Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman», sayfa 3

Yazı tipi:

Mutlaka girecekler. Hem çarşaflarını, ayakkabılarını çıkarmak da yok. Çıkarsalar nereye koyacaklar? Kim muhafaza edecek? Eğer hava biraz da yağışlı ise var ya, vay o düğün evinin hâline! İçine dört beş tulumba alınarak yangından kurtarılmış eve benzedi gitti!.. Şimdi düşünülsün. Ev içi bu hâlde bulunmakla beraber yüzlerce davetli misafirlere yemek çekilecek. Bizim Dilşinas Hanım’ın düğünü gibi orta hâlli bir düğünde en az kırk elli sofra yemek verilecek. Bunun için her takımı ile dışarıdan aşçı tutulmuş. Sofracı tutulmuş. Birkaç sofra birden verileceği cihetle yemek buharı evin etrafını istila etmiş. Yağ kokusu zerde kokusuna karışmış. Herkesin alelade kuşluk yemeği saati olan vakitten üç dört saat evvel yemek verilmeye başlanmış. Başka türlü sofraları yetiştirmeye imkân yok ki! Henüz karınları acıkmamış olanlar yemek yemeye davet ediliyorlar, yani sözün doğrusu zorlanıyorlar. Bu kadar erken başlandığı hâlde de sofraların sonları saat sekizlere, dokuzlara kadar devam ediyor. Bu sofralara oturtulacak olan biçareler açlıktan gebermeye yaklaştırılıyorlar.

Sofracılıktan habersiz olan terbiyesiz hizmetçinin birisi bir veya birkaç hanımın üzerine kuru bamya sahanını giydirivermiş. Avuç dolusu paraya mal olmuş bulunan elbisesine hanımların ciğerleri yanıyor ama ne diyecek? Her taraftan “Uğurdur inşallah!” tesellilerine boyun eğmeyebilecek mi? Bir sofradan halk kalktıktan sonra evlerin tabii hâllerinde olduğu üzere sofralar ve malum levazımları sabunlu sular ile yıkanacağına bu kadar ihtimama vakit müsait olmamak hasebiyle sadece bir kuru bez ile silmek suretiyle yetiniliyor. Yağ yağ üstüne binmiş, kir kir üstüne!.. Havlu, peşkir namlarıyla misafirlere verilen bezler ele alınabilecek hâlden çıkmışlar, mide olsun da bunlardan iğrenmesin.

Fakat çare yok! Görenek! Eğer bir sınıf misafirleri yemeğe davet etmeyecek olsalar gücenmek muhakkak. Bunların hemen hepsi bir düğün hediyesi de getirmişler. Kimisi soğan zarı kadar ince birer gümüş kupa. Kimisi yine bu yolda yapılmış eski biçim bir çift zarf ve fincan! Velev ki hediyeler biraz daha kıymetli olsunlar. Ne kadar kıymetli olmak lazım gelir ise davetlilerin şikâyetleri o kadar artacak. Zira bir aile yılda düğün ve loğusa gibi sekiz on cemiyete davet edilecek olur da her birine de az çok kıymetli hediyeler götürecek olursa aile bütçesi bozuldu gitti.

Düğünlerimiz için şu fıkramızda tasvir ettiğimiz şeyler tasvire değer olan şeylerin binde birisi olamaz. Yalnız bazılarını hatırlatışımızdan kadın ve erkek okuyucularımız hepsini anlayabilirler. Hiç şüphe edemeyiz ki bu beyhude külfetleri, bu kuru kalabalıkları kendileri de beğenmezler. Hele zihinlerini biraz daha genişleterek ve gözlerini de biraz daha açarak “çeyiz” namıyla ne kadar lüzumsuz şeylere ne çok paralar sarf edildiğini düşünecek olurlarsa ev yapmak demek olan düğünlerin âdeta ev yıkmak ile hükümde eşit düşeceğini kendi kendilerine hükmederler. Orta hâlli bir adamın gelin edecek üç kızı oldu mu vay hâline! Meğerki bol ağırlık verecek taliplere rast gelsin. Ama zamanımızda ağırlık ile kız alabilecek babayiğitler şöyle dursun aldığı kızı beslemek gayretiyle alacak kahramanlar bile azalmışlardır. Çoğunluğun selameti, medeni ilerleme, nesillerin çoğalması, servetin korunması noktainazarlarından şu evlendirme ve evlenme meselesinin pek çok ıslaha muhtaç olduğunu inkâra mecal olmayıp inşallah yakın zamanda bu ıslahın nasip olduğunu görürüz diye duada kusur etmeyelim. Belki izzetli Rabb’in kabulgâhına ulaşır.

Bu tenkit gayreti bizi sadedimizden biraz uzaklaştırdı ise de şu ibret bakışlarına arz ettiğimiz noktalar dahi sadet beyanı dâhilindedir. İşte bugün Dilşinas Hanım’ın evinde gelinin giydirilmesi dakikasından başlayarak ev içi şu tasvir ettiğimiz manzarayı almıştı. Abdüllatif Efendi kuşak bağlamak merasimini ifa ederek çıkıp gittiği dakikada ev içi bir düğün evinin peyda etmesi mutat olan fevkaladeliği tamamıyla peyda etmişti. Bu dakikadan itibaren damadın gelmesi bekleniyordu.

***

Damat Nurullah Bey’in koltuk merasimini icra etmek üzere düğün evine gelmesi için tam öğle vakti tayin olunmuştu. Bu delikanlının hususi hâllerini bilenler bu yolda tayin olunan vakitlerde asla sözünde durmazlık etmeyeceğinden emin idiler. Dolayısıyla bu emniyette olan birkaç hanım civardaki bir camide öğle ezanı okunduğunu işittikleri zaman damat beyin neredeyse geleceğine hükmederek ona göre hazırlık görülmesini Dilşinas Hanım’a hatırlattılar. Dilşinas Hanım “Biz hazır ve amadeyiz. Teşriflerinden başka bir şeyi beklemiyoruz.” demekle beraber sokak kapısından gelin tahtına kadar damat ve gelinin güzergâhı üzerinde düzenlemeye muhtaç bir şeyler varsa icaplarının icrası için şöyle hızlı bir dönüp dolandı, lakin düzeltecek hiçbir düzgünsüzlük bulamadı.

Cemaat camiden çıkacak kadar zaman geçti. Nurullah Bey’den henüz eser yok. Zaten acele etmeye de ne lüzum var? Düğün evi pürneşe. Koltuk merasiminin geciktiği, gecikeceği kimsenin hatırına bile gelmiyor. Gerçi gelin henüz özel yerine oturtulmamış ve bu yüzden geline bakmaya gelenler için kınama zamanı alışıldığınca gelmemiş ise de kınayıcılar bir hayli zamandan beri kınamalara başlamışlar. Ne gelini beğeniyorlar ne tahtı ne döşemeyi. Hatta o büyük kordonlu hanımları da beğenmiyorlar. Beğenmeyenler ekseriyetle kimlerdendir bilir misiniz? Mahrumlardan!.. Kendi kudretlerinin fevkinde gördükleri refah ve saadet sebeplerine imrenmekle kalmıyorlar. Bunları düşmanlık bakışıyla görüyorlar.

Öğleden bir saat geçti, damat Nurullah Bey Henüz gelemedi. Olabilir ya. Gelinin kolunu koltuğuna alacak bir damat olur olmaz süs ile yetinemez. Başkalarının tıraşı bir çeyrek sürer ise onun tıraşı bir saat sürer. Potinlerinden fesine kadar her şeyiyle yerli yerinde ve temiz, pak olması zamana muhtaçtır. Düğün halkından hiçbir kimse damadın varışında bir gecikme görmüyor. Herkes kendi temaşası, kendi kınaması ile meşgul oluyor. Yalnız Nurullah Bey’in o belirlenen vakte ne derecelerde riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işte biraz gecikme görüyorlar ise de onlar dahi gecikmeye ehemmiyet vermiyorlar. Her zaman o belirlenen vakitlere riayetkâr olan bir adam şöyle bir düğün günü o riayete zarar verebilir mi? Beş on kere düğün münasebetiyle bile belirlenen vakte riayet etmiş olduğu tecrübe edilmiş değil ya.

Öğleden iki saat geçti. Cemaat içinde “Yahu! İkindi oluyor. Koltuk ne zaman yapılacak?” sözleri söylenmeye başlandı. Gerçi henüz özel bir ehemmiyetle söylenen sözlerden değil ama bu sözleri işitenlerde birer tasdik ve tasvip tavrı görülüyor. Nurullah Bey’in belirlenen vakitlere ne kadar riayetkâr olduğunu bilen birkaç hanım bu işteki gecikmeye ehemmiyet vermeye başladılar. Mutlaka “Bir meşru özrü olmalıdır ki Nurullah Bey’i belirlenen saatten böyle iki saat sonraya kadar geciktirsin.” düşüncelerine kadar koyuldular. Bunlardan birisi gecikme sebebini Dilşinas Hanım’dan sordu. Dilşinas epeyce dalgın bir tavır ile “Vallahi hanım kızım ne diyeyim, bilmem! Öğle ezanında geleceğini haber vermişlerdi. İki buçuk saat kadar bir gecikme vukuya getirdi. Nerede ise şimdilerde gelir.” cevabını verince bu cevap Nurullah Bey’i tanıyan o birkaç hanımda tam bir güven hasıl edemedi.

Kına gecesi şenliklerinden sonra yataklarına girmiş ve bir zamana kadar uyumamış bulunan hanımlardan birisinin hasbihâl yollu yatak komşusu bulunan diğer hanımlara başkalarının bildiklerinden ziyade kendisi bazı şeyler bildiğini söylemiş olduğu hatırlardadır ya! Öğle ezanından sonra üç saat geçip de ikindi vakti gelip çattığı hâlde damat Nurullah Bey’in henüz gözükmemesi üzerine bu bilgiç hanım diğer yatak komşularını birer birer arayıp bulmuş ve ağızdan kulağa bir fiskosa girmişti. Yanlarına sokulup da neler söylendiğine kulak vermiş olsaydık merak uyandıracak bazı sözler ulaşırdı. Kısaca işitirdik ki:

“Hanım kardeşler galiba bildiklerim dosdoğru çıkacak. Bu damat beyefendi gelecek idiyse şimdiye kadar gelip çıkmalı idi. Akşam ezanından sonra koltuk merasimini yapacak değil ya! Pek zannediyorum ki bu düğün, bu bayram bir facia suretini alacak.”

Bu sözlerin bize nasıl tesir edeceklerini bilemez isek de bunları işiten iki hanıma tesirleri pek ziyade olduğunu benizleri sapsarı kesilmiş olmasından anlayabiliriz. Hatta durum çok hızlı bir şekilde düğün halkı arasında dahi yayıldı. Yalnız “Damat bey henüz gelmedi!”den de ibaret değil; “Galiba hiç gelmeyecekmiş!” suretini de geçerek birkaç dakika zarfında “Düğün bozulacakmış!” derecelerine kadar da vardı.

Bu sözlerin biçare Dilşinas Hanım’ın kulağına ulaşmaması mümkün müdür? Gürül gürül ikindi ezanları okunmaya başladığı hâlde damadın henüz gözükmemesine başka bir anlam vermek için hiçbir yol bulunamıyordu. Damadın kız kardeşi olup düğünde hazır bulunan Zeliha Hanım’ın yanına sokularak “Hanım kardeş! Siz bu hâllere ne mana verirsiniz?” diye sordu ise de Zeliha Hanım’ı kendisinden daha ziyade müteessir buldu. Onun hayreti kendi hayretini de geçiyor. Öğle vaktinde mutlaka koltuk merasiminde hazır bulunmak kararında olduğundan başka bir haber veremiyor. Nurullah Bey’in evine bir adam gönderildi. İki kilometre kadar uzak bulunan evden bir cevap alabilmek için hiç olmazsa yarım saat beklemek lazım geliyordu. Yarım saat! Böyle bir hengâmede ne uzun zamandır. Velev ki Nurullah Bey’in evi daha yakın olsun. Evin hanımı işte burada, düğün evinde. Nurullah’ın bir de babası var ama şu saatte onun da evinde bulunacağına hiç ihtimal verilemez. Fakat ahval gittikçe başkalaşıyor. Zira kadınlar arasında bir kaynaşma başlangıcı görülmeye başladı. Üç beş yüz kadının toplanmış oldukları bir düğün evinde yüz kadarının olsun terbiyesizlerden olacağı ve bunlar içinde beş on tanesinin dahi edepsizlerden bulunacağı tahmini güç şeylerden değildir. Bu edepsizlerden en cüretli olan birisi Dilşinas Hanım’a hitaben “Hanımefendi! Hanımefendi! Düğün var, yüz yazısı var diye memleketi başınıza topladınız ama hani ya damadınız nerede?” deyince bu cüret diğer edepsizlere ve onlardan dahi terbiyesizlere intikal ederek her ağızdan bir söz çıkmaya başladı. Gerçekten hiçbir koltuk merasiminin ikindiden sonraya kadar gecikmesi görülmemiş, işitilmemiş bulunduğundan hoşnutsuzluk yayıldıkça yayılıyordu. Biçare Dilşinas Hanım’ı hiç sormayınız. Utancından, kahrından yerler yarılsa yerlere geçecek. Sözü geçen bilgiç hanım ise muvaffakiyet ve galibiyet tavrını artırdıkça arttırıyor, “Meğer işittiklerim hep gerçek imişler. Bu düğün bozuldu efendim bozuldu. Zaten derme çatma bir şey olduğundan Ahdiye Hanım’ın talih ışığı bir ‘püf’ ile söndü gitti!” diyor. Ve bu sözü artık yalnız kendi iki arkadaşına değil, dinlemek isteyenlerin hepsine hitap edercesine söylüyor.

***

Saat ona yaklaştı. Nurullah Bey’in evine gönderilmiş olan adam geldi ise de sadra şifa verecek bir haber getiremedi. Küçük bey sabahleyin evinden çıkmış, hamama falan gidecekmiş, babası olan büyük bey dahi ikindiüstü evinden çıkmış, akşam güveyi sofrasına gelecek ve namazında hazır bulunacakmış. Evinde bundan başka haber yok.

Uzak yerlerden gelmiş olan hanımlar ikişer üçer çarşaflarını, carlarını7 istemeye ve hanelerine dönme arzusunu göstermeye başladılar. Artık çenelerini bıçaklar açamamakta olan Dilşinas biçaresi bunlara “Ne acele ediyorsunuz hanımlar; elbette nerede ise gelir çıkar.” diyebilmek için olanca cüretiyle kendini zorluyor ise de ağzından çıkan sözler işitilip anlaşılabilecek bir surette çıkamıyorlar. İşitilse anlaşılsa bile ne fayda? Saat on bire geliyor, ikişer üçer derken beşer altışar, hatta sekizer onar hanım kafileleri gitmeye başladılar. Zavallı Ahdiye neye uğradığını bilemiyor. Bu büyük belanın dehşet derecesini tayine bile güç yetiremiyor. Arkadaşı Remziye’nin elini tuttu. O dost elini buz gibi soğuk buldu. Sanki biçare Remziye’nin damarlarında kanı kurumuş. Hâlbuki Remziye, Ahdiye’nin elini ateş gibi sıcak bulmuştu. Öyle olacak ya! Şiddetli sıtma gibi bir hâl kızcağızı istila etmiş. Başı ateşler içinde! “Remziyeciğim bu hâl ne hâl?” suallerine Remziye bir cevap bulabilmekten aciz. O dahi bu hâlin ne hâl olduğunu soracak bir adam arıyor.

Konak bir yandan boşalıyor. O terbiyesiz ve edepsiz takımı boşalıp gitseler cana minnet fakat onlar giderler mi? Onlara seyir lazım. Dram veyahut komedya olduğunu fark ve ayırt etmeye yanaşmak bile şanlarından olmayan bu sefiller ve reziller güruhu şu işin sonunun nereye varacağını görmek için ısrarla bekliyorlar. Asıl kibar ve haysiyet sahibi olanlar gidiyorlar. Hem de ciğerleri kan içinde gidiyorlar. Gerek geline ve gerek validesine ne yolda taziye beyan edeceklerini bilemeyerek gidiyorlar. Hatta taziye lazım mı? Onu da kestiremiyorlar. İşin içinde bir büyük sır var ama ne olduğunu, ne olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar.

Misafirlerin muteberleri tamamen gittiler. Ev içinde sözü geçen sefillerden ve rezillerden başka kimseler kalmadı. Hoca Abdullah Efendi’nin eşi Zehra Hanım bunlara “Hanımlar haydi siz de gidiniz. Görüyorsunuz ya? Düğünümüz, derneğimiz bozuldu. Saat on biri geçiyor.” diye sesleniyor ama biçare Dilşinas ile ondan daha biçare olan kızcağızı Ahdiye’nin gözlerinden bela yağmuru gibi yaşlar boşaltan bu acı sözler; o sokak karıları nezdinde alay gülüşlerinden başka hiçbir tesir meydana getirmiyor. Hatta Zehra Hanım’ı reddederek ve tahkir ederek “Hanım hanım! Hem suçlu hem güçlü derler ise o da sizsiniz, geline bakalım diye işimizi, gücümüzü bırakıp geldik. Şimdi de bizi kovuyorsunuz ha!” yollu başladıkları tekdiri bitirmek bilmiyorlar. Nihayet kapıdaki polis, jandarma ve bekçiyi içeriye alarak bu sefilleri zorla gibi surette çıkarmaya ve kovmaya mecburiyet elverdi. Aman ya Rab! Bunların çıkarken ettikleri edepsizlikleri görmeli ve söyledikleri edepsizce sözleri işitmeli idi!.. Hayır hayır! Ne bu hâller görülecek hâllerdendir ne de bu sözler işitilecek sözlerdendir.

Akşam ezanına yakın bir zamanda idi ki polis efendi “Öyle ise biz de gidelim!”den ibaret bir haber gönderdi. Öyle ise!..

Aman ya Rab ne mühim söz! Yani düğün dernek berbat oldu ise!..

Öyle ya bari onlar dahi gitsinler, hatta Dilşinas Hanım bunlar için hazırladığı ipekli mendilleri gönderdi ki polis efendi için iki, jandarma için bir ve mahalle bekçisi için dahi yarım lira bu mendillerin birer ucuna bağlanmış idi.

Onlar dahi gittikten sonra hanenin içi hemen hemen her zamanki hâline dönmüş oldu. Yalnız aşçılar ile sofracılar her zamanki hâle katılmış sayılırlar ise de bunlar alt katta bulunduklarından üst kat ahalisi ana kız Dilşinas, Ahdiye ve görümce Zeliha ile kiracılardan ibaret kaldı.

Bir çeyrek saat kadar bir zaman geçti ki bunların güya hepsi dilsiz imişler gibi hiçbirisinin ağzından bir kelime çıkmıyordu. Ezandan sonra damat Nurullah Bey’in babası Kâşif Efendi kendi dostlarından iki zat ile güvey yemeğinde bulunmak için selamlık tarafına geldiler. Ayvaz bunları karşılayıp kendilerine mahsus odaya soktu. Geldikleri haberi Dilşinas Hanım’a ulaşınca biçare kadıncağız Zeliha Hanım’ı da elinden tutup çıldırmış gibi koştu ve aralık edilen kapıdan “Aman Kâşif Efendi Hazretleri başımıza gelen bu hâl nedir?” sualini derecesi pek kolay tahmin olunabilecek bir telaş ile sordu. Hâlbuki Kâşif Efendi, hanım gelinceye kadar olanı biteni ayvazdan öğrenmiş ve o da hanımdan beş beter bir hâle girmişti. Dedi ki:

“Vallahi kardeş hanımefendi ne diyeyim? Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum, bizi bir felaket vurdu. Ama nasıl bir silleye uğradığımızı vallahülazim bilemiyorum.”

“Mahdum bey, evinizden bugün saat kaçta çıktı?”

“Tahminen saat dörtte.”

“Çıkarken gördünüz mü?”

“Evet! Her gün alışkanlığı olduğu gibi bugün dahi elimi öperek çıktı.”

“Hâl ve şanında bu işten pişman olduğuna dair bir alamet görebildiniz mi?”

“Hayır efendim, hayır! Allah göstermesin. Pek şen, pek hevesli idi. Güveyi sofrasında ve namazında mutlaka hazır bulunmamı tekrar tekrar ellerimi öperek rica etti. Asıl bugün ve bu akşam hayır dualarıma muhtaç olduğunu bildirdi. Ben oğlumdan eminim hanımefendi kardeşçiğim. Bir felaket isabet etti.”

“Ne gibi bir felaket diye tahmin edebilirsiniz?”

“Hiçbir tahmin edemem. Bu ani bir kaza olacak; oturduğu yerde oğlumun üstüne duvar yıkılmış gibi bir kaza.”

Babası bu sözü söylerken kızı Zeliha dahi büyük bir hayret ile başını sallayarak babasını tasdik ve teyit ediyordu.

***

Bu aralık mahalle imamı ve iki muhtarı ile mahallenin ileri gelenlerinden üç dört adam daha geldikleri cihetle Dilşinas Hanım, Zeliha ile beraber yine harem tarafına çekildi. Bu biçareler bir düğün evine değil sanki bir cenaze evine gelirlermiş gibi geldiler. İleri gelen adamlardan birisi hiç de içeriye girmemek görüşünde bulunmuş idiyse de imam efendi bu hareketin pek uygunsuz bir hareket olacağından bahisle arkadaşlarını zorlamaya yakın bir surette içeri sokmuştu. Kâşif Efendi, imama ve imam, Kâşif Efendi’ye hayretlerini nasıl beyan edeceklerini bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakıyorlardı. Çarnaçar sofraya oturdular.

Hazırlanmış olan yemeği yediler ise de ne yediklerini biliyorlardı ne içtiklerini. Yemekten sonra biraz sohbet ettiler. Fakat Nurullah Bey’in gecikmesini ne gibi bir sebebe yorabileceklerini tayinde aciz kaldılar.

İmam efendi ile cemaati çekilip gittikten sonra Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’ı tekrar davet etti ve “Hanımefendi kardeşçiğim, henüz kendimizi ümitsizliğe kaptıracak bir hâl göremiyorum. Müsaadenizle gideyim oğlumu arayayım. Her zaman tıraş olduğu yeri bilirim. Oradan arayayım. Zabıtaya müracaat edeyim. Bu gece vakit geç olacağından incelemelerimin neticesini yarın size bildiririm. Kızım Zeliha burada, yanınızda kalsın.” sözleriyle başlayarak birçok teselli verdi. Bu tesellilerin Dilşinas Hanım’a güzel bir tesiri oldu ise o da Nurullah Bey’in gecikme veya kaybolmasına kendilerinin sebebiyet göstermemiş olmalarının tahakkuk etmesi yüzünden ortaya çıkan bir teselli oldu. Böyle düğünlerin bozulması nadir vuku bulan şeylerden değildir. Fakat en ayıp olan ciheti alacağı kız hakkında son incelemelerinin gösterdiği mecburiyet üzerine damadın caymasındadır. Kâşif Efendi’nin temini ve Zeliha Hanım’ın onu teyidi üzere Nurullah Bey’de böyle bir cayma olmadıktan sonra çocuğun bir kazaya uğramış bulunmasına inanmak lazım geldi.

Evet! Biçare Nurullah bir kazaya uğramıştı. Hem de ne büyük kaza! Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri düşman başına vermesin. Bakınız ertesi gün Kâşif Efendi Dilşinas Hanım’a gönderdiği mektupta ne diyordu? Diyordu ki:

Kardeşim hanımefendi hazretleri! Oğlum Nurullah Bey oğlunuz her zaman tıraş olduğu berber dükkânında dünkü gün saat tam beşte tıraş olmuş. Koltuk merasimini icra için devlethanenize gitmek üzere dükkândan çıkacağı sırada iki polis hafiyesi gelmişler. “İsminiz Kâşif Efendizade Nurullah Bey değil midir?” sualini sorarak tasdik cevabını aldıktan sonra “Bu sene Hukuk Mektebinden çıktınız, değil mi?” sualini dahi sormuşlar. Buna da tasdik cevabı alınca “Öyle ise buyurunuz sizi zaptiye nazırı paşa hazretleri istiyorlar.” diye hazır bulundurdukları arabaya bindirmişler. Kendileri dahi beraber binerek götürmüşler. Berberden bu haberi aldığım anda geç vakte bakmayarak zaptiye nezaretine koştum. Oğlumu görmek istedim! Ne yazık ki göstermek istemediler; “Nazır Paşa Hazretleri görmeden sizin görmeniz uygun değildir.” dediler. Bela ve felaketin ne kadar büyük olduğunu anladım. Gerçi “Merak etmeyiniz. Pek o kadar mühim bir şey değildir. Galiba bir düşman şerrine uğramıştır. Birkaç gün sonra kurtulması umulur.” dediler ise de sizi aldatmaya ne gerek var, böyle şeylerden birkaç sorguyla birkaç gün zarfında kurtulmanın mümkün olabileceğine inanamam. Zira ben mahalleniz imamı vesaire ile konağınızda iken polisler evimi basıp oğlumun odasından bir hayli kitap filan kaldırmışlar, götürmüşler. Benim kitap odamı dahi aramışlar ise de bir şey bulamamışlar. Oğlumda zararlı evrak bulunabileceğine asla ihtimal veremem. Zira politika ile meşgul bir delikanlı değildir. Daima böyle şeylerden kaçınır. Bir düşman iftirasına uğramış olduğu muhakkaktır. Her hâlde korkacak bir kusurumuz olmadığına emin isem de böyle işlerin öyle birkaç gün değil a, birkaç hafta ve belki de birkaç ay zarfında da bitirilemediğini nice emsali ile çıkarabilirim. Sizi aldatarak teselli vermeyi hiç münasip görmeyeceğimden işte araştırmalarımı ve incelemelerimi dosdoğru yazdım. Sürekli bir habere muhtaç olduğumuzu gizleyemem. Bilhassa kızım Ahdiye Hanım’ın şu felakete karşı tamamıyla sabır ve metanet göstermesini tavsiye ederim.

Allah cümlemizi muhafaza buyursun, böyle felaketler zamanında insanın basireti tıkanır, düşünme kuvveti bozulur. Nasıl düşüneceğini, ne yolda bir hüküm vereceğini bilemeyerek şaşırır kalır. İşte bu hâl Dilşinas Hanım ile kızında fazlasıyla vuku buldu. Hele Ahdiye dünyanın iyilik ve kötülüklerine dair hiç tecrübesi olmamış bir çocuk olduğundan böyle bir hâle ne hikmete dayanarak kahırlanmak lazım geleceğini de zihninde ciddi bir surette tayin edemiyordu.

Kâşif Efendi ilk mektubu sabahleyin yazmış olduğu hâlde akşamüstü bir mektup daha gönderdi. Gündüz zaptiye nezaretine bir daha gitmiş. Oğlunu mutlaka görmek için yalvarmış yakarmış. Yalnız olamaz ise zabitler huzurunda olsun bir kerecik görmek istirhamında bulunmuş ise de merhamete dair bir eser görememiş. “Bugün cuma, büyük memurlar gelmemiş olduğundan kimseyle görüşmesine izin verilemez. Uzaktan bile göremezsiniz!”den başka cevap alamamış.

Bu mektup dahi zavallı Dilşinas Hanım’ın ümitsizliğini arttırdı. Hoca Abdüllatif Efendi’yi durumu araştırmaya memur ederek onun getirdiği malumat dahi hep Kâşif Efendi’nin verdiği yeis ve kedere yol açan haberleri teyit ediyordu. Bundan sonra günler geçiyor, her günün hâli dünkünden daha ziyade yeis ve cesaret kırıklığına sebep oluyor. Biçare kadınların evlerinin hâli ölü evinin kederli durumunun tersi oldu. O evlerin en büyük yeis ve matemi ilk güne mahsus olup sonraki günler geçtikçe kederlerin azalmasına karşılık bu evdeki kederin en hafif hâli ilk günü olup ondan sonra günler geçtikçe yeis ve matem hâli artmakta idi.

Üç ay böyle sıkıntılı bir hâlde geçtikten sonra bir gün Kâşif Efendi’den bir mektup daha geldi. Bu mektubu Ahdiye aşağıdaki gibi okudu:

Hanımefendi kardeşim! Birbirimizi taziye edecek bir gündeyiz. Şimdi oğlum ve oğlunuz Nurullah’a veda ederek geldim. Tutuklanalı üç ay olduğu hâlde bir defacık olsun görüşme müsaadesi elde edememiştim. Bugün Akka’ya sürgün ediliyor. Hapishanede, vapurda şöyle ayakta bir görüşmeye müsaade verdiler. Sizin ellerinizi ve Ahdiye Hanım kızımın gözlerini öpüyor. Namus ve insaniyetin kendisine verdiği vazifelerde kusur etmeyeceğini ve kendi yüzünden size hiçbir ziyan gelmesine rıza göstermeyeceğini yeminler ile temin ediyor. Ne yapalım kardeşçiğim, asrımızda böyle felaketlere duçar olan yalnız biz değiliz. Biz Akka’ya sürülmekle yine hafif bir belaya duçar olmuşuz demektir. Bunun daha Trablusgarpları, Yemenleri, Fizanları da var. Sabredelim. Hak Teala mazlumların ahını zalimlerde bırakmaz.

Ahdiye mektubu okurken Dilşinas Hanım bir iki defa baygınlıklar geçirdi ise de kızına renk vermemek için bütün kuvvetini topluyordu. Nurullah Bey’in bugün şu evden tabutu çıksaydı evi ne hâlde bırakacak idiyse ev ve ev halkı o hâlden de beş beter bir ümitsizlik hâlinde idiler. Hele biçare Dilşinas Hanım üç aydır yaş döken gözlerinden artık gözyaşı pınarları kurumuş zannında iken bugün dahi dökecek sel gibi yaşlar bulduğuna kendisi de şaşıyordu.

7.Car: Kadınların, elbiselerinin üstüne örtündükleri çarşaf. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-68-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Urban Biodiversity and Design
Norbert Muller и др.
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre