Kitabı oku: «Mesail-i Muğlaka»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
İfade
Bir muharririn tasvir edeceği şeyleri kendi memleketinin haricine isnat etmesi hiç de hoş karşılanmadığı yeniden ispata muhtaç şeylerden değildir. Bu hâl çoğunluk tarafından kabul gören bir hakikattir. Elverir ki muharrir, hayallerini isnat edeceği memleketin maddi ve manevi hâllerine de lüzumu kadar vâkıf olsun. Böyle olmadığı zaman, yazacağı şeyler bazı Avrupalı muharrirlerin bizim şark memleketlerine isnat ettikleri eserler gibi olur ki, orada yaşayan memleket ahalisi, o eseri okudukları zaman kendilerine ait hiçbir şey göremeyerek hayrete düşerler.
Muharrir-i âciz, şimdiye kadar Hasan Mellah, Paris’te Bir Türk, Demir Bey ve Acâyib-i Âlem gibi birçok romanında mekân olarak Avrupa’nın muhtelif memleketlerini seçmiştir. Bunların tamamında ait oldukları mahallerin hâllerinin, hakikate tamamıyla muvafık olarak tasvir edildiğini ispata gerek yoktur. Zira münekkitlerin cümlesi eserlerimizi temyiz etmiş olduğu ve her mıntıkada bunların birçok cihetlerine birçok diyecek şeyler bulduğu hâlde hakikate mugayir hiç kimse bir şey diyememiştir. Çünkü bunu söylemek öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Zira bir eserin ifade ettiği mekânları tenkitçinin değerlendirebilmesi için hem konuya vâkıf olması hem de bu konuda delillerini göstermesi gerekir. Mesela Geneve Gölü’ndeki gezi teknesi veyahut Laponya ahalisinin geçim kaynağı hakkındaki tasvirleri “Böyle değildir.” diye redde kalkışmak kolay olamaz. Çünkü insana “Delilinizi getiriniz.” derler.
Bir romana mekân olarak başka memleketleri seçmek, gerçi onu “millî”likten çıkarır ise de “faydalı” olmak cihetine hiçbir zarar vermez. Hatta bir bakıma eserin o cihetini bir kat daha arttırmış olur. Zira roman okumaktan maksat nedir? Yalnız eğlence mi? Öyle bile olsa Avrupa zeminlerindeki genişliğe nazaran eğlencesi de elbette daha ziyade olabilir. Yok! Roman okumaktan maksat insanın bilmediği şeyleri bu vesile ile öğrenmek midir? O hâlde bizim için öğrenilmesi gereken en önemli şey, şimdilik Avrupa ahvalidir. Gerek faydaları, sevapları gerekse de hataları, günahları! Zira kendi maddi ve manevi gelişmemizin asıl örnekleri Avrupa’da bulunmaktadır.
O medeniyetin güzelliklerini/sevaplarını öğrenmeliyiz ki örnek alabilelim. Kötülüklerini, günahlarını öğrenmeliyiz ki onları reddetmek mümkün olsun. Bir büyük zata göre imanın kemal bulması için kötü şeyleri ve küfrü öğrenmek bile gerekli imiş. Ta ki o çirkinlikten hakkıyla kaçınmak mümkün olsun. Doğrudur.
Avrupa için “gerek güzel hasletleri, güzellikleri gerekse kötü hâlleri” dedik. Evet! Her memlekette olduğu gibi Avrupa’da da hâllerin hem güzelleri hem de kötü yönleri ve günahları vardır. Yalnız bizim müşahedemize göre değil! Kendi yazarlarının tasvirlerine göre de böyledir. Hem bu meselede gayet latif bir cihet daha vardır. Şu ki, bazı yazarlara göre normalde “güzel” görülen şeyler diğer bazılarına göre “kötü” ve buna mukabil bazılarının “kötü/günah” addettikleri şeyler diğer bazılarına göre “iyi ve güzel”dir. Eğlencenin, hatta faydanın da en büyüğü bizce işte bu zıtlığı tasavvur ve tasdiktedir. Dolayısıyla kaleme almayı düşündüğümüz şu romanı, işte bu önemli noktayı dikkate alarak yazdık.
1
Madam de Rose Bouton
Paris’in yeni kibar familyalarından Monsieur ve Madam Bouton’u tanımazsınız. Bunun ziyanı yok! Zira romanımızın ilerileri bu familyayı size tanıttıracaktır. Burada tayin etmek istediğimiz bir şey var ise o da “yeni kibar” denilen şeyi bilip bilmediğiniz meselesidir. “Eski kibar” diyecek olsa idik onun ne demek olduğunu mutlaka bilirdiniz. Öyle değil mi? Bilirdiniz ki bunlar ta eski kral ailesinden Bourbon zamanından beri asaletle şöhret almış ailelerdir. Daha XIV. Louis zamanından evvel bunların her biri “dük”, “kont”, “marki”, “baron” ve hiç olmazsa da “senyör” gibi birer unvanla anılırlardı. Bunlar geniş yerlerde âdeta herkese hükümranlık ederlerdi. Ancak sonradan peyderpey ve özellikle de ıslahat icrası zamanlarında bu etkilerini yitirmişlerdi. Bunlara mukabil hükûmet tarafından kendilerine tımarlar ve maaşlar bağlanarak yine kibarcasına yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunların her biri, yine kral tarafından, fahri olarak birer ileri gelen adamlar kabul edilmişler ve hep devletin en yüksek zümresine mensup kişiler olarak kabul görmüşlerdir. Bu durumlar, tarihe ait meselelerden oldukları için her tarihî beyan gibi siz de mutlaka bilirsiniz. Lakin “yeni kibar” denildiğinde ise iş bu kadar sadelikle malum olamaz.
Bu “yeni kibar” terkibinin manası zamanına göre değişiklikler arz eder. Mesela Napolyon Bonapart Fransa’da birinci imparatorluğu tesis ettiği zaman, eskiden beri mevcut olan ve bir de tüm imtiyazları ve hatta unvanları bile lağvedilmiş bulunan asil familyaların asaletleri tekrar iade olunmuştu. Ayrıca malum imparatora sadakatle hizmet etmiş olanların en meşhurlarına dahi “baron”, “kont”, “dük” ve hatta “prens” gibi unvanlarla asalet de verilmiştir. Bu yeni kibar sayılanlar ise eskiler nezdinde küçümsenir ve “Dünkü kibar!” diye de alaya alınırlardı. Hatta “Dünkü kunduracı bugünkü kont!” diye hakarete bile uğrarlardı. Bu küçümsenme, alay ve hakaretleri bir tarafa bırakılırsa, aslında “Dünkü berber bugünkü baron!” şeklindeki tenkitlere “yanlış” ve hele “yalan” hiç denilemez. Zira bu adamlardan hangilerinin tercümeihâlleri araştırılacak olsa, doğrudan doğruya bizzat kendilerinin değilse bile hiç olmazsa babalarının mertebe-i medeniyetlerinin kunduracılıktan, terzilikten pek de daha ileriye geçmediği görülür. Lakin ne beis var ki? Bahusus biz Osmanlılar gibi en ciddi, en övülen bir adam nezdinde bir kunduracızadenin general olmasına hayretten ziyade tasvip tavrı görülür. Bir kısım Osmanlının meşhur ricali nazarında bazılarının “kuyucu”luğu, bazılarının “baltacı”lığı resmî şanlarına zarar vermek şöyle dursun şahsi itibarlarını arttırmaya bile hizmet etmiştir. Ancak o zamanlar Avrupa’da ve hatta Fransa’da hâl böyle değildi. Bir adam akıl, cesaret, hüner ve marifet ile bütün insanların önüne geçmiş olsa bile “asil” tanınmış olan bir adamın soyundan gelmemiş ise onda hiçbir asalet tasavvur olunamaz. Onlarda önemli olan bir asilin soyundan gelmiş olsun da velev ki en sefih, en hünersiz, en korkak bir şey olsun o yine de asil sayılır. Yine de asil!
“İdi” mi? Sanki hâlâ öyle değil mi? Gariptir ki Avrupa’da zihni gelişimin bu güzel tarafı pek ağır gitmektedir. “Alçaklık” denilen ve “asalet”in zıttı olan şey Avrupa’da yüz seneden beri tesis edilmeye çalışıldığı hâlde bu konuda muvaffakiyetin henüz yüzü bile görülememiştir. İngiltere ve Almanya öteden beri ne ise hâlâ odur. Rusya bile! Hele İtalya, İspanya belki de öncesinden ziyade asalette boğulmuştur. Asaletin ilk temelleri güya Fransa’da atıldığı hâlde orada bile bunların ismi var, cismi yoktur. Bunun olmadığını yakinen görecek ve anlayacaksınız.
İşte bundan yetmiş, seksen sene önce “yeni kibar” denildiği zaman Bonapartların ortaya çıkardıkları bu aileler anlaşılırdı. Beş on seneden beri bunlar da eski kibar mertebesine çıkarılmışlardır. Zira bunlardan sonra da bilhassa Fransa’da yeniden birtakım kibar aileler türeyip asıl “yeni kibar” unvanı bunlara verilmeye başlanmıştır.
Fransa’da ha? Aşüftelik üzerine tesis edilen şimdiki Fransa’da! Öyle mi?
Ne sandınız ya? Samimiyet üzerine tesis edilen bir evlilik müessesinin, Osmanlılardan başka bir toplumda bulunduğuna cidden inanıyor musunuz? Aman etmeyiniz. Sonra bunu safderunluğunuza hamlederler. Hak Teâla bu nimeti de yalnız “Osmanlı” denilen bu bahtiyar kavme nasip eylemiştir. Ezcümle size şu satırları yazan, muharrir bir “Bezci Hacı Süleyman” oğlu “Ahmet” iken, onların inayet ve yardımlarıyla Osmanlılar sayesinde asalet mertebesinin en yükseklerinden birine çıkmıştır. Osmanlılar da bunu şehriyâr-ı kudsî olan efendimiz hazretlerinin lütuf ve inayetleriyle, böyle devletine ve milletine hizmet etmeleri dolayısıyla, “ekselans” unvanını almaya hak kazanmışlardır. Yine onun sayesinde bu inayetlere mazhar olmuştur. Bizde “atûfet”, Avrupa’da “ekselans” unvanı, ait olduğu mevki, saygı ve mertebenin en yükseğidir. Bu unvan, din ve devletine, vatan ve milletine sadakatle hizmet eden her Osmanlı için de verilmiş bir unvandır. Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da sınıfların mevcut olduğu ve hele onların böyle manevi şereflere rağbet etmedikleri hakkındaki sözler ise zihinlerimizi hiç yanıltmasın.
Bugün asalet hevesi henüz o kadar ilerdedir ki isimlerinin ilk harfi dal olan heveskârlar, isimlerinin imlasını değiştirerek asalet işareti olan “de”ye dönüştürerek onu ayrı yazarlar. Mesela Dimitri olanların d’İmitri yazması gibi! Bu hevesin derecesini size hakkıyla tarif ve pekiştirmek için “Illustration” namındaki Fransız gazetesinin son nüshası olan 15 Teşrinievvel/Ekim sene 1898 tarihli ve 2903 numaralı nüshasına bakmayı tavsiye eyleriz. “Üsbû-ı mudhike” kısmındaki birinci mizah tasviri, nahif bir markinin karşısında karnını şişiren şişman bir adi insanı gösterir. Aşüfteliğiyle iftihar eden bu adi insan, asaletiyle kendini göstermeye çalışan ancak ne olduğu henüz bizce belli olmayan o markiye diyor ki:
“Marki hazretleri! Ben ihtisastaki asaletten başka asalet tanımam! Hatta hazinedeki memurlardan birisi üç yüz frank verirsem eski kayıtlardan benim için bir asalet kaydı bulabileceğini teklif etti de kabul etmedim. Reddettim. Yalnız yüz frank teklif ettim. Bir santim ziyade değil!”
Bu sözün ne demek olduğunu anlayabilecek kadar Avrupa ahvaline vâkıf olanlar için bu söz asla şerh ve izaha muhtaç değildir. Kendilerinde bu vukuf bulunmayanlara da biz anlatırız. İşimiz ne? Roman okumaktan bir maksat da insanın bilemediği şeyleri bu vesile ile öğrenmek değil miydi?
Efendim! Avrupa’da ve hatta aşüfte memleketi diye mağrur olan Fransa’da asalet hevesi o kadar ileriye gitmiş ki bir adamın on beşinci ceddi, asrının hükümdarı tarafından en adi bir memuriyete nail olmuş ise bunu bir asalet unvanı addetmeye kadar varırmış. Bunun için hazine-i evrak memurları da böyle asalet heveskârlarına, “Sizin hamil olduğunuz aile unvanı hakkında bir asalet kaydı buldum. Şu kadar frank verirseniz size o belgeyi takdim eylerim.” demeye başlamışlar. İşte aşüftelikleriyle iftihar eden, mağrur olan ve gerçek bir asalete sahip olduğunu iddia eden zat bile hiç olmazsa böyle bir hizmete yüz frank veriyor!
Avrupalıların hangi devlet tarafından olur ise olsun bir nişana nailiyet için ne kadar hırslı olduklarını bilenler oralarda bu gibi asalet sözlerinin bütünüyle sahte olduğuna hükmetmek için başka delile ihtiyaç görmezler.
Yalnız Avrupa mı acaba? Ya Amerika’ya ne dersiniz? Sivillere resmen unvan tesis etmemek için değişik adilik gayretinde bulunan yankesiciler de baron, marki, kont, dük ve prens gibi unvanlara imrenmeye başlamışlardır. Fakat bu unvanı doğrudan doğruya kendilerinin alabilmelerinin zor olduğunu bildiklerinden hiç olmaz ise kızlarını bir markiz, bir kontes filan görmek gayretiyle onlara boyun eğmişlerdir. Biraz petrol veyahut saucisson1 kokan milyonları, milyarları sayesinde bu emellerine nail dahi oluyorlar. İki cebinde beş parası kalmamış “Nobel”mi istersiniz? Unvan asaletinden başka bir şeyi kalmayan bu Nobeller şimdi de soluğu Amerika’da almaktadırlar. Cepleri milyon ve milyar dolu kızlar da Avrupa’ya can atıyorlar. Her iki taraf da bu şekilde kendi emellerine nail oluyorlar. Bunları tebrik etmelidir! Kıskanacak değiliz ya… Maksadımız “yeni kibar” denilenlerin kimler olduklarını anlatmak idi de bu tuhaf olan Avrupa meselesi hakkında şu kadarcık izahat vermeye lüzum gördük. Bu izahat üzerine okuyucularımız külfetsiz anlarlar ki, helalinden haramından birkaç milyon kazanmış olana göre ismine bir de edat izafeti takarak veyahut manalı manasız yeni bir isim takınarak asilzadeler içine karışıvermek muhal olmak şöyle dursun müşkül bile değildir.
***
Paris’in yeni kibar familyalarından Monsieur ve Madam de Rose Bouton’u hâlâ tanımazsınız ama “yeni kibar” olduğunu tasvir ve tayin ettiğimizden bununla anlarsınız ki bu familya Emile Zola’nın son eseri olan Paris namındaki romanında hâl ve şanı tasvir olunan Duvillard familyası gibi bir şeydir. Böyle diyoruz ama bakalım Emile Zola’nın eserini ve bahusus son eseri olan Paris’i okumuş musunuz? Eğer okumamış iseniz sakın ha darılacağız zannetmeyiniz. Bilakis sizi tebrik edeceğiz.
Diyen şairin bilinmemesini arzu ettiği “mâfîha” işte Emile Zola ve emsalinin eserleridir.
“Eee, bunlar bu kadar fena da siz niçin okudunuz?” mu diyeceksiniz. Hakkınız var ama bu bizim sanatımızın gereğidir. Biz bir nevi zabıta memuruna benzeriz. İyileri de görürüz fenaları da! Fakat her ikisi hakkındaki muamelemiz başkadır! Bizim bu nazarımız, sizde de varsa o hâlde bu nevi eserleri siz de görmelisiniz. Yok ise görmemeniz görmekten daha hayırlıdır. Ama bu sözümüz ile demincek söylediğimiz bir söz arasında tenakuz var vehmine düşmeyiniz. Demin sakınmak için fenalığı öğretmek lüzumundan bahsettiğimiz hâlde şimdi fenalığı öğrenmekten men gayretinde bulunduğumuza intikal etmeyiniz. Buradaki ihtarımız yalnız Zola’nın eserlerine dairdir. Bu eserlere itirazımız da -pek çok taraftarlarının iddia ettikleri gibi-mutlaka insanların kötülüklerini, günahlarını gösterdiği için değildir. Belki göstererek öğretmek istemesi ve bunu yaparken de insanın kalbinin kaldıramayacağı çirkinlikleri anlatmakla beraber ekseriyetle tasvirlerinde fenalıkları iyi ve iyilikleri fena göstermek safsatasını da kapsadıkları için bu itirazda bulunuyoruz. Eğer malum eserler hakkında şu hakikate vâkıf iseniz onları siz de okuyunuz. Kendiliğinizce istifade bile edersiniz. Fakat bu vukufunuzun irşadıyla siz de hükmedersiniz ki bu eserler kalplerinde, fikirlerinde bunları kaldıracak irade bulunmayanlara okutturulmaması lazım gelen tehlikeli şeylerdir.
Şimdi bizim Rose Bouton familyasını anlatmaya medar olmak için imkânın son derecesindeki bir nezaketle haber verelim ki bu Duvillard familyasının baba makamında bulunan mösyö, iki cebinde bir parça parası olmayan müflislerden iken büyük bir yolsuzlukla bir anda zengin olmuş ve bir misli, “Para Meselesi” diye basını senelerce müddet meşgul eden rüşvet ve büyük hırsızlık işi gibi bir şeydir. Yine “zengin olan mutlaka sefih olmalı” itikadının hüküm sürdüğü Paris’te her nevi sefahatlere koyularak bir aralık dahi en rezil aktrislerden birisini sevmiştir. O aşüfte tarafından tahammülü imkânsız hakaretlere maruz kaldığı ve kendisi de artık yaşını başını almış bir adam bulunduğu hâlde yine de Paris’in en rezil kahvehanelerine kadar o aşüfteyi takip eder gider. Madam Duvillard ise yirmi yaşında bir kıza ve ondan büyük bir oğula malik olmasından da anlaşılacağı gibi artık durmuş oturmuş olmak hâli kendisine en ziyade yakışık alacak bir hâl iken, yine de aşüftelikte kızı ile rekabet eder. Ama maddeten ve bilfiil ve hakikaten rekabet eder. Zira bir züğürt kibar sadece servetinden dolayı çirkin ve hatta biraz da kamburca olan Mademoiselle Duvillard ile evlenmek için gayret sarf ettiği hâlde validesi Madam Duvillard’ın da âşığı ve dostudur. Ana kız birbirinin esrarına vâkıftırlar. “Esrar” dedik. Hata ettik. “Sır” diye gizli şeylere derler. Kadının delikanlı ile olan muamelesi ise aşikâr! Herkes biliyor. Kendi oğlu biliyor. Kocasının tüm dostları biliyor. Kocası bile biliyor. Fakat o da kendi aktrisiyle olan münasebetinde kendisini mazur ve hatta haklı görmek ve göstermek için karısının bu muamelesine ses çıkarmıyor. Tam Frenk! Tam alafranga! Fakat ana ile kızın aşüftelikteki rekabeti o kadar müthiş ki birisi “Âşığımı sana vermeyeceğim! Bu izdivaca bütün kuvvetimle çalışacağım!” ve diğeri “Yavuklum sana kalmayacak, mutlaka benimle izdivaç edecek!” kavgasını büyülte büyülte saç saça, baş başa, tırnak tırnağa, pençe pençeye geliyorlar. Nihayet kambur kız muvaffak olmuş. Aylarca müddet validesinin fuhuş ve rezaletinde yuvarlanmış ve bu kepazelik ile cihanın dilinde destan olmuş bulunan asilzade ile izdivaç eylemiş. Madam cenapları da o zamana kadar “güzelim” ve “sevgilim” diye hitap ettiği herife “oğlum” ve “evladım” demek mecburiyeti altına girmiş.
Ne o? Yeni olsun, eski olsun kibar âleminde rezaletin bu derecesine hayret mi ettiniz? “İnsan” sıfatına haiz olan bir kimse için… Hatta çingeneler için kepazeliğin bu derecesi tasavvura sığamayacağını mı düşünüyorsunuz? Ya Emile Zola bir tarihçi değil midir? Realizm ve natüralizm mesleğini kendisi benimsememiş midir? Onun kalemi hakikatlere tercüman değil midir? Doğrusunu isterseniz malum zatın eserlerinde binlerce romantiği geride bırakacak hülyaları çok gördüğümüzden biz Emile Zola hakkında yalancı bir edepsiz değil ise hiç olmazsa mübalağacı bir garazkârdır hükmünü on seneden beri vermiştik. Bu hükme önceden vardığımızdan şu Duvillard familyasını bizim Rose Bouton familyası için bir örnek seçtik ise de onu tamamıyla göstermek hususunda ihtiyatlı davrandık. Hani ya ressamlar karşılarına bir model alırlar ama onu aynen kopya etmeyerek yalnız ona bakıp yine kendi zihinlerinde olan hüsnücemali tersim ve tasvir etmezler mi? İşte biz de öyle davrandık.
Efendim! Evvela bizim Madam de Rose Bouton, Emile Zola’nın Baron Duvillard’ı gibi kart değildir. Gençtir. Kadınlık çağının tam kemalindedir. Yaşı yirmi beş ile otuz arasında ama bakışta en dikkatli olanlar bile otuzdan ziyade yirmi beşe yakın olduğuna hükmederler. Güzellikte de Baron Duvillard’dan aşağı kalmaz. Zavallının tarifine göre Madam la Baron Duvillard pek güzel imiş ama güzelliği biraz zarara uğramış. Bizim Madam de Rose Bouton da güzeldi. “Gönül kimi severse güzel odur dünyada.” fetvasına istinat ile “Evet efendim! Madam de Rose Bouton, Madam Duvillard’dan daha güzeldir.” iddiasına çıkışıverecek olan bir adam aleyhinde ve delil gösterme konusunda Emile Zola bile âciz kalır. Ortadan daha yüksecik boyu, geniş omuzları, korse içinde büyümüş olmasından dolayı bittabi ince olan beli, balıketi ve bütün cildinin pembe rengi ile Madam de Rose Bouton3 hakikaten bir gonca gül sayılabilir. Bu renkteki cilde lepiska saçları yaraştıran tabiatın sahibi, o renge, o saçlara da bir çift açık mavi gözleri yakıştırır. Değil mi? Bu tenasüpleri tabiat kadar kim bilir? Bu çehreyi tezyin eden çene, dudaklar, burun, gözler ve ta kulaklara varıncaya kadar uzuvlar arasında bir ressam yalnız bir tenasüpsüzlük bulabilir ki o da burundaki küçüklüktür. Gerçi sair uzuvlara nispetle burun biraz küçük düşmüştür. Fakat tesadüfe bakınız ki bu tenasüpsüzlük bir çirkinlik hasıl etmekten ziyade bir güzellik hasıl etmiştir. Bir zaman bir kadının yanağı altında görmüş olduğum bir iz gibi ki yara iken pek çirkin olduğunu her tabibin her cerrahın teslim edeceği bu eser sanki bir yara değildi de bir gamze idi ki o kadar güzeldi.
İkincisi, hevaperestlik vadisinde Madam de Rose Bouton’un kendisi ile rekabet edecek ve âşığını elinden alacak bir kızı da yoktur. Ne kızı ne oğlu! Madam de Rose Bouton, Paris’in o yeni ve akıllı yosmalarındandır ki bunlar, çocuk doğurmayı taravetlerinin, cemallerinin sonu addederler de onun için doğurmazlar. Kadınlık için fıtri olan bu yegâne tekliften kaçarlar. Bu hâlin neticesini Fransa’nın nüfus istatistiklerinden sorunuz. Her memleketin ve bilhassa Fransa’nın o kadar kin güttüğü Almanya’nın nüfusu bir düzine arttığı hâlde Fransa’nın nüfusu artmayıp hemen hemen gittikçe de eksilmektedir. Bu vatan hainliğinde kocalar da kanun koyan bu adamların şiddetinden yakalarını kurtaramıyorlar. Evet, kocalar da bu işte karılarının işlemiş oldukları bu cinayete ortak oluyorlar. Onların hesapları da bir başka türlüdür. Çocukları çok olursa kendileri vefat ettikleri zaman servetleri bu çok olan varisleri arasında paylaşılacak, payları ve zenginlikleri azalacak diye düşünürler. “Allah akıllar versin!” diye dua mı ediyorsunuz? İşte Allah akıl vermiş ki bu kadar ince bu kadar uzun düşünüyorlar. Böyle faydasız akıllardan Allah’a sığınırsanız o zaman doğru bir iş görmüş olursunuz.
Evet! Madam de Rose Bouton güzeldir. Pek güzeldir. Güzeldir ama bir Şarklı onu görürse korkarız ki o cemale o kadar meftun olmaz. Ama “Şarklı” dediğimiz zaman bu kelimeden bizce maksut olan manaya layık olduğu kadar ehemmiyet vermelidir. Yüzlerce şairin binlerce şiirlerinde tasvir ettikleri gibi, bir Şarklı gönlünün sevgilisi olan kadını öyle mübalağalı kelimelerle tasvir eder ki kendisi için mümkün olmayan bu “kavuşma” da ancak hayalde kalır. Ona varmak, onun bir lütfuna mazhar olmak, onun bir tebessümü için âdeta bin canını feda edeceğini ifade eder. Fakat bu temennileri hep boşa çıkacak ve biçare âşık da:
Can nakdîn alıp satsa visalin hep alırdık,
Müşkül budur ammâ ne alan var ne satan var.
Beytini kalbinin en derinliklerinde hissederek düşünecek ve “Acaba bunları söylemekle ben ona kaba bir söz mü söyledim ya da ben onun kalbini mi incittim?” diye düşünecek ve yine cananına bir şikâyette bulunamayacak ve “Bana bu kadar âşık olmak layık ise sana da bu kadar müstağni olmak layık.” diyecektir. İşte aşk ve kadını bu şekilde telakki eden bir Şarklı, bizim Madam de Rose Bouton gibi bir melihayı böyle görünce, onun yaptıklarını ve ona ulu orta yerde âşık olanları görünce utancından kızarıp duracaktır. İşte bizim Şarklının böyle bir kadını ve aşkı görünce sevmek bir yana, âdeta ondan nefret etmesi ihtimale daha yakın gözükmüyor mu? İhtimal ki, bu zannımız pek az kimseler tarafından tasdik edilecektir. Pek çokları ise bunun hilafına bir reyde bulunacaklardır. Bunlara karşı itirazen arz ederiz ki bu konuda biz, kendi gönlümüzün arzusunu asıl model olarak tercih ettik. Avam tabirince ifade edecek olursak, “şırfıntı” nevinden olan dilberler hiçbir müşahedede tazimkârane bir surette nazarımızı celp edememişlerdir. Bunlar arasındaki farkı “kadın” ile “karı” kelimeleri arasındaki fark gibi bulmuşuzdur.
Evet! Bizim Madam de Rose Bouton pek güzel olmakla beraber pek de aşüfte hâllidir. Âdeta bir aşüftedir. Boyunu posunu, hoş endamını, kaşını, gözünü, bahusus merdane sakalını ve bıyığını gözüne kestirdiği erkeklere öyle bir bakış ile bakar ki hâl ve şanını yukarıdaki fıkrada bir nebze beyan ettiğimiz gibi, bizim gibi cüretsiz Şarklı bir erkek, o tesirli nazar karşısında sadece şaşkınlıkla hayret edecektir. Ayrıca o can yakan bakışa mukavemet edemeyecek ve mağlubane ve mahcubane gözlerini önüne eğmeye mecbur kalacaktır. Kuvvetle ve katiyen temin ederiz ki şu sözleri hakikatleri ifade eden bir muharrir sıfatıyla yazıyoruz. Yani hayalimizi değil, emsalini pek çok gördüğümüz hakikati tasvir yolunda yazıyoruz. Buna ne gerek var ki? Avrupa’yı bihakkın görmüş, tanımış Osmanlılar nadir değildirler ya? Elbette bunların her biri Avrupa’da seyahatleri müddetince bu kabilden birkaç mahluka tesadüf etmişlerdir. Samimi ve mutahassıs dostum Muallim Vambery cenaplarıyla bu yolda olan bir muhaveremde, “Macaristan ve Almanya’nın bazı yerleri müstesna olmak şartıyla ‘pudeur’4 denilen şeyi Avrupa’nın ve bilhassa Fransa’nın büyük şehirlerinde hemen hemen beyhude ararsınız.”
demişti. Bu Fransız kelimesini şu makamda Osmanlıcaya “hicâb-ı muhadderât”5 diye tercüme edebiliriz.
Madam de Rose Bouton “Bir kadın, kocası olan adamı hiç olmazsa evli olduğu için sevmelidir. Ve muhakkak evlendikten sonra kocasının arzularına katlanacaktır.” diyen akıllı birisidir! Kadının şu hikmetli bakışına tabi olmuştur. Kocası olan Monsieur de Rose Bouton’u evlendikten sonra sevmiştir. İhtimal ki kocası da onu sevmiştir. Fakat herhâlde sair yüzlerce, binlerce izdivaçlara bir fark, istisna teşkil edecek surette değil; tıpkı onlar gibi! Bu muhabbet nihayetin de ötesinde, sadece balayı müddetince değil sonsuza kadar devam etmek üzere sevmiştir.
Ya ondan sonra?
Soruyorsunuz ha? Avrupa’yı hiç mi tanımıyorsunuz? Ondan sonra ise binlerce, yüz binlerce roman yazanlara roman zeminleri teşkil edecek surette yaşamaya başlarlar. Bize inanamıyor iseniz, sırf hakikatleri tasvir eden Emile Zola’ya sorunuz. Bahusus ki biz böyle bir eserde Yunan mübalağacılarını aynen örnek alacak olsak bile yine Emile Zola’nın binde bir derecesine varamayız.
Vaktiyle Voltaire, Paris kadınları hakkında demiş ki:
“Paris’te, nazarları celbedebilen hiçbir kadın yoktur ki, kendi hayatlarında hovardacasına yaşamış olmasın ve bu hayatları, küçük de olsa bir romana konu olmasın.”
Malum ya. Voltaire vefat edeli yüz seneyi geçti. Yüz senede Paris hiç mi terakki etmedi? Madam de Rose Bouton hiç şüphesiz ki bu terakkiden en ziyade hisse alanlardan birisidir. Onun sergüzeştleri arasında minimini değil; kocaman kocaman romanlara zemin olabilecek ahval dahi birden ibaret değildir ve bunlar pek çoktur. Bu günün vukuatı olmak üzere hikâye edeceğimiz şeyler ise bir romanın başlangıcı değildir; neticesidir. Zira “Madam de Rose Bouton” demeyi müteakiben bu ismin manasına teveccüh edecek olan gözler o kadını sokağa çıkmaya münasip bir kıyafette görürler.
Kim bilir ne patırtılı gürültülü bir tuvalet ile ha? Tamam, Frenklerin “une toilette tapageuse”6 dedikleri surette değil mi?
Hayır! Bilakis Madam de Rose Bouton tepeden tırnağa kadar siyah ve gayet kapalı bir elbise giymişti. Şapka da siyah, vualet7 de siyah, eldivenler de siyah! Eğer bu giyim en kıymettar Lyon kumaşlarından olmasa, bu şapkanın dantelleri, tüyleri en pahalılarından bulunmasa da yaslarda giyinilmesi mutat olan sade nevinden olsalar idi o genç, güzel kadın matem hâlinde zannolunurdu. Zaten vukuatın bir roman öncesinde olmadığı da tuvaletindeki bu kapalılıktan, bu sadelikten çıkarılamaz mı? Öyle ya! Politika henüz celp ve cezp politikası olsa idi tuvaletin de “tapageuse”8 olması lazım gelirdi. Matem hâlinde bulunan bir dilber, o kıyafette iken, nazarları ve kalpleri cezbetmeye yaramaz diye düşünülürdü. Bu kapalı ve sade tuvalet ise artık temelleri çoktan atılmış, bitirilmiş olan bir politikayı muhafaza gayretine delalet eder. Kıyafet şu sadelik hâlinde iken birden bire parlak bir hâle dönüşürse bundan dikkat sahiplerinin ürkmesi icap eder. Zira münasebet mevcut olan taraf ile münasebetin rengi değişmiş olduğundan gerek onu yeniden mağlup etmek ve gerek kolay kolay, tekrar tekrar mağlup olmayacak kadar metanet sahibi ise hiç olmazsa hasedini tahrik etmek için tuvalette böyle bir değişime lüzum görülür. Bu yolda değil ise mutlaka eski münasebet tamamıyla bitmiş ve bir başkası ile yeni bir münasebet peyda olmaya başlamıştır. Avrupa’da “monden” denilen bu kişilerin şu gibi hâlleri geniş bir ilim gerektirir. Tahsili uzun zamana ve çok tecrübeye muhtaçtır.
Madam de Rose Bouton’un vualeti hem siyah hem de gereği gibi sık olduktan başka elinde bir de büyük mendil vardır ki endam aynası karşısında bu mendili o minimini burnuna kadar götürüp yavaşça burnunu siliyormuş gibi davranarak meşk ettiğini görseydiniz ya da suret ve keyfiyet-i meşkine dikkat etseydiniz bugün şu sokağa çıkışın büyük bir sebebi ve mühim bir hikmeti olduğunu açıkça anlardınız. Mendili her burnuna götürdüğünde vualet ile beraber yüzünü ne kadar mükemmel ve büyük bir maharetle kapattığını gösteriyordu. Bir de her defasında elinin hareketini beğenmeyerek onu düzeltmek için o derecelerde ihtimam gösteriyordu ki, maksadının o anda yüzünü kimseye göstermemek ve kendisini kimseye tanıttırmamak olduğu anlaşılıyordu. Ondan emin olmak için de gayret sarf ettiği açıkça görülüyordu. Bu da bir hünerdir tabii. Hem de buna muhtaç olanların kendi ihtiyaçları noktainazardan pek büyük istifade ettikleri de bir hünerdir. Bu durum yalnız kadınlara da mahsus değildir. Lüzumu, ehemmiyeti erkeklere kadar uzanan bir hünerdir. Zira polisin takip ettiği cinayetkârlar bazen bir polis hafiyesinin dikkatinden sakınmak için öyle bir mahirane surette mendille burun siler ki onunla yüzünü tamamıyla örtmüş olmaktan ziyade polisten gizlemiş olur. Yüzünü tamamıyla örtmek de ne demek? Öyle basit bir harekette bulunacak olsa polisin nazarıdikkatini kendisinden kaçırmaktan ziyade bilakis kendisine çekerdi. Aleksandre Dumas bazı romanlarında ve bilhassa Monte Kristo’da bu mahareti bazılarına öyle büyük bir ustalıkla icra ettirir ki o anda insan bunu mübalağaya hamleder. Ancak sonradan hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Hele kadınların bu hususta peyda ettikleri maharet âdeta aklın alamayacağı bir durumdur.
Nazarımızın ilk tecrübesinde kendisini böyle kapalı ve sade bir dışarı kıyafetiyle mendil meşkinde gördüğümüz Madam de Rose Bouton ilk hareketlerini beğenmeye beğenmeye nihayet meşki o kadar ileriye götürdü ki son hareketlerinin her defasında kendi kendisine aferinler bahşettiği, çevresindeki dikkatli tavırlarından rahatlıkla anlaşılıyordu. Birkaç defa dahi kapalı olan sağ ve sol taraflarını aynaya tevcih ederek yan taraflarından görünüşünü de yan göz ile muayene etti. Sonra bu konuda emin olmak için üç tarafında bulunan aynalardan her tarafı kontrol etmeye başladı. Bu kontrollerden de tatmin olduğu hâl ve tavrından anlaşılıyordu. Eee, artık bir dikkat ehlinin nazarı önünde bu kadar hâlleri sürer de Madam de Rose Bouton’un kendini kimseye göstermeksizin bir yere gitmek, bir mahalle girmek teşebbüsünde bulunduğunu hâlâ anlayamamak kabil olur mu? Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır.