Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt», sayfa 10

Yazı tipi:

Önce Mekke emiri bulunan Abdül-Muttalib’in oğlu ve Resul-ü Ekrem’in amcası Abbas da Kureyş ordusunun en büyüklerinden olduğu hâlde harp meydanına gelince, karşısında büyük kardeşi Hamza İbni Abdül-Muttalib’i (r.a.) gördü. Haris İbni Abdül-Muttalib’in oğulları olan Ebu Süfyan ile Nevfel de müşriklerle beraberdi.

Abdül-Muttalib’den sonra kavminin başı olan Ebu Talib İbni Abdül-Muttalib’in oğlu Hz. Ali, savaş safında büyük kardeşi Akil İbni Ebu Talib’e karşı duruyordu. Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası olan Ebu’l-As İbni Râbi de edindiği peygambere hısımlık şerefini bir tarafa bırakarak Allah’ın elçisine karşı silah çekip geliyordu.

Araplar, sırf ırk ve soy gayretiyle çarpışırlarken, böyle aynı kavim ve kabileden olan birçok halkın iki grup olup da birbirine karşı saf bağlayıp durmaları Kureyşlilerin çoğunu kararsızlığa düşürdü. Bilhassa Abdül-Muttaliboğullarının harbe girişmeleri, sırf diğer Kureyş büyüklerinin zoruyla oldu. Hâlbuki karşılarında kardeş, amca ve dayı çocuklarını görür görmez, kendilerine kararsızlık ve şaşkınlık geldi.

İşte adı geçen Utbe İbni Reb’ia, bütün bunları fark ederek derin bir düşünceye daldı ve “Ey cemaat! Kim kiminle dövüşecek? Birbirlerinin kardeşini, amca oğlunu, veya dayı çocuklarını öldürecek… Sonra bunlar nasıl yüz yüze bakacaklar? Bu olur iş mi? Siz bu işten vazgeçiniz ve aradan çıkınız. Muhammed’i öteki Arap kabilelerine bırakınız. Eğer onlar Muhammed’i yenerlerse sizin de muradınız yerine gelmiş olur. Üstelik siz bir şey kaybetmiş olmazsınız.” diye Hakim İbni Huzam ile Ebu Cehil’e haber gönderdi.

Diğer yanda Ebu Cehil ise durmadan halkı harbe kışkırtıyor ve halkın gayret ve hamiyet damarlarına dokunacak sözler sarf ediyordu. Hatta o gün, atını mahmuzlayıp, harp safından ileri çıkarak, Bizler, tek bir vücut gibi bir kalabalığız. Üzerine varılmaz ve yenilmez bir topluluğuz. Biz bugün Muhammed’den ve arkadaşlarından öç alacağız!” der idi. Üstün geleceğine asla şüphe etmiyordu.

Hakikaten İslam ordusuna göre Kureyş ordusunun maddi kuvveti kat kat fazlaydı ama Müslümanların manevi kuvveti çok yüksekti. Kureyş ordusunda çarpışmak istemeyenler çoktu. Kendilerine ırk ve soy gayretinden başka can verdirecek bir şey yoktu. Müslümanlar ise din gayretini her şeyden üstün tutarak, hepsi İslam birliği etrafında kenetlenmişlerdi. Şehit olduklarında gidecekleri yeri görür gibi bildiklerinden, onlara göre şehit olmaktan daha kıymetli bir devlet ve saadet yoktu.

İşte Ebu Cehil, bu inceliklerden habersiz olarak muharebeyi kazanmak için askerin çokluğunu yeter sanıyordu. O, “Muhammedileri öldürmeye lüzum yok… Onların ellerini arkalarına bağlayıp da Mekke’ye götüreceğiz.” derdi.

Bundan dolayı Utbe İbni Reb’ia’nin sözlerine gücenip, onun öğüdünü kötü bir niyete yorarak, onu azarladı, “Ebu Huzeyfe İbni Utbe’yi esirgemek için, bu suretle halkın fikirlerini bozuyor.” yollu, halkın gözünde Utbe’yi küçük düşürecek sözlerle fikrini çürüttü.

Batni Nahle’de Abdullah İbni Cahş olayında ölen Amr İbni Hadremi’nin kardeşi Amir İbni Hadremi de Ebu Cehil’in öğretmesi ve kışkırtmasıyla meydana çıkıp kardeşinin ismini anarak feryat etti. Aklınca kardeşinin kanını almak üzere Müslümanlar tarafına ok attı.

Tesadüfen Amir İbni Hadremi’nin oku, Hz. Ömer’in azatlısı olan Mihca’ya isabet etti ve o şehit oldu. O zaman Resul-ü Ekrem, “Mihca şehitlerin efendisidir.” diye buyurdu. İşte İslam ordusunda ilk önce yaralanıp şehit olan odur.

O zamanlarda iki taraf muharebeye girişmeden önce birer ikişer meydana çıkarak dövüşmek âdet idi. Buna mübareze ve dövüşenlere de mübariz denilirdi. Önce mübarizlerin meydana çıkmasıyla halkı cenge kızıştırmak âdet iken bu sefer Ebu Cehil’in kışkırtmasıyla Amir’in meydana çıkarak kardeşinin kanını dava etmesi ve Müslümanlara ok atması, mübarezeden evvel muharebenin kızışmasına ve araya kan düşmesine neden oldu.

Mahzumoğullarından Esved İbni Abdül-Esed, “Ya ben Muhammedilerin havuzundan su içerim ya da o havuzu yıkarım veya o havuzun yanında ölürüm.” diye yemin etti ve fedailik yolunda kılıcını çekerek, Müslümanların havuzuna doğru koştu.

Resulullah’ın aslanı Hz. Hamza (r.a.), o tarafa koştu ve havuzun yanında Esved’e yetişti. Hemen bir kılıç vurdu. Esved, arkası üzere düştü. Fakat aklı sıra yemini yerine gelsin diye kendisini havuza attı. Hz. Hamza da onu havuzda öldürdü.

Resul-ü Ekrem meydana çıkıp Müslümanların saflarını düzeltti. Bazıları saftan dışarıda duruyordu, mübarek elindeki asa ile hafifçe dokunarak onları sırasına getirdi ve “Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat tam ok menziline geldiklerinde ok atınız.” diye emretti.

Kısacası iki tarafta da muharebe heyecanı son haddine ulaştı. Böylece Ebu Cehil’in istediği oldu.

Utbe İbni Reb’ia ise halkın gözünde küçük düştüğünden, namusunu kurtarmak için ileri atıldı ve hemen bir tarafına kardeşi Şeybe’yi ve diğer tarafına oğlu Velid’i aldı, meydana çıkıp mübariz istedi.

Neccâroğullarından Afra adlı hatunun yedi oğlu vardı. Yedisi de Bedir’de hazır idi. Onlardan ikisi, yani Avf ile Muaz adlarındaki gençler ve yine Hazreç Kabilesi’nden Abdullah İbni Revâha, onlara karşı çıktılar.

Utbe onlara, “Siz kimlersiniz?” dedi. Onlar da “Falan ve filanız.” diye cevap verdiler. Utbe, “Bizim sizinle bir işimiz yok. Biz amcamızın oğullarını isteriz.” diye onları reddetti. Çünkü Medine halkı, çiftçilikle geçinirdi. Kureyşliler ise büyük ticaretlerle meşgul oldukları için çiftçilere küçümseyen gözle bakarlardı.

Bunun için Utbe ve Şeybe, ensar ile mübarezeyi küçümseyip, “Ey Muhammed! Bize dengimiz ve akranımız olan amcamız oğullarını gönder!” diye bağırdılar. Resul-ü Ekrem de “Kalk ey Ubeyde, kalk ey Hamza, kalk ey Ali!” diye buyurdu. Üçü de kalkıp Ubeyde İbni Haris İbni Muttalib Utbe’ye; Hamza İbni Abdul-Muttalib, Şeybe’ye; Ali İbni Ebu Talib ise Velid’e karşı gittiler.

O zaman Ubeyde altmış üç, Hamza elli sekiz ve Ali yirmi bir yaşlarındaydı. Her biri yaşça karşısındaki hasmının dengi idi. Hepsi de Arap’ın en ileri gelen bahadırlarındandı. Bilhassa Hz. Hamza, Allah’ın heybetli bir aslanıydı. Hz. Ali, gerçi şimdiye kadar böyle büyük çarpışmalarda bulunmamıştı ama onun da bir aslan yavrusu olduğu yüzünden belliydi, Üçü de mübareze meydanına çıktı. Âdet üzere isim ve şöhretlerini söylediler.

Utbe ve Şeybe ile Velid de “Tam dengimiz ve akranımızsın, buyurunuz.” dediler ve hepsi birden kılıçlarını çektiler. Böyle Kureyş ulularından, bahadırlıkları meşhur olan altı büyük adamın kapışmaları, o vaktin hükmünce görülmeye değer olaylardan sayılırdı. Her iki taraf cenge hazırlanmıştı. Kiminin ok ve yayı elinde, kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu hâlde iki taraf da bu yiğitlerin vuruşmalarını seyre daldılar. Hz. Ubeyde ile Utbe, birbirine bir iki hamle yaptılar… İki ihtiyar birbirini yaraladıysa da birisi ötekinin işini tamamlayamadı.

Hz. Hamza ve Ali ise birer hamlede hasımlarını öldürdüler ve dönüp Ubeyde’ye yardım ederek Utbe’nin de işini bitirdiler. Ubeyde’yi alıp Hazreti Peygamber’in yanına getirdiler. Ubeyde, ayağındaki kılıç yarasıyla, kanları akarak Hazreti Peygamber’in yanına gelince, “Ey Allah’ın elçisi! Ben şehit miyim?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Evet.” diye cevap verdi ve yerinin “Firdevs Cenneti” olduğunu müjdeledi.

Bunun üzerine Ubeyde, memnun ve sevinçli olarak, İslam dini uğrunda ayağının kesilmesinden dolayı asla kaygılanmayacağına dair güzel ve dokunaklı şiirler söyledi. Fakat yarası ağır olduğundan, üç gün sonra Medine’ye götürülürken yolda cennete kavuştu.

Öte tarafta Utbe ve Şeybe ki Kureyş ordusunun en ileri gelen reislerinden, iki büyük kişi idiler ve bunların genç Velid’le birlikte harp meydanında düşüp kalmaları, diğerlerini ürküttü.

Ebu Cehil ise asla gevşeklik göstermeyerek, “Siz, Utbe ve Şeybe’ye bakmayınız. Onlar, gururla hareket ederek kendilerini tehlikeye düşürdüler.” diye kavmine cesaret veriyor ve “Hemen yürüyünüz!” diye emrediyordu.

O sırada Hz. Ebu Bekir, oğlu Abdurrahman’ı müşriklerin arasında görünce meydana çıkıp onunla çarpışmak üzere izin istediyse de Resul-ü Ekrem, “Ey Ebu Bekir! Bilmez misin ki sen benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin.” diyerek ona izin vermedi ve yanından ayırmadı.

İki taraf ilerlemeye ve birbirine yaklaşmaya başladı. Oklar ise iki taraftan durmadan yağıyordu.

Hazreç Kabilesi’nden Haris İbni Sürâka adlı genç, geride durarak ilerideki bahadırların çarpışmasını seyredenler içindeydi. Düşman tarafından atılan ve öndeki harp safının üzerinden geçen bir ok, ona dokundu ve zavallıyı şehit etti. İşte ensardan ilk önce şehit olan odur. İlerideki harp safında bulunan İslam gazilerinin üzerinden aşıp giden bir okun geride Haris’e dokunması hepsine ibret dersi oldu. Ecel oklarının öndekilerle arkadakileri ayırmadığı ve ileridekilerin tehlikesinin geridekilerin tehlikesinden fazla olmadığı anlaşıldı. Sonradan Harise’nin annesi olan Rubeyyi, Hazreti Peygamber’in yanına gelip, “Ey Allah’ın elçisi! Oğlum cennette ise kendime teselli verip sabredeyim, değilse ne yapayım?” diye sorunca, Resul-ü Ekrem, “Cennet bir değil, sayısızdır. Senin oğlun Cennetü’l-Firdevs’tedir.” diye buyurmuştur. Biz yine konumuza dönelim.

Resul-ü Ekrem, mağara arkadaşı ile birlikte çadırda bulunduğu sırada, “Ya Rabbi! Bana vadettiğin yardımı ver.” diye içten yalvararak dua ve niyaz ederken, kendisine hafifçe bir uyku geldi ve hemen gülümseyerek uyandı. “Müjde ey Ebu Bekir! İşte melekler ile Cebrail (a.s.) yardıma geldi.” diye buyurdu.

Sonra Resul-ü Ekrem, zırhını giyip, “Yakında o topluluk bozulup geriye döndürülür.” manasına gelen ayeti okuyarak çadırdan dışarı çıktı. Üst tarafındaki ayet ise “Yoksa Kureyş müşrikleri, biz toplu ve tek bir vücut cemaatiz mi derler?” manasındadır.

Yukarıda anlattığımız gibi, gerçekten Ebu Cehil, bu Bedir gününde, “Biz tek bir vücut olan, öç alıcı bir topluluğuz; bugün Muhammed’le arkadaşlarından intikam alacağız!” demişti.

Bu ayet ise daha Mekke’de iken inen ve gelecekten haber veren ayetlerdendir. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin açık bir delili olan mucizelerdendir. Hatta Hz. Ömer’den rivayet edilir ki “Bu ayet inince, acaba hangi topluluk bozulacak? dedim. Bedir gününde Resul-ü Ekrem zırhını giyip de Seyühzemül cem’u ve yuvellineddübür, dediği zaman, muradın ne olduğunu anladım.” diye buyurmuştur.

Rivayet edilmiştir ki daha önce Medine yakınlarına kadar gelip de Medine halkının hayvanlarını sürüp götürmüş olan Kürz İbni Câbir-i Fihri’nin, çölde yaşayan Kureyş kabileleri ile bu sefer Mekke’deki Kureyşlilerin ordusuna yardım için geleceği, o gün işitildi. Hâlbuki Kureyş ordusunun kuvveti zaten Müslümanlara göre kat kat fazla iken çöl Araplarının da gelerek, onlara katılacak olması, kuvvetlerinin daha da çoğalacağına dair Müslümanları telaş ve endişeye düşürmüştür.

Bunun üzerine Allah tarafından melekler ile Müslümanlara yardım olunacağı müjdelendi.

Kürz İbni Câbir-i Fihri, hakikaten Mekke Kureyşlilerinin ordusuna yardım etme niyetinde bulunmuşsa da sonradan Kureyş ordusunun bozulduğunu haber aldığı gibi, yardımdan vazgeçmiştir.

Yine rivayet edilir ki o sırada benzeri görülmemiş çok sert bir rüzgâr çıkıp, göz gözü görmez olmuş. Bu ise meğer melekler ile Cebrail (a.s.)’ın gelişi imiş ki harp meydanına varmışlar. Ablak atlara binmiş insanlar gibi görünmüşler ve müşriklere karşı saf bağlayıp durmuşlar.

Şu da meşhur rivayetlerdendir: Kureyş ile Kinâne arasında vaktiyle muharebeler geçmiş olduğundan, bu sefer Kinâne Kabilesi fırsatı ganimet bilip, arkadan gelerek saldırmasın diye Kureyşliler endişe ederken, Kinâne şeyhlerinden meşhur Sürâka İbni Malik-i Müdlici bir bölük süvari ile Kureyş ordusuna gelip, “Ben de sizinle beraberim.” diyerek onlara cesaret vermiş.

Hâlbuki Sürâka, Haris İbni Hişam ile el ele tutuşup gezerlerken, öyle bir şiddetli bora ile melekler gelince, Haris’ten ayrılmış ve askerini alıp savuşmuştur. Onun savuşup gitmesi Kureyş Kabilesi’ni vehim ve telaşa düşürmüş.

Hatta Ebu Cehil bunun üzerine, “Siz Sürâka’ya bakmayınız. Onun Muhammed ile gizli anlaşması vardır. Muhammedileri bitirdikten sonra, dönüp de Kudeyd Konağı’na vardığımızda ben ona Muhammed’in taraftarlığının ne demek olduğunu öğretirim! Hemen siz yürüyünüz.” diye kavmine cesaret vermişti.

Kureyş ordusu bozulup da Mekke’ye vardıklarında, “Askerin bozgunluğuna Sürâka sebep oldu.” demişler. Sürâka ise bunu işittiğinde, “Allah’a yemin ederim ki ben sizin Bedir’e doğru yürüdüğünüzü duymadım fakat bozguna uğradığınızı işittim.” demiş. Meğer Sürâka şeklinde görünen iblis ve Müdlicoğullarından birtakım adamların suretinde görünenler ise iblisin yardımcısı olan şeytanlarmış.

Bir süre sonra Sürâka ve başkaları, İslam ile şereflendikleri zaman, bütün bunları aralarında konuşmuşlar ve şeytan işi olduğunu kesin olarak anlamışlardı. Biz yine konumuza dönelim.

O sırada Resul-ü Ekrem, avucuna ufacık taşlar alıp, “Yüzleri çirkin ve kara olsun!” diyerek düşmanların üzerine attı. O taşların her biri, müşriklerin gözlerine ve burun deliklerine girerek onları sersem etti. Bu hâl, Hazreti Peygamber’in mucizelerinden ve Kureyş ordusunun bozulmasını gerektiren manevi sebeplerdendir.

Bu gibi sebeplerden dolayı Kureyş ordusu sarsılmış olduğu hâlde Hazreti Peygamber, hamle ve hücum için emir verdi. “Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip de direnir ve şehit olarak ölürse yüce Allah, elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehit olanlara Firdevs Cenneti hazırdır. Ve onların gelişini, cennetin kapıcısı olan büyük melek Rıdvan beklemektedir.” yollu, hem doğru hem de dokunaklı sözlerle arkadaşlarını coşturarak, “Haydi şiddetle hücum ediniz!” diye buyurdu.

Hazreç Kabilesi’nden Umeyr İbni Hümam, hurma yerken cennet müjdesini işitince, “Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lazım değil mi? Pekiyi!” diyerek elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını çekerek şehitliğin üstünlüğüne dair güzel ve dokunaklı şiirler söyleyip, düşman üzerine hücum etti. Geri dönmedi, pek çok müşrik öldürdükten sonra, kendisi de şehit olarak Firdevs Cenneti’ne gitti.

İslam ordusunda ok dışındaki bir silahla şehit olanların ilki Umeyr İbni Hümam’dır. Afra Kadın’ın büyük oğlu Avf da şehitlik derecesine erişmek için ona engel olabilecek zırhını sırtından çıkarıp attı. Hemen kılıcını çekerek düşman üzerine hücum etti. Müşriklerden birçoğunu öldürdü. Nihayet kendisi de şehit olup muradına erdi.

Ashaptaki diğer Müslümanların hepsi ileri koştular ve yer yer, hamle ve hücum ile düşmanın saflarını yırttılar. Özellikle Allah’ın Aslanı Hz. Hamza (r.a.), hangi kola hücum etse, düşman bölüklerini yarıp geçiyordu. Hz. Ali de ona uyarak önüne gelen müşrikleri kılıç ile ikiye biçiyordu.

Kureyş’in meşhur reislerinden Zem’a İbni Esved, Hz. Hamza ile Ali’nin karşısına çıkınca hemen öldürüldü. Kardeşi Akil İbni Esved de bu sırada öldürüldü.

Sehimoğullarının başlarından olan Ömer İbni As, Ebu Süfyan ile beraber olduğundan, bu hadisede bulunmadı ama Sehimoğullarının en büyük reislerinden olan dört kişi bu çarpışmada öldürüldü. Münebbih İbni Haccac-ı Sehmi’yi Ebu Yüsrü’l-Ensari, kardeşi Nebih İbni Haccac’ı Hz. Hamza ile Sa’d bin Ebu Vakkas, As İbni Münebbih İbni Haccac’ı ve bir de Ebu’l-As İbni Kays-ı Sehmi’yi Hz. Ali öldürdü.

Bunlardan başka Hz. Ali, Kureyş reislerinden Hz. Talha’nın amcası Amr İbni Osman İbni Ömerü’t-Teymi’yi, Hz. Hatice’nin kardeşi Nevfel İbni Huveylid’i ve Ubeyde İbni Said İbni As İbni Ümeyye’yi de öldürdü.

Ümeyyeoğullarının başı olan Ebu Süfyan, adı geçen kervan ile savuşup gitmiş olduğundan, bu büyük muharebede bulunmadı fakat oğlu Hanzale bu çarpışmada yer almış ve öldürülmüştü.

Kureyş’in meşhur reislerinden Ebu’l-Bahterî İbni Hişam da bu sırada Mücezzer İbni Ziyad’ın eliyle öldürülmüş oldu.

Müslümanların büyük düşmanı olan Ebu Cehil’i öldürmek övünülmeye değer bir hâl olduğundan, bütün ashap onunla karşılaşmak istiyordu. Hatta Ebu Cehil sanarak, Hz. Hamza, meşhur müşriklerden ve Mahzumoğullarından, Halid bin Velid’in kardeşi olan Ebu Kays İbni Velid’i ve Hz. Ali yine Mahzumoğullarından Abdullah İbni Münzir’i öldürdü.

Yine Kureyş büyüklerinden Ümmü Seleme’nin kardeşi olan Mesud bin Ümeyyetu’l-Mahzumi de Hz. Hamza’nın kılıcından geçti. Ebu Seleme’nin kardeşi olan Esved İbni Abdül-Esed de bu sırada öldürüldü.

Ebu Cehil ise yetmiş yaşında, gözü pek, korkunç yüzlü ve çok inatçı, lanetlenmiş bir herifti. “Anam beni bugün için doğurmuştur!” diye cesaretini belli eder ve hemen askerini harbe sürerdi. Kendi aşireti olan Mahzumoğulları yiğitleri, onun çevresini alıp sardıklarından yanına varılamazdı.

İki ordu birbirine kavuşacağı sırada Abdurrahman bin Avf harp saflarında olup, sağında ve solunda Neccâroğullarından birer genç bulunuyordu. Biri Abdurrahman bin Avf’ın kolundan çekerek gizlice ona, “Amca! Sen Ebu Cehil’i tanır mısın? Bana göstersene.” demiş ve İbni Avf, “Ne yapacaksın?” deyince, “Allah’a söz verdim. Ebu Cehil’i gördüğüm gibi, üzerine hamle edip ya onu öldüreceğim yahut bu uğurda öleceğim.” diye cevap vermiş. Öbür genç de bunun gibi Ebu Cehil’i sormuş ve İbni Avf, “Ne yapacaksın?” deyince, o da öbürünün söylediği şeyleri söylemiş, Abdurrahman bin Avf böyle korkulu zamanda rüzgârın sıcak ve soğuğunu görmemiş iki çocuk arasında kaldığını düşünürken, onların bu cesurca sözlerinden hayrette kalmıştı. İki genç ise meğer Afra Kadın’ın oğulları Muaz ve Muavvez adlarındaki iki fedai kardeşmiş.

İşte bu sırada Ebu Cehil, Mahzumoğulları yiğitleriyle domuz topu gibi gürlerken Abdurrahman bin Avf, onlara, “İşte aradığınız!” diye Ebu Cehil’i göstermiş. Derhâl ikisi birden fırlayıp, çifte şahinler gibi süzülüp Ebu Cehil’in üzerine hücum ettiler.

Aynı şekilde ensardan Muaz bin Amr bin Cemûh adlı fedai de Ebu Cehil’i gözetiyormuş. Bu sırada fırsat düşürmüş ve Ebu Cehil’in ayağına bir kılıç vurmuş fakat Ebu Cehil’in oğlu İkrime de kılıçla onun kolunu yaralamış. Bu sırada Afra’nın oğulları Muaz ile Muavvez de yetişip Ebu Cehil’in işini bitirmişler.

Ebu Cehil kendisini, Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş’in başı bilir ve Medinelileri çiftçi diye hor görürken, onların elinde can vermek pek gücüne gitti. Hatta Muaz (r.a.), kendisine kılıç ile vurunca, “Keşke beni çiftçilerden başka bir adam öldürseydi!” demiştir.

O sırada Resul-ü Ekrem, “Acaba Ebu Cehil ne yapıyor? Kim gidip de ondan bize bir haber getirir?” deyince Abdullah İbni Mesud koştu ve Ebu Cehil’in yanına gitti. Gördü ki can çekişiyor. Hemen başını kesmek üzere sakalından tuttu ve ayağıyla boynuna bastı. Ebu Cehil, gözlerini açınca, “Ey Ebu Cehil sen misin?” dedi. Ebu Cehil ise son nefese gelmiş olduğu hâlde korkusuzca İbni Mesud’a, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Büyük bir kişiyi kavim ve kabilesinin öldürmesi, hemen şimdi olmuş bir iş değildir. Bu olağan şeydir. Fakat üstünlük hangi taraftadır?” diye sordu.

İbni Mesud da “Zafer ve üstünlük İslam’a yüz gösterdi.” diye cevap verdi ve bu yüzden de Ebu Cehil’i ümitsizliğe düşürdü. Ebu Cehil, böyle her yönden umudunu kesince, “Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!” dedi. İbni Mesud da hemen onun başını kesti. Kısaca Ebu Cehil, son nefeste bile imana gelmedi, inkâr ve sapıklıkta direndi, her şeyden ümitsiz olarak canını cehenneme ısmarlayıp gitti.

İbni Mesud, cüssesi küçük ve zayıf, Ebu Cehil’in başı ise büyük olduğu için onu yüklenip götürmesi görmeye değer bir manzara olduğu hâlde, “İşte Allah’ın düşmanı Ebu Cehil’in başı!” diyerek Hazreti Peygamber’in önüne getirdi. Resul-ü Ekrem de Allah’ın yardımına şükretti. “Bu ümmetin firavunu işte budur.” diye buyurdu.

Bu sırada Afra Kadın’ın oğlu Muavvez nice işler gördükten sonra kardeşi Avf gibi o da şehit oldu. Ebu Cehil’in kardeşi olan As İbni Hişam da bu sırada öldürüldü. Kureyş’in meşhur başkanlarından Tuayme, Müslümanlardan bir iki kişiyi şehit ettikten sonra o da Hz. Hamza’nın kılıcından geçti.

Ebu Cehil’in öldürülmesinden sonra Kureyş ordusunda dayanacak kimse kalmayıp, tamamen yüz çevirdiler. Artık kaçanlar kurtuldu. Kaçamayanlar da esirliği canına minnet bildi.

Kureyş’in birinci derecedeki başlarından olan Ümeyye bin Halef ki hem ihtiyar hem de şişman idi. Muharebenin sonuna kadar dayandı. Nihayet oğlu Ali ile beraber kendisini Abdurrahman bin Avf’a teslim etmek zorunda kaldı. Abdurrahman Hazretleri de eski tanışıklığa dayanarak onları sağ bırakmak üzere esir etmeye karar verdi. Buna dair konuşurlarken Ümeyye bin Halef, “Kimdir şu demirlere bürünüp safları yırtan bahadır?” diye sormuş. Abdurrahman da “Resulullah’ın amcası Hz. Hamza’dır.” diye cevap vermiş. Ümeyye bin Halef, “Bize bu işleri eden ve bizleri bu hâle koyan hep odur.” demiş. Onlar bu sözde iken Ümeyye, Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) gözüne ilişti. Hâlbuki Ümeyye Mekke’de iken Hazreti Bilâl’e çok işkence etmiş olduğundan Bilâl, onu görür görmez, “Ey Allah’ın ensarı! İşte kâfirlerin ve fâcirlerin başı Ümeyye bin Halef! Vurunuz, öldürünüz!” deyince Afra Kadın’ın oğlu Muaz ile ensardan bazıları koşup Ümeyye bin Halef’i öldürdükleri sırada Ammar İbni Yasir de onun oğlu Ali bin Ümeyye’yi öldürdü.

Kısaca Kureyş ordusu, pek fena hâlde bozuldu ve Müslümanlar büyük bir zafer kazandı. Müslümanlardan harp meydanında düşüp kalanlar ile yaralı olup da sonra ölen şehitlerin hepsi on dört kişiydi. Altısı muhacirlerden, altısı Hazreç Kabilesi’nden, ikisi ise Evs Kabilesi’nden idi.

Müşriklerin ölenleri ise yetmiş kişi olup; yirmi dördü Kureyş’in ileri gelenlerinden ve başlarından idi.

Esir olan müşrikler de yetmiş kişi olup, Hazreti Peygamber’in amcası Abbas İbni Abdül-Muttalib, amca çocukları Akil İbni Ebu Ta-lib ve Nevfel İbni Abdül-Muttalib ve Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-As İbni Râbi, bu esirlerin ileri gelenlerinden idiler. Bir süre sonra hepsi de İslam ile şereflenmişlerdir. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebu Aziz İbni Umeyr de bu esirlerin ileri gelenlerinden olduğu hâlde Bedir gününde İslam ile şereflenmiştir. Süheyl İbni Amrü’l Amirî, Halid İbni Hişamü’l-Mahzumi, Übeyy İbni Halef’in oğlu Abdullah, Hz. Sûde’nin kardeşi Abd İbni Zem’a, Velid İbni Velid ve Ümeyye bin Halef’in azatlısı olan Nestas da bu esirlerin ileri gelenlerinden idi.

Resul-ü Ekrem emretti. Ölen Kureyş reislerinin cesetleri bir kuyu içine atıldı fakat Ümeyye bin Halef zırhının içinde şişmiş olduğundan, olduğu yerde üzerine taş ve toprak atılarak örtüldü. Diğer cesetler de şurada burada gömüldü.

Resul-ü Ekrem bu zaferi müjdelemek üzere Zeyd bin Harise’yi Medine’ye gönderdi. O da varıp Medinelilere müjdeyi verdi. O sırada ise Resul-ü Ekrem’in kızı Rukuyye (r.a.) ölmüştü. Hz. Zeyd’in Medine’ye varışında yeni gömülmüş olduğundan, Medine’de bulunan Müslümanlar keder içindeydiler.

Esirlerin kaçmaması için Hz. Ömer, onları bağlamaya memur olmuştu. Hepsinin büyüğü olan Abbas’ı çok sıkı bağlamış olduğundan, gece inlerdi. Resul-ü Ekrem’in, o gece amcasının iniltisine üzüldüğü için gözüne uyku girmedi. Ensar, Resul-ü Ekrem’in asla rahatsız olmasını istemediklerinden, gece uykusuz kaldığını işitir işitmez, bazıları gelip Abbas’ın bağlarını çözdüler ve karşılıksız olarak serbest bırakılmasını istediler. Hâlbuki esirler hakkında ne türlü muamele edileceğine dair henüz vahiy gelmediğinden, bunlar hakkında rey ile karar vermek lazım geliyordu.

Rey ile olan işlerde ise ashaba danışmak Fahr-i Âlem’in sünneti idi. Danışma meclisinde herkes fikrini serbestçe söylerdi. Hele Hz. Ömer, vahye uymakta ne kadar sürat ve metanet gösterirse rey ile olacak işlerde de asla hatır ve gönüle bakmayıp çekinmeden fikrini söyler ve sözü keserdi. Çok kere fikrinde isabet ederdi. Birçok defa söylediği fikri, sonradan inen vahye uygun düşmüştü. Bunun için kendisine Ömerü’l-Faruk denilmiştir ki doğru ile yanlışın arasını tam olarak ayırt edici demektir.

Bu sefer de esirler hakkında ne yapmak lazım geleceğine dair Hazreti Peygamber ashabıyla görüşme yaptı. Şöyle ki: “Yüce Allah, sizi onlara galip edip zafer kazandırdı. Şimdi onların hakkında ne yapmak istersiniz?” diye sordu. Hazreti Ömerü’l-Faruk, “Ey Allah’ın elçisi! Hepsinin boynunu vuralım!” dedi. Sa’d bin Muaz da (r.a.) bu bu görüşe katıldı. Resul-ü Ekrem’in merhameti buna elvermediğinden, evvelki sualini tekrarladı. Hz. Ömer, “Ey Allah’ın elçisi! Onlar müşriklerin başlarıdır. Hepsinin boynunu vurmalı!” deyip kendi fikrinde ısrar ettiyse de Resul-ü Ekrem yine kabul buyurmadı.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir kalkıp, esirlerden bedel alınarak serbest bırakılmaları görüşünde bulundu. Resul-ü Ekrem de onun fikrini kabul edip, esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti fakat Medine’ye giderken yolda Ukbe İbni Ebu Muit ile Nadr İbni Haris’i öldürttü.

Resul-ü Ekrem, Bedir’de üç gece kaldıktan sonra ordusu ile Medine’ye döndü. Esirler ve ganimet malları da beraberinde idi. Neccâroğullarından Abdullah İbni Ka’b, bu ganimet mallarını korumak üzere vazifelendirilmişti.

Kureyş kervanını aramaya memur olan Zeydoğulları Said ve Talha da (r.a.) etrafı tarayarak Medine’ye dönüşlerinde, Resul-ü Ekrem’in Bedir taraflarına gelişini öğrenerek o yöne koşuşmuşlar ve bu defa Resul-ü Ekrem dönüp de Medine’ye gelirken, yolda buluşup zaferini tebrik etmişlerdir.

Safra Boğazı’ndan çıkıldıktan sonra Resul-ü Ekrem, ganimet mallarını eşit bir şekilde ashaba bölüştürdü. Esirleri geride bırakıp Medine’ye gitti.

Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıkmasıyla dönmesi arasında on dokuz gün geçmiştir. Bir gün sonra esirler de Medine’ye götürüldü ve Resul-ü Ekrem, onları ashabına dağıttı. “Onlara güzelce bakınız.” diye tembih etti. Bu suretle herkes kendi evindeki esire güzelce bakar, yeme ve içmesine çok dikkat ederdi.

Resul-ü Ekrem’in amcası Abbas İbni Abdül-Muttalib, haylice zengin bir kişiydi. Mekke’den çıkarken Ümmül-Fazl’a yani hanımına epeyce altın verip, “Ben muharebeye gidiyorum. Eğer bana bir hâl olursa bu altınlar seninle evladınındır.” demişti fakat bunu ikisinden başka kimse bilmiyordu. Bundan başka Abbas, askere sarf etmek üzere yanına da haylice altın almıştı ancak harp sırasında bu altınlar elinden alınmıştı.

Resul-ü Ekrem ise bu sefer ona, gerek kendisi için ve gerek kardeş çocukları olan Ukayl ve Nevfel için bedel vermesini emredince, muharebede elinden alınmış olan altınların bu bedellere karşılık sayılmasını talep ve rica etti. Resul-ü Ekrem de “Bizim aleyhimize kullanmak üzere taşıdığın altını sana bırakmayız.” diyerek onun bu ricasını kabul etmedi. Abbas, “Beni avuç açtırıp da dilendirecek misin?” dedi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, “Hani Ümmül-Fazl’a bıraktığın altınlar?” diye buyurdu.

Hâlbuki Abbas, o altınları karısına verirken yanında kimse yok idi. “Sana bunu kim haber verdi?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Rabb’im haber verdi.” diye buyurdu. Abbas da “Ben şehadet ederim ki sen her sözünde doğrusun.” diyerek hemen kelimeişehadet getirdi fakat bedeli affettiremeyip, diğer esirler gibi, belirlenen bedeli bulup vererek Mekke’ye döndü.

Belirtilen bedellerini Mekke’den getirterek ödeyen, Kureyş’in öteki reisleri de yavaş yavaş dönmeye başladı. Bedel vermeye gücü olmayıp da yazı yazmasını bilen esirler de ensardan onar çocuğa yazı öğretmek ve sonra serbestçe Mekke’ye gitmek üzere Medine’de alıkonuldu.

Mekke halkı arasında okuryazar çoktu, Medine halkı ise yazı yazmayı bilmiyordu. Bu suretle Medine’de de okuryazar kimseler çoğaldı. Bu sırada Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb de (r.a.) kocası Ebu’l-As İbni Râbi’nin bedeli olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi.

Bu gerdanlığı ise Ebu’l-As’la evlendiği zaman boynuna, kadınların efendisi olan annesi Hz. Hatice takmıştı. Hz. Hatice’nin büyük kızına hediyesi olan gerdanlığın tellal elinde gezen şahlık mal gibi esirlik bedeli olarak meydana çıkması ashaba dokundu.

Resul-ü Ekrem de onu görünce çok duygulandı. “Uygun görürseniz Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz.” diye buyurdu. Ashap da Ebu’l-As’ı bıraktılar ve gerdanlığı geri çevirdiler. Böylece Ebu’l-As bedelsiz olarak esirlikten kurtulup Mekke’ye gitmiştir fakat inkâr ve sapıklıkta ısrar ettiğinden, sonradan Zeyneb (r.a.) ondan ayrılıp Medine’ye hicret etmiştir.

Esirlerden Ebu İzzetü’l-Cümehi adlı meşhur şairin şiirinden başka sermayesi yoktu. Bundan sonra Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla bedelsiz olarak salıverildi. Yine esirlerden Muttalib bin Hantab ile Saffiy İbni Rifa da böyle bedelsiz serbest bırakıldı.

Ramazanın sonlarında sadaka-i fıtır vermek vacip oldu ve Ramazan Bayramı’nda bayram namazı kılındı. Zekât vermek de bu sene farz oldu.

Yukarıda geçtiği gibi Bedir’de yenik düşen ve dağılan Kureyşlilerin yetmiş adamı öldürülmüş ve yetmiş kişisi esir edilmiş, geri kalan kılıç artıkları perişan olarak düşe kalka Mekke’ye gitmişlerdir. Ebu Süfyan da onlarla beraber Mekke’ye gitti. Ebu Leheb ile görüştüğünde Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fazl ve kölesi olup Müslüman olduğunu gizli tutan Ebu Râfi’nin de hazır bulunduğu bir toplantıda Ebu Leheb, Ebu Süfyan İbni Haris’e Bedir Harbi’ni sordu.

O da “Allah’a yemin ederim ki hiçbir şey değil. Yalnız biz Muhammedilerle karşılaştığımızda arkamızı onlara çevirdik. Dilediklerini öldürdüler ve istediklerini esir ettiler. Fakat onları ne kötülüyor ne de ayıplıyorum çünkü ablak atlara binmiş bir alay süvari vardı. Onlara karşı koymak mümkün değildi.” diye cevap verdi. Ebu Râfi de “O gördüğünüz süvariler, melekler idi.” deyince Ebu Leheb, öfkelenerek ona bir tokat vurdu.

Ümmü’l-Fazl ise gayrete gelip, “Zavallı köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun!” diyerek bir çadır direği ile Ebu Leheb’in başını yardı. Bunun üzerine Ebu Leheb, gam ve kederinden ağır hasta oldu ve bir hafta sonra canını cehenneme ısmarlayıp ceza yeri olan ahirete gitti.

Diğer Kureyşliler de Mekke’de bir ay kadar, Bedir’de ölen reislerin matemini tuttular.

Resul-ü Ekrem Bedir’den zafer kazanmış olarak döndükten sonra İslam dini pek kuvvetlendi ve bütün düşmanların gözleri yıldı.

Medine’deki Yahudiler, “Tevrat’ta adı geçen ahir zaman peygamberi budur.” demeye başladılar. Henüz iman etmeyenlerden bazıları iman etti. Bazıları da görünüşte İslam’a girdi. Böylece Müslümanlar içinde bir hayli münafıklar türedi.

Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Yahudiler, Resul-ü Ekrem ile harp etmemek ve onun düşmanlarını cenge kışkırtmamak üzere anlaşmışlardı.

Medine taraflarındaki Yahudiler, Kureyza ve Nadir diye başlıca iki kabileden meydana geliyordu ancak bunlardan başka Beni Kaynuka denen bir kabile vardı ki Medine’nin Aliye Bölgesi’nde Cısr-i Buthan denilen yerde yaşıyorlardı. Kaleleri sağlam ve kendileri cesaretleriyle tanınmışlardı. Hazreç Kabilesi onların dostu ve koruyucusu idi.