Kitabı oku: «Türkçülüğün Esasları», sayfa 2
3
TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK
Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, “Türk” ve “Turan” zümrelerinin hudutlarını tayin etmek lazımdır. “Türk” bir milletin adıdır. Millet, kendisine mahsus bir harsa malik olan zümre demektir. O hâlde, Türk’ün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir.
Hâlbuki Türk’ün bazı şubeleri Anadolu Türkleri’nden ayrı bir lisan, ayrı bir hars yapmaya çalışıyorlar. Mesela, Şimal Türklerinden bir kısım gençler bir Tatar lisanı, Tatar harsı vücuda getirmekle meşguldürler. Bu hareket, Türklerin başka bir millet, Tatarların başka bir millet olması neticesini verecektir. Uzakta bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir şiar takip edeceklerini bilmiyoruz. Bunlar da birer ayrı lisan ve edebiyat, birer ayrı hars vücuda getirmeye çalışırlarsa, Türk milletinin hududu daha daralmış olur. Yakutlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türkleri’nin harsı dairesine almak daha güç görünüyor.
Bugün, harsça birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri de Oğuz uruğuna mensupturlar. Binaenaleyh, Türkçülükteki yakın mefkûremiz “Oğuz ittihadı” yahut “Türkmen ittihadı” olmalıdır. Bu ittihattan maksat nedir? Siyasi bir ittihat mı? Şimdilik hayır! İstikbal hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkûremiz, Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir.
Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadır. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak görürüz ki, birinde bulunan bir “il”in yahut “boy”un diğerlerinde de şubeleri var.
Mesela, Harezm’de Tekelerle Sarıları ve Karakalpakları görüyoruz. Memleketimizde Tekeler bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hatta bir kısmı vaktiyle Rumeli’ye nakledilmiştir. Türkiye’deki “Sarılar” bilhassa “Rumkale”de otururlar. Karakalpaklar ise, “Kara-papak” ve “Terekeme” adlarını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan cihetlerine yerleşmişlerdir. Harezm’de Oğuz’un “Salur” ve “İmrali” boylarıyla “Çavda” ve “Göklen-Karluklardan Kealin” illeri vardır. Bu isimlere Anadolu’nun muhtelif noktalarında tesadüf edilir. Göklen, kendi adını Van’da bir köye “Gökoğlan” şeklinde vermiştir.
Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de, gerek İran’da ve Azerbaycan’da mevcuttur. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O hâlde Harezm, İran, Azerbaycan ve Türkiye; Türk etnografyası itibariyle aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin mecmuuna “Oğuzistan” adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hâkim olmasıdır.
Oğuz Türkleri umumiyetle Oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri birkaç asır evveline gelinceye kadar mütesanit bir aile hâlinde yaşarlardı. Mesela Fuzulî bütün Oğuz şubeleri içinde okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata kitabı Oğuzların; resmî Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Âşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri de bütün Oğuzistan’a yayılmıştır.
Türkçülüğün uzak mefkûresi ise “Turan”dır. Turan bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka Moğolları, Tunguzları, Finuvalıları, Macarları da ihtiva eden bir “kavimler halitası” değildir. Bu zümreye, ilim lisanında “Ural-Altay” zümresi denilir. Mamafih bu son zümreye mensup kavimlerin lisanları arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hatta bazı müellifler, Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin birbirinden ayrı iki zümre teşkil ettiğini ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay zümresine, Finuvalılarla Macarların da Ural zümresine mensup olduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla lisani bir karabeti olduğu da henüz ispat edilememiştir. Bugün ilmen sabit olan bir hakikat varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerinin lisanca ve ananece bir vahdete malik bulunduğudur. Turan kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden camiavi bir isimdir. O hâlde, “Turan” kelimesini bütün Türk şubelerini ihtiva eden büyük Türkistan’a hasretmemiz lazım gelir. Çünkü “Türk” kelimesi bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmüne geçmiştir. Türkistan’daki Türk harsına dahil olanlar, tabii yine bu ismi alacaklardır. Benim itikadımca, bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat Yakutlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı harslar vücuda getirdikleri takdirde, ayrı milletler hâlini alacaklarından, yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman bütün bu eski akrabaları kavmî bir camia hâlinde birleştiren müşterek bir unvana lüzum hissedilecek. İşte, bu müşterek unvan “Turan” kelimesidir.
Türkçülerin uzak mefkûresi “Turan”, namı altında birleşen Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları lisanda, edebiyatta, harsta birleştirmektir. Bu mefkûrenin bir şeniyet hâline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın mefkûreler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkûreler için aranmaz. Çünkü uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi namütenahi bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir hayaldir. Mesela Lenin, Bolşeviklik için, yakın mefkûre olarak kolektivizmi, uzak mefkûre suretinde de komünizmi ileri sürmüştür. Komünizmin ne zaman husule geleceğini soranlara şu cevabı vermiştir: “Komünizmin ne zaman tatbik olunacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu, Hazreti Muhammed’in cenneti gibi ne zaman ve nerede görüneceği malum olmayan bir şeydir.”
İşte, Turan mefkûresi de bunun gibidir. Yüz milyon Türk’ün bir millet hâlinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli vecd membaıdır. Turan mefkûresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle intişar etmeyecekti. Mamafih kim bilir? Belki, istikbalde “Turan” mefkûresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkûre, istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayalî bir mefkûre hâlinde bulunan “millî devlet”, bugün Türkiye’de bir şeniyet hâlini almıştır.
O hâlde, Türkçülüğü, mefkûresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz:
1. Türkiyecilik.
2. Oğuzculuk yahut Türkmencilik.
3. Turancılık.
Bugün şeniyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir iştiyakla aradığı “Kızılelma”, şeniyet sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk Köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Filhakika, Turan mefkûresi mazide bir hayal değil, bir şeniyetti. Milattan 210 sene evvel, Kun hükümdarı “Mete”, Kunlar (Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman “Turan” mefkûresi bir şeniyet hâline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Göktürkler, Göktürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız, Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk, Turan mefkûresini şeniyet hâline getirmediler mi?
“Turan” kelimesinin manası şu suretle tahdit olunduktan sonra, artık Macarların, Finuvalıların, Moğolların Turan ile bir alakalarının kalmaması icap eder. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbalde bir şeniyet olan büyük vatanıdır.
Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan “Turan” adına ihtiyacı yoktur.
Bir de bazı Avrupalı müellifler, Garbi Asya’da aslen Samilere yahut Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turan” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu tasdik etmek değildir. Yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir.
Bundan başka, bazı müellifler de Şehname’ye nazaran “Tur” ile “İreç”in kardeş olduğuna bakarak Turan’ı eski İran’ın bir kısmı addetmektedir.
Hâlbuki Şehname’ye göre Tur ile İreç’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem”dir. “Selem” ise İran’dan bir şubenin dedesi değil, bütün Samilerin müşterek ceddidir. O hâlde, Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi eski etnografik taksimatın adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Turan” İran’ın bir cüzü değil, bütün Türk illerinin mecmuu olan Türk camiasından ibarettir.
4
HARS VE MEDENİYET
Hars ile medeniyet arasında hem iştirak hem de ayrılık noktaları vardır. Hars ile medeniyet arasındaki iştirak noktası, ikisinin de bütün içtimai hayatlarının cami olmasıdır. İçtimai hayatlar şunlardır: dinî hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, muakalevi hayat, bedii hayat, iktisadi hayat, lisani hayat, fennî hayat. Bu sekiz türlü içtimai hayatların mecmuuna “hars” adı verildiği gibi “medeniyet” de denilir. İşte, hars ile medeniyet arasında iştirak ve müşabehet noktası budur. Şimdi de hars ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, arayalım:
Evvela, “hars” millî olduğu hâlde, “medeniyet” beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muakelevi, bedii, iktisadi ve fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı “mamure”ye dahil birçok milletin içtimai hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesela Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir “Garp medeniyeti” vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur.
Saniyen, medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur. Mesela dine dair bilgiler ve ilimler, usul ve irade ile vücuda geldiği gibi ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, iktisada, muakaleye, lisana ve fenlere dair bilgiler ve nazariyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vücuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde bulunan bütün bu mefhumların, bilgilerin ve ilimlerin mecmuu “medeniyet” dediğimiz şeyi vücuda getirir.
Harsa dahil olan şeylerse usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, suni değillerdir. Nebatların, hayvanların uzvi hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette inkişaf ediyorsa, harsa dahil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir. Mesela, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Lisanın, kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliğinden değişir. Biz bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından lisana yalnız, birtakım ıstılahlar yani yeni lafızlar ilave olunabilir. Fakat bu lafızlar mensup olduğu mesleki zümre tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak, kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir mesleki zümre tarafından kabul edildikten sonra da zümrevi bir kelime mahiyetini alır. Ancak bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki müşterek kelimeler arasına girebilir.
Fakat yeni lafızların bir zümre yahut bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi mucitlerinin elinde değildir. Eski Osmanlı lisanında Şinasi’den beri milyonlarca yeni lafız icat olunduğu hâlde, bunlardan cüzi bir kısmı zümrevi kelimeler sırasına geçebilmiştir. Müşterek kelimeler sırasına geçenlerse beş on kelimeye münhasırdır.
Demek ki harsın ilk numunesini lisanın kelimelerinde, medeniyetin ilk numunesini de yeni lafızlar suretinde icat olunan ıstılahlarında görüyoruz. Kelimeler içtimai müesseselerdir, yeni lafızlarsa ferdî tesislerdir. Bir ferdin icat ettiği bir lafız bazen ani bir intişarla halk arasında yayılabilir. Fakat bu intişar kuvvetini o lafza veren, onu icat eden adam değildir; cemiyetin fertlerce meçhul olan gizli bir cereyanıdır.
Bundan on beş sene evvel, memleketimizde yan yana iki lisan yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmî bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna “Osmanlıca” adı veriliyordu.
İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla “Türkçe” adı veriliyordu. Ve umuma mahsus bir “argo” zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki lisanımız bu idi. “Osmanlıca” ise Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç lisanın sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti. Bu iki lisandan birincisi tabii bir teşekkül ve teamülle kendiliğinden vücuda gelmişti. Binaenaleyh, harsımızın lisanı idi. İkincisi ise fertler tarafından usulle ve irade ile yapılmıştı. Bu lisani aşurenin içine yalnız bazı Türkçe kelimeler ve edatlar karışabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın harsımızdan pek az bir hissesi vardı. Bundan dolayı ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz.
Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usul ile yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilham ile ibda ile oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O hâlde, bu vezin de Türk harsına dahildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki “Aruz vezni” denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni millî harsımıza dahil olamadı. Acemlerde ise köylüler bile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın millî harsına dahil demektir.
Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan “Türk musikisi”, diğeri “Farabi” tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan “Osmanlı musikisi”dir. Türk musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise, taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi harsımızın, ikincisi ise medeniyetimizin musikisidir. Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars ise hem usulle yapılmayan hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır. Bu sebeple, Osmanlı musikisi kaidelerden mürekkep bir fen şeklinde olduğu hâlde; Türk musikisi, kaidesiz, usulsüz, fen-siz melodilerden, Türk’ün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Hâlbuki Bizans musikisinin menşeine çıkarsak bunu da eski Yunanlıların harsı dahilinde görürüz.
Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, destanlarından, halk cenknameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türk’ün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut Kitabı’ndaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki üstureler, légendeler, efsaneler de Türk edebiyatının unsurlarıdır. Cenknameler ve dinî menkıbelere gelince bunlar halk edebiyatının İslami devresine mahsus mahsulleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, mânileriyle türküleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi, Türk halkının samimi eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapılmamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, binaenaleyh Türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuz’la Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız devrinde bir Fransız şairiyle mütenazırdır. Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edipleriyle şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bedii ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğmuştur. Mesela nekregûluk (humour) nokta-i nazarından bu iki zümreyi mukayese edelim: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nekregûlarıdır, Kani ile Süruri ise Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Tabii nekrelikle suni mizah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.
Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani, ananevi Türk Tiyatrosu”dur. Karagöz’le Hacivat’ın muarazaları, Türk’le Osmanlının yani o zamanki harsımızla medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.
Ahlakta da aynı ikiliği görürüz. “Türk ahlakı” ile “Osmanlı ahlakı” birbirine zıt gibidir. Mahmud-ı Kaşgari Divan-ı Lugati’t Türk maddesinde, Türkleri muhtasaran tarif ediyor. Diyor ki: “Türk’te tasallüf ve tefahür yoktur. Türk büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar yaptığı zaman, bir fevkaladelik yaptığından habersiz gibi görünür.” “Cahiz” de Türkleri aynen bu suretle tefsir ediyor: ”Osmanlı enmüzecine bakarsak, eski şairlerinde fahriyelerin, yeni ediplerinden tasallüf ve tefahürlerin hâkim olduğunu görürüz. Servetifünun mektebi Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu mektebe mensup olan ediplerle şairler ekseriyetle reybî, bedbin, ümitsiz, hasta ruhlar suretinde tecelli etmişlerdir. Hakiki Türk ise yakinli, nikbin, ümitli ve sağlamdır.”
Hatta ulemamız arasında da bu ikiliği görürüz. Osmanlı ulemasının ananevi unvanı “ulema-yı rüsum” idi. Anadolu’daki ulema ise “halk uleması” idi. Birinciler rütbeli, fakat cahil idiler. İkinciler ilimli, fakat rütbesiz idiler. Siyaset ve askerlik sahasında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve umum sultanları Osmanlı padişahının riyaseti altına sokmak için müzakerede bulunmak üzere, İstanbul’a dinî ve siyasi bir heyet göndermişti. İstanbul’da bu heyetle müzakereye ulema-yı rüsum’u memur ettiler. İranlı ulema heyeti, bunlara söz anlatmaktan âciz kalınca sadrazama müracaat ederek dediler ki: “Bizim siyasi hiçbir rütbemiz, ilimden başka payemiz yoktur. Hâlbuki müzakerede bulunduğumuz zatlar büyük rütbeli zevat olduklarından, huzurlarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz ulema ile görüştürürseniz çok memnun oluruz.” Ragıb Paşa’nın “Tahkik-i Tevfik” adlı kitabında naklettiği bu mevsuk vakıa gösteriyor ki Nadir Şah’ın ilmî heyeti, Osmanlı ulemasına değil, Türk ulemasına kıymet veriyordu.
Eski devirlerin hatta siyasi ve askerî muvaffakiyetleri de halk arasından çıkmış cahil ve ümmi paşalara aittir. Bilahare, Ragıb Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı maarifinde yüksek bir mevki ihraz edenler hükûmetin başına geçince, işler bozulmaya başladı. Mamafih, bu içtimai ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O zamanlar el işi avama mahsus sayıldığından, havas sınıfı tekniklerin bütün nevilerinden uzak duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, hakkâklık, mücellitlik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhalık, ressamlık, nakkaşlık gibi amelî tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki, umumiyetle yüksek bir bediiliği haiz olan bu sanatlara münhasıran Türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk harsının unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın mahsullerini milyonlar sarf ederek parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türkperestliğe “Turquerie” namı verilir. Avrupa’nın hakiki mütefekkir ve sanatkârları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Lotti’leri, Farrère’leri Türk’ün samimi sanatına, mahviyetli, gösterişsiz ahlakına, derin ve taassupsuz diyanetine, hülasa, kanaat ve teslimiyetle beraber daimî bir nikbinlik ve mefkûrelilikten ibaret olan fakirane, fakat mesudane hayatına meftundurlar. Lakin bunların âşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine dahil olan usuli ve taklidi eserler değil, Türk harsına mensup olan ilhami ve orijinal eserlerdir.
Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki enmüzeç, Türk enmüzeci ile Osmanlı enmüzeci, birbirine bu kadar zıttır? Niçin Türk enmüzecinin her şeyi güzel, Osmanlı enmüzecinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı enmüzeci Türk’ün harsına ve hayatına muzır olan emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini millî menfaatin fevkinde gördü. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasi dairesine aldıkça, idare edenlerle idare olunanlar ayrı iki sınıf hâline giriyordu. İdare eden bütün kozmopolitler “Osmanlı sınıfı”nı, idare olunan Türkler de “Türk sınıfı”nı teşkil ediyordu. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini milleti hâkime suretinde görür, idare ettiği Türklere milleti mahkûme nazarıyla bakardı. Osmanlı, Türk’e daima “eşek Türk” derdi. Türk köylerine resmî bir şahıs geldiği zaman, “Osmanlı geliyor!” diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın zuhuru bile bu ayrılıkla izah olunabilir.
Şah İsmail’in dedesi olan “Şeyh Cüneyd” Oğuz boyları arasında “Evlat mı akdemdir yoksa ashap mı?” diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları Oğuz Han’ın evladı ve Kayıların amcazadeleri değil miydiler? Nasıl oluyordu da padişahın enderundan çıkan devşirmelerden mürekkep olan ashabı bunlara takdim ediliyordu? O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki mazlumiyetini vaktiyle ehlibeytin uğramış olduğu mazlumiyete benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir kısmı bu müşabehete aldanarak baba ocağından ayrıldılar. Kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir mabet yaptılar.
Mamafih, dinen Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, harsen Osmanlı İmparatorluğu’na tabi olmadılar. Bunlar da kendi kendilerine millî bir hars yaparak, Osmanlı medeniyetine karşı tamamiyle lakayıt kaldılar. Osmanlı medeniyetinin güzidelerine “havas” denildiği gibi, Türk harsının da ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki memleketimizde iki türlü güzide mevcuttu. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu. Bu zümrenin maişetini temin eden de saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan caize almakla geçindikleri gibi, Osmanlı musikişinasları da sarayın verdiği ihsanlarla, maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulema-yı rüsum namını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk diniyatçılarını ise yalnız halk beslerdi. Bu sebeple, güzel sanatlarda vesair sanayide rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima halk ve Türk kalırlardı.
Görülüyor ki; hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyetten evvelki dininde Gök Tanrı mükâfat tanrısıdır. Mücazata karışmaz. Mücazat ilahı “Erlik Han” isminde başka bir üsturevi şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal sıfatıyla tecelli ettiği için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı. İslamiyetten sonra, Türklerde muhabbetullahın galip olması bu eski ananenin devamından ibarettir. Türklerde mahafetullah pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe dair vaaz eden vaizlerin müdavimleri artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin samiileriyse daima azalıyor. Türklerin eski dinlerinde zühdi ibadetler yoktu, bedii ve ahlaki ayinler çoktu. Bunun neticesi olarak İslamiyetten sonra da, Türkler kuvvetli bir imana, samimi bir diyanete malik oldukları hâlde, zahidane ve mutaassıbane duygulardan azade kaldılar. Bu hususta Yunus Emre’yi okumak kâfidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlid-i şerif kıraatine; tekkelerde ise şiire ve musikiye büyük bir mevki vermeleri bedii diyanet enmüzecine mensup bulunmalarındandır.
Eski Türk dininde, Türk tanrısı sulh ve müsalemet ilahı idi. Türk dininin mahiyetini gösteren “il” kelimesi, sulh manasına idi (Mahmud-ı Kaşgarî). İlci “sulhçu” demek olduğu gibi, ilhan “sulh hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar daimî bir sulh vücuda getiren sulhperest mücedditlerden başka bir şey değillerdi.
En eski Türk devletinin müessisi olan Mete’nin yüksek ahlakını, sulhperverliğini, emperyalizmden içtinabını “Yeni Mecmua”da yazmıştım. Türk sulhperverliğinin müessisi Mete’dir.
Türklerin bu eski sulh ananesi sayesindedir ki Türk hükümdarları İslam devrinde de daima mağluplara şefkatle muamele etmiş, daima kendilerini beynelmilel bir sulh amili tanımışlardır. Türk tarihi baştan başa bu davaya şahittir. Avrupalıların o kadar itham ettikleri “Attila” bile yine onların rivayetince, mağlup milletler ne zaman sulh istemişlerse derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani cihan sulhunu temine çalışan bir mücedditti. Avrupalılar Attila’nın “Tanrı Kutu” unvanını, “Allah’ın belası” suretinde tercüme etmekle tarihî bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat şubelerinde aşikâr olan bedii hususiyetleri de tabiilik, sadelik, zarafet ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarisinde, hüsnühattında tecelli eden hep bu bedii meziyetlerdir. Türk’ün güzel sanatlarında olduğu gibi diyanet ve ahlakında da hep bu meziyetlerin hâkim olduğu görülür.
Bu misalden de anlaşılır ki bir harsı teşkil eden müteaddit içtimai hayatlar arasında samimi bir tesanüt, deruni bir ahenk vardır. Türk’ün lisanı nasıl sade ise dinî, ahlaki, bedii, siyasi, iktisadi, ailevi hayatları da hep sade ve samimidir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu merkezî seciyesinin bir tecellisinden ibarettir. Fakat harsın unsurları arasındaki bu ahenge bakıp da medeniyetin de ahenktar unsurlardan mürekkep olduğunu zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap harslarıyla İslam dinine, Şark medeniyetine ve son zamanlarda da Garp medeniyetine mensup müesseselerden mürekkep bir halitadır. Bu müessese hiçbir zaman kaynaşarak, imtizaç ederek ahenktar bir manzume hâline giremedi. Bir medeniyet ancak millî bir harsa aşılanırsa, ahenktar bir vahdet hâlini alır. Mesela, İngiliz medeniyeti İngiliz harsına aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz harsı gibi, İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir ahenk vardır.
Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim, harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da harsın yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, iptida millî harstan doğduğu hâlde, bilahare komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müessese alır. Fakat bir cemiyetin medeniyetinde fazla bir inkişafın süratle husulü muzırdır. Ribot diyor ki: “Zihin fazla bir inkişafa mazhar olunca seciyeyi bozar.” Fertte zihin ne ise, cemiyette de medeniyet odur. Fertte seciye ne ise cemiyette de hars odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da millî harsı bozar. Millî harsı bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” namı verilir.
Hars ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince harsları bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir harsa malikti. Bu sebeple, Mısırileri mağlup ettiler. Birkaç asır sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Tabiidir ki hars zayıflamaya başladı. Bu kez de iptida harsları henüz bozulmamış olan Yunanilere mağlup oldular. Bir müddet sonra, Yunan harsı da bozulmaya başladığından, gerek Yunaniler, gerek İraniler, kuvvetli bir harsla meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara mağlup oldular. Şarkta Eşkâniyan ve Sasaniyan sülalelerinin, garpta Romalıların, harsı bozulmaya başlayan Makedonyalılara galebesi de aynı suretle izah olunabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat harsta son derece kuvvetli olan Araplar meydana çıkarak hem Sasanilere hem de Romalılara galip geldiler. Fakat çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, harsını kaybederek siyasi hâkimiyeti Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre, Türklerin millî harsından başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar müstakil kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra İngiliz silahlarıyla ve parasıyla teçhiz edilmiş bulunan Yunanlılarla Ermenileri mağlup ederek manen İngilizleri yenmesi, hep bu millî harsın kuvveti sayesindedir.
Hars ile medeniyet arasındaki bu münasebetler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi vazifelerin ifasına memur bulunduğunu tayin edebiliriz. Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi muvakkat bir camiadan ibaret olmasıydı. Ebedî hayata malik olan zümrelerse, camialar değil, cemiyetlerdir. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Mahkûm milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit idaresi altında, ancak muvakkaten unutabilirlerdi. Bir gün mutlaka, milletlerden ibaret olan hakiki cemiyetler, raiyelik uykusundan uyanacaklar, harsi istiklallerini ve siyasi hâkimiyetlerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş asırdan beri bu ameliye devam ediyordu. Binaenaleyh, bu ameliyeden azade kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, selefleri gibi, inhilale duçar olacaklardı. İkinci sebep, Garp medeniyeti yükseldikçe Şark medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak hassasını haiz bulunmasıdır. Rusya’da ve Balkan milletlerinde Garp medeniyeti, Şark medeniyetinin yerine kaim olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı hâl vukua gelecekti. Şark medeniyeti bazılarının zannettiği gibi gerçekten İslam medeniyeti değildi. Menşe itibariyle Şarki Roma medeniyetinden ibaretti. Nasıl ki Garp medeniyeti de Hristiyan medeniyeti değil, Garbi Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar, Şarki Roma medeniyetini doğrudan doğruya Bizans’tan aldılar. Kendilerinden evvel, Müslüman Araplarla Acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı mütefekkirler İslam medeniyeti zannettiler. Yukarıdaki “Medeniyetimiz” unvanlı mebhaste, Şark medeniyetinin Şarki Roma medeniyeti olduğunu tarihî delillerle ispata çalıştım. Bu husustaki deliller o kadar çoktur ki bir iki makalede değil, birkaç ciltlik bir kitapta ancak cem edilebilir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.