Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt», sayfa 11

Yazı tipi:

Müslümanlardan birini öldürerek sözleşmelerine aykırı davrandıklarından dolayı Resul-ü Ekrem, Hicret’in bu ikinci senesi şevvalinin ortalarında, ensardan ve Evs Kabilesi ileri gelenlerinden Ebu Lübabe İbni Abdül-Münzir’i (r.a.) Medine’de vekil bırakıp, sancağı amcası Hamza’nın (r.a.) eline vererek, gazilerle Medine’den çıktı. On beş günlük mesafede olan Kaynukaoğullarını kuşattı. Nihayet zilkade başında teslime mecbur oldular. Hazreç büyüklerinden, münafıkların başı olan Abdullah İbni Übey İbni Selûl de onların öldürülmemesini, affını istirham edip, bu hususta çok ısrarda bulunduğunda Resul-ü Ekrem, onları öldürtmekten vazgeçerek Şam tarafına sürdü. Kalelerinde bulunan silah ve malların beşte birini hazineye alıp, geri kalanını gaziler arasında paylaştırdı.

Ebu Süfyan İbni Harp İbni Ümeyye, adı geçen kervan ile Mekke’ye vardı. Arkasından Bedir’de dağılan asker de düzensiz bir hâlde Mekke’ye eriştiğinde Kureyş’in birinci derecedeki başlarından kimi ölmüş, kimi esir düşmüş olduğu için, Ebu Süfyan, tabiatıyla Kureyş’in başı sayıldığından, Müslümanlar üzerine bir sefer etmedikçe karılarının yanına varmamak ve güzel kokular sürünmemek üzere yemin etmişti.

Bundan dolayı iki yüz atlı ile Mekke’den çıkıp Medine yakınlarına geldiklerinde ileriye birkaç atlı göndermişti. Onlar da Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan bir yere gelip Müslümanlardan birini şehit etmişlerdi. Resul-ü Ekrem, bunu işittiği gibi seksen süvari ve yüz yirmi piyade ile Medine’den çıkıp o tarafa hareket etti.

Kureyşliler ise henüz Bedir bozgununun acısını unutmamış olduklarından, hemen kaçma yolunu tuttular ve hafiflemek için yanlarındaki azık ve zahire çuvallarını atarak büyük bir hızla kaçıp gittiler. Bu yüzden Müslümanlar Kureyşlilere yetişemediler fakat arkalarından bu çuvalları toplayıp zahmetsiz bir şekilde epeyce erzaka sahip oldular.

Bu seferde Resul-ü Ekrem beş gece Medine dışında kalmış ve zilhiccenin dokuzuncu günü Medine’ye ulaşmıştı. Ertesi gün bayram namazı kıldı ve kurban kesti, ashaba da kurban kesmeleri için emretti.

Yine zilhicce ayında Resul-ü Ekrem sevgili kızı Fatımatü’z-Zehra’yı (r.a.) amcasının oğlu olan Ali bin Ebu Talib (r.a.) ile evlendirdi. O vakit Hazreti Fatıma on beş yaşında ve Hazreti Ali yirmi bir yaşındaydı.

Ashabın büyüklerinden Osman İbni Maz’ûn (r.a.) bu sene ebedî âleme göçmüştür. Yine bu sene Kureyş reislerinden Ümeyye İbni Salt da dünyadan göçüp gitmiştir. Bu Ümeyye, semavi kitapları incelemiş, peygamber gönderileceğini öğrenmiş fakat kendisi ahir zaman peygamberi olma emeline düşmüş iken Muhammed Mustafa (s.a.v.) gönderilince hasedinden dolayı inkâr ve sapıklıkta direnmişti. Bedir Harbi’nde Şam’da bulunup, sonra Mekke’ye giderken Bedir köyüne uğradığında kendisine Bedir çarpışmasında öldürülen Kureyş reislerinin atılmış oldukları, adı geçen kuyu gösterilmiş ve dayı oğulları olan Utbe İbni Reb’ia ile Şeybe İbni Reb’ia’nın orada oldukları söylenmişti. Bu nedenle o kuyunun başına gidip onlara ağıt olarak uzun bir kaside söylemiş ve sonradan kendisi de cehenneme yollanmıştır.

Daha sonra Hicret’in üçüncü senesi oldu. Bu senenin rebiülevvelinde Yahudilerden ve Nadir Kabilesi reislerinden Ka’b bin Eşref öldürüldü. Ka’b bin Eşref şairdi. Resul-ü Ekrem’i hicvederdi. Bu sırada Mekke’ye gidip gelmiş ve Mekke’de iken Bedir Harbi’ne dair ağıtlar söyleyerek, Kureyş’i Müslümanlar aleyhine epeyce kışkırtmıştı.

Ensardan ve Evs Kabilesi’nden Muhammed İbni Mesleme, kendi kabilesinin yiğitlerinden oluşan dört kişilik yoldaşlarıyla gidip, Ka’b’ın başını kesti ve başkalarına ibret olarak gösterdi. Yahudiler, sabahleyin Hazreti Peygamber’in yanına gelip, bundan dolayı şikâyet ettiler. Resul-ü Ekrem de Ka’b’ın ne türlü bir karışıklık çıkarmaya çalıştığını anlatınca, Yahudiler bir şey diyemeyip gittiler.

Bedir çarpışmasından sonra Kureyş için öteden beri gidip gelmekte oldukları Şam yolu tehlikeli olduğundan, Irak yoluyla dolaşarak Şam’a gidip gelmeye başladılar. Bu sırada Irak yoluyla bir Kureyş kervanı hareket etmişti. Safvan İbni Ümeyye ile Huveytib İbni Abdül-Uzza da kervanla beraber idi. Resul-ü Ekrem, ondan haberi olduğunda, yüz süvari ile Zeyd bin Harise’yi (r.a.) gönderdi.

Necid’de, Karde adlı subaşına vardılar ve kervanı vurdular. Bütün mallarını alıp Medine’ye götürdüler ve beşte birini hazine için ayırdılar. Bu beşte birin kıymeti yirmi bin dirhemi buluyordu.

Yukarıda geçtiği üzere Bedir Harbi sırasında Resul-ü Ekrem’in kızı ve Osman bin Affan’ın (r.a.) hanımı Rukuyye (r.a.) vefat etmişti. Sonra Hz. Ömerü’l-Faruk’un (r.a.) damadı Huneys İbni Huzâfetü’s-Sehmi ölünce, kızı Hafsa (r.a.) dul kaldı.

Hazreti Ömerü’l-Faruk, kızı Hafsa’yı Hz. Osman’a vermek istedi. Hz. Osman da bu niyette bulunmuşken, sonradan vazgeçtiğinden, Hazreti Ömerü’l-Faruk gücenmiş oldu. Resul-ü Ekrem ise bu sırada Hz. Hafsa ile evlendi. Böylece Hz. Ömer’i kayınpederi olmakla şereflendirerek, gönlünü hoş etti. Kendi kızı Ümmü Gülsüm’ü de (r.a.) Hz. Osman’a verdi. Bundan dolayı ona, “Osman-ı Zi’nnureyn” iki nur sahibi denildi.

Uhud Savaşı

Yukarıda geçtiği üzere Bedir Savaşı sırasında Ebu Süfyan, İbni Harp ve Amr bin As, kıyı yoluyla savuşup Bedir çarpışmasına sebebiyet veren, daha önce bahsedilmiş olan kervanı Mekke’ye ulaştırmışlar idi. Bu kervanda bin deve yükü mal vardı. Sermayesi elli bin altın idi. Bunda Kureyş büyüklerinden pek çok kimselerin payı vardı. Hâlbuki onların çoğu Bedir Harbi’nde idiler. Ondan dolayı kervan Mekke’ye gelince, bütün mallar Dârü’n-Nedve’ye konup saklandı.

Kureyş ordusu Bedir’de fena hâlde bozulup dağılarak Mekke’ye varınca, Safvan İbni Ümeyye, İkrime İbni Ebu Cehil ve Abdullah İbni Reb’ia gibi babaları yahut kardeşleri ölenler, Ebu Süfyan’ın yanında toplandılar. “Muhammed, bizim büyüklerimizi öldürdü. Bizleri kimsesiz bıraktı. Şu kervanın kârından bize yardım ediniz ki ondan öcümüzü alalım.” dediler.

Ebu Süfyan hemen uygun gördü. Öteki sermaye sahiplerini de razı ederek, kervandaki malları sattılar. Kureyşliler, Şam ticaretinden bire bir kâr ederlerdi. Bu sefer de malları sattılar, sermayesi olan elli bin altını sahiplerine verdiler. Elli bin altın kadar kâr kaldı. İşte bu kârdan yirmi beş bin altın ayrıldı. Onunla çöl Araplarından asker toplamak üzere karar verildi.

Fakat Bedir’de ölen Kureyş’in büyüklerini hatırlayarak ve onlar için ağıtlar söyleyerek halkı savaşa kışkırtmak üzere, söz ve sohbeti dinlenir birkaç kişinin bu işe girişmeleri gerekli görüldü. İşte bunun için Amr İbni As, Hübeyre İbni Ebu Veheb, İbnü’r-Reb’i ve Ebu Azzetü’l-Cumehi seçilerek kabilelerin içlerine gönderildi.

Gerçi Ebu Azze, Bedir Muharebesi’nde esir olup, bundan sonra Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla bedelsiz olarak serbest bırakılmış olduğundan, bu vazifeyi kabulden çekinmişse de dokunaklı sözleriyle kavmine yardımcı olması yönünde Safvan İbni Ümeyye’nin zorlamasına dayanamayıp, Müslümanlar aleyhine halkı harekete geçirmek ve bu yolda şiirler söylemekle uğraştı.

Böylece Kureyşliler, Beni Mustalik, Beni Huzeyme, Beni Hevn, Beni Abdi Menafin ve Beni Haris kabilelerinden iki bin kadar asker topladılar. Üç bin kişiden oluşan bir ordu ile Mekke’den çıktılar ki yedi yüzü zırhlı ve iki yüzü atlı idi. Üç bin de develeri vardı. Bu ordunun başı ve kumandanı Ebu Süfyan olup karısı Hind de beraberinde idi ki Bedir’de ölen babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid’in öcünü almak için askeri kışkırtıp dururdu.

Ebu Cehil’in oğlu İkrime’nin karısı ve Haris İbni Hişam’ın kızı olan Ümmü Hakim, Haris İbni Hişam’ın karısı ve Velid İbni Mugire’nin kızı Fatıma, Safvan İbni Ümeyye’nin karısı ve Mesud Sakafi’nin kızı Berze, Amr İbni As’ın karısı ve Münebbih Sehmi’nin kızı Reyta, kocalarıyla birlikte oldukları gibi Musab İbni Ümeyr’in kardeşi olan Ebu Aziz İbni Umeyr’in annesi Hannâs da oğlu Ebu Aziz ile beraber idi. Bunlardan başka diğer karılar da vardı. Hepsi on beş kadın oldukları hâlde tef çalarlar ve askerî gayrete getirecek şiirler okurlardı.

Abbas İbni Abdül-Muttalib Bedir çarpışmasında felakete uğradığından bahsederek özür diledi ve geri kaldıktan başka, Kureyş’in bu hâl ve hareketine dair bir mektup yazdı ve üç günde Medine’ye ulaştırmak üzere, Gifâroğullarından ücretle bir haberci tutup gönderdi. Haberci gelip Resul-ü Ekrem’i Kuba köyünde bularak mektubu verdi.

Resul-ü Ekrem o mektubu Übey İbni Ka’b’a (r.a.) okuttu ve gizli tutulmasını tembih etti. Sonra Kuba köyünün eşrafından ve ensarın büyüklerinden Sa’d İbni Rebf’in (r.a.) evine gitti ve gizli olarak onunla bu meseleyi görüştü. Sonra Medine’ye gelerek, Kureyş ordusunun durumunu araştırıp öğrenmek için Hubab İbni Münzir’i (r.a.) gönderdi.

O da çıkıp Medine’ye bir konak uzaklığı olan Urayz denen yerde Kureyş ordusunu gördü ve durumlarını öğrenerek Medine’ye gelip içyüzünü Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Münziroğlu Hubab’ın (r.a.) araştırması, Abbas İbni Abdül-Muttalib’in yazdıklarına tam tamına uyuyordu.

Hicret’in üçüncü senesi şevval ayının ilk çarşamba günüydü. Kureyş ordusu Medine hizasına geldi ve Uhud Dağı yanındaki Ayneyn denen dağın yanına kondu. Perşembe ve cuma günleri orada kaldı.

Cuma gecesi Resul-ü Ekrem rüyasında gördü ki birtakım sığırlar boğazlanmış, Zülfikâr adlı kılıcının ucu kırılıp, bir gedik açılmış ve arkasına sağlam bir zırh giyip, mübarek elini o zırhın yakasına sokmuş. Ertesi gün Resul-ü Ekrem, bu rüyayı ashabına söyledi ve “Boğazlanan sığırlar, ashabımdan öldürülecek olanlara ve kılıcımın ucundaki gedik ise Ehl-i Beyt’imden birinin öldürülmesine işarettir ve sağlam zırh Medine demektir.” diye yorumladı. “Şu hâle göre Medine içinde durunuz, düşman içeri saldırırsa savunma ve korunma harbi ediniz.” diye buyurdu. Ashaptan bazıları da bunu uygun gördü.

Münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl de bu görüşte bulundu ve “Ey Allah’ın elçisi! Cahiliye zamanında düşmana karşı biz ne vakit dışarı çıksak yenilirdik ve ne vakit Medine’de kapanıp da savunmada bulunsak yenerdik.” dedi.

Gerçekten öyle savunmada bulunmak duruma uygundu çünkü Medine’nin her tarafı, yapılar ve duvarlarla çevrili ve geçit yerleri istihkâmlarla kapanmış olduğundan, bir kale sayılırdı. Resul-ü Ekrem’in rüyasında gördüğü üzere kuvvetli bir zırh gibiydi.

Kısa bir süre Medine’de kalınsa, Kureyşliler ordugâhlarında durup, Müslümanların çıkmasını bekleyeceklerdi. Bu bekleyiş yüzünden çöl Araplarına bezginlik gelerek, birçoğu savuşup giderdi. Medine üzerine saldırırlarsa, içeriden ok atılarak birçokları öldürülebilirdi. Her iki surette de Kureyş ordusuna zayıflık gelecekti. O hâlde gerekirse dışarı çıkılarak, üzerlerine hücum ile muharebeyi kazanmak kolay olurdu.

Fakat Bedir çarpışmasında bulunmayan yiğitler, orada bulunan gazilerin kazandığı sevap ve mükâfatı ve Bedir şehitlerinin kavuştuğu dereceleri Resul-ü Ekrem’den işitince, o muharebede bulunmadıklarına çok üzülmüşlerdi. Bu bakımdan, “Ey Allah’ın elçisi! Biz Allah’tan bugünü isterdik. Bizleri dışarı çıkar, düşmanlarımız ile göğüs göğüse harp edelim.” dediler. Ashaptan bazıları, “Eğer dışarı çıkmazsak düşman bunu bizim çekingenliğimize ve korkaklığımıza vererek şımarır.” diyerek, çıkıp meydan harbi yapmayı istediler. Hazreti Hamza ise çok yiğit ve bahadır biri olarak -Medine’de kapanıp durmaya aklı bir türlü yatmadığı için- hemen çıkıp düşmana saldırmayı istiyordu.

Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de ister istemez dışarı çıkarak meydan harbi yapmaya karar verdi ve “Sabrederseniz bu sefer de yüce Allah size yardım eder.” diye buyurdu. Cuma hutbesinde din uğrunda savaşın faziletlerini anlattı. İkindi namazını cemaat ile kıldıktan sonra Hz. Ebu Bekir ve HZ. Ömer’le beraber evine gitti.

İkisi birlikte Resul-ü Ekrem’in sarığını düzelttiler ve sefer elbisesini giydirdiler. Resul-ü Ekrem birbiri üzerine iki zırh giydi ve kılıcını kuşanıp, yine onlarla beraber evinden dışarı çıktı. Diğer ashap da hazırlandı. Avali köyleri halkı da gelip, hepsi Resul-ü Ekrem’in çıkmasını beklediler.

Hâlbuki askerliğin en önemli işi, harp hareketlerinde kumandan kim olursa olsun yalnız onun emrine uyarak, fikir ve tedbirlerine asla karışmamaktır. Şu duruma göre Fahr-i Âlem, savunma harbini uygun görmüşken, halktan bazılarının onu dışarı çıkmaya zorlamaları büyük bir hata idi.

Evs Kabilesi’nin başı ve ensarın en büyüğü olan Sa’d İbni Muaz ile Üseyyid İbni Huzeyr, “Siz, Allah’ın elçisini, istemeyerek çıkmaya zorladınız, işi ona bırakmalıydınız. Ona vahiy gelir ve işin gereğini o, sizden daha iyi bilir.” diye Medine dışında harp etmeyi isteyenleri azarladılar. Onlar da istediklerine pişman oldular ve bu sefer Resul-ü Ekrem, evinden çıkınca, “Ey Allah’ın elçisi! Biz senin emrine karşı çıkmayız. Dilediğini işle.” dediler.

Resul-ü Ekrem ise onların zorlaması üzerine silahlanıp atına binmek üzere olduğundan, “Bir peygambere, silahlandıktan sonra harp etmeden dönmek yakışmaz.” diye buyurdu ve hemen atına binip, İslam ordusuyla Medine dışına çıktı. Öte yandan Ümmü Mektûm’un oğlunu Medine’de vekil bıraktılar.

Sa’d İbni Muaz ile Sa’d İbni Ubâde (r.a.), zırhlı oldukları hâlde Resul-ü Ekrem’in önünde yürürlerdi. Uhud Dağı’na doğru yöneldiler. Medine ile Uhud arasındaki uzaklık ise bir saatten azdır ancak o gün oraya kadar gitmeyip, yan yolda, Şeyheyn denilen yerde gecelediler.

Üsame İbni Zeyd, Abdullah İbni Ömer, Zeyd İbni Sabit ve Ebu Saidi’l-Hudri gibi küçük çocukları, Resul-ü Ekrem buradan geri çevirdi.

O gece Muhammed İbni Meslemetü’l-Ensari (r.a.), elli asker ile ordunun çevresini dolaşmak üzere devriye çıktı. Müşrikler tarafından da İkrime İbni Ebu Cehil, bir bölük ile devriye çıkıp dolaşmakta idi. Zekvân İbni Abdül-Kays (r.a.) da gece ordu içinde dolaşıp, Resul-ü Ekrem’in çadırını korumaktaydı. Seher vakti Resul-ü Ekrem, ordusu ile o yerden kalkıp Uhud Dağı’na doğru hareket etti. Yanındaki askerin toplamı bin kişi kadardı.

Fakat münafıkların başı olan Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl, kendine uyan üç yüz kadar münafık ile geri döndü. Onların dönüp gitmesi, Hazreç Kabilesi’nden Hariseoğulları Kabilesi’ni ve Evs Kabilesi’nden Selemeoğulları Kabilesi’ni kararsızlığa düşürdü. Bu ise sırf şeytanın bir vesvesesiydi. Yüce Allah’ın hidayeti erişti. O iki kabile münafıklara uymayıp, İslam ordusu ile Uhud Dağı eteklerine ulaştılar. Ordunun toplamı yedi yüz kadar kaldı. Onların da sadece yüz neferi zırhlı idi. Yalnız Resul-ü Ekrem ile Ebu Bürde’nin (r.a.) birer atı olup, öteki askerler hep piyade idi.

İslam ordusu Uhud Dağı’na arkasını verdi. Medine’ye karşı saf olup durdu. Müşrikler de İslam ordusunun karşısındaki çorak yerde saf oldular.

Kureyş sancağı, öteden beri Abdü’d-Dâr İbni Kusayoğullarında olduğu gibi, bu sefer de Abdü’d-Dâroğullarından Talha İbni Ebu Talha, Kureyş ordusunun sancak taşıyıcısı idi.

Resul-ü Ekrem de muhacirlerin sancağını yine Abdü’d-Dâroğullarından Mus’ab İbni Umeyr’e (r.a.) verdi. Evs Kabilesi’nin sancağı ise Üseyyid İbni Hudayr’ın (r.a.) ve Hazreç Kabilesi’nin sancağı Hubab İbni Münzir’in (r.a.) elindeydi.

Kureyş ordusunun kumandanı Ebu Süfyan’dı. Okçularının başı Abdullah İbni Reb’ia ve sağ kol kumandanı Halid İbni Velid ve sol kol kumandanı İkrime İbni Ebu Cehil’di. Safvan İbni Ümeyye ile Amr İbni As da birer bölük kumandanıydılar.

Resul-ü Ekrem de ordunun ortasında bulunuyordu. Ebu Ubeyde İbni Cerrah ile Sa’d bin Ebu Vakkas öncü, Mikdad İbni Amr arkada, Ukkâşe İbni Muhsin Esedi sağ kola ve Ebu Mesleme İbni Abdül-Esed sol kola kumanda ediyordu.

İslam ordusunun sol tarafındaki Ayneyn adlı dağda bir vadi vardı. Oradan düşman süvarisi saldırabilirdi. Resul-ü Ekrem, Abdullah İbni Cübeyr’i (r.a.) elli okçu ile süvari hücumunu engellemek için o vadinin girişine yerleştirdi. “Düşman gerek yensin, gerek yenilsin, benden haber gelmedikçe siz buradan ayrılmayınız.” diye kesin emir verdi.

Sonra Resul-ü Ekrem, eline bir kılıç aldı. Üzerinde Arapça “Korkaklıkta utanç ve ileri gitmekte şeref var. Hâlbuki kişi korkaklık ile kaderden kurtulamaz.” diye yazılmıştı. “Hakkını vermek şartıyla bu kılıcı kim alır?” dedi.

Ashaptan bazıları, “Biz alırız.” dedilerse de Resul-ü Ekrem, kulak asmayıp yine evvelki sözünü tekrarladı. Sonunda ensarın yiğitlerinden Ebu Dücâne (r.a.), “Ey Allah’ın elçisi! Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Resul-ü Ekrem de “Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanın yüzüne vurmaktır.” diye buyurdu, Ebu Dücâne (r.a.), “O şart ile ben alırım.” deyince Resul-ü Ekrem, kılıcı ona verdi.

Aslında Ebu Dücâne (r.a.), harp meydanında korkusuzca koşup duran yiğitlerden olduğu hâlde böyle bir iltifatla karşılaşınca, hemen kılıcı çekip ileri yürüdü. Bu sırada bir münafık ile bir mürtet tarafından harbe başlandı. Kuzman adında bir münafık vardı. Bu sefer Resul-ü Ekrem ordusu ile Medine’den çıkınca, o geri kalmıştı. Medine’deki kadınların onu alaya almaları, namusuna dokunduğundan, hemen orduya gelmiş ve en ileri geçip harbe hazırlanmıştı.

Evs Kabilesi’nden Ebu Amir Râhib denen bir adam vardı. Hazreti Peygamber gönderilmeden önce, Resul-ü Ekrem’in geleceğini haber vermişken, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği belli olunca kıskançlığından ötürü onu inkâr ederek sapıklık yoluna girmiştir. Resul-ü Ekrem’den ayrılıp, kendisine uyan elli kadar adamıyla Mekke’ye gitmişti. “Harp meydanında kavmimle karşılaşırsam, hepsi bana uyar.” diye Kureyş içinde övünürdü.

Hâlbuki Resul-ü Ekrem, onu Ebu Amir Fasık diye adlandırmış olduğundan, değil kavmi, kendi oğlunun bile onu kabul etme ihtimali yoktu. Bunun için bu sefer Ebu Amir, Evs Kabilesi’nin karşısında olan çöl Araplarının içine gelerek, “Ben Ebu Amir’im.” diye seslenince Evs Kabilesi, “Bre fasık herif!” diye ona sövdüler.

Ebu Amir, kendi kavminden böyle ummadığı bir karşılık alınca, “Ben, kavmimin içinden çıkalı onların fikirleri bozulmuş.” diyerek Evs Kabilesi’yle harp etmeye başladı.

Kuzman ise karılardan utanmış ve harbe pek hırslanmış olduğu için herkesten önce düşmana ok atarak büyük bir şiddetle harbe başladı.

Evs Kabilesi yiğitleri ise Ebu Amir’i taşa tuttular, taşları ve okları yağmur gibi yağdırdılar. Ebu Amir Fasık’ın kaçmak zorunda kalması dışında o kolda bulunan Hevâzin Kabilesi de ürküp geri döndü ve nihayet gerideki safa dayandı. Bunun üzerine Kureyş’in bayrak taşıyanı olan Talha İbni Ebu Talha meydana çıkıp er diledi. Hz. Ali, ona karşı çıktı ve başına bir kılıç vurup kâfiri öldürdü.

Ondan sonra Kureyş’in sancağını Osman İbni Ebu Talha taşımıştı. Allah’ın Aslanı Hz. Hamza, onun üzerine hamle ederek kılıçla kolunu yaraladı. Hemen sancağı Ebu Said İbni Ebu Talha aldı. Onu da Sa’d İbni Ebu Vakkas (r.a.) okla vurdu. Ardından sancağı Nâfi İbni Talha aldı. Onu da Asim İbni Sabit İbni Ebu Eflah, okla vurup öldürdü. Ondan sonra sancağı Talhaoğlu Haris aldıysa da Asim onu da bir okla vurup düşürdü. Kardeşi Kilâb İbni Talha hemen sancağı eline aldı ve Zübeyr İbni Avvam, hamle ederek onu da öldürdü. Sonra kardeşi Cülâs İbni Talha sancağı aldı. O da Talha İbni Ubeydullah’ın (r.a.) eliyle öldürüldü. Kısacası Abdü’d-Dâroğullarından baba, oğul, birader ve amca olmak üzere yedi kişi bu sancak altında düşüp kaldı. Sonra sancağı yine Abdü’d-Dâr soyundan Ertat İbni Şurahbil aldı. Onu da Hz. Hamza öldürünce sancağı Şüreyh İbni Kariz aldı. Onu da ashaptan biri öldürdü.

Artık Abdü’d-Dâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine onların kölelerinden Savab denen adam sancağı aldı. O da Kuzman’ın bir hamlesiyle öldü.

Gariptir ki Kuzman’ın ismi geçtikçe Resul-ü Ekrem, onun hakkında “Cehennemliktir!” derdi. Kuzman ise bu sefer o kadar mertçe harp etti ki müşriklerden yedisini yere düşürdü fakat sonunda kendisi de yaralanarak harp meydanında düştü, pek çok yerinden kan akmaya başladı. O hâldeyken Katade İbni Numan (r.a.) onu görmüş ve “Şehitlik rütbesi mübarek olsun ey Kuzman!” diyerek hâl ve hatırını sorunca, Kuzman, “Benim emelim şehit olmak değildir. Dinin korunması da asla hatırımdan geçmemiştir fakat Kureyşlilerin Medine hurmalıklarına zarar ve ziyan vermemesi için çalışıp çabaladım.” cevabını vermiştir. Artık hayatından ümidini kesince kendi kılıcıyla karnını yarıp kendi kendisini öldürmüştür.

Bu muharebede ilk önce şehit olan Ebu Câbir İbn Amr İbni Haram’dır (r.a.). Sonra kız kardeşinin kocası olan Amr İbni Cemûh (r.a.) muharebeye gelirken, “Ya Rabbi! Beni geri döndürme.” diyerek yüce Allah’tan şehitlik rütbesini niyaz etmişti. Duası kabul edilerek oğlu Hallâd İbni Amr ile beraber şehitler arasına karışmıştır.

Ebu Amir Fasık’ın oğlu Hanzale (r.a.), Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl’ün kız kardeşi Cemile’yle evlenmiş, henüz bir gecelik yeni güveyi idi. Babası dönme ve kayınbiraderi ikiyüzlülerin başı olduğu hâlde kendisi din uğrunda canını veren yiğitlerden idi. Hemen kendisini düşman safına vurdu ve düşmanın başkumandanı olan Ebu Süfyan’ın üzerine vardı fakat Şeddâd İbni Evs adındaki kâfir yetişip ona şehitlik şerbetini içirdi.

Ebu Dücâne’ye (r.a.) gelince, Resul-ü Ekrem’den o kılıcı, yukarıda belirtilen şart ile aldıktan sonra, başına kırmızı bir sargı sardı ve önüne gelen kâfirleri kılıçla vurup yaralayarak ve öldürerek düşman safını yardı. Hatta öte tarafa geçip Ebu Süfyan’ın karısı olan Hind’in yanına vardı.

Hind ise öteki kadınlarla beraber geride tef çalarak kâfirleri savaşa kışkırtırken, Ebu Dücâne üzerine varınca ne yapacağını şaşırdı ve onu kurtarmak için kimse yanına varamadı. Ebu Dücâne ise “Allah’ın elçisinin kılıcı ile böyle kimsesiz bir karının başına vurmak layık değildir.” diyerek geri döndü. O gün Ebu Dücâne çok büyük kahramanlıklar göstererek herkesi hayrette bıraktı.

Bu sırada Hz. Hamza, aslan gibi ne tarafa hamle ve hücum etse, karşısına gelen kâfirler, sürüyle onun önünden savuşup kaçarlardı. Bu bakımdan müşriklerin göz diktikleri tek şey, onu bir an evvel öldürmekti fakat yanına yaklaşılamayan, kükremiş bir aslan olduğundan, onu uzaktan vurup da düşürmenin çaresini arıyorlardı. Hz. Hamza’nın Bedir Harbi’nde öldürmüş olduğu Tuayme’nin kardeş çocuğu olan Cübeyr İbni Mut’im’in Vahşi adında bir Habeşli kölesi vardı. Habeşistan usulüyle mızrak atmakta pek mahir idi. Cübeyr ona, “Eğer Hamza’yı öldürürsen serbest ol.” demiş. Hind de bunun için Vahşi’ye pek çok mükâfat vadetmişti. Vahşi, bir taş arkasında pusuya girip, yalnız Hz. Hamza’yı gözetlemeye başladı. Hâlbuki muharebe çok şiddetlenmişti. Kureyş ordusu fena hâlde bozuldu. Hatta geride tef çalan Hind ile arkadaşları ve öteki kadınlar, paçaları sıvayıp, “Eyvah, yazık!” diyerek dağa doğru kaçmaya başladılar. İslam askerleri de yağmaya koyuldular.

Okçular bu hâli görünce, “Yoldaşlarımız yendiler, düşman tamamen bozuldu. Ne duruyorsunuz? Ganimet ey cemaat! Ganimet!..” dediler. Abdullah İbni Cübeyr (r.a.), “Siz Allah’ın elçisinin emrini unuttunuz mu?” diyerek onları yağmadan alıkoymak istediyse de arkadaşları dinlemeyip, “Biz de biraz ganimet malı alalım.” diyerek dağıldılar. Abdullah İbni Cübeyr (r.a.) yedi sekiz sadık arkadaşıyla Hz. Peygamber’in emrine uyarak korunmasına memur oldukları yerden bir tarafa kımıldamadılar.

Kureyş ordusunun sağ kol kumandanı olan Halid İbni Velid ise süvari askeriyle o yerden geçerek, İslam ordusunun sol kanadına saldırmayı, kaç kere düşünmüşken okçulardan sakınıp bu niyetini gerçekleştirememişti. Bu sefer okçuların dağıldıklarını görünce fırsatı değerlendirmek istedi ve ganimet için dağılan okçular üzerine sert bir saldırıda bulundu. Onları çiğneyerek Abdullah İbni Cübeyr’in (r.a.) yanına geldi ve yanındaki arkadaşlarıyla beraber onu da şehit etti (r.a.). Halid İbni Velid, o yeri aldıktan sonra, İslam ordusunun sol kanadından dolaşıp arka taraftan saldırarak Müslüman askerlerini şaşırttı ve içlerine büyük bir parçalanma düşürdü.

İslam ordusu yenmiş bir hâldeyken, aniden işler tersine dönüp bu galibiyet hemen yenilgiye dönüşüverdi. O sırada Hz. Hamza, önüne gelen kâfirleri vurup dağıtmaktayken, Sibâ İbni Abdül-Uzza adlı yiğit ona karşı durdu. Hz. Hamza, onu bir vuruşta düşürüp öldürdükten sonra, dönüp diğer tarafa atılırken, adı geçen Vahşi adındaki Habeşî, pusudan çıkıp mızrağını attı ve Hz. Hamza’yı vurup şehit etti.

Şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza, bu sefer sekiz ünlü kâfiri vurup düşürdükten sonra kendisi de böylece Vahşi’nin bir mızrağıyla şehit oldu.

Kız kardeşinin oğlu olan meşhur Abdullah İbni Cahş’ı (r.a.) da bu sırada Ebu’l-Hakem İbni Ahnes Sakafi şehit etmiştir. Yine muhacirlerden Şemmas İbni Osman (r.a.) da o sırada şehit olmuştur.

Vahşi, bir aralık Hz. Hamza’nın yanına gidip, karnını yardı ve ciğerini çıkarıp Hind’e götürdü. Hind, çok sevindi, büyük bir hırsla Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnedi, üstünde başında bulunan ziynetlerini ve yanında bulunan mallarını şükrane olarak Vahşi’ye verdi. Bundan başka Mekke’ye dönüşünde şu kadar altın daha vereceğini vadetti. Sağ oldukça Vahşi’ye teşekkür borçlu olacağına dair şiirler söyledi.

Hz. Hamza’nın ölümü, Müslümanlar için büyük bir musibet idi fakat o hâldeyken bile kimsenin onu düşünecek zamanı yoktu. Herkes kendi başının kaygısına düşmüştü çünkü yukarıda geçtiği gibi, Halid İbni Velid’in geriden saldırması üzerine İslam ordusu bozgunluğa yüz tutmuştu.

O sırada “Arkanıza bakınız ey cemaat!” diye bir ses işitildi. Bu yüzden İslam ordusuna bir karışıklık ve Müslümanlara şaşkınlık geldi, ileri koşuşmuş olanlar, telaş ve dehşet ile geri döndüler ve arkalarındaki Müslümanları, düşman sanarak üzerlerine saldırdılar. Gerçi Müslümanlar, harp sırasında birbirini tanımak için önceden aralarında “Öldür, öldür!” parolasını koymuşlardı fakat şaşkınlık ile onu unuttular. Bu sebepten dolayı dostu düşmandan ayıramaz oldular. Hemen birbirlerini kırmaya başladılar.

Bozulup dağılmış olan kâfirler toplanarak geri dönüp, Müslümanların üzerine saldırdılar. İşte bu kargaşada ensardan pek çokları yaralandı ve öldü. Ashabın büyüklerinden Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan Yeman (r.a.) da bu arada şehit olmuştur. Bu Yeman ile Sabit İbni Vaks (r.a.), çok yaşlı kimseler olup harp edemeyecek durumda olduklarından, Resul-ü Ekrem, Uhud Harbi’ne çıkarken onları geri çevirmek istemişti fakat her ikisi de şehitlik rütbesine kavuşmak için birlikte gelme arzusunda bulundukları için orduya katılmalarına izin verilmişti. Bu sefer ikisi de isteklerine erdiler.

Düşmanlar bu şekilde fırsat bulduktan sonra Fahr-i Âlem’in üzerine saldırdılar ve yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar. Üzerine pek çok ok ve taş attılar. Sa’d İbni Ebu Vakkas’ın (r.a.) kardeşi olan lanetlenmiş Utbe İbni Ebu Vakkas, Hazreti Peygamber’in dudağını yardı ve bir dişini kırdı.

Abdullah İbni Kamie adındaki lanetli de mübarek yanağının üstünü yardı ve zırhının iki halkası kırılıp koparak bu yanları yere batıp içeri girdi. Resul-ü Ekrem ise kendisinin kanı yeryüzüne damlayıp da ondan dolayı kavmine azap inmesin diye yükünden akan kanları sildi. “Ya Rabbi! Kavmim cahildir. Sen onlara doğru yolu göster…” diye yalvardı.

O sırada müşriklerin bir bölüğü, Resul-ü Ekrem üzerine saldırdı. Hazreti Ali, karşı çıkıp onların başı olan Hişam İbni Ümeyyetü’I-Mahzumi’yi öldürünce arkadaşları kaçtı. Daha sonra başka bir bölük ile Amr İbni Abdullah Cumahi saldırınca, Hazreti Ali, onu da öldürdü. Onun da arkadaşları kaçmaya yüz tuttu. Sonra bir diğer bölüğün daha hücumunda, Hazreti Ali, onların başı olan Bişr İbni Malik Amirî’yi de öldürünce artık ötekiler savuşup gitti. Kısacası Hazreti Ali o gün düşmanların gözünü korkuttu ve amcası Hazreti Hamza gibi, Allah’ın bir aslanı olduğunu ispat etti.

O sıralarda Ümmü Ümâre diye bilinen Nesibe Hatun da meydana çıkmış, gayet mertçe çarpışıyordu. Bu Nesibe (r.a.), Mâzen İbni Neccâr evladından olan Ka’b’ın kızı ve ensardan Zeyd İbni Asim’in hanımıdır. Hicret’ten evvel Mekke’ye gidip de Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat edenlerdendir.

Bu sefer kocası ve iki oğlu ile birlikte Uhud Harbi’nde bulunup, yiğitliğini dosta düşmana gösterdi ve nice yiğit erleri utandırdı. Hatta Resul-ü Ekrem’in üzerine saldıran fedailerden bir süvarinin ayağını kılıçla kalem gibi ayırdı ve atından aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi birkaç yerinden yaralanıp kanları akarken bile korkusuzca kocasını ve oğullarını harbe heveslendirip cesaretlendiriyordu. Düşman, her ne taraftan Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırsa, hemen kocası ve oğulları ile yetişip savunuyordu. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Bunları bana cennette arkadaş eyle.” diye yalvardı.

O sırada lanetli İbn-i Kamie, “Bana gösteriniz. Ya o ya ben!” diyerek, Resul-ü Ekrem üzerine saldırınca Nesibe Hatun (r.a.), ona karşı çıktı ve üç kere İbni Kamie’ye kılıç çaldı fakat lanetli, birbiri üzerine iki zırh giymiş olduğundan kestiremedi. İbn-i Kamie ise kılıç ile Hazreti Nesibe’nin omuzunu yaraladı ve Hazreti Peygamber’in bayrak taşıyıcısı olan Mus’ab İbni Umeyr (r.a.) zırhını giyince, Resul-ü Ekrem’e benzediğinden, İbn-i Kamie, onu Resul-ü Ekrem sanarak vurup şehit etti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve üzerine gelen düşmanların yüzlerini geri çevirdi. İbn-i Kamie ise hemen Ebu Süfyan’ın yanına gitti ve “Muhammed’i öldürdüm!” diye müjde verdi. Bu yüzden kâfirler sürüsü son derece sevindi. Bu haber, asker arasında yayıldı. Biri de dağın tepesinden yüksek sesle “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı.

İşte bu haber, Müslümanları tamamen şaşırttı ve tarif olunmaz derecede ümitsizlik ve hayrete düşürdü. Kâfirler ise arka arkaya Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırarak yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar ve her taraftan onu kuşattılar. Hatta o zaman Cebrail ve Mikâil (a.s.), insan şekline girip ve Resul-ü Ekrem’in yanında durup onu korudukları ve o hâlde Resul-ü Ekrem’in, eline birçok ufacık taş alıp düşmanların üzerine atmasıyla savuşup gittikleri bildirilmiştir.

İslam askerleri ise Resul-ü Ekrem’i göremez oldukları hâlde öldürüldüğü haberini işittikleri zaman ne yapacaklarını şaşırdılar. Hepsi parça parça, dağınık ve dehşet içinde kaza ve bela oklarına göğüslerini siper ederek işin sonunu bekliyorlardı. Hatta içlerinden bazıları, “Resul-ü Ekrem ölmüş, biz de başımızın çaresine bakmalıyız.” diyerek dağılıp dağlara, birazı da dönüp Medine’ye kadar gittiler.

O zaman Enes bin Malik’in (r.a.) amcası olan Enes bin Nadr (r.a.), “Ey Müslümanlar! Muhammed öldüyse, Allah kalıcıdır. Din uğruna harp edip de şehit olarak ona kavuşmak istemez misiniz?” diyerek herkese cesaret vermiş ve şehit oluncaya kadar çarpışmıştır.

Resul-ü Ekrem, o hâlde dünyanın kutbu gibi yerinden asla kımıldamadı. Ashabın büyüklerinden bazıları da pervane gibi Resul-ü Ekrem’in çevresinde dolaştıklarından, hemen onun başına toplandılar. Bunlar muhacirlerden Ebu Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman İbni Avf, Ebu Sa’d İbni Vakkas, Zübeyr İbni Avvam, Talha İbni Ubeydullah, Ebu Ubeyde İbni Cerrah ile Mikdad ve ensardan Ebu Dücâne, Hubab İbni Münzir, Asım İbni Sabit, Haris İbni Sımme, Seni İbni Hanif, Sa’d İbni Muaz, Üseyyid İbni Hudayr, Sa’d İbni Übâde ve Meslemeoğlu Muhammed idi.