Kitabı oku: «Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman», sayfa 2
Şimdi aradan beş on dakika sükût ile geçtikten sonra iki yataktaki hanımın yataklarının kenarına kadar gelerek güya diğerlerini rahatsız etmeksizin konuşabilmek ihtiyaçları baş gösterdi. Hatta “diğerleri” dediğimiz zevat dahi yavaş yavaş bu yolda sohbetler teşkil etmeye koyuldular. İşte bu suretle beş altı odanın beş altısında da hususi konuşmalar gelişti.
Bu beş altı odadaki sohbeti aynen kaydetmeye ve zapt etmeye imkân olsa da lüzum yoktur. Bunlardan bazı mühimce olanlarını aktarmakla yetineceğiz:
Bir odanın iki yatağı arasında cereyan eden sözler şöyle eğlenildiği, böyle hoşlanıldığı vadilerini geçtikten sonra iki hanımdan birisinin “Hepsi güzel ama rivayete göre damat Nurullah Bey pek mükemmel tahsil görmüş imiş. Müziği ile resmi ile bir tahsil ki âdeta Avrupalı. Zavallı Ahdiye pek iyi bir kız ise de tahsil ve terbiye cihetinden Nurullah Bey’e denk sayılmıyor. Birisi pek alafranga, öteki pek alaturka. Dilşinas Hanım’ı bilmez miyiz! Onun kızı!..” tarzındaki düşüncesine diğer hanım “Gerçi orası öyle. Şu kadar ki Ahdiye boylu boslu, kaşlı gözlü gayet güzel bir kızdır. Beğenmemek mümkün müdür?” yollu karşılık vermiştir.
Diğer bir odada iki yatak arasında:
“Bence şu kız şu oğlan birbirine pek layık iseler de Dilşinas Hanım’ın damadı Nurullah Bey’den hoşlanacağını pek de ümit edemem. Zira Dilşinas Hanım alafranganın gayet düşmanı olup damadın ise tamamıyla alafranga bir adam olduğunu söylüyorlar. Her söylenene inanılmaz ise de!..”
“Ah! Arkadaşım! İş tamamıyla bunun aksinedir. Nurullah gerçi pek mükemmel talim ve terbiye görmüş delikanlı ise de kadınlar hakkındaki tecrübesi gereğince öyle pek alafranga ailelerden hoşlanmıyormuş.”
yollu bir konuşma cereyan ederek Nurullah Bey’in Ahdiye’yi beğenmesi alafranga namıyla alaturkayı bütün bütün unutmuş, âdeta Frenkleşmiş olan ailelerden hoşlanmadığından kaynaklandığı anlaşılıyordu.
Keza bir diğer odada da üç hanım arasında cereyan eden sohbette, birisinin “Dilşinas Hanım’ın hâl ve vakti yolunda, hem de gereği gibi yolunda ise de Nurullah Bey henüz bir baltaya sap olmamıştır.” yollu düşüncesine ikincisi “Fakat babası hiç de züğürt değildir. Kazancıyla pek güzel geçinir. Kirli çıkı bir adamdır.” diye karşılık vermiş ise de bu karşılık hüküm götüremeyip üçüncüsünün “Zenginlik başka, zengin olmaya namzet olmak yine başkadır. Bir genç adamın zenginliğine hiç itibar etmemeli. Servetini sefahat yolunda mahvedebilir. Asıl talim ve terbiyesine bakmalı ki züğürt dahi olsa muhtaç olduğu serveti kendisi kazanabilir. İşittiğime göre Nurullah Bey hukuk mektebinden ikincilik ile çıkmıştır. Böyle bir delikanlı adli mahkemelerde en büyük memuriyetlere namzet olup hiç memuriyete geçmeyerek yalnız vekâlet edecek olsa bile yine büyük büyük paralar kazanabilir.” yollu verdiği izahat diğer ikisini de ikna edebilecek hakikatlerden sayıldı. İnsanların iyimserlik fıtratından ziyade kötümserlik fıtratıyla yaratılmış olduklarına nazaran şu konuşmaları yapan hanımların en terbiyeli, en iyi niyetli zevattan olduklarına şüphe kalmaz. Zira konuşmalardan çıkan neticeler gelin ve damadın aleyhlerine olmaktan ziyade lehlerine olmak üzere kabul olunabilir. Yalnız bir odadaki konuşma bu kabulün dışına çıkacak bir surette vukuya gelmiştir. Konuşmanın başlangıcı yine Nurullah ile Ahdiye’nin birbirine liyakatleri ve liyakatsizlikleri hakkında baş gösterip sonlarında gayet zeki, meraklı, âlemin hâllerinden haberdar olmak iddiasında bulunan bir hanım “Kardeşler! Sizin bilmediğiniz şeyleri de ben biliyorum. Ahdiye ve Nurullah birbirine layık olsunlar, olmasınlar. İş bunda değildir. Bu işin içinde başka başka bir roman vardır. Âdeta bir roman! O romanın aşk ve muhabbet cihetinden bir kahramanı Nurullah ise de öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilse idi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah ile nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürkek. Şu dünyada bir Ahdiye!” sözlerini meydana koyunca muhatap hanımları bir hayret bürüdü. Bildiği ne gibi şeyler olduğunu hiç olmazsa biraz çıtlatması diğer hanımlar tarafından ne kadar rica edildi ise de bilgiç hanım mümkün değil hiçbir şey çıtlatmadı. Bir kadının sır saklama hususunda bu kadar sebat edebilmesi mümkün müdür? Kadın kısmının ağzında bakla ıslanmayacağını pek iyi bilen diğer muhatap hanımlar bilgiç hanımın bu ısrarını görünce zahiren bir şey diyemediler ise de içlerinden bu hanımın âdeta bilgiçlik tasladığı, yani yalancıktan bir balgam attığına hükmederek konuşmalarını yavaş yavaş sükûta vardırdılar.
***
Doğuşu ve batışı ile perşembe gününün hududunu tayin edecek güneş epeyce bir vakitten beri doğmuştu. Perşembe günü, Ahdiye’nin yüz yazısı günü gelmişti. Kına gecesi meşgalesiyle geç uyumuş olan düğün halkı pek erken kalkabilirler mi? En gayretlilerinden birkaç hanım kalktılar. Diğer birkaçını daha kaldırmaya lüzum ve mecburiyet gördüler. Zira gelinin tuvaleti icra olunacak.
Büyücek bir oda usulünce kahve odası tutulmuştu. Uykudan kalkanlar birer ikişer bu odaya geliyorlardı. Biraz sonra odada hayli cemaat peyda oldu. Gelenlere takdim olunacak şey yalnız kahveden ibaret değildi. Çay, tereyağı, birkaç türlü peynir, zeytin, süt, birkaç türlü reçel hep şu sabah kahvesi genel adı altında anılan hazırlığın tamamlayıcı unsurlarındandı. Hanımların medeni mertebelerine göre her biri istediği şeyi ya emredip getirtiyor yahut kendisi alıp yiyordu.
Sabahın ilk sohbetlerini teşkil eden sözlerin geceki kına gecesi eğlencelerinin olması tabiidir. Şöyle eğlenildiğine böyle eğlenildiğine dair sözler ki müziklere, danslara dair eleştirilere kadar da varılıyor. Bazı hanımlar gerek müziğin ve gerek dansın alaturkasını ve diğer bazıları ise alafrangasını sevdiklerinden bahsediyorlar. Birisini sevenler, diğerini hiç sevmiyorlar, yeriyorlar. Ama sözün doğrusu hanımların çoğu ne sevdiklerini bilerek seviyorlar ne sevmediklerini bilerek sevmiyorlar. Yalnız bir iki tanesi vardı ki sevdiğini ve sevmediğini bilerek seviyor veyahut sevmiyor. Şu kadar ki müzik ve dansın gerek alaturkasını ve gerek alafrangasını sevmek veyahut sevmemek için her şeyden önce bunların hakkıyla icrasına lüzum gösteriyorlar ki asıl en doğru sözün bu söz olduğuna şüphe edilemez. Öyle değil mi ya? Bir şey alaturka olsun alafranga olsun fena icra olunduğu hâlde elbette sevilmez. İyi icra olunduğu hâlde elbette sevilir. Gariptir ki sevmek hususunda reylerin çoğunu kazananlar ise kantolar oluyorlar. Kantoları sevmeyen hemen hiç yok. Sevdiklerinin sebeplerinden bahsetmiyorlar ise de kadın ve erkek okuyucularımız pekâlâ anlarlar ki alafranga taraftarı olanlar bunları alafrangaya benzeterek sevdikleri gibi alaturka taraftarı olanlar dahi bunları alaturkaya benzeterek seviyorlar. İşin aslı bunlar ne alafrangadırlar ne de alaturka!.. Müziklerdir vesselam!.. Şen müziklerdir, kolay müziklerdir. Bu şenlikleriyle, bu kolaylıklarıyla elbette hoşa giderler. Ağır ve güç müzikleri beğenip hoşlanmak kudret ve istidadı herkeste bulunabilir mi? Müzik dahi edebiyat gibidir, edebiyatın mizah kısmı pek kolay, pek şen olduğundan herkes anlar, herkes beğenir. Fakat iş yüksek edebiyata gelince!.. Anlayanların adedi azala azala acizane hiç de beğenilecek şeylerden sayılmaz.
Kahve odasında sabah kahvesi sohbeti şu surette başlayıp bir hayli devam dahi ettikten sonra sohbet âdeta bir müzakere suretine dönüşmeye başladı. Gelini kim giydirecek? Hanımlardan birisi “Keşke bir kadın terzi getirseydik.” diyecek olduysa da diğer hanımlar ve özellikle en şık hanımlar “A canım! Kadın terzi elbise dikmesini bilir. Ama giydirmesini bilir mi? Fakir kadınlar, kızlar kendileri ne zaman, ne giymişler ki giyinmesini bilsinler? Provalarda bin türlü kusurlarını bularak uzun uzadıya tariflerle düzelttirmeyecek olsak elbisemizi dikemeyecekler de. Gelini giydirmek bizim işimiz!” diye bu temenniyi reddettiler. Hem de hakkıyla reddettiler. Avrupa’da dahi en büyük kadın terziler bile “elegante” bir madam kadar giyinmesini bilmezler. Giyinmek hüneri asıl tiyatro artistlerinde bulunur ise de bunlara dahi giyinme dersi verecek madamlar hiç de nadir değildir. Hele bizim burada görüşleri dinlenmeye değer olacak kadın terzilerimiz yok hükmündedirler. Buna karşılık giyinmesini pekâlâ bilen hanımlarımızın miktarı çok ve hem de pek çok olduğundan Ahdiye’yi giydirmek için kadın terziye ihtiyaç göstermeyen hanımların şu davaları kendini beğenmişliğe yorulamaz.
Tazelerden, şıklardan beş altı hanım, gelin giydirmeye ayrıldıkları sırada epeyce yaşlılardan iki üç hanım da çeyiz sergisini düzeltmeye ayrılmışlardı. Gerçi daha pazartesi ve salı günleri Dilşinas Hanım birkaç ahbabına danışıp yardım alarak gelin odasını, yatak odasını tanzim etmiş ve gecelik takımını şuraya ve paçalık takımını buraya, hasılı her şeyi yerli yerine koymuş ve koydurmuş idiyse de görgüleri kendisinden ve danıştıklarından daha pek çok ziyade olan o iki üç hanım bunlarda bir hayli kusur bulduklarından ve buldukları kusurları diğer zevkli hanımlara da tasdik ettirdiklerinden çeyiz sergisinde şöyle bir düzeltmeye gerçekten lüzum olduğuna âdeta oy birliğiyle hükmolunmuştu. İşte bu iki üç hanım çeyiz yerleştirilmesini düzeltmeye gittikten sonra gelin giydirmeye seçilen hanımlar dahi yerlerinden davrandılar.
***
Çeyiz yerleştirmek kolay ama gelin giydirmek o kadar kolay mı ya? Bu iş hemen hemen güzel sanatlardan sayılır. Hele ince zevk denilen hakem dahi buna karışır ki güzel sanatlardan sayılan müşkülatı bu ince zevk meselesi tamamıyla arttırır. Özellikle de iş yalnız bir iki görüşe bırakılmayıp da altı yedi görüş işe karışacak olurlarsa müşkülat daha başka bir suret kazanır. Her görüş maksada uygun olabilir mi? Farklı görüşlerden yalnız birisi maksada uygun olmak ve diğerleri maksada aykırı kısmında kalmak tabii hâllerdendir. Fakat görüşünde isabet görülmeyen hanımların görüşleri nasıl reddedilecek? Birisini bile darıltmak kadın nezaketine sığmaz.
İşte biçare Ahdiye bu farklı görüşler içine kendisini kaptı koyuverdi. Sanki bir manken imiş de kendisinin ağzı dili yokmuş!.. Kendisini giydirecek olanlar ne derlerse uymaya mecbur imiş gibi tam bir teslimiyet!..
Zaman her şeyi değiştirdiği ve dönüştürdüğü gibi şu gelin giydirmek meselesini dahi o kadar değiştirmiştir ki büyükbabalarımızın valideleri veyahut kaynanaları bugün gelip de gelin giydirilmesini görecek olsalar başka bir milletten gelin giydiriyorlar zannına düşerler. Bir zaman gelinlerin yüzlerini yazarlardı. “Yüz yazısı” namıyla bu işlerin bugün ismi kalmış ise de cismi bütünüyle ortadan kalkmış değildir. İstanbul’a pek yakın yerlerde, mesela Çanakkale gibi İstanbul’un bir mahallesi kadar olan yerlerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar.
Bu “yüz yazma”nın ne olduğunu bilir misiniz? Bilmez iseniz dahi tekdir olunmazsınız. Taşralıların hâllerine vâkıf olanlar bilirler. Efendim! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Ne o? Şaşırdınız ha? Siz şaşıradurunuz, biz hikâyeye devam edelim. Evet! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Hani ya şu deri üzerinde ayva tüyleri yok mu? Hani ya cildin en güzel süsü ki ışığa karşı peyda ettiği vaziyetler ile her kıl üzerinde hemen mikroskobik denecek kadar hafif rengârenk gölgeler oluşturan ince tüyler! İşte onları yolarlar. Bunun için şeker veyahut pekmezi kestirip akide şekerinin mayası demek olan ağdayı vücuda getirirler. Sonra bu ağdayı yüzün derisi üzerine yapıştırıp kılları güzelce sarsın diye biraz zaman terk olunduktan sonra bir ucundan çekip çatır çatır koparırlar. Bunun ne acı veren bir iş olduğunu, o acıyı çekmiş olanlardan başka kimse bilemez. Ağda yüzden koparıldığı zaman o güzelim ayva tüyleri, ağdaya yapışmış olarak koparılan kökleri ağda üzerinde ayan beyan görülürler. Gerdandan baş saçları hizalarına kadar yüzün her tarafına birçok defalar bu belalı sakız yapıştırıla yapıştırıla yüz tamamıyla yolunduktan sonra derisi tıpkı tefler üzerine gerilmiş kursaklar gibi parıl parıl parlar.
İşte yüz bu suretle yolunduktan sonra üzerine bir kat beyaz düzgün ve onun üzerine de bir kat koyu zamk sürerler. Hani ya şu kâğıt yapıştırmak için eritilip sıvı hâline konulmuş olan zamklar yok mu? İşte öyle bir sıvıyı gelinin yüzüne sürerler. Sonra gayet ince kırkılmış gümüş veyahut altın gelin telleri ve beyaz sarı ince pullar ile yüzünü nakşetmeye başlarlar. Mesela alnı üzerine çifte ay yıldız ve yanaklar üzerine Hz. Süleyman’ın mührü ve çeneye de ortada birleştirilen daireler gibi acayip ve garip şekiller çizerler ki şu hâlde gelinin yüzü acayip bir yüz örtüsü ile tastamam örtülmüş olur. Ne korkunç şey! Değil mi? Ama o zaman bu yüz yazısı güzel olmak gayretinde bulunan kadınların can attıkları bir tuvalet idi. Hatta biz yalnız tellemeyi pullamayı söyledik de kaşların simsiyah ve yanak ve dudakların kıpkırmızı boyandığını ve gözlere çekilen sürmelerin uçları kulaklara doğru uzatılıp götürüldüğünü yazmadık.
Buna kadınlar hasret çekmekle beraber o zamanların kadın nazariyesi bu tuvalet için her kadına müsaade vermezdi. Yüzün tamamıyla yazılması yalnız geline mahsus olup gelin olan kız yakınlık derecelerine göre bazı kadınlara yalnız alınlarını yazmak için müsaade olunabilirdi.
Bu çirkin âdet kalktıktan sonra yerine bundan daha ehveni, daha güzeli geçti. Bugün için “yüz yazısı” namı baki kalmakla beraber yeni çıkan şeye “gelin başı bağlamak” namı verildi. Bu vazife hamam ustalarına bırakılıp ifa edene de “kutucu usta” denildi. Gelinin yüzünün bazı bölümleri yine yolundu. Yine düzgünlendi. Fakat teller pullar yerine “yapıştırma” denilen süslü paftalar yapıştırıldı. Kaşlarına rastık ve gözlerine sürme yine çekildi. Başına birçok elmastan başka sorguçlar dahi takıldı ki eski hükümdarların başlarına taktıkları hükümdarlık alametidir. Gelin elbisesi muhakkak sırmalı olmak lazım gelip düğünden sonra hiçbir işe yaramayacak olan bu pahalı elbiseyi kimse yaptırmayıp kira ile yağlıkçılardan kaldırmak âdeti baskın geldi. Bu hâlde gelinler evvelki gibi umacılıktan kurtuldular ise de yine medeni sayılmak liyakatine yaklaşamadılar. Şehirliliğe mahsus olan sadelik ve o sadelik içinde güzellik ve o sade güzelliğin içinde zenginlik noktainazarından en göz çeken gelinler zamanımızda görülmeye başladı. İşte beş altı hanımın el mahareti olarak geçen elbise bugün Ahdiye Hanım üzerinde icra olunacak giydirme işi bu olacaktır. İhtimal bir zaman gelir ki bugünkü gelinlerimiz dahi bize pek umacı görünerek daha sade bir gelin elbisesi aranır olur. Nasıl ki gelin giydirmek hususunda taklit ettiğimiz Avrupa’da bugünkü gelin kıyafetleri de göze batmaya başlamışlardır. Alfred Naquet gibi evlilik meselesini sadelendire sadelendire bütün merasim ve engellerden kurtarıp tamamen serbest bırakmak gayretinde bulunan yeni özgürlük fikirlerinin erbabı bugünkü gelin kıyafetini, yani diğer kadınlardan gösterişli bir kıyafetle gelin teşhirini âdeta utanmaya değer ayıplardan saymaktadırlar.
***
Ahdiye Hanım için en makbul bir kumaşın mavi, açık mavi renklisinden, yarım dekolteden biraz ziyadece üç çeyrek dekolte güzel bir gelin entarisi yaptırılmıştı. Giyim hususunda malumatı her hanımdan fazla, dolayısıyla görüşü hepsine üstün olan Fettan Hanım birçok tuvalet resimlerini inceleyerek vukuf ve malumatlarına kendisinin itimadı olan başka birkaç hanımın da tasdiklerini kazanarak kadın terziye edilen tarifler üzerine yaptırılmış bir entari ki bazı müsriflerin gösterişten başka bir emele dayanmayarak Paris’e ölçü gönderip yaptırdıkları elbiseye kat kat üstün enfes bir terzilik eseri olmuştu. Garnitürü yukarıdan aşağıya kadar limon çiçeklerinden ibaret olan bu entariyi Parisli, hem de kibardan bir geline giydirmiş olsalar en müşkülpesent Parisli madamlar dahi kötüleyecek ve eleştirecek yerini bulamazlardı. Fettan Hanım “Bu entari üzerine en uygun düşecek saç taranması Lavallier’in kuaförü olabilir.” dediği zaman şu danışma meclisinin üyesi olan diğer hanımlar bu sözü layıkıyla anlayamadılar. Fettan Hanım arkadaşlarından birinin saçlarını düzeltircesine tariflerle anlatmaya çalıştı ise de yine anlatamayınca “Larousse’un lügati yok mudur?” dedi.
Hâlbuki bu evde Osmanlıca lügat bile bulunmadığından bu suale hayret edildi. Fettan Hanım bilhassa saçların taranmasını keyfe tabi bırakmayarak her hâlde bir tarihî örnek tatbik etmek istediğinden yakın komşulardan Doktor İrfan Bey’in evine adam koşturdular. Giden adam istenen cildi kimseye bulduramayacağından hepsi bir hamal yükü eden Larousse koleksiyonunu tamamen getirmeye memur idi. Bereket versin ki Doktor İrfan Bey evinde bulunarak hangi cildin istendiğini bir pusula ile sormuş ve aldığı cevap üzerine “kuaför” kelimesini içeren cildi, dördüncü cildi göndermişti.
Fettan Hanımefendi bu ciltten “kuaför” yani baş taramak sözcüğünü buldu ki iki büyük sayfaya yetmiş kadar resim konularak erkek ve kadın başlarından o miktarının nasıl tarandıklarını gösteriyorlardı. Arkadaşları olan hanımlar bu resimlere hoşlanarak baktılar. Jacques de Lagrange, Ode de Zorsen ve Charles Sabi zamanı gibi saç taranışlarına bir hayli gülüştükten ve özellikle de kalyonlu hotoza sürekli kahkahalar salıverildikten sonra bir gelin başı için beğenecek birkaç resim buldular ise de Lavallier’in saçlarını hakikaten hepsine üstün buldular.
Fettan Hanımefendi seçimini bu şekilde tasdik ettirmiş olmasına memnuniyetle dedi ki:
“Şimdi şu iki tarafın büklümleri arasına şu incecik altın tellerden birer tek tel saldırır isek büklümler ne büyük güzellik kazanırlar! Bu resimde tepe açık gibi görünüyor ise de biz oraya taç koyacağız. Tacı bir şinyon üstüne koymakta o kadar büyük letafet bulamam. İşte şu sonlara doğru grand düşes saçları üzerine bir taç konulmuş ise de güzelliği olmadığına dikkat buyuruluyor ya? Hem bizim gelinin başına koyacağımız şey tam bir taç da değildir. Âdeta bir diyademdir. O diyademi şu açık görülen tepeye oturtur isek hakikaten güzel olur.”
Bu sözler Fettan Hanım’ın zaten hakkı olduğundan o hakkın tesliminde kimse tereddüt etmedi. Fakat saçları bu Lavallier usulünde kimin tarayacağı soruldu. Fettan epeyce mağrurane bir tavır ile “ben” diye ortaya atılıp gelini oturttular. Tarağı eline alıp mahir bir saççı kadın tavrıyla taramaya başladı. Bir tarayıp bir de resme bakıyordu. Bu bakıma göre, kitabı getirttikleri tam isabet olmuştu. Eğer kitap gözleri önünde açık bulunmasa idi Fettan Hanım belki Lavallier kuaförünü benzetmekte aciz kalırdı. Resim karşısında olarak taradığı baş ise tamamı tamamına bir Lavallier kuaförü oldu, hele gayet incesi seçilmiş bulunan altın tellerin uçları ta saçların köklerine kadar sokulup da saç telleriyle beraber büklümleri teşkil ederek sarktıkları zaman bu kuaför mensubu olan Matmazel Lavallier’in başında da bu kadar güzel olmamış bulunduğuna herkes hükmetti.
Fettan Hanım için işin en gücü saçların taranmasından ibaretti. Saçları tarandıktan sonra diyademi ve diğer elmasları yerleştirmek o kadar güç bir şey değildi. Açık mavi entari giydirildiği zaman limon çiçeklerinin o fidan gibi boyu sarması ve vücudun şurasına burasına kollar atması dahi giydirici hanımları epeyce düşündürdü. Epeyce yordu. Fakat bir saat kadar çalışma ve gayretten sonra gelin tamamıyla giydirilip iş bittiği zaman yapılan işi herkes beğendi. Şu yakınlarda görülen gelinler birer birer hatırlatılarak her birinin baş taranmasında, elbiselerinde ve elbiselerin giydirilmesinde görülmüş olan kusurlar birer birer sayılıp döküldü. Onlarda görülmüş olan kusurların hiçbirisinin Ahdiye’nin gelinlik hâlinde görülmediğine söz birliği ile karar verildi.
Evet! Onlarca bu böyle idi. Yaptıkları işin hiçbir kusuru yoktu. Fakat geliniz de bir de biraz sonra geline bakmaya gelen kadınlara sorunuz. Acaba hiçbirisi beğenecek miydi? Geline bakmaya giden kadınların da bir şeyi beğenebilmesi mümkün müdür ki Ahdiye’yi de beğenebilsinler?
Zavallı Ahdiye aynalı dolabın karşısında kendi kendisini beğeniyordu. Biz dahi görmüş olsak hiç şüpheniz olmasın ki biz de beğenecektik. Uzuna yakın bir boy! Etine dolgun bir vücut! Gür lepiska saçlar, yine bu renkte dolgun kaşlar, iri gök mavisi gözler, gayet düzgün bir burun, bir ağız, bir çene, hele yüzündeki hafif tebessüm çerçevesinin bu asli güzelliğini o kadar arttırır ki bakan gözlerin hayran kalmaması mümkün değildir.
Evet, Ahdiye kendisi dahi gelinlik tuvaletini pek beğendi. O beğenişten mütevellit güzel sevinç tebessümleriyle etrafta bulunan hanımefendilerin ellerinden öperek kendisine gösterilen bir koltuk üzerine oturdu.
***
Bir yandan gelin çeyizi sergisinin bir kat daha tanzimi ve diğer taraftan gelinin giydirilmesi ve süslenmesi işleri görüldüğü sırada bu hizmetlere iştiraki olmayan hanımlar ise kendi giyinmek işiyle iştigal etmişlerdir. Kadınların giyinmesi! Ne büyük iş! Ne uzun iş! Muradımız itirazdır zannolunmasın.
Kadın giyim ve süslenme için ne kadar ihtimam ederse yeri vardır. Vakıa Şair “Güzel yüzün süsleyiciye ihtiyacı yoktur.” demiş, vakıa erkek nazarında kadının giyimi ve süsü ikinci derecede ehemmiyet alabilecek şeylerden görülmüş ise de mademki kadının kendi güzellik ve cazibesine güveni süsü ile olacak o hâlde kadını bu gayret ve ihtimamda tamamıyla serbest bırakmalı. Ta ki bakışları çekme hakkındaki ümitlerine halel gelmesin de kadınlığa mahsus olan bütün galibane latif tavırlarıyla hakikaten tamamıyla bakışları çekmeye muvaffak olabilsin.
Bugün tuvaletlerini icraya ilk kalkan hanımlar istedikleri gibi süslenmeye bol bol vakit bulabilmişler ise de gelin giydirmek hizmetinde bulunanların vakitleri o kadar müsait değildi. Zira koltuk töreni için tam öğle vakti tayin edilmiş olup ondan önce kuşak bağlama töreni dahi icra olunacaktı. Vakit ise kuşak bağlama töreninin icrası için hemen gelip çatmıştı.
Bazıları için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar ortaya çıkmaya başladıkları zaman konağın güzelliği bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmesinde görülen hanımlar şimdi sanki bambaşka biri olmuşlardı. Orta yaşlılar süsleriyle âdeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar tamamıyla can ve cihan afeti şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun güzel kısmına yapışmak ve etekleri en güzel dalgalar teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaç iseler o kadar ihtimam ile yapılmışlar. Bunların bazıları onurlu şefkat nişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil ettikleri hamail o fidan boylara fazla bir güzellik bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü derecesine haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira süslenmek için hepsinin hamil oldukları elmaslar, miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş, gerdan, göğüs, kol ve parmak takımlarının miktarınca âdeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının takıları kendi malları olmayıp da emanet olsunlar. Bakanlar için bunda bir sakınca yok. Bakan, herkesin kendi malı ile emanet mallar arasındaki farkı aramak ile mi meşgul olacak? Hayran hayran bakmak için hepsi eşittir. Öyle değil mi?
Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hâle girdiler ki, bu gün şu evde sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilmezdi. Gerçi Ahdiye Hanım, başındaki tacı ile gelin odasında henüz oturtulmamış olduğu tahtı ile aynıyla bir kraliçe hâlini kazanmış idiyse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın tel ile elbisesini süsleyen limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç diğerlerinin başlarında da var. Diğerlerinde nişan kordonları var ki onlar da gelinde yok. Hem güzelden anlayan gözler için gelinden ziyade bu hanımları seyretmekten lezzet almak muhakkaklardandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Gerçekten kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hâli, gelinlik mahcubiyeti ile bu kraliçe tacının ağırlığı altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlar ise bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri kadın cesaretinin hangi derecesine kadar varmaya müsait ise varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mahcupça mecburiyetini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına galipçe bir nazara alışmışlar. Bunlar kadın! Gelin ise çocuk!
***
İşte her hazırlık tamamlanarak evin içi böyle hurilerle dopdolu cennet misali olduğu sırada “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir ses peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan5 birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu, şimdi ihtiyarlıktan beli bükülmüş olduğu hâlde böyle yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle çıkarılıyor. Beli bükülmüş olması ise arkasında olan yeni latanın6 art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu hâlde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyor ise de süt gibi bir beyaz sakal, latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle bakışları çekiyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlar ise bu latif ihtiyarın pembe rengine ve yüz azalarının tenasübüne hayran oluyorlar.
Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak merasimini yerine getirecek bir akraba bulunmaz ise ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.
Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tatmamış olduğundan baba yerine koyarak kız evladıymışçasına bir muhabbetle sevdiği hocasının kuşak bağlama merasimini icra etmesi için validesine rica ettiği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekrarına meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakledip tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalık ile bu ricayı teyit etti. İşte Hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten babaca bir hisle kendisine yüklenen vazifeyi ifaya geldi.
Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi usul gereği başörtüsü ile salon kapısında karşılayarak kapıya karşı olan kenar üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kabasını teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş, o kadar güzel bir uyum peyda etmiştir ki hiçbir şey beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf etmişlerdir.
Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdi ise de Dilşinas Hanım “Kızım Ahd… Şey, Fatma’ya öksüzlüğünü hatırlatmamak istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Yoksa hepimizi çok hüzünlendirip üzersiniz.” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… Hani ya şu sesinin titremesinden şüphelenerek “Neden sesi böyle çatal çatal çıkıyor?” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmas parçası gözyaşının solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde, bir babanın mukaddes vazifesi olan şu kuşak bağlama merasimini kocasının, sevgili hayat ortağının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok ya! Velev ki kocasının kardeşi olsun, bugün şu makamda her kim olsa kocasının yokluğunu hatırlatmakla biçare Dilşinas’ı mutlaka ağlatacaktır. Ama bu acı keder yalnız Dilşinas’tadır. Ondan başka kimsede yoktur. Hatta Fatma Ahdiye Hanım’da bile yoktur. Baba görmemiş, babanın ne olduğunu bilmez ki müteessir olsun.
Abdüllatif Efendi’nin gelin tahtına oturması üzerinden iki üç dakika ancak geçmişti ki salon kapısından Ahdiye Hanım sağ tarafında yoldaşı ve ders arkadaşı Remziye Hanım olduğu ve sol tarafında da Hoca Abdüllatif Efendi’nin ihtiyar zevcesi bulunduğu hâlde girdi. Hazır bulunan hanımlar tarafından maşallahların haddi hesabı olmadığı gibi Remziye’yi tanıyanlar böyle bir mutlu günü yakın vakitte onun hakkında da temenni ediyorlar. Gelinin salona girdiğini gören Abdüllatif Efendi oturduğu kanepeden derhâl kalktı. Mor setten aşağıya fırlayıp gelini karşıladı. Ahdiye bir baba karşısında diz çökerek ayaklarını öpmek vaziyetini aldı ise de ayağa bedel hocasının iki ellerini birden tutup defalarca öptü. Latif ihtiyar dahi hem gelinin alnından öpüyor hem de “Hak Teala Hazretleri mesut ve mübarek etsin kızım, ikinizi büyük bir bahtiyarca mesudiyet ile bir arada kocatsın!” temennisini beyan ediyor ise de bu sözleri şurada bizim yazdığımız gibi düzgün bir surette söylemeye takat bulamayıp rikkat ve heyecanın birbirine karıştığı şu anda bu kelimeleri zihninde buluncaya ve özellikle dudakları arasından çıkarıncaya kadar tir tir titriyor, buram buram terliyor. Biçare ihtiyarın, Dilşinas Hanım’ın uzattığı bir şal kuşağı Ahdiye’nin beline bağlaması lazım geldiği zaman ellerinin titremesinden bir türlü muvaffak olamayacağını herkes gördü. Kendi zevcesinin yardımı ile beraber pek büyük güçlüklerle ancak bağlayabildi.
Şu dokunaklı merasim de bu şekilde icra olunduktan ve Dilşinas Hanım’ın tedarik olarak bohça ile göndermiş olduğu üç yüz kuruş kadar çil parayı gelinin başına saçtıktan hazır bulunanları tebrik ederek ve birtakım çoluk çocuğun tamah ederek o parayı kapışmaya koyulmalarından fırsat bularak salondan çıktı gitti.
Düğünlerde halka yemek verme meselesi! Malum ya? Külfetin en büyüğü bu şey olduğundan zamanımızda bu âdet yavaş yavaş kalkıyor. Keşke hızlı hızlı kalksa! Keşke bir an önce kaldırılıverse! Hoş bir anda bunu kaldırmak geline bakmaya gelmek âdetini kaldırmak kadar zor görünür ise de bu âdetlerin ikisi de o kadar şikâyete sebep olmaktadır ki halk ne olursa olsun göze alarak bunları kaldırdıkları gün istibdat binasını yıkıp hürriyeti iade ve devam etmişçesine bir büyük muvaffakiyete nail olmuş sayılacaklardır.
Geline bakmaya gitmek! On sekiz mahalle aşırı yerlerden kadınlar sökün ederler. Davetli değiller. Fakat onlar davetlilik, davetsizlilik bilir mi? Bazı yeni düğünlerde geline bakmaya gelecek olanlara önceden birer kart ulaştırmakla onları bu suretle de davet etmiş olmak yolu bulunmuş. Ne güzel yol ama kadınlar o güzel yollara gelirler mi? Mahalle bekçisi kapıda! Bir de jandarma var. Bir de polis var. Heyhat! Önlerine gelenleri paralarcasına edilen hücumlara bunların hangisi güç yetirebilir!..