel mülazım”, mülazım-ı saniye “sani mülazım”, Trablus-ı Garp’a “Garp Trablusu”, Trablus-ı Şam’a “Şam Trablusu” demeleri bende şu kati kanaati uyandırmıştı:

Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farisi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farisi kaideleri atmak. Arabi ve Farisi kelimelerden de Türkçesi olanları terk ederek, Türkçesi bulunmayanları lisanda ibka etmek.

Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de, neşrine fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmed Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmanî”si ile Süleyman Paşa’nın “Tarih-i Âlem”i bende Türkçülük temayüllerini doğurmuştu. 1312’de İstanbul’a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun’ün Tarih’i olmuştu. Bu kitap âdeta Pantürkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzade Ali Bey’le temas ederek Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum.

Hülasa, on yedi on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için sarf ettiğim mesainin mahsulleri kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin zuhuruna ihtiyaç vardı. İşte, Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başlamış olduğu mücahede bu vesileyi ihzar etti. Fakat ben lisan meselesini kâfi görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle, bütün programıyla ortaya atmak lazım geldiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden “Turan” manzumesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume tam zamanında intişar etmişti.

Çünkü Osmanlıcılıktan da, İslam ittihatçılığından da memleket için tehlikeler doğduğunu gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra, mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir etmeye uğraştım.

Turan manzumesinden sonra, Ahmet Hikmet Bey “Altın Ordu” makalesini neşretti. İstanbul’da “Türk Yurdu” mecmuasıyla “Türk Ocağı” cemiyeti teşekkül etti. Halide Hanım “Yeni Turan” adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey Türkçülüğün faal bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda, gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar. Köprülüzade Fuad Bey “Türkiyat” sahasında büyük bir mütebahhir ve âlim oldu. İlmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti.

Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi naşirler ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vâlâ Nurettin Beyler gibi şairler yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferid Hanım gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler sarf etti.

Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlarla ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız, Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında mumaileyhin büyük bir tesiri vardır.

Mamafih, Türkçülüğe dair bütün hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olan büyük dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkisi yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kati ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.

2
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?

Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O hâlde, Türkçülüğün mahiyetini anlamak için, evvelemirde “millet” adı verilen zümrenin mahiyetini tayin etmek lazımdır. Millet hakkındaki muhtelif telakkileri tetkik edelim:

1. Irki Türkçülere göre millet, “ırk” demektir. “Irk” kelimesi esasen mevaşi fenainin ıstılahlarındandır. Her hayvan nevi, teşrihi vasıfları itibariyle birtakım enmüzeçlere ayrılır. Bu enmüzeçlere “ırk” adı verilir. Mesela, at nevinin Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan birtakım teşrihi enmüzeçleri vardır.

İnsanlar arasında da, eskiden beri, beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk namlarıyla dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla beraber, hâlâ kıymetini muhafaza etmektedir.

Beşeriyet ilmi Avrupa’daki insanları kafalarının şekli ve saçlarıyla ve gözlerinin rengi itibarıyla üç ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı.

Mamafih, Avrupa’da hiçbir millet, bu enmüzeçlerden yalnız birini muhtevi değildir. Her milletin içinde, muhtelif nispetlerde olmak üzere bu üç ırka mensup fertler mevcuttur. Hatta aynı ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilir.

Vakıa bir zamanlar, beşeriyetçiler bu teşrihi enmüzeçlerle içtimai hasletler arasında bir münasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmî tenkitlerle ve bilhassa bizzat beşeriyetçiler arasında en yüksek mevkide bulunan “Manouvrier” ismindeki âlimin, teşrihi vasıfların içtimai seciyeler üzerinde hiçbir tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamiyle çürüttü. Irkın, bu suretle, içtimai hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimai seciyelerin mecmuu olan milletle de hiçbir münasebeti kalmaması lazım gelir. O hâlde milleti başka bir sahada aramak iktiza eder.

2. Kavmî Türkçüler de milleti “kavim” zümresiyle karıştırırlar.

Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.

Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki cemiyetler kablettarih zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde esir alma, kız kaçırma, mücrimlerin kendi cemiyetinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceretler, temsil ve temessül gibi hadiseler daima milletleri karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden “Camille Julian” ile “Meillet” en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Kablettarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihî devirlerdeki kavmî hercümerçlerden sonra, artık saf bir kavmiyet aramak ayıp olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken “laiçtimai” olarak gelirler. Yani içtimai vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler uzvi verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder. O hâlde, kavmiyetin millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü yok demektir.

Kavmî safvet, hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü o cemiyetlerde, mabut, cemiyetin ilk ceddinden ibaretti. Bu mabut, yalnız kendi zürriyetinden bulunanlara mabutluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mabedine girmesini, kendine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Buna binaen, cemiyetin içine muhtelif “tebenni” yollarıyla girmiş birçok fert bulunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerinden mürekkep itibar olunurdu. Eski Yunan medinelerinde, kablelislam Araplarda, eski Türklerde, hülasa henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.

Şurası da var ki; içtimai tekâmülün o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu hâlde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetle marazidir. Çünkü o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüt yalnız dindaşlık rabıtasından ibaretti. Dindaşlık kandaşlığa istinat edince, tabiidir ki içtimai tesanütün istinatgâhı da kandaşlık olur.

Bugünkü içtimai merhalemizde ise içtimai tesanüt, harstaki iştirake istinat ediyor. Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.

3. Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan ahalilerin mecmuu demektir. Mesela, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Hâlbuki İran’da Farisi, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise, Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanları ve harsları birbirinden ayrı olduğu için, heyet-i mecmualarına “millet” adını vermek doğru değildir.

Bazen bir ülkede müteaddit milletler olduğu gibi, bazen de bir millet müteaddit ülkelere dağılmış bulunur. Mesela, Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harezm Ülkesi”nde tesadüf ederiz.

Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu hâlde, bunları ayrı milletler telakki etmek doğru olabilir mi?

4. Osmanlıcılara nazaran, millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan bütün tebaaya şamildir. Hâlbuki bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telakki etmek büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü bu halitanın içinde müstakil harslara malik müteaddit milletler vardı.

5. İslam ittihatçılarına göre, millet bütün Müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların mecmuuna “ümmet” adı verilir. O hâlde Müslümanların mecmuu da ümmettir. Yalnız, lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.

6. Fertçilere göre, millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Filhakika, bir fert, kendisini zahiren şu yahut bu cemiyete nispet etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara göre, hissî hayatımız asıldır, fikrî hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh, ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için, fikirlerimizin hislerimize tamamiyle uygun olması lazımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinat etmeyen bir adam ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse, ruhu bir muvazeneye malik olabilir mi? Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her fert hisleri vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyla almış, tamamiyle ona benzemiştir. O hâlde bu fert, ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine girerse, daüssılaya uğrar, hastalanır, hissen müşterek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde, bir ferdin, istediği zaman milliyetini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü milliyet de harici bir şeniyettir. İnsan milliyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan taharri ve tahkik vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat bir fırkaya girer gibi sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez.

O hâlde millet nedir? Irki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere tevafuk ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var?

İçtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir. İnsan en samimi, en deruni duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlaki, bedii duygularımızı bu lisan vasıtasıyla alırız. Zaten ruhumuzun içtimai hisleri, bu dinî, ahlaki, bedii duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakrı ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisedasını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.

Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir mâni vardır. Bu mâni, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.

Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu, “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki: “Benim hakiki babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddiyatımın, ikincisi maneviyatımın tekevvününe sebep olmuştur.” İnsan için, maneviyat, maddiyattan mukaddemdir. Bu itibarla milliyette şecere aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre bir vecd membası olduğu içindir ki aranır (hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecd veremez). Bilakis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi ruhumuzu vecdlere gark ederek mesut yaşamamıza sebep olur.

Bundan dolayıdır ki, insan terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini nispet ettiği yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülasa, insan terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu mütalaalardan çıkaracağımız amelî netice şudur: Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görüyorsak sair millettaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telakki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara “Siz Türk değilsiniz.” diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevkitabiiye müstenit ve irsi olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlar ırkın içtimai hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hâl, caiz olmadığından “Türküm.” diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-605-121-923-3
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu